ASLANAĞZI

By MmeCha

2.8M 142K 40.3K

Wattys 2019 Yeni Yetişkin kategorisi kazananı Dünyanın tüm yükünü bile isteye omuzlanmış bir adam, aşkı birin... More

ASLANAĞZI | PROLOG
ASLANAĞZI | OUVERTURE*
BÖLÜM 1 | ÇÖL GÜLÜ
BÖLÜM 2 | KAHVE
BÖLÜM 3 | EV
BÖLÜM 4 | YÜZLEŞME
BÖLÜM 5 | BUZ
BÖLÜM 6 | SOĞUK
BÖLÜM 7 | OYUN
BÖLÜM 8 | KAVGA
BÖLÜM 9 | CEZA
BÖLÜM 10 | DÖVME
BÖLÜM 11 | ZİYARET
BÖLÜM 12 | GECE
BÖLÜM 13 | POINT DE SUTURE*
BÖLÜM 14 | SESSİZLİK
BÖLÜM 15 | DAVETSİZ
BÖLÜM 16 | TAT
BÖLÜM 17 | SORGULAMALAR
BÖLÜM 18 | NEM
BÖLÜM 19 | NOEL
BÖLÜM 20 | BASKIN
BÖLÜM 21 | ARKADAŞLAR İYİDİR
BÖLÜM 22 | KARMAKARIŞIK
BÖLÜM 23 | HAZIRLIK
BÖLÜM 24 | YENİ BİR YIL
BÖLÜM 25 | KIRILAN HAYALLER
BÖLÜM 26 | DOKUNUŞ
BÖLÜM 27 | DÖNMEK
BÖLÜM 28 | BÖCEK
BÖLÜM 29 | BEBEK
BÖLÜM 30 | DELİLİK
BÖLÜM 31 | GİTMEK
BÖLÜM 32 | YOL
ASLANAĞZI | RÉFLEXIONS* | ÖZEL BÖLÜM
BÖLÜM 33 | TAŞ EV
BÖLÜM 34 | MEY
BÖLÜM 35 | KARARLAR
BÖLÜM 36 | KÖKLER
BÖLÜM 37 | BAŞLANGIÇ
BÖLÜM 38 | AYNADAKİ SIR
BÖLÜM 39 | ASLANAĞZI | YARI FİNAL
BÖLÜM 41 | TEK
BÖLÜM 42 | KAN
BÖLÜM 43 | İDA
BÖLÜM 44 | NAR
BÖLÜM 45 | PLAJ
BÖLÜM 46 | SEKEN TAŞLAR
BÖLÜM 47 | RÜZGAR
BÖLÜM 48 | DİKENLER VE GÜLLER
ASLANAĞZI | DOULEUR FANTÔME* | ÖZEL BÖLÜM
BÖLÜM 49 | UYKU
BÖLÜM 50 | YUVAYA DÖNÜŞ
BÖLÜM 51 | TANIŞMA
BÖLÜM 52 | ALEVLER VE KÜLLER
BÖLÜM 53 | ANKA
BÖLÜM 54 | AİLE
BÖLÜM 55 | BİZ
BÖLÜM 56 | YEMEK
BÖLÜM 57 | TEŞEBBÜS
BÖLÜM 58 | DORUK
BÖLÜM 59 | SORULAR VE CEVAPLAR
BÖLÜM 60 | SARIL BANA
BÖLÜM 61 | ANNE
BÖLÜM 62 | GÜNDÜZ DÜŞÜ
BÖLÜM 63 | TRANSPARAN
BÖLÜM 64 | REST
BÖLÜM 65 | KOZ
BÖLÜM 66 | İLK HAMLE
BÖLÜM 67 | PİYON
ASLANAĞZI | CHUTE LIBRE* | ÖZEL BÖLÜM
BÖLÜM 68 | CEPHE

BÖLÜM 40 | PUS

25.4K 1.4K 557
By MmeCha

Bölüme ilham veren şarkı:

