KIŞ ÖPÜCÜĞÜ |Tamamlandı|

By endless_Q

3M 270K 124K

Not! Kitabın ilk bölümleri final olduktan sonra düzenlenecektir. [Kitabın Şarkısı : Lana Del Rey - Dark Para... More

❄FRAGMAN
❄KURT'UN ÇAĞRISI
❄ FALCI
KİTABIN VİDEO FRAGMANI!
❄KANLI AY
❄ FİRAR
❄KANDAN DAHA KIZIL
❄BEYAZ CADI
❄KOLYE
❄️ AKÇA AĞAÇLARI
❄️ULAK
❄️ MANTİKOR
❄UYANAN ÖLÜLER
❄️ KAVGA
❄️ ÇAĞRI
❄️ KURT'UN KALBİ -PART 1-
❄️ KURT'UN KALBİ -PART 2-
❄GÜNAHKAR TUTKU
❄ DİLEK FENERİ
❄️ KONSEY
❄️ ÖRÜMCEK ZAMBAĞI
❄️SİYAH HALKA
ALYSA'NIN DÖVMESİ!
❄️ ÖLDÜR!
❄️AV
❄️FISILTI GÖLÜ - PART 1-
❄️FISILTI GÖLÜ -PART 2-
❄️ ÖLÜ MANA
❄️GEÇMİŞ
YENİ KİTAP!!
❄️KOKU -PART 1-
❄️KOKU -PART 2-
❄️AVCILAR
❄️TESLİMİYET
❄️MEZAR SOYGUNU -PART 1-
❄️MEZAR SOYGUNU -PART 2-
❄️ÖDÜL
❄️DOLUNAY
❄️YUMURTA -PART 1-
❄️YUMURTA -PART 2-
❄️SEMÛM ATEŞİ
❄️SARHOŞ
❄️HADME
❄️RUH AYNASI -PART 1-
BİLGİLENDİRME!
❄️RUH AYNASI -PART 2-
❄️RUH AYNASI -PART 3-
❄️RUH AYNASI -PART 4-
❄️NEFES KESİĞİ
❄️ÖTEKİ DİYARIN ÇİÇEĞİ
❄️KARA TOHUMLAR -PART 1-
❄️KARA TOHUMLAR -PART 2-
❄️TABLO
❄️ÖLÜM HIRILTISI
❄️BİR AVUÇ YALNIZLIK
❄️ÜÇ KURT'UN EFSANESİ
❄️KARA ŞAMAN
❄️KIRIK DİYAR
BİLGİLENDİRME!
❄️YANAN ATEŞİN SESİ -PART 1-
❄️YANAN ATEŞİN SESİ -PART 2-
❄️GECE BASKINI
❄️ZAMANIN ÖTESİNDE
❄️VELLAÏ -PART 1-
❄️VELLAÏ -PART 2-
❄️VELLAÏ -PART 3-
❄️BOZUK TERAZİ
❄️LABRİS HARABELERİ
❄️ASLA DÖNÜŞ
❄️EVLİLİK RİTÜELİ
❄️KAYBOLAN MÜHÜR
❄️KALP ATIŞLARI
❄️AİLE
❄️KIRMIZI DRASENA
SORU-CEVAP!
❄️GÖMÜLME YERİ
❄️LANETLENMİŞ HAFIZA
❄️KİME YALVARMALIYIM?
❄️ŞEYTAN KAVŞAĞI
❄️FİNAL

❄️AMENTHES

22.8K 2.8K 1.1K
By endless_Q

Multimedia da eski mısır dilinin ufak bir ses kaydı var öyle konuşuyorlarmış gibi düşünün.

NOT! Bölümde yılanlar var sonra bana demeyin fobim falan var diye.

▏₰ Alysa

Ölü evinin etrafı kurt nöbetçiler tarafından sarılırken elfler ormanın içinde gizlenerek nöbet tutmayı tercih etmişlerdi. Buraya gelip bana görünmeden evvel varlıklarını sezsem de gözlerimle yerlerini tespit edememiştim. Aramil küçük bir ıslık çalarak bazılarının görünür hale gelmesini sağlamıştı. Kalashın yuva yaptığı yarı ormanlık alanda çeşitli ağaç türleri yetişiyordu. Ladin ve göknar da bunlardan ikisiydi. Bu ağacın tohumlarını bilerek inlerinin ormana bakan sınırlarına ekmişlerdi. Zira bu iki tür yaz ve kış yaprak dökmüyordu. Ağaçların geniş dallarını süsleyen yapraklar gizlenmek için mükemmel yerlerdi. Elfler de bu ağaçları kendilerine mesken belleyerek saklanıp davetsiz misafirlere karşı tetikte bekliyorlardı.

Kalasha gelmeden evvel yolda karşılaştığımız toplulukların tedirgin olduklarını ve yaklaşmakta olan savaş hakkında ettikleri dedikodulara kulak kabartmıştık. Söylentiler Hyuganın dediği kadar vardı. İnalih sakinleri savaş istemiyorlardı lakin iki güçlü tarafı durduracak kuvvetleri olmadığından boyun eğmek zorunda kalıyorlardı. Bütün dönemlerde olduğu gibi savaşta; zayıflar kurunun yanında yaş olacakken tüccarlar illegal yollardan zengin olacakları için kurnazca gülerek ellerini birbirlerine sürtüyorlardı. Elimden geldiği kadar kötü durumda olanlara yardım etmek için ekstra bir bütçe ayıracaktım lakin herkese yetişebilmem mümkün değildi.

Zayıf klanlar ile orta kesimin dertlileri hariç güçlü ırklar şimdiden savaştan alacakları payları düşünmeye başlamış, hangi tarafa katılmanın daha fazla kâr getireceğini hesaplıyorlardı. Bu sınıfın canlarını sıkan tek kısım öteki aleme sürgüne gönderilmiş azılı suçluların oynayacakları roldü. Kara listelerinde sürgünlerine sebep olmuş kişiler en baştaydı. Şimdiden bu kişilerin kaçmaya yeltendiklerini tahmin edebiliyordum. Bunca kasvete nazaran Kalash halkı fırtına öncesi sessizliğe bürünmüştü. Herkes her zamanki işlerinin yanı sıra savaş için hazırlıklara koşturuyordu. 

Kara kurt onları iyi eğittiğinden streslerini kontrol altında tutabiliyor bu sayede de asıl probleme odaklanabiliyorlardı. Üstelik güçlerinin hafife alınmaması gerektiğinin bilincindelerdi. Özellikle Hyuga'ya, Metus'a, Yulier'e, bana ve Khafra'ya bel bağladıkları kesindi. Dördümüz Gideon gittikten sonra bile Kalashın yıkılmaz direkleri olarak kalmaya devam ediyorduk. 

İçimize yerleştirilebilecek casuslara karşı önlem alarak Gideonu diriltme planımızı kısıtlı sayıda kişilere anlatmıştık. Çaka'nın kara şaman olduğunu onu gördükleri anda anlayan kurtlar yerlerinde dona kalarak ölü evine gidene dek arkamızdan bize bakmışlardı. Kara şamanı bizzat ben getirdiğim için yolumuzu kesmemişlerdi. Lanetlenmek dahil kara şamanın peşlerinden habis hayaletleri göndereceğini bilseler bile kimse elini kolunu sallayarak klana giremezdi. Suratlarındaki tehditkar ifadenin altından en ufak bir seslenişimde harekete geçeceklerinin metni geçiyordu.

Düşman güçlüydü ancak bizde güçlüydük.

Kurtlar bakraçlarla taşıdıkları buzları önceden getirdikleri küvet tarzı oval kovaya dolduruyorlardı. Derin tahta kova daha çok çamaşır kaynatılmak için kullanılsa da bugün ki görevi daha farklı olacaktı. Aramil yapacağımız şeyden zerre hoşnut olmadığını kanıtlarcasına yüzünü asmıştı. Kollarını birbirine dolamış Kara şamanı izliyordu. Beni kararımdan döndürmek için binlerce kez yalvarmıştı. Gideonun ölü bedenine bakarken kaşlarını düzeltmeye çalışsa da çatılıp duruyordu. Sanki orada yatmasını yadsıyordu bu yüzden bakarken rahatsız oluyordu. Gireceğim tehlikeler yüzünden kararımdan caydırmak istiyordu. Kötü niyetli değildi. Bir dakika didişmeden duramasalar da Gideonun geri dönmesini istediğini birbirine dolanmış kollarını sıkan ellerinden anlıyordum. Pazularını sertçe sıktığı için ellerinin üzerindeki damarlar belirginleşmişti.

