ASLANAĞZI

By MmeCha

2.8M 142K 40.3K

Wattys 2019 Yeni Yetişkin kategorisi kazananı Dünyanın tüm yükünü bile isteye omuzlanmış bir adam, aşkı birin... More

ASLANAĞZI | PROLOG
ASLANAĞZI | OUVERTURE*
BÖLÜM 1 | ÇÖL GÜLÜ
BÖLÜM 2 | KAHVE
BÖLÜM 3 | EV
BÖLÜM 5 | BUZ
BÖLÜM 6 | SOĞUK
BÖLÜM 7 | OYUN
BÖLÜM 8 | KAVGA
BÖLÜM 9 | CEZA
BÖLÜM 10 | DÖVME
BÖLÜM 11 | ZİYARET
BÖLÜM 12 | GECE
BÖLÜM 13 | POINT DE SUTURE*
BÖLÜM 14 | SESSİZLİK
BÖLÜM 15 | DAVETSİZ
BÖLÜM 16 | TAT
BÖLÜM 17 | SORGULAMALAR
BÖLÜM 18 | NEM
BÖLÜM 19 | NOEL
BÖLÜM 20 | BASKIN
BÖLÜM 21 | ARKADAŞLAR İYİDİR
BÖLÜM 22 | KARMAKARIŞIK
BÖLÜM 23 | HAZIRLIK
BÖLÜM 24 | YENİ BİR YIL
BÖLÜM 25 | KIRILAN HAYALLER
BÖLÜM 26 | DOKUNUŞ
BÖLÜM 27 | DÖNMEK
BÖLÜM 28 | BÖCEK
BÖLÜM 29 | BEBEK
BÖLÜM 30 | DELİLİK
BÖLÜM 31 | GİTMEK
BÖLÜM 32 | YOL
ASLANAĞZI | RÉFLEXIONS* | ÖZEL BÖLÜM
BÖLÜM 33 | TAŞ EV
BÖLÜM 34 | MEY
BÖLÜM 35 | KARARLAR
BÖLÜM 36 | KÖKLER
BÖLÜM 37 | BAŞLANGIÇ
BÖLÜM 38 | AYNADAKİ SIR
BÖLÜM 39 | ASLANAĞZI | YARI FİNAL
BÖLÜM 40 | PUS
BÖLÜM 41 | TEK
BÖLÜM 42 | KAN
BÖLÜM 43 | İDA
BÖLÜM 44 | NAR
BÖLÜM 45 | PLAJ
BÖLÜM 46 | SEKEN TAŞLAR
BÖLÜM 47 | RÜZGAR
BÖLÜM 48 | DİKENLER VE GÜLLER
ASLANAĞZI | DOULEUR FANTÔME* | ÖZEL BÖLÜM
BÖLÜM 49 | UYKU
BÖLÜM 50 | YUVAYA DÖNÜŞ
BÖLÜM 51 | TANIŞMA
BÖLÜM 52 | ALEVLER VE KÜLLER
BÖLÜM 53 | ANKA
BÖLÜM 54 | AİLE
BÖLÜM 55 | BİZ
BÖLÜM 56 | YEMEK
BÖLÜM 57 | TEŞEBBÜS
BÖLÜM 58 | DORUK
BÖLÜM 59 | SORULAR VE CEVAPLAR
BÖLÜM 60 | SARIL BANA
BÖLÜM 61 | ANNE
BÖLÜM 62 | GÜNDÜZ DÜŞÜ
BÖLÜM 63 | TRANSPARAN
BÖLÜM 64 | REST
BÖLÜM 65 | KOZ
BÖLÜM 66 | İLK HAMLE
BÖLÜM 67 | PİYON
ASLANAĞZI | CHUTE LIBRE* | ÖZEL BÖLÜM
BÖLÜM 68 | CEPHE

BÖLÜM 4 | YÜZLEŞME

64.4K 2.7K 301
By MmeCha


Bölüme ilham veren şarkılar:

Imogen Heap - Magic Me (şarkı oldukça yeni olduğu için videosunu bulamadım. Ama neyse ki, multimedya kısmına bıraktığım kısa, tatlı mı tatlı animasyon filminde şarkının tamamı kullanılmış. Dilerseniz izleyebilir, dinleyebilirsiniz, ben animasyona ayrı, şarkıya ayrı bayıldım.)