Sufle - Pus

BÖLÜM 40 : PUS

Koştum. Havaya çökmüş pus yüzünden önümü görmek zordu. Ama beni pençesine düşürmek isteyen bir yırtıcıdan kaçarmış gibi, tüm hayatım buna bağlıymış gibi, kaslarım yanmaya başlayana kadar, dizlerimde derman kalmayana kadar, üzerine puslu bir hava çökmüş ormanın içinde, nereye gittiğini bilmediğim bir patikayı takip ederek koştum. Çamların bir tabaka halinde zemini kaplayan iğneleri tabanlarımı deldiğinde, toprağın üzerindeki minik taşlar ayaklarımı berelediğinde, yoluma çıkan ve beni durdurmaya, yolumdan alıkoymaya çalışan ağaç dalları tenimi acımasızca çizdiğinde bile durmadım. Ta ki o uçurumun kenarına gelene dek. Üzerimde etekleri rüzgarda bir teslim bayrağı gibi dalgalanan beyaz bir elbise vardı. Yakalanmış mıydım, alt mı edilmiştim, yoksa kendim bile bile teslim mi olmuştum, bunlar mühim değildi. Uçurumun hemen dibindeki sarp kayalara çarpıp duran denizin tuzlu kokusu içime çektiğim havayla birlikte ciğerlerime doldu. Rüzgarın uğultusu, kabri kalbime inşa edilen adama bir ağıt yaktı. Gözümden akan yaşların tuzu denizinkine karıştı. O an, dalgalar hırçınlaştı. İçime çektiğim hava genzimi yakarak göğüs kafesimi şişirdi. Kollarımı iki yana açtım. Karşıdan geleni kucakladım. Boşluğa sarıldım.

Düştüm. Kendi kendime dedim ki, ben bu aşka gönüllü düştüm. Kayalıklara çarparak bin parçaya ayrılıp denize karışmaya hazırlanırken, tekrar ormanın derinliklerinde, dizlerimin üzerinde buldum kendimi. Puslu havanın yerini yoğun bir sis tabakası almıştı şimdi. Göz gözü görmüyordu. Korktum. Kanıma karışarak damarlarımı gezen korkuyla vücudumun her yeri buz kesti. O uçurum kıyısını tekrar bulmam gerekiyordu. Tekrar atlamalıydım, belki bu defa denizin tuzuna karışabilirdim. Ama aldığım yaralar iyileşmeden önce tek bir adım bile attığım takdirde, bu benim sonum olurdu. Sırtımı bir ağacın yosunlu gövdesine dayadım. Ciğerlerimi sadece bir süreliğine oyalayacağını bildiğim kesik kesik nefesler aldım.

Bir insan susuz ve aç ne kadar yaşayabilirdi? Kolum kanadım kırık bir şekilde, hareket bile etmeden beni bırakıp gittiği yerde yatıyordum. Zaman kavramı tamamen yok olmuştu. Giderken panjurları indirdiği için gece mi yoksa gündüz mü anlayamıyordum. Karanlığın içinde, sanki beni dış dünyanın tehlikelerinden koruyacak tek şey buymuşcasına cenin pozisyonunda kıvrılmıştım. Hiç uyumuş muydum? Yoksa hala uykuda mıydım? Bunların hepsi kötü bir kabus olmalıydı. Öyle olmalıydı, başka türlü yaşamaya devam edemezdim.