Çaka Gideonun ruhunun nerede olduğunu öğrenmeden evvel yeraltı kapısını açmak için gerekli olan ritüelin hazırlıklarını yapıyordu. Çantasından çıkardığı dört mumu, dört yöne (Kuzey, güney, batı, doğu) gelecek şekilde kovanın dört köşesine dikerek benden uçlarını ateşimle yakmamı istemişti. Tamamen siyah olan ince ve uzun mumların fitillerini tutarak teker teker yaktığımda ateşin renginin turuncu değil yeşil olduğunu görmüştüm.

Çaka bu süre zarfında dikkatle beni izlemişti. Garip bir şekilde işini yarım bırakıp ateşin hangi renk olacağını teyit etmek için beklediği hissiyatına kapılmıştım. Ateşin yeşil olduğunu görünce buz taşıyan kurtlara "Bu kadar buz kafi şimdi kovayı taşmayacak çizgide suyla doldurun." emrini vermişti. 

"Sen... kıvırcık olan buraya gel." Metus teyit etmek için parmağıyla kendisini işaret ederek "Ben mi?" dediğinde keçi kafatasını yüzünden çıkaran Çaka tip tip bozkurda bakarak "Burada senden başka kıvırcık görüyor musun?" diye bir aptala sorar tarzda sordu. Eira dudaklarını birbirine bastırarak babasının tavrına gözlerini kaçırmıştı. Ruby nine ise burun kıvırmıştı. Metusa çektirmeden durmayacağını hepimiz biliyorduk. İspikçi ruhlar çoktan bozkurdun Eira'ya mühürlendiği bilgisini ona uçurmuş olmalılardı. Eh genellikle kız babalarının adetiydi damatlarından nefret etmek çünkü çok sevgili kızını -daha yeni tanışmışlardı- elinden almıştı.

Metus tırsa tırsa yanına giderek "Buyurun babacığım." deyince film kopmuş Çakanın sinirden gözü seğirmişti. "Bana bir daha babacığım dersen seni en acı verici lanetlerle lanetlerim evlat." Bozkurdun gözleri işittiği tehditle pörtlese de yenilmeye niyeti yoktu. "Öyle söylemeyin lütfen sizde artık benim babam sayılırsınız babacığım."

"Sayılmıyorum lan! Sayılmıyorum!"

 Metus çaktırmadan Eira'ya baktı. Avcı kız 'Sabret.' dercesine dudak bükmüştü. 

Çaka çantasından çıkardığı mor renkli ruhu revan çiçeğinden bir tutam uzatarak "Çiçekleri yakıp dumanını içeride gezdir." demişti. Çiçeklerden tütsü olarak yararlanacaktı. Metus anında başını sallayıp çiçekleri alarak yanıma geldiğimde avucumda oluşturduğum ateşle iyice çiçekleri yaktım. 

"Ruby ninenin dediği kadar varmış. Huysuz ihtiyar işte ne olacak." Mırıldanarak yakınmasına gülmemek için zor tutmuştum kendimi. Hyuga Metusun sürünmesinden keyif alırcasına "Duyarsa daha beterini yapar." dedi. Bozkurt kaşlarını çattı. "Çattık ya! Oğlum nasıl sevdireceğim ben bu adama kendimi?"

"Eh pek kolay olmayacağı kesin. Hadi hadi git bir an önce de tütsüyü gezdirmeye başla çok pis bakıyor lan." Metus ağzında bir şeyler geveleyerek yanımızdan ayrıldığında üçümüzde sırıtıyorduk. "Ben sana diyorum bu adam akşam ikisinin ortasın da yatar." Yulier kocasının dediğini duyup istemsizce güldüğünde elini hızlıca ağzına kapatarak gülüşünü bastırdı. 

Kara Şaman Gideonun yattığı yerde açmasını sağladığım süsen çiçeklerinden birinin yapraklarını beğeniyle okşarken "Alysa gel." deyince yanına gitmiştim. Aramil beni çağırdığını duyduğunda kollarını indirerek diğerleriyle birlikte yaklaştı. "Kara kurdun ruhunun nerede olduğunu öğrenelim bakalım. Umarım bizi çok uğraştıracak bir yere gitmemiştir." Belindeki kemere takılı küçük bitki bıçağını çekerek "Elini uzat." deyince itiraz etmeden elimi avucuna bıraktım. En başından kanımı kullanmasında bir mahzur olmadığını söylemiştim zaten. İşaret parmağımda ufak bir kesik açınca yüzüm hafiften buruşsa da tahammül edebildim.

Parmağımı bir kalem gibi kullanarak Gideonun alnına Kanımla Kara Şamanizm'e ait sembollerden birini çizdi. Daha sonra dudakları kıpırdanıp bir şeyler okumaya başladı. Açık kahve rengi irislerine Gideonun alnındaki sembol yansıyordu. Kan hafifçe titremeye ardından hareket ederek değişmeye başladı. Silinip bir araya toplanan kan yeni bir simge halini alıyordu. Çaka okumayı bıraktığında kan da hareketsiz kalmıştı. 

'T' harfinin üst ucu bir ilmekten ibaret olan işaret yaygın bir antik mısır sembolüydü. Çaka daha dillendirmeden Gideonun ruhunun hangi yeraltında olduğunu bulmuştum. 

"Nil'in anahtarı." Ruby nine sembole bakarak konuştuğunda Çaka başını sallayarak "Bu bir Ankh." deyip sıkıntıyla iç geçirdi. "Mısırın karanlık efendisinin yanında."

Anubisin.

Ruby nine ve Çaka şimdiden kara kara düşünmeye başlamışlardı. Hepimiz merakla ne diyeceklerini bekliyorduk. Aramızda bu ikisinden sonra yaş olarak en büyük kişi olan Aramil bile Anubis hakkında söze giremiyordu. Ben sadece mitolojinin anlattığı kadarıyla Anubisi tanıyordum. Arkadaşlarımın da bilgisinin kısıtlı olduğu malumdu.

"Cidden bu oğlan şansızlığın dibini sıyırıyor. Bizi en uğraştıracak Tanrının peşinden gitmiş. Tanrıça Hel'in yanına gitse onu mücevherlerle veya pahalı hediyelerle kandırabilirdik. Tamam, yakışıklı yüzlere zaafı var diye biraz inat edebilirdi ama üç, dört gün kara kurtla vakit geçirse hevesini alırdı." Kaşlarım her kelimeyle birlikte daha çok çatılıyordu. Ne demek yakışıklı yüzlere zaafı var? Ne demek üç, dört gün vakit geçirse hevesini alır? Zihnimin zeminini tırnaklarını sürterek kazıyıp duran kıskançlık hissiyle moralim bozulmuştu. İkisini bir arada hayal ettikçe saçımı başımı yolasım geliyordu.

"Biraz daha o ikisini bir arada anlatmaya devam edersen bir yerlerde yangın falan başlayacak. Ve ben onca işimin arasında birde yangın söndürmekle uğraşamam." Hyuga Çaka'yı ikaz ettiğinde hepsinin gözü bana dönmüştü. "Ne? Gayet sakinim ben bir kere." Artık nasıl bakıyorsam Çaka boğazını temizleyerek "Her neyse. Tanrıça Helden sonra en makul seçenek Hades olabilirdi. Onun aç gözlülüğünü boyayabilecek bir şeyler de bulabilirdim. Ama Anubis... bu iyi olmadı." dedi.

"Nasıl biri ki şu Anubis?"

"Şuan ki varis Amenthes de tahta on beş yaşındayken geçti. Ondan önceki Anubis daha ılımlı bir Tanrıydı lakin bu... Ahh başıma ağrılar giriyor!"

"Ne? Huysuz mu? Kötü biri mi?" 

"Tam aksine gelmiş geçmiş en iyi Anubislerden biri. Sadece ketum bir herif ve adalet, eşitlik hissiyatı baskın. Diğer Tanrılar bazen istekleri üzere Anubislerden yardım alarak ölülerle konuşabiliyor ya da eş değer bir takasla diriltme yaptırabiliyordu lakin şuan da tahtta tam anlamıyla bir Tanrı oturuyor. Diğer Tanrılar bile onunla konuşurken çekiniyorlar zira ne yapacağı belli olmuyor."

Onlar konuşurlarken kafam çorba gibi olmuştu. "Siz neden bahsediyorsunuz? Anubis beş bin yıllık bir mısır Tanrısı değil mi? Neden ayrı ayrı kişilerden bahsediyormuşsunuz gibi konuşuyorsunuz? Bu Tanrının farklı kişilikleri falan mı var?" 

"Alysa aleminizde cidden size hiç bir şey öğretmiyorlar." Metus bu durumdan şikayet edercesine konuştuktan sonra Ruby nineye dönüp "Neden onu yavru kurtların derslerine sokmuyoruz ki?" diyerek bir fikir ortaya attığında yaşlı kurt Metusa hak verircesine başını salladı. "Şu diriltme işini bir halledelim de konuşuruz."

Harika bir de yavru kurtlarla derse girmediğim kalmıştı.

"Senin de dediğin gibi beş bin yıllık bir süreç söz konusu. Vakti geldiğinde Tanrılarda canını veriyor Alysa. Yeraltında ölümsüz olan ruhtur. Yeryüzünde ölümsüz olan ruhlar değil, ölümsüz olan kandır. Niye bütün klanlar veya aileler soylarını bir sonraki nesle aktarmak için çabalıyor? Bu düşünceye en güçlü örnek olarak Avcıları verebiliriz. Çünkü kendileri ölse bile kanla birlikte aktardıkları soy bunu sürdürdükleri sürece sonsuza dek devam edecek." 

Yani şöyle bir düşününce iddiası makul geliyordu.

"Tanrılar da bu durumu yaşıyor. Sahip oldukları gücü kan yoluyla çocuklarına miras bırakıyorlar. Böylece selef öldüğünde yerini aratmayacak bir halef tahta geçiyor. Anubisin soyu beş bin yıldır devam ediyor. Ondan doğma erkek ve kız çocukları başka ad almıyorlar belki takma ad alabilirler lakin tahta Anubis olarak geçiyorlar."

"Ben Tanrıların ömürlerinin uzun olduğunu sanıyordum."

"Uzunlarda. Yaklaşık 500-600 sene yaşayabiliyorlar. Bundan yaklaşık altmış yıl kadar önce şuan ki Anubis tahta çıktı. Tabii o zamanlar ben beş, altı yaşlarında falanım yine de çok net hatırlıyorum devasa bir kutlama yapılmıştı. Benim annemde şaman olduğu için kutlamaya davet edilmişti. Anubis babası öldüğünde daha on beş yaşındaydı. Annemin onun için nasıl endişelendiğine tanık olmuştum zira diğer Tanrıların onu parmağında oynatmaya niyetleneceğini düşünüyordu." Yaşlılara özgü kıkırtılarıyla güldü. "Annemin endişesi yersizdi. Çok mücadele verdi, akrabalarıyla savaştı nihayetinde hepsini dize getirdi."

Vay canına. Ruby ninenin üzerinde böyle bir etki bırakabildiğine göre çetin ceviz olmalıydı. Şöyle kafamdan bir hesaplayınca Anubis aşağı yukarı yetmiş beş yaşında oluyordu. Hala genç bir Tanrıydı.

"Anubisi övmek yerine onu nasıl ikna edeceğimize dair tartışsak daha iyi olur." Yaşlı kurt Çaka'ya  tip tip bakınca kara şamanda aynı bakışlarla karşılık verdi. Birbirlerine üstünlük mü kurmaya çalışıyordu bunlar? Hayır, zırt pırt dalaşmalarına başka anlam veremiyordum.

"Biz Anubise ne hediye edebileceğimizi ne kadar düşünüp dursak da bunu mısırın efendisine direkt sormadan bilemeyiz."

"Kocam haklı. Elimiz boş gitmek en akıllıca fikir. Hem böylece Anubisin üzerinde de iyi bir izlenim bırakırız. Sonuçta Tanrılar olsun, ondan dilek dileyecek diğer ırklar olsun elleri, kolları dolu ya da sandıklarla gitseler de belli ki Anubis bunlardan etkilenmiyor."

"Verilecek hediyeyi Anubise bırakmak çok tehlikeli yine de her halükarda onun dediği olacağı için bu yolu denemek en makulü." 

Kara şaman son sözlerinden sonra ikna olarak bana döndü. "O halde başlayalım."

 "Mısırın yeraltına ölmeden girmek çok zordur. Anubis her şeyde olduğu gibi önemli noktaları da kaçak giriş olmasın diye sık sık denetletiyor tabii istediği kadar işleri sıkı tutsun rüşvet hala kayıkçılar için geçerli." Çaka gözlerimdeki soru işaretini görmüş olmalı ki hemen açıklamaya devam etti. "Nil'in yeraltına akan kolunda ruhları bekleyen bir kayıkçı var adı Abidos. Bu şahıs ruhları kayığa bindirerek onları normalde direkt yargılanmaya götürür lakin sen misafir olduğun için seni sınav alanına götürecek. Anubis katı bir yönetici olsa da misafir olarak gelmek isteyenlere yasak koymuyor lakin onu görmek istiyorsan önce bir dizi imtihandan geçmek zorundasın. Beni iyi dinle, burası önemli. Ölüler şehrine inmeden evvel geçmen gereken on iki kapı var. Bu on iki kapı; On iki yılana ve on iki saate eştir."

Burada bir denklem mevzubahis yani. Bu aşamaların neye tekabül ettiğini çözsem de korkuyla sormadan edemedim. "Yani Anubise ulaşmam için sadece on iki saatim mi var demek oluyor bu?" Çaka kafasını olumlu anlamda salladı. "On iki saatte yılanları geçip ölüm piramidine giremezsen ruhun bedenine geri dönecek. Üstelik uzun bir süre bir kere daha deneme şansın da olmayacak. Kara kurdun çok vakti kalmadı."

Elalarımı boşluğa diktim. Her bir kapı için bir saat yeterli olacak mıydı?

"Ayrıca kapılarda yalnızca yılanlar değil bazen tuzaklar da bulunabiliyor. Korkma sana kapıları hızlıca nasıl geçeceğini söyleyeceğim."

Şaşırarak "Kapıları geçmenin bir hilesi falan mı var?" diye sorduğumda bilmişçesine gülümseyerek "Var." dedi. 

"Ne peki?" 

"Ölüler kitabının geçit bölümünde açıkça yazıyor; Yılanların gizli adlarını söylemek."

"Bu kadar basit mi?"

"Aslında göründüğü kadar basit değil. İsmin seninle birlikte doğar, seninle birlikte ölür yani üzerine yapışmıştır. Hem bu yılanlar bekçi görevinde olduğu için adlarını gizlerler. Üstelik şuanda ölüler kitabını Anubisten başka kimse okuyamıyor. Yılanların adlarını bilmiyorsan hepsiyle savaşmak zorunda kalırsın."

Kaşlarımı yukarı kaldırarak "Ve sen bu yılanların isimlerini biliyorsun çünkü..." deyip devamını getirmesini ima ettiğimde hiç gocunmadan omuz silkerek "Bazı ruhlardan duymuş olabilirim." dedi. Resmen ruhları haber ağı olarak kullanıyordu. Bunu yapması etik miydi ki? Bir başka mevzuysa ruhların boşboğaz olmasıydı. Tabii Anubis davetsiz misafirlerle uğraşıp dururdu.

"Bilmem gerekenler bu kadar mı?"

"Evet, gerisi sana ve Anubise kalmış. Umarım başarılı olursun beyaz cadı."

Umarım. Şayet başarısız olursam... Elalarım Gideona kaydı. Gözlerimi sımsıkı kapatıp önüme döndüm. Olumsuz düşünme. Başarısız olmak gibi bir seçeneğim yok benim. Elimi bağcıklarıma atarak hızlıca çözdüm ardından bluzumü kafamdan çıkarıp yere attım. İçeride Yulier, Ruby nine ve Çaka vardı. Diğerleri soyunmam gerektiği için dışarı çıkmışlardı. Aramil dikkatli olmam konusunda bininci tembihini de etmeyi unutmamıştı. Pantolonumu da çıkardıktan sonra iç çamaşırlarımla kalmıştım. 

Yulier geri gelir gelmez beni ısıtmak için elinde kalın bir battaniyeyle hazır bekliyordu. Ölü evi Metusun gezdirdiği tütsü sayesinde yatıştırıcı bir aromayla doluydu. Tahta kovaya tutunarak suyun içindeki yüzlerce buza baktım. Soğuktan nefret etsem de mecburdum. Kovadan destek alarak ayağımı buzlu suyun içine soktuğumda derin bir nefes almıştım. Su neredeyse dondurucu seviyedeydi. Ayaklarımın ikisini de soktuktan sonra yavaşça oturmaya başladım. 

Yulier zorlandığımı görerek "En iyisi bir anda suyun altına gir." deyince fikrine uyum sağladım. Kafamla birlikte bedenimi suyun altına gömüp birkaç saniye durduktan sonra nefes nefese dışarı çıktım. Bacaklarım sığmadığı için biraz toplayarak uzandım. Omuzlarımdan aşağısı tamamen suya batıktı. 

Dişlerim şimdiden takırdıyordu.