Ruhsal acılarım, fiziksel olarak da hasar vermeye başlamıştı. Başımın altındaki yastık, artık daha fazlası akamaz dediğim göz yaşlarımla sırılsıklam olmuştu. Biraz olsun gücümü yetirebildiğimde diğer yüzünü çevirsem iyi olacaktı. Şu an için değil kolumu ve kafamı kaldıracak kadar kuvvet uygulamak, yerimden diğer tarafıma dönebilecek gücü bile kendimde bulabileceğimi sanmıyordum. Düşüncelerim bile ağırdı. Düşünmeyi kesmeliydim. Gözlerim akıttığım ardı arkası kesilmeyen yaşlar yüzünden balon gibi şişmişti ve binlerce minik iğne, vuruşunu aynı anda yaparak kirpik diplerime saplanıp kalıyordu. Burnumu durmadan çektiğim için büyük ihtimalle sinüslerim tıkanmıştı. İki kaşımın ortasından başlayarak tüm alnıma yayılan dayanılmaz ağrı bana bunu söylüyordu. Gözlerimi kapalı tutmanın daha çok acı verdiğini hissettiğimde, birbirine yapışıp duran kirpiklerimi zorlukla aralayıp sabit bakışlarımı karaltı biçiminde seçebildiğim mobilyalara diktim. Konuşmaya çalışsam, kısıldığına emin olduğum sesim çıkmayacaktı. Konuşacak birinin olmaması belki de daha iyiydi.

Dairenin kapısı sanki birine borç takmışım ve o kişinin bana verdiği sürenin sonuna gelmişiz gibi yumruklanmaya başlamadan hemen önce, ayağa kalkıp boğazımı birkaç damla suyla ıslatmamın bana kaybettireceği enerjiyi ve bunu yapıp yapamayacağımı hesap etmeye çalışıyordum. Yumruklamaların arasında onun sesini duydum. Élodie'nin. "Fındığım içerde misin? Aç kapıyı lütfen."

Élodie kapıya alacaklı gibi vurmaya devam ederken, koltuğa bastırdığım iki elimden destek alarak zorlukla oturur konuma geldim. Uzun süredir hareket etmediğim için kan akışım yavaşlamış, her tarafım uyuşmuştu. Acıyan gözlerimi ellerimle ovuşturup boğazımı temizledikten sonra sendeleyerek de olsa ayağa kalktım. Minik adımlarla kapıya kadar yürüdükten sonra elimi ahşap yüzeye bastırarak dengede durmaya çalıştım. Sesler kesilmişti ama Élodie inatçıydı, istediğini almadan gitmezdi. Sanki bir anda ağır bir gribe ya da soğuk algınlığına yakalanmışım gibi tir tir titremeye başladığımda elim kapının hemen yanındaki askılıkta duran eski püskü, zamanla yer yer tüylenmiş ve iplikleri çekilmiş olan hırkaya gitti. Hırkayı almayı başardım ama açlıktan gözlerim karardığı için üç ayaklı portmanto da yere devrilerek ortalığı ayağa kaldıran bir patırtı çıkardı. Aynı anda kapının tekrar sertçe vurulmaya başladığını işittim. "Fındığım neler oluyor, delirtme beni, iyi misin?" diye canhıraş bağırdığını duydum Élodie'nin.

Yerde iki seksen yatan portmantoya donuk gözlerle baktıktan sonra elimdeki koyu gri hırkayı üzerime geçirip kalan son enerji kırıntılarımla, büyük bir efor harcayarak kapının kolunu aşağı indirdim. Élodie sağ eli havada yumruk şeklinde kalakaldığında bakışlarımız kesişti. Apartman boşluğunu dolduran loş ışık yüzünden gözlerimi kıstım. Uzunca bir süredir karanlıkta kaldığım için bu fersiz ışığı bile tolere edemiyordum artık. Élodie'nin bana bakan gözleri de yavaşça kısıldı. Ama onun sebebi benimkinden çok farklıydı. Beni dikkatlice süzerken yüzündeki telaşlı ifade yerini kızgınlığa bıraktı.