Yeryüzünden yeraltına inebilmenin tek yolu yarı ölü hale gelmekti. Çaka tam karşımdaki mumun önüne bağdaş kurarak oturdu. Cebinden aslan ayağını, öküz kuyruğunu, kartal kanatlarını çıkarıp mumun önüne koydu. Az evvel parmağımı kesen bitki bıçağının üstünde hala kanım duruyordu onu da mumun ateşine tutarak çevirip kanla ateşi birleştirdi. Boştaki eliyle dizini kavrayıp buzun beni komaya sokmasını bekliyordu. Ruhumu Anubise o yönlendirecekti.

"Ç.. çok soğuk." Aramil bu yüzden beni vazgeçirmeye çalışıyordu. Eğer olurda uyanamazsam ya da işler tersine ilerlerse donarak ölecektim. Sorun şuydu ki bir kere zaten kendimi öldürmeye kalkışmıştım. Anlamadığı şuydu; Gideonun dirilmesi için kendimi bile gözden çıkarırdım. Yeter ki nefes alsın, bana dönsün... çektiğim acı mühim değildi.   

"Alysa iyi misin?" Yulierin endişeden tırnaklarını yemesine az kalmıştı. Katılaşan kaslarım yüzünden hareket etmek güç olsa da başımı salladım, konuşamıyordum. Dişlerim soğuktan kitlenmişti. 

"Kendisi kasma, rahatla." Çaka'nın önerisine gözlerimi devirmek istesem de şuanda mümkün değildi. Resmen donuyordum! Nasıl rahatlayabilirim. Ağzımdan alıp verdiğim sıcak nefesler kovadaki buzlar sebebiyle kristalleşiyordu. Dakikalar geçtikçe vücudum hissizleşmeye doğru gidiyor, yavaş yavaş uykum geliyordu. Başımı kovanın kenarına yaslayarak yarı yarıya gözlerim kapandı. Çaka işareti almışçasına gözlerini kapatarak yine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Mumun ateşine tutup demirini korlaştırdığı bitki bıçağını alıp aslan ayağına saplayınca kulaklarımın içinde bir aslan kükremesi yükseldi. O okudukça ölü evindeki hava ağırlaşıyor, kararıyor, siyah mumlardaki ateş güçlenerek daha kuvvetli yanıyordu.  

Kısık gözlerimin arasından bir bunalıp bir düzelen görüntüde ne yaptığını izliyordum. Bıçağı aslan ayağından çıkarıp öküz kuyruğuna soktuğunda bu sefer de bir öküzün güçlü haykırışını işittim. En son kartalın çığlığını duymuştum.

Kurban veriyordu.

Fısıldadığı mısraları direkt kulağımın dibinde okuyormuşçasına diğerlerinin seslerini emiyor kendi sesi kulağımın içinde çınlıyordu. Bu kadar yakınımdan gelmesine rağmen sözcükleri bir araya getirip ne söylediğini asla çıkaramıyordum. Bir süre sonra gözlerim kararmaya başlamıştı. Başımın yavaşça omzuma düştüğünü hissedebiliyordum.

Artık sadece koyu bir karanlık ve Çakanın sesi vardı.

Diğer her şey yutuldu.

"Daha ne kadar orada dikilmeye devam edeceksin arkandaki sırayı görmüyor musun?" Gırtlaktan kalınca çıkan yabancı aksan şimdiye dek duyduklarıma benzemiyordu. Tuhaf lakin insanı sindirir cinstendi. Yumduğum gözlerimi araladığımda tenimin yüzeyini kaplayan soğuğun yerinde olmadığını fark ettiğim gibi silkelenerek kendime geldim. Kalbim acaba başarısız mı oldum korkusuyla göğsümde tepinirken kafamı kaldırıp sesin sabine bakınca irkilerek birkaç adım geriye attım. Bir şeye çarpıp dururken bu sefer de arkamdan gelen gürültüyle birkaç adım yana kaymıştım. 

Ne ileri gidebiliyor ne de geriye gidebiliyordum.

Aman Tanrım. Bu gerçekleşiyor olamaz.

Sıraya girmiş onlarca ruh bana hoşnutsuz ifadelerle bakıyordu. Görünüşleri şu filmlerde gördüğümüz hayaletler gibi dumanlı ve şeffaftı yani ete ve kemiğe bürünmedikleri her hallerinden anlaşılıyordu. Bakışlarımı nerede olduğumu anlamak için etrafta gezdirirken arkamdaki hayaletler neredeyse küçük bir bina büyüklüğündeki uzun ve ince kayığa binmeye başlamışlardı. 

Geniş bir yamaçtaydık. Yamacın ince uç kısmına bakan yerde kocaman bir nehir akıyordu; burası yeraltına inen Nil'in yan kolu olmalıydı. Gökyüzünde iğne topuzu büyüklüğündeki bir deliğe bile müsemma göstermeyen kara bulutlarda aralıksız şimşekler çakarak etrafı ağartıyordu. Kızılderili kayıklarını andıran kayığın altında toplanmış bir sis bulutu vardı. Yamacın diğer tarafı ise aynı sis bulutuyla tamamen örtülmüş ve o tarafta ne olduğunu tamamen gizlemişti. 

Kayığın yanında elinde bir kürekle duran kişi Abidos olmalı. Neredeyse iki metre olan adamın kavruk bir teni vardı. Belden aşağısı keten bir kumaşla örtülüydü. Üstü çıplaktı lakin boynunu ve omuzlarını örten hasırdan kolye tarzı bir şey giymişti. Ayaklarında ipten sandaletler vardı. Başında ise mısırlıların taktığı -yılansız- o meşhur başlık duruyordu. Gözlerine resimlerde de sıkça tasvir edilen sürmelerden sürmüştü.    

Ben etrafı ve çaktırmadan onu incelerken onun gözleri benim üzerimdeydi.

"Kayık doluyor." Umursamaz dursa da cümlesindeki acele etmem gerektiğini vurgulayan gizli tınıyı cımbızla çekip alınca telaşla yanına yaklaştım. Cebimden Çaka'nın bana verdiği debenleri alıp ona uzattım. Resmen adama rüşvet teklif ediyordum! Köşeleri yontulmuş kare bir taşı andıran ve üzerinde yukarıdan aşağıya hiyeroglif bir yazı bulunan bu taş antik mısırlıların para birimiydi.

 Ay rüşvet vermek ne kadar stres edici bir hareketti. Hayatımda daha önce hiç yapmadığım için utanıyordum da. Ya adam kabul etmeyip bana bağırır çağırırsa? Ömrümü mısırın yeraltı hapishanelerinde çürütemezdim. Çaka ille de ver dediği için yapıyordum. Abidos elimdeki debenlere bakıp bana döndü. 

"Tanrı Anubisle görüşmek istiyorum." Ruhlar rüşvet verip üstüne birde pişkince Anubisle görüşmek istediğimi duyunca iyice bana gıcık olmuşlardı. Benim aksime konuşamıyorlardı sadece uğultu şeklinde sesleri çıkarak homurtuları yankılanıyordu. Bakma Alysa. Onlara bakma. 

Abidos debenleri alarak cebine koyup "Tanrı Anubis misafirleri sever." dedi. Eliyle bana binmem için kayığı gösterdiğinde zoraki bir gülümseme sundum ona. Tabi canım eminim çok seviyordur misafiri. Kayığa binip en önde boş olan yere oturduğumda benimde hayaletlerden farksız olduğunu o anda fark etmiştim.

Ellerimi ters düz ederek baktım; şeffaftım.

Hayalet olmuştum.

Ruhların vücut hatları olmadığı için çıplak değildim dumanlı bir örtüyü üzerime giymiş gibiydim. Üzerime dikilen kıskanç bakışları görmezden geldim. Abidos kayığa çıkarak elindeki küreği nehre sokup devasa aracı bir hiçmişçesine hareket ettirmeye başladı. Nil'in suları sakin değildi, hırçındı. 

Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Yeraltında zaman algısı yoktu. Uzun yol boyunca bizim kayığa bindiğimiz yamacın ikizi olan bir sürü durakta durmuş ve burada inen hayaletler kalın sise doğru süzülerek kaybolmuşlardı. Nasıl kaybolmuyorlardı hayret doğrusu. Her yer, her yere benziyordu. Kayıktan son ruhlarda inince Abidosla baş başa kalmıştım. Kendisi pek konuşkan birisi olmadığı için yola sessizce devam etmiştik. Bilinmez bir sürenin ardından yeni bir yamaca geldiğimizde "Burada ineceksin." dediğinde şaşırarak etrafa baktım. 