Beni omzundan ittirip yarattığı ufacık boşluktan içeri daldığında, düşmemek için asılmaya devam ettiğim kapının kolunu sıkı sıkı kavradım. Ama onun bunu görecek hali yoktu. Sinirden kulaklarından çıkan dumanları gördüğüme yemin edebilirdim. "Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz ya?" diye bağırdığında, ardımdan usulca kapattığım kapıya kalçamı yasladım. Dizlerim titriyordu. Bacaklarım yeni doğmuş bir ceylanınkiler gibi güçsüzdü ve beni taşımayı reddediyorlardı. Kalçamı kapının cilalı ve kaygan yüzeyinin üzerinden ufak ufak kaydırarak yere oturdum. Élodie topuklarının üstünde bir hışımla döndü, sonra yerdeki halimi görüp telaşla yanıma doğru koşturdu. Bana doğru iyice eğilerek
" 'Azelle? Bebeğim ne oluyor?" dedi yumuşacık bir tonda tuttuğu sesiyle. Üzerindeki ceketin etek uçlarına asılıp yanıma oturmasını sağladıktan sonra başımı omzuna gömüp kendimi kaybetmiş bir şekilde hıçkırarak ağlamaya başladım. Bir an donup kaldı, ama hemen sonrasında incecik kollarını etrafıma sararak beni iyice kendine çekti. Acı, eline aldığı ucu kor gibi parlayan kızgın demirle göğsümü dağladıkça, avuçlarımın içinde hissettiğim sert kot kumaşını daha da sıktım. Tüm vücudum iç organlarıma kadar sarsılırken, uzunca bir süre susarak göz yaşlarımı sıcacık boynuna akıtmama izin verdi. Ağlamalarım bir süre sonra bitap düşmemle beraber kesik kesik inlemelere dönüştüğünde, saçlarımı okşadığını yeni yeni fark ettiğim elleri duraksadı.

"Hadi kalk koltuğa geçelim." dedikten sonra ayaklanıp iki elimden birden tutarak beni de kaldırdı. İtiraz etmeyip beni yönlendirmesine izin verdim. İkimiz birlikte oturduğumuzda, taşıyamadığım kafam koltuğun sırtına doğru düştü. Yan bir şekilde ona doğru dönerek kirpiklerimin ucunda asılı kalan ve görüşümü puslandıran yaşlarla ona baktım. "Anlat bana neler oluyor?" diye fısıldadı fazlaca endişeli çıkan sesiyle. Sonra bir an duraksadı, bir şey hatırlamış gibi sağ elinin avucuyla alnına vurdu. Ağzının içinde "kafa mı kaldı ki?" gibi bir şey mırıldandıktan sonra ayaklanarak elektrik anahtarının durduğu yöne doğru yürüdü. Otomatik panjurları açmak için düğmeye bastığında, odayı dolduran gün ışığıyla beraber acılı bir feryat kopararak ellerimi yüzüme bastırdım. Ama Élodie bununla da kalmayıp tülleri iki yana savurduktan sonra parmaklarımın arasından seçebildiğim kadarıyla camları da ardına kadar açıp bir süre dışarıyı izledi. Tekrar bana döndüğünde kollarını birbirine bağlamış ifadesi sertleşmişti. "Anlat bakalım şimdi." dedi itiraz kabul etmeyen bir tonlamayla. "Neler oluyor, kavga mı ettiniz siz Atlasla? İkiniz de tam anlamıyla bombok görünüyorsunuz."

"Sen..." dedim titreşen ses tellerim boğazımda katlanılması güç bir acıya neden olurken. Sağ elimle boynumu kavrayıp sesimdeki pürüzleri giderebilmek için sertçe öksürdüm. "Sen onu nerede gördün?"

Elini cebine atıp arabamın anahtarlarını çıkardıktan sonra önümdeki sehpaya fırlattı. "Okuldaydım. Abartmıyorum tam elli kere aramış. Üç gündür panjurlarını hiç açmamışsın. Deliye dönmüş. Hayır anlamıyorum ki neden kendisi gelip bakmıyor?" dedikten sonra topuklarını yere sert bir şekilde vura vura, hızlı adımlarla ufacık alanda volta atmaya başladı. "Aşağıda, arabanın içinde perişan bir şekilde oturuyordu. Görsen haline acırsın diyeceğim de, şimdi sana bakınca hanginize daha çok üzüleceğimi şaşırdım."

Nasıl yani gitmemiş miydi? İçimde anlamlandıramadığım, adını koyamadığım saçma bir umut belirdi. Başımı bu düşünceyi savuşturmak ister gibi iki yana salladım ama ağzımdan titrek bir şekilde fırlayan soruya da engel olamadım. "Hala aşağıda mı?"