"Sis yolunu takip et seni on iki kapıya götürecek. Kapıdan içeriye girdiğin anda on iki saatin başlayacak. On ikinci kapıyı geçtiğinde başka bir yola sapmadan dümdüz ilerle. Yol seni ölüm piramidine götürecek. Oradaki köleler Tanrı Anubisin huzuruna kadar eşlik edecektir." Söylediklerini teker teker tekrar ederek iyice aklıma kazıdım. Kayıktan inerek yamaca çıktığımda "İyi şanslar beyaz cadı." diyen Abidos kayıkla uzaklaşana dek arkasından baktım.

Beni tanımasına şaşırmıştım. 

Neyse şuanda önemli olan bu değildi.

Sise şöyle bir göz attım. 

Umarım burada da dümdüz gitmem gerekiyordur.

Sise doğru yürümeye koyulduğumda kaybolmamak için içimden dua ediyordum.


On iki kapının devasa girişinden içeriye girdiğimde geniş bir koridor karşılaşmıştı beni. Hemen yan duvarda hiyeroglif yazılarla uzunca bir metin göze çarpıyordu. Muhtemelen buraya girenlerin çıkamayacağı, tehlikelerden, kapılardaki şahısların rahatsız edilmemesi gerektiği tarzında uyarılar yapılıyordu. Kendimi piramitleri gezmeye gelmiş bir turist gibi hissediyordum. On iki kapının girişi dışarıdan yer altına uzanan bir koridora benziyordu. 

Mısır inancına göre ölüm diye bir kavram yoktu. Ruhlar sadece beden değiştirirlerdi tabii bundan evvel sorguya çekilirler ve kalpleri terazide Maat'ın tüyüyle tartılırdı. Günahkar çıkarlarsa ammit tarafından yenilirlerdi. Bu yüzden onlarda cennet ve cehennem inancı da mekanları da bulunmuyordu haliyle ruhlar işkence falanda görmüyorlardı. Ya iyisindir ya kötüsündür. Ya yenilirsin ya da başka bir bedende tekrar doğarsın.

Uyarı tabelasını geçtikten sonra koridorda belli bir mesafe daha yürüdüm. Tabi bu süre zarfında duvardaki resimleri de incelemeden edememiştim. Orta kıvam bir sarı rengine boyanmış duvarlarda Tanrıların tasvirleri - daha çok Anubisin- çizilmişti. Resimler genelde geçmişte yaşanan önemli hadiseler unutulmasın ve gelecek nesiller öğrensin diye tasvir edilmişti. Yamaçtaki sis tüm bölgeyi sarıyor olmalı. Doğal olarak yürürken bulutları çiğniyormuş gibi gözüküyordum. 

Nihayet ilk kapının önüne gelmiştim. 

Devasa büyüklükteki kapının iki tarafında Sfenksin iki metrelik heykelleri heybetleriyle dikiliyordu. Kapının kenarları sarı, lacivert çizgilerle süslenmiş yine hiyeroglif yazılar yerleştirilmişti. İki kanatlı kapının tam ortasına Ankh'ın sembolü koyulmuştu. Heykeller biraz sonra canlanıp üstüme atlayacaklarmışçasına gerçekçi duruyorlardı. Kapının önüne geldim. Tam bu ağır kapıyı nasıl açacağım diye düşünürken avucumu kapının üstüne koyar koymaz tok bir ses çıkarak kapı kendiliğinden açıldı. 

Meşalelerde yeşil bir ateş patlayarak alev alev yandı.

On iki saatim başlamıştı.

Yumruklarımı sıkarak odanın içine girdiğimde kapı arkamdan kapandı. Odanın büyüklüğü karşısında ağzım aralanmıştı. Aslında odaların içi de koridordan farksız süslemeler, yazılar ve resimlerle doluydu sadece en olarak bayağı genişti. Metrelerce yükseklikteki heykeller yan yana dizilmişlerdi. Daha çok hayvan başlarına sahip heykeller antik mısır Tanrılarını temsil ediyor olmalıydı.

Odanın zemini sisle doluydu ve aydınlanma aracı olarak yeşil ateşli meşaleler kullanılıyordu. Kulağıma gelen tıslamanın hemen ardından işittiğim sürünme sesleriyle hızlıca arkamı döndüm. Tavanı destekleyen üç insan genişliğindeki kolona sarılmış azmanı görünce yutkunmadan edemedim. 

Hayatımda gördüğüm en heybetli yılandı kendisi. Tanrım gövdesi sardığı kolondan daha kalındı! Pulları resmen avuç içim kadardı. Ağzını açarak bana dişlerini gösterip tısladığın korkuyla geriye doğru kaçmıştım. Şuanda bu hayvana arkamı dönersem biterdim! Geri geri koşarken sırtım duvara çapınca durmak zorunda kalmıştım. 

Sakin ol. Sakinleş Alysa! 

"Benim adım ne ziyaretçiii tısss?"       

Çatallı dilini dudaklarının arasından dışarı çıkarıp içeri sokarken tıslayarak sorduğu soru beynimi işgal etmişti. Çaka'nın söylediği 12 isim ezberimdeydi lakin içlerinden hangisinin bu yılana ait olduğunu bilmiyordum. Kara şamanın dediğine göre her sınav sonrasında odalardaki yılanlar değişiyormuş yani hangisinin hangi odaya gittiği meçhuldü. On iki ismin arasında tombala çekmem gerekiyordu ve benim sadece üç hakkım vardı! Sonra yılan saldıracaktı.

'Her yılanın belli başlı özellikleri olduğunu unutma Alysa. Yakaladığın ipuçları sayesinde yılanın adını bulabilirsin, iyi gözlemle.'

Doğru, ipuçları. İpuçlarını aramalıyım.

Yılan sabırsız davranmaya başladığında on iki isimden birini atarak "Senin adın Nahaş." dediğimde yılan tekrar "Benim adım ne ziyaretçiii tısss?" diye sorunca isminin Nahaş olmadığını anlamıştım. Diğer on bir ismi hızla zihnimde geçirirken bir yandan da yılanı inceliyordum. Derisi abanoz rengindeydi. Bir dakika Abanoz mu? Sanki Çaka bana renginden çıkarabileceğim bir yılan ismi söylemişti. Neydi.. Neydi.. Hah hatırladım! "Senin adın Jafaar!" dediğimde yılan bu sefer sinirlenmişçesine kaşlarını çattı. 

"Benim adım ne ziyaretçiii tıss?"  Bu kez daha sert sorduğunda ayvayı yediğimi anlamıştım. Kolona sardığı gövdesini yavaşça gevşeterek yükselip boyunu uzatmıştı. Son bir şansım kaldığından adını doğru söylemezsem beni tek lokmada yutacaktı. Lanet olsun nerede bu ipucu! On isimden hangisi senin olabilir ki?! Daha ilk kapıda elenecektim! Sinirden kudururken kolona sarıldığı için diğer tarafta kalmış olabilecek yara izi ancak gözüme çarpınca kafamda çalan çan seslerini duyumsadım.

X şeklindeki beyaz yara izi abanoz rengindeki derisinde apaçık seçiliyordu.

"Senin adın Kukulkan." Lütfen doğru ol, lütfen. 

Yılan gövdesini tamamen kolondan çözüp sürünerek arkasında kalan kapının önünden çekildi. 

"Bildin. Geçebilirsin ziyaretçii tısss."

Bedenimde olsam şuraya yığılırdım galiba. Yılan tamamen önümden çekildiğinde ufaktan ufaktan kaçarak ikinci kapıya vardım. Arkamdan hala dilini dışarı çıkarıp tısladığını duyabiliyordum. Avucumu kapının üstüne koyduğumda bir önceki kapı gibi tok bir ses çıkararak açıldı. 

On iki kapının yedisini türlü küçük çaplı kalp krizleriyle geçmeyi başardığımda dinlenme salonu gibi bir yere gelmiştim. Yedi yılanın beşincisi ateş cinsinden bir yılan olduğu için tıslarken burnundan ateş püskürüyordu. Hah! Resmen beni ateşle korkutabileceğini sanmıştı. Üstelik içlerinden en yaşlısı ve huysuzu da oydu. Açık açık adını bilmemi istememiş bildiğimdeyse homurdana homurdana kapının önünden çekilmişti. Çekilirken elinden geldiği kadar hantal davrandığından bahsetmiyorum bile! Zamanımın kısıtlı olduğunu bildiğinden vakit kaybedeyim diye bilerek yapmıştı.

Geldiğim bu dinlenme salonu sanırım kalan kapıların ortasında bir aralıktı. Aslında tam merkeze konulan şaşalı bir kum saatinden başka içeride bir şey yoktu. Muhtemelen sınava giren adaylar için kalan zamanlarını öğrenebilmeleri için yerleştirilmişti. Yukarıdan aşağıya boşalan kuma baktıktan sonra yaklaşarak altında normal rakamlarla yazan sayıya baktım. 

6 saat 25 dakika.

Güzel. Fazladan otuz beş dakikam vardı.

Kenarları altın nakışlı devasa kum saatini arkamda bırakarak yoluma devam ettim. Her ne kadar fazladan zamanım olsa da ilerde beni ne beklediğini bilmediğimden riske giremezdim. Sonuçta sınavı erken bitirene ceza vermiyorlardı. Sonraki saatler yeni bir mücadelenin başlangıcı olmuştu. Bir yılanın ismini başındaki boynuzlardan hatırlamıştım. Birinin ise göz akındaki doğum lekesinden. Cana yakın olmasalar da yılanların kurallara göre hareket etmeleri işime gelmişti. Sanırım buradaki herkes -insan suretinde olsun, hayvan suretinde olsun- Anubisten ölümüne korkuyordu. Olurda sınavı geçen aday kendileri hakkında şikayette bulunursa kim bilir neler olurdu.

Geçtiğim her yılanla birlikte torbadaki isimler azaldığından işim gittikçe kolaylaşmıştı. On ikinci yılana kalan tek ismi söylediğimde önümden çekilmiş ve ben on iki kapıyı başarılı bir şekilde geçip sınavı tamamlayarak dışarı çıktım. Burnuma anında dolan tatlı ve taze kokuyu refleksle derince içime çekmiştim. Bu baş döndüren hoş kokunun tuzak olabileceğinden ödüm kopsa da aradan belli bir zaman geçmesine rağmen kötü bir şey olmamıştı. Kötü de hissetmiyordum. Ayaklarıma değen kumla birlikte gördüğüm manzara tarafından yerimde donarak büyülenmiştim.

Ölüm piramidi olarak adlandırılan heybetli piramidin üstünde kocaman bir dolunay sarkıyordu. Parıl parıl parıldayan yıldızlar gecenin örtüsüne serpiştirilmişti. Çöle gelmeyi nasıl başardım bilmiyorum ama etraf tamamen kumdu. Sadece karanlık çöktüğünden daha koyu bir renk almışlardı. Menderes biçimindeki geniş yolun içe doğru bükülen kısımları ve piramide giden bütün çöl bembeyaz çiçekler açmış kum zambaklarıyla doluydu. Bu yol da göze çarpan bir diğer şeyse belli aralıklarla hizalanmış geniş kolonlardı. 

Tek kelimeyle müthişti.

Yeraltının daha korkunç olacağını varsaymıştım lakin burası aykırı düşüncelerimi haksız çıkarmıştı. Kum rengi kerpiç yolu yürüyerek ilerlerken zambakların hoş kokusu da bana eşlik etmişti. Piramide yaklaştıkça giriş kısmını da seçebilir hale gelmiştim. Üçgen şeklindeki kapının üzerinde yine kocaman bir Ankh sembolü vardı. Kapının iki yanında bu sefer sfenksler değil de Anubisi temsil eden çakal başlı nöbetçi heykeller duruyordu. Heykeller o kadar uzundular ki yüzlerini görebilmek için kafanızı tamamen geriye atmanız gerekiyordu. Firavunlar gömülürken ya da firavun selamlanırken şahıslar kollarını çaprazlarlardı. Bu heykellerin kolları da çapraz duruyordu ve bir ellerinde Ankh, bir ellerinde Was diye bilinen çakal başlı asa vardı.

Üçgen kapı benim gelişimle birlikte tok bir ses çıkararak kendiliğinden açıldığında aralanan kısımda beni bekleyen bir adam gördüm. Bu kayıkçının sözünü ettiği eşlikçi olmalıydı. İbiş kuşunu andıran lacivert bir başlık takan adam "Sınavı başarıyla geçtin ziyaretçi. Benim adım Thoth seni Anubise ben götüreceğim." dediğinde tetiklenen hafızamla elektrik çarpmışçasına irkilmiştim.

Thoth mu? Belindeki şentiye sıkıştırılmış birkaç parşömen kağıdı ve elinde tuttuğu kalemi tek bir manaya geliyordu. Karşımdaki kişi herhangi bir köle değil Tanrıların yazıcısıydı! Kendisiyle fazla göz göze gelmemeye çalışarak -o bayağı beni inceliyordu- saygıyla "Teşekkür ederim Tanrı Thoth." demiştim. Onu tanımam hoşuna gitmiş olmalı ki eliyle bana içerisini göstererek "Beni takip et." dedi. 

Kapı arkamızdan kapanırken derin derin nefesler alarak Tanrı Thoth'un peşine takıldım.

Sırada tanışmam gereken kişi herhangi bir Tanrı değildi; Ölümdü.


Ölüm piramidinin dışı kadar içi de harikuladeydi. Antik mısırın tarzına göre öyle güzel ve uyumlu dizayn edilmişti ki tek bir kusur dahi bulamıyordunuz. Aşırıya kaçılmamış, her şey tadında bırakılmıştı. Gördüklerimi anlata anlata bitiremeyeceğimden buraları es geçiyordum. Koridorlara odalar yerine kapı geçitleri yapılmıştı bu sayede binlerce kapıdan teker teker geçmek zorunda kalmıyordunuz. Kafa karıştırıcı dönüşleri atlatıp onlarca odanın yanından geçtiğimizde diğer kapılardan daha ihtişamlı çıkmazda durduk.

Buradan daha ilerisi yoktu.

Nöbetçi oldukları her hallerinden belli iki mısırlı asker Thoth'a kollarını çaprazlayıp saygı gösterdikten sonra kapıyı açtılar. Kapının iki kanadı genişçe açıldığında bizi kocaman bir taht salonu karşıladı. Salonun bir ucundan diğer ucuna yürümek insanın dakikaları alırdı öyle bir büyüklükten söz ediyorum. Hayranlıkla salonu incelerken üstüme bir anda binen baskıyla inleyip diz çökmemek için güç bela ayakta kalabildim. Bedenimde olmadığım için ruhum prizle eziliyormuş gibi hissediyordum. 

İhtişamlı aura yalnızca bir kudrete ait olabilirdi.

Antik mısırın yeraltı tahtında oturan ölümün önündeydim.

Thoth'dan daha cüsseli, daha kavruk ve daha kaslı bir adam altın sarısı ihtişamlı tahtta otururken yüzünde Anubisin çakal başlı maskesi vardı. Başı ise nemes olarak bilinen lacivert örtüyle örtülüydü. Normalde Firavunların örttüğü bu örtünün önünde Uraeus denilen kıvrımlı bir yılan bulunur, bu yılan egemenliği temsil ederdi lakin önümdeki bir Firavun değil, Tanrıydı. Bundan sebep yüzünde çakal maskesi takılıydı.  

Anubis omuzları örten, acı kahve deriden yapılma bir boyunluk takıyordu. Gövdesi ise çıplaktı. Antik mısırda sert bir kast sistemi mevcut olduğundan Anubisin üzerindeki her kıyafet, takı, eşya onun soyluluğunu temsil ediyordu. Alt tarafı şenti denilen peştamal tarzı bir örtüyle örtülüydü. Kumaşın kenar işlemeleri altındandı. Kulaklarında ince uzun küpeler asılıydı. Pazusunun hemen altını ise altından bir kelepçe sarıyordu.

Demin kapıdaki nöbetçilerin yaptığı gibi kollarımı göğsünde çaprazlayarak önünde eğilip saygımı gösterdim. "Ölümün efendisini selamlıyorum."

"Seni ölüler diyarına getiren şey nedir beyaz cadı?" Neden buraya geldiğimden habersiz olması imkansızdı. Zaten sarsılmaz bir tonlamayla konuşurken bundan en ufak bir şüphe edemiyordunuz. 

Yutkundum, yumruğumu sıktım. Beni geri çevirmesinden deli gibi korkuyordum. Dolan gözlerimi saklamak için başımı yerden kaldırmadım. Kalbimdeki yük varlığını hatırlatmak istercesine kıpırdadı. "Sizden başka kime gideceğimi bilemedim. Biliyorum ki; Tek bir emrinizle ölüler dillenir, isterseniz yeniden doğar, İsterseniz sonsuza dek yok olurlar." İstemesem de sesim ağlamaklı çıkmıştı. Ardından Çaka'nın Anubisi övmek için söylememi tavsiye ettiği antik kelimeleri dillendirdim. 

"A ka dua.

Cur ur biu.

Bi a'a chefu.

Dudu nu af an nuteru

*Ey yüce olan.

Yarattıklarının büyüklüğüne tapıyorum.

Ey müthiş olan.

Tanrılar arasında korku uyandıran sensin."