Élodie çileden çıktığını belli edercesine sesli bir nefes verip uzun parmaklarıyla saç diplerini ovaladı. Birkaç adımda önümde bittiğinde kafamı kaldırıp soruma yanıt ararcasına ona baktım. Yanıma oturmak yerine geniş sehpanın üzerine, tam karşıma oturup Atlas'ın yokluğunda buz kesmiş ellerimi avuçlarının içine aldı.

"Acil bir işi çıkmış, Türkiye'ye dönmesi gerekiyormuş." diye fısıldadı varla yok arası bir sesle. Sanki bana bu haberi verenin kendisi olmasından hiç hoşnut değildi. Az önce hala aşağıda olduğunu duyduğumda kalbimde yeşeren ümit çiçekleri, birkaç günlüğüne beliren kış güneşine aldanmışlar gibi boyunlarını büktüler. Bunu ben istemiştim. Artık onun olmadığını kabullenmeliydim belki de, ama sadece iki notayla çarpan kalbime söz geçirmek zordu. At-las. Lé-o.

Ellerimi Élodie'den kurtarıp çapraz bir şekilde omuz başlarımı kavradım. Bahar havası açık pencereden içeri doluşuyordu ama ben üşüyordum. Élodie biraz geri çekilip beni iyice süzdükten sonra üzerimdeki hırkanın yakasına yapışarak yaygarayı kopardı. "Bu senin depresyon hırkan değil mi? Çıkar çabuk şunu üzerinden."

O üzerimdeki hırkayı çekiştirmeye çalışırken ben önlerini sıkıca kavrayıp kapatmaya çalıştım. "Ya bıraksana üşüyorum ben."

"Dışarısı tam yirmi iki derece! Ne üşümesi! Ayrıca çok üşüyorduysan sevgilini göndermeseydin. O seni ısıtacak bir yol bulurdu!"

Şıp diye anlamasına mı şaşırmalıydım yoksa diğer yorumlarına mı tam olarak karar veremeyerek duraksadım. O arada Élodie hem şaşkınlığımdan hem de bir anda çekilen gücümden faydalanıp, kollarından çekiştirdiği hırkayı üzerimden atmayı başarmıştı. "Senin tekrar Oblomovluk* mertebesine erişmene izin veremem." diye hırladı. "Bu hırka benimle birlikte geliyor."

Gideceğini ve beni yalnız bırakacağını anladığımda içimde bir şeyler burkuldu ama fazla üzerinde durmamaya çalıştım. "Bu konuşma burada bitmedi. Ne olup bittiyse, her şeyi anlatacaksın, en ufak bir detayı bile atlamadan."

Hızlı adımlarla açık planlı mutfağa yürüdü. Musluktan bir bardak su doldurtuktan sonra buzdolabının kapağını açtı, tam takır kuru bakır olduğunu görünce gerisin geri kapattı. Çekmecelere yönelerek en diplerine kadar karıştırmaya başladı. Ben yorgun bir ifadeyle onu izlerken tekrar yanıma geldi ve elindekileri sehpanın üzerine bırakıp delici ve otoriter bakışlarını üzerime dikti.

"Bu pötibörlerin* hepsi yenecek. Suyu da bitireceksin. Hemen, gözümün önünde."

Bisküvilere kanlı bıçaklı düşmanmışız gibi bakıp su bardağına uzandım. "Ben şimdi gitmek zorundayım, bu hafta ve önümüzdeki hafta hep sınavlar ve proje teslimleri var." dediğinde anlayışla kafamı salladım. Acımı kendi içimde yaşamayı yeğlediğimi fark ettim. Çantasından bir cep telefonu ve şarj aleti çıkarıp onları da sehpanın üzerine bıraktı. "Ne zaman ararsam açılacak bu telefon. Yoksa sana taşınırım, sınavlara çalışırken kurtlu gibi oradan oraya gidenve kendi kendine konuşan bir Élodie'ye şu halinle katlanmak zorunda kalırsın."