Antik ilahiyi kısık sesle de olsa söylediğimde salonun havası yoğunlaşıp ağırlamıştı. 

Ölüm.

Ölüm güçleniyordu.

"Tanrı Anubis hayatımdaki tek kıymetli kişi kızıl kurt tarafından benden alındı."

"Ve şimdi bu kıymetli kişiyi geri mi istiyorsun?"

"Evet."

"Başını kaldır." Emrine itaat ederek başımı kaldırıp ona baktım. Islak kirpiklerim uçlarındaki damlalarda ızdırabımı tanıtıyordu. Göz yaşlarım yanaklarımdan kayarak yere dökülmeye başladılar. Demek ki ruhlar da ağlayabiliyordu.

"Bana kara kurdu sana vermem için bir mazeret ver beyaz cadı."

O anda içimden kopup gelen şeyi söyleyiverdim. "O ev Gideon yokken ev değil artık."

Yedi kelimelik basit harfler korlaşmış bir demir olup içime basılıyordu. Evim bildiğim yer içinde sevdiğim adam yokken ıssız bir harabe gibiydi. Boştu, yalnızlıkla doluydu.

Anubis sessiz kaldı. Başka bir şey söylemeden konuşmasını sabırla bekledim.

"Geçmişte kızıl kurt beyaz kurt için bana gelmişti tıpkı senin gibi. Ona bir şans tanıdım lakin terazide kalbi Maat'ın tüyünden ağır geldiği için huzurumdan men edildi. Aynı şansı sana da tanıyacağım beyaz cadı. Şayet kalbin Maat'ın tüyünden hafif gelirse evini sana bir bedel karşılığında geri vereceğim. Sanma ki bu bedel hafif bir şey olacak."

Yanaklarımdaki yaşları kurulayarak "Kabul ediyorum." dediğimde parmağını şıklattı. O anda sol göğsümden müthiş bir darbe yiyerek iki büklüm olup yere kapaklandım. Biri çıplak eliyle yüreğimi kavrayıp dışarı çıkarmaya çalışıyordu sanki. Saatler gibi gelen ancak birkaç saniye süren acıya katlanabilmek için çığlık attım. Sonunda acı geldiği gibi geri çekildiğinde çalan Gong sesini işittim. 

Dişlerimi sıkarak başımı kaldırıp neler olduğuna baktım. 

Tahtının hemen arkasında yoktan var olan, tek dizinin üstüne çökmüş devasa bir Anubis heykeli belirdi. Bu heykelin yukarı kalkık duran kollarında terazinin iki kefesi tutuluyordu. Terazinin sol kefesinde yarım metre büyüklüğünde beyaz bir tüy duruyordu. Bu Maat'ın adalet tüyü olmalıydı. Diğer kefesine ise benim kalbim konulmuştu. 

Hayatta olduğum için hala atıyordu.

 Heykelin kolları bir tüye doğru, bir kalbime doğru eğilerek dengeyi sağlamaya çalışıyordu. Ağırlığın tüye geldiği her sefer de zangır zangır titriyordum. İçimden binlerce dua ederken daha fazla bu heyecana dayanamayacağımı anlayıp gözlerimi kapattım. Bir dakika dolmadan Gong sesi tekrar nüksettiğinde terazinin kefelerinin sabitlediğini anlamıştım.

"Bak." Anubis bana hitaben konuştuğunda kaçışım olmadığı için gözlerimi açmıştım.

Maat'ın tüyünün daha ağır bastığını görünce bir süre gördüğüm şeye inanamayarak baktım. Olmuştu! Kalbim daha hafif gelmişti! Bu sefer göz yaşlarım mutluluktan yanaklarımdan dökülüyordu. Daha fazla dayanamadığım için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Bir Tanrının önündeyken bu durum utanç verici olabilirdi lakin kendimi durduramıyordum.
Başaramam diye öyle çok korkmuştum ki...

Hevesle Tanrı Anubise baktığımda "Geçtin, söz verdiğim gibi istediğin ruhu dirilteceğim." demişti.

"Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim size minnettarım--" Elini kaldırarak sözümü kesti.

"Bana minnettar olacağın bir şey yapmıyorum beyaz cadı. Unutma yaptığım iyiliğin bir karşılığı var."

Hızlıca başımı sallayarak "Sadece isteyin." dediğimde olanları kayıt altına alan Thoth bile duraksayıp bana bakmıştı.

"İsteyeyim mi? Bana bir şey vaat edecek olansen değil misin?" 

Thoth dehşete kapılmışçasına "Elin boş mugeldin?" diye sordu.

"Tanrı Anubis buraya gelmeden önce hakkınızda çok şey duydum ve bu şeylerin arasında sizi sıradan ya da diğer Tanrıların iştahını kabartacak zenginliklerle, hediyelerle ilgilenmediğinizi gayet iyi anladım. O yüzden elim boş geldim. Ben bir beyaz cadıyım hala güçlerimin tamamına erişemediğimi ve soyum kadar yetenekli olmadığımı biliyorum ama bunun değişeceğine dair size yemin ederim. Sizin benim dileğimi yerine getirdiğiniz gibi bende size arzuladığınız bir şey vermek istiyorum bunu sakın sizi kendimde eş değer görüyorum diye algılayıp hakaret saymayın. Sadece beni çok mutlu ettiğiniz. Bende sizi aynı şekilde mutlu etmek istiyorum."

Şu zamana dek ciddiyetle tahtında oturan Anubis söylediklerimden sonra kahkaha atmaya başladı. Gür sesi tüm salonu inletirken bu kahkahaların cinnet geçirecek bir Tanrıya değil de memnun olmuş bir şene bağlı olduğunu anlayarak gülümsedim.

"Bunu sevdim. Yine de ödeyeceğin bedeli seçersem işin eğlencesi kalmaz. Sana beni şaşırttığın için kimseye göstermediğim bir hoşgörü göstereceğim. Söyle bakalım beyaz cadı; Sence neyi arzuluyor olabilirim?" 

Herkeste olan ama Anubiste olmayan şey ne olabilir? Üstelik ne istediğini o bile bilmezken.

Bir süre düşünüp taşındıktan sonra aklıma gelen hediyeyle gülümsedim.

Aşk.

Bir Tanrı'nın istese de sahip olamayacağı tek şey aşktı.


Hemen hemen eriyerek saydamlaşmış buzların arasındaki bedenime ruhum geri döndüğünde derin bir nefes alarak gözlerimi açıp çırpınmaya başladım. Çırpındıkça donmuş olan kaslarım müthiş bir acı enjekte ediyordu beynime. Hipotermi derecesindeki vücudumun normalde ısınıp çözüne de kıpırdamaması gerekirdi. 

Uzuvlarımın kopma riski vardı.

"Alysa döndün!" Yulier'in neşeli sesi bir an sonra telaşla değişerek "Çık çık çık!" deyip kovanın içerisinden çıkmama yardımcı oldu. Battaniyeyi omuzlarıma sıkıca doladı. Ayakta beklerken tir tir titriyordum. Üzerimdeki kalın, büyülü ipliklerle dokunmuş battaniyeye sarınırken tenime hafifçe uygulamaya başladığı sıcaklığı hissedebiliyordum. Böyle olmayacağını anlayınca içimdeki cadı çekirdeği ile iletişime geçerek ateşimi vücudumun içinde usulca dolaştırmaya başladım. Battaniyenin yaptığından daha hızlı bir şekilde kaslarımı ısıtarak içimdeki buzları eritiyordu. 

Beş dakika sonra kirpiklerimde biriken kırağı dahi çözünerek kurumuştu.

Şimdi ağzımdan nefes alıp verirken kar üfürmüyordum. 

Battaniyemle arkadaşlarıma doğru döndüğümde yerdeki mumların tükenerek yalnızca diplerinin kaldığını görmüştüm. Eriyen mum yere damlayıp durduğundan şekillerini kaybetmişlerdi. Üçünün de merakla konuşmam için beklediğini görünce genişçe gülümseyerek "Anubisle anlaşma yaptım." dediğim gibi Yulier çığlık atarak yerinde zıplamaya başlamış, Ruby nine kalbini tutuyor olsa da gözleri yaşarmıştı. Çaka taktir edercesine başını sallarken dışarıda bekleyen arkadaşlarım gürültüyle ölü evinin kapısını açıp sevinçle bağırıp çağırarak içeri dalmışlardı. Kurt kulakları aktif olmalı ki dediklerimi duymuşlardı.

Eira ve Yulier sıkıca bana sarılarak "Başardın!" dediler.  

Çenem soğuktan değil de duygu yoğundan titreyince kollarımı ikisine dolayarak başımı Yulier'in omzuna gömmüştüm.