"Tamam ne zaman ararsan açacağım." diyerek söz verdim.

Tam unutacağını zannederek sevinmiştim ki eski püskü hırkayı son anda eline aldı. "Ha unutmadan, şu buzdolabını doldurmak gerek ama senin kıpırdayacak halin yok gibi. Ben alışveriş yapar gönderirim sana tamam mı?" dedikten sonra eğilip başımın tepesine bir öpücük bıraktı.

"Sakın daha fazla üzme kendini. Sorununuz ne bilmiyorum ama sen güçlüsün, her şeyi atlatabilirsin, yeter ki böyle koyverme kendini."

Cevap olarak başımı aşağı yukarı salladım ama göz pınarlarımda birikmeye başlayan yaşları orada tutmaya çalışmak oldukça zordu. Gülümsemeye çalıştım ama gerilen kuru dudaklarım acıyınca onu da başaramadım.

Élodie yarı yolda geri dönüp bana tekrar sıkıca sarıldı. Sarsılmamak ve kendimi koyvermemek için dişlerimi sıkıyor, kenetlediğim çenemle birlikte büyük bir uğraş veriyordum. "Biliyorum. Çok zor. Ama bir yolunu bulacaksınız. Ben onu sizin gözlerinizde gördüm. Birbirinizden başkasıyla olamazsınız siz. Birbirinizden vazgeçemezsiniz. Bunu sadece bir süreç olarak gör, tamam mı fındığım?"

Beni serbest bıraktığında, "iyi olacağım." diye mırıldandım. Buna şimdilik kendim de inanmıyordum. Ama Élodie'nin benim için daha fazla endişelenmesini de istemiyordum.

***

Élodie'nin beni ziyaret edişinin üzerinden yaklaşık iki hafta geçmişti. Ama durumumun pek de iyiye gittiği söylenemezdi. Giysi dolabımın dip köşesinde depresyonuma eşlik edecek, kuşaklı ve siyah başka bir hırka bulmuştum ve onunla resmen bütünleşmiştim. Kendime bir de yeni bir alışkanlık edinmiştim. Perdenin arkasına saklanıp dolu dolu gözlerle saatlerce sokağı, sokaktan geçenleri izlemek gibi. Üzerinde dikildiğim topuklarımın ağrımaya başladığını hissettiğimde, sandalyelerden birini camın hemen yanına çekmeyi akıl edebilmiştim. Ama bakışlarımı üzerine düşürmeyi dilediğim kimse yoktu.

Buzdolabı doluydu ama tek yediğim şey tuzlu yavan ekmekti. Günlerce boş mideyle durduğum için başka ne yersem yiyeyim midem kesinlikle kabul etmiyordu ve kendimi lavaboda her şeyi çıkartırken buluyordum.

Bunca süredir kanepede uyumaya devam ediyor, her gece Atlas'ın sırtı bana dönük bir şekilde uzaklaştığını gördüğüm kabuslarla uyansam da, asma kattaki yatağıma girmeyi reddediyordum. Orada hepi topu bir gececik beraber uyumuştuk ama Atlas'ın çarşaflarıma ve yastıklarıma sinen kokusuyla baş edemeyeceğimi biliyordum. Yokluğu yavaş yavaş çöküyordu üzerime. Tıpkı gökyüzünü kademe kademe siyaha boyayan gecenin karanlığı gibi.

Élodie'ye söz verdiğim için az da olsa bir şeyler yemeye devam ettim. Her gün arayıp yediklerimin listesini tutması da bunda pek tabi etkiliydi. Buzdolabına yürüyüp bu defa çilekli yoğurdu denemeye karar verdim. Sadece bir kaşık almıştım ki yine midemdeki o tuhaf ekşimeyle kendimi zorlukla banyoya attım. Ağzımı çalkalayıp yüzümü de yıkadıktan sonra havluyu alıp yavaşça yüzüme bastırarak su damlalarını kuruladım.