Tanrım, başarmıştım.

Bir daha Gideonu asla göremem sanmıştım.

Çok korkmuştum.

Çok.

Ölü evini temizlemesi için gelen kurtlar ve Gideonu korumak için bekleyen nöbetçiler haricinde herkes dinlenmek için evine dönmüştü. Bende evime giderek sıcak bir banyo yapıp kıyafetlerimi değiştirerek evin içini toplayıp güzelce temizlemiştim. Anubis Gideonu dirilteceğini söylemiş olsa da bana tam bir tarih vermemişti. Yani Gideonun ne zaman uyanacağı gizemini koruyordu. Uyandığında yanında olmak istediğimden evi bir an önce eski haline getirip yanına gidecektim.

Hasretiyle yanıyordum.

Aptal gibi durduk yere gözlerim yaşarıyordu. Derin bir nefes alarak kirpiklerimi hızlıca kırpıştırıp yaşların dağılmasını sağladım. 

Daha fazla ağlamak yoktu. 

Bitmişti.

Tüm o acı... kötü günler... sinir krizleri... yalnızlığım.

Evi halletmemin ardından aynanın karşısına geçerek kendimi kontrol ettim. Elim saçlarıma gidecek olsa da vazgeçtim. Elalarımdaki canlılığın geri gelmesi yeterliydi saçlarım nasıl olsa yine uzardı. Güzel göründüğüme karar vererek ölü evine doğru yola çıktığımda işittiğim çığlıkla şaşırarak koşmaya başladım. Nefes nefese ölü evine geldiğimde nöbetçilerin hortlak görmüşçesine bembeyaz kesilerek yerlerinde mermer heykellere döndüklerini görmüştüm. Telaşla ölü evine girdiğimde taş levhada kimsenin olmadığını görmek derince kaşlarımı çatmama vesile oldu.

Gideon yoktu.

Aceleyle geri geri giderek nöbetçilerin yanına döndüm. Onları sertçe sarsıp "Kendinize gelin! Lideriniz nerede?!" diye bağırsam da daha da solmalarından başka yanıt alamamıştım. "Azize Alysa!" Bana seslenen Elf koşarak yanıma geldi. Onunda ten renginin beyaza yakın olduğunu fark etmiştim. Gözlerindeki korkuyla yutkunarak "Kara kurt..." dediğinde "Nerede?" diye sordum. 

"Ormanda." Hızlıca yanından geçip ormana girecekken kolumdan tutup bana engel oldu. "Efendim o... o... Çağırdığınız şeyin kara kurt olduğuna emin misiniz?" Bu saçmalıkta neydi?

Kızmaya başladığımı anladığı gibi elini geri çekti. 

"O şey... azize dikkatli olun." Söylemekten vazgeçtiğini anlayınca aceleyle ormana girdim. Ne oluyordu? Anubis beni kandırmış olamazdı. Nöbetçi elfler ortalıkta yoktu. Umarım Gideona saldırmamışlardır. Nefes nefese ormanda koşarken bir yandan da Gideona sesleniyordum. Onu bulamadıkça endişeleniyor ve sinirleniyordum. 

Ayağımı yere vurarak "Kahretsin neredesin?!" diye bağırdım.

Gözlerimi ormanın içinde gezdirirken gökyüzündeki Ay bulutların ardından kurtuldu. Işığını yeniden yeryüzüyle buluşturduğunda seçtiğim izlerle ilgiyle o tarafa yaklaştım. Tek dizimin üstüne çökerek elimi kararmış çimenlerin üzerinde gezdirdim. Kış yerini yavaşça ilk bahara bıraktığından Kalashtaki karlar erimişti. Kararmış çimenlere dokunur dokunmaz çimler kuruyarak dökülmüşlerdi. Başımı geldiğim yere doğru çevirdiğimde bu izlerin ölü evine dek uzandığını lakin karanlıktayken göremediğimi anlamıştım. 

Çimenlerin üzerinde devam eden izler bir kişinin ayak izleriydi. Yeşil çimenlikte yalnızca bu izler kararıp kurumuştu. İçime gömülen şüphe tohumlarıyla izleri takip etmeye koyuldum. Ufak bir açıklığa geldiğimde gördüğüm şeyle birlikte gözlerim büyüdü. Siyah bir pelerinle örtünmüş şahsın ayaklarının altında siyah bir duman bulutu vardı. Çevresindeki bir metrelik alanda çimenler kararmış, çiçekler boyunlarını bükerek kurumuşlardı. Dolunay tam arkasında bütün ışığını üzerine düşürdüğü için yerde bir çember şeklinde sıralanmış ve onun gölgesine bağlanmış yedi gölgeyi görebiliyordum.

Şahlar.

Tırnaklarımı avuç içlerime batırdım.

Kim olduğunu biliyordum.

"Gideon."

Adına tepki vererek bana doğru döndüğünde göz kürelerinde gördüğüm zifiri karanlıkla nefesimi tuttum. İrisleri yoktu. Karanlık, derin bir gölü andıran siyahlık her yerdeydi. Tam olarak bilinci yerine oturmamış olmalı ki sersemlik yaşıyordu. Pelerinin kollarındaki elleri bir insana ya da kurda ait gözükmüyordu. Bileklerine dek elleri kapkaraydı ve parmakları uçlara doğru inceliyordu. Tırnakları hafifçe uzun ve sivriydi. Ellerini kaldırıp incelercesine bakarken duymaktan korktuğum o soruyu bana sordu.

"Bana ne yaptın?"

 ●

▏₰ Yazar

Kuvvetli bir büyü dalgası yayan mihrap güçlü titreşimler göndererek odayı kendisiyle birlikte sallayamaya başladıktan kısa süre sonra gürültüyle ortadan ikiye yarılarak kırılmıştı. Yanında bunun olması bekleyen iki kişi vardı. 

"Bağlantı yeniden sağlandı."

Zehir yeşili gözlere sahip adan ikiye ayrılmış mihraba bakarak kahkaha attı. Gülüşlerinin aksine gözlerindeki antipatik ifade sinir boşalması yaşadığını düşündürebilirdi lakin öyle değildi. Zaten bunun olmasını bekliyordu. 

Sadece öfkeliydi. Bu heriften bir türlü kurtulamıyordu.

"Bu kadar ballı olması beni sinirlendiriyor."

"Dönüştüğü şey ona işkence edecek efendim."

"Doğru dedin. Beyaz cadıyı zor günler bekliyor." Deruht kırık mihraba bakmayı kesip solgun yüzlü kadına döndü. Çenesini okşayarak "Mihrabı beslemeyi bırakmakta haklıymışsın." dediğinde "Geldiğini hissettim." cevabını almıştı.

"İçsel yaraların nasıl?" Selestia mihrabı kurarken kendinden büyük bir ödün vermişti. Aldığı hasar sıradan bir kara cadının taşıyabileceğinden katlarca fazlaydı. Kızıl kurdun getirdiği mor renkli şifa iksiri olmasa şuanda yataktan kalkamazdı. Bu adamın kendisini düşünmesi sevgisini çoğaltmaktan başka işe yaramıyordu.

Hiç sahip olamayacağı sevgiyi...

"İyileşiyorlar fakat tamamen sağlığıma kavuşmam için bir süre daha zaman gerekiyor."

"Güzel. Ordu ne durumda?"

"İnalih'i işgal etmek için sabırsızlar."

Deruht'un yüzünde habis bir gülümseme belirdi.

"Yakında istediklerini alacaklar."


დ Gideon Gideon dediniz başımın etini yediniz alın size Gideon tepe tepe kullanın :D

დ Bölüm nasıldı? En sevdiğiniz yer neresi oldu?

დ Bir sonraki bölüm Gideonun ağzından olacak bakalım öldüğü süre boyunca ne yaşamış :D

Hadi görüşmek üzere bebeklerim :*



  







Continue Reading

You'll Also Like

YAMALI RUH By athena

Teen Fiction

7.6K 2.5K 45
Yaralanmış, darbe almış ruhuma bir yarabandı yapıştırdım. Eskisi gibi olur sandım, sanki yaşananlar hiç yaşanmamış gibi olur, iyileşir sandım. Ama ya...
2.3K 188 5
M. Ö. 209 – Esik, Orta Asya Mete Han, Çin'e karşı baskısını sürdürmektedir. Boy beylerini bir araya toplayarak son darbeyi indirmeyi planlamaktadır...
3.6M 300K 82
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...
4.3K 320 20
Fırat ve Ateş, kayıp kız kardeşlerini bulmak için çocukluklarını harcadıkları yolda sona yaklaşmışlardı; eğer Fırat'ın tüm planlarını öfkesine hakim...