Yüreğime çöken ağırlık ve ani kavrayışla beraber bir anda gözlerim karardı. Aynı anda Élodie'nin bana bıraktığı telefonun melodisi evin her yanını doldurmaya başladı. Duvarlara tutuna tutuna salona geri döndüm. Telefonu elime aldığımda ekranda gördüğüm 'Sarı Kafa' kelimeleriyle hafifçe gülümsedim. Telefonu açtığımda bir şey söylememe fırsat vermeden, "bu dönemi sağ salim bitirmiş bulunuyorum! Ve şu an okuldan çıktığım gibi senin kollarına koşuyorum!" diye cıvıldadı.

"Gel bekliyorum." dedim enerjisi ve neşesi sesinden bana doğru akarken.

"Gelirken bir şey alayım mı? Sen yemek yedin mi bakayım?" diye sordu anaç bir edayla.

"Şey aslında..." dedikten sonra kararsızlıkla sustum. Élodie'den böyle bir şey istemek onun pimini çekip ahiret sorularını bir bir patlatmasını izlemek zorunda kalmak demekti. Yine de eninde sonunda öğrenecekti. O yüzden derin bir nefes alıp yuvarlanıp çığ olacak bir kartopunu dağın tepesinden aşağı bıraktım. "Gelirken eczaneye uğrayabilir misin?"


*Oblomov: Rus yazar Gonçarov'un Oblomov isimli romanındaki aylak karakter. Depresyon hırkası kavramı da Oblomov hırkasından gelir. Bu karakter kitabın ilk elli sayfası boyunca anca kendi yatağından odasındaki sandalyeye kadar gidebilmiştir.

*Pötibör, Petit-Beurre: ilk kez Nantes'ta üretilmiş olan LU markasına ait gerçek tereyağlı bisküvi.

Yazarın Notu:

Selamlar!

Verdiğimiz kısa aradan sonra geri geldik! Valla ben yazmayı çok özlemişim, siz bizi okumayı özlemiş misiniz bilemiyorum🙈

Yeni sezona Atlassız bir giriş yaptık, bu bir süre böyle devam edecek ama onun varlığını hep hissettireceğim size👀

Yeni sezon hakkındaki tahminleriniz şekillendi mi? Sizce neler olacak?

Atlas'ı şimdiden özleyenler?🙋🏻‍♀️

Büyük ihtimalle biliyorsunuz, bu bölüm yayınlanmadan önce instagram hesabım üzerinden bir canlı yayın açtım. Eğer kaçırdıysanız 24 saat boyunca profilimde kalacak. mme.cha kullanıcı adıyla bulabilirsiniz beni.

Hikayeye destek olmak için gitmeden bu satıra bir emoji bırakın💕

Yukarıdaki görseli bizim için beautlies yapmış ben gördüğüm anda bayıldım ve aklıma hemen İda Dağı'nda Zeus Altarı'nda gün batımını izledikleri sahne geldi😌

Gitmeden aşağıya bir adet de Atlas bırakıyorum, malum bir süre daha özleyeceğiz onu🤧

Haftaya görüşmek dileğiyle,

Sevgiyle,
MmeCha

Continue Reading

You'll Also Like

ZEMHERİ By yudumsucan

General Fiction

113K 5.4K 14
Zemheri babası tarafından zorla evlendirilen bir kızdı. Akay ona yıllarca aşık bir adamdı. Zemheri Akay'ı sevecek mi?
118K 11.7K 20
Geçen yıllar yaşanılan her şeyi unutturur muydu? Akan giden zaman, aradan geçen onca gün birbirini seven iki kişinin içindeki aşkı bitirir miydi? Y...
60.1K 1K 39
En yakın arkadaşımın abisi mi? Beni gerçekten seviyor muydu? Peki ben ona karşı birşeyler hissediyor muydum? Uyarı: küfürlü ve +18 sahneler vardır.
2.4M 106K 71
Bu imkansızdı işte ... "" Sözlüyüm ben ."" Dedi Havin . Cesur'un ise Havin'in bu tavrı hoşuna gitmişti. Her ne kadar ondan uzakta yaşamış olsa da Hav...