alt-J - In Cold Blood

MILCK - Devil Devil

BÖLÜM 4: YÜZLEŞME

İyi bir okula git, okulu bitir, iyi bir işe gir. Annemin bu dünyadan göçmeden önce öğütlediklerine ben bir yenisini daha eklemeyi başarmıştım. "Hayatta kal." İşte bu bendeki şansla, sonuncu öğüdü uygulamaya kalktığımda teknik birtakım aksaklıklarla karşılaşmam işten bile değildi. Yine de deniyordum. Dar ama yüksekçe yatağın üzerine oturduğumda yere yetişmeyen ayaklarımı sallamaya başladım. Yaptığım onca ters hareket sonucunda yaram tekrardan kanamaya başlamış, bana varlığını unutturmamaya and içmiş gibi sızım sızım sızlıyordu. Kan lekesi üzerine kadar çıkmış tişörtü kaldırarak belimin etrafında birkaç tur dönerek beni sarmalayan bandaja baktım.

Atlas ortalarda yoktu. Beni buraya, bu tamirhaneden bozma izbe yere bırakıp hiçbir açıklama yapmadan ortadan kaybolmuştu. Bu sefer beni buraya getirirken uyuşturmaya ya da bayıltmaya kalkmamıştı. Bundan mutlu mu olmalıydım? Şehrin dışında, eskilerin kuş uçmaz kervan geçmez diye nitelendirebileceği bir yerdeydik. Allah aşkına burayı birine anlatmak, tarif etmek istesem bile anlatamazdım ki!

Ben kendimle tartışadururken, garaj kapısına benzer otomatik kapı yavaşça açılmaya başladı. Hazırlıksız yakalandığım bu gürültüyle birdenbire yerimde sıçrarken, içeri giren arabanın kuvvetli ışıkları gözümü aldı. Duyularıma yapılan tüm bu aşırı yüklenme karşısında, gözüne far tutulmuş tavşan gibi donup birkaç saniye boyunca şaşkınca kalakaldım.

Atlas kapıyı açıp uzun ve geniş yapılı vücuduna rağmen büyük bir zarafetle jeepten indiğinde kendime gelerek rahat bir nefes aldım. Ondan başka kim gelmiş olabilirdi ki zaten? Arabanın arkasına yürüyüp bagajdan birkaç tane market poşeti çıkardı. Benden tarafa hiç bakmadan bilgisayar masasının ve buzdolabının olduğu tarafa doğru yürüdüğünde gözlerimi üzerinden hiç ayırmadan onu izliyordum. Buzdolabının üzerinde kalan duvara monte edilmiş olan, daha önce fark etmediğim siyah bir dolaba poşetlerden çıkardığı konserveleri dizmeye başladı. Dolabın içine oturtulmuş olan mikrodalga fırının dijital saati sabah 9 buçuğu gösteriyordu. Benimle konuşmasını istiyordum. Bir şeyleri sineye çekip öylece oldukları gibi kabullenemezdim ben. Doğruları bilmeye ve bana bir ton açıklama yapılmasına ihtiyacım vardı. Ama aramızdaki sessizlik uzadıkça sanki bu döngüyü hiç yıkamayacakmışız gibi hissediyordum. Eğilip aldığı diğer şeyleri buzdolabına yerleştirdi. En son ne zaman yemek yemiştim ben sahi? Elimi yaranın biraz yan tarafına mideme doğru bastırıp hüzünlü bir bakış attım. Hesaplarım doğruysa 36 saati çoktan aşmış, 48 saate doğru yol alıyorduk. Midem dokunuşuma karşılık olarak guruldamak yerine ekşimeye benzer bir tepki verirken yüzümü buruşturdum.

Gürültücü adımlarla oturduğum yere doğru geldi ve küçük bir eczane poşetini yatağın üzerine fırlattı. Ne olduğunu elbette biliyordum ama yine de "bu ne?" sorusunun dudaklarımdan fırlamasına engel olamadım. Yüzüne tam da artık aşina olmaya başladığım 'bu kız saf galiba' ifadesini takacaktı ki, sonra ne olduysa vazgeçti ve dışarıya sesli bir nefes verdi. Benim soruma yanıt vermek yerine tek dizi üzerinde yatağın yanına çöküp az önce attığı poşete uzandı. İnsanda başka hisler uyandıran bu jestine kıkırdayacaktım, kıkırdamamalıydım ama dayanamadım. Boğazımdan kaçan tuhaf sese dönerek kaşlarını kaldırırken onay vermez bir bakış attı. "Tişörtü çıkar."

Emrine uyarak tişörtün eteklerini kaldırdım ama kumaşı kafamdan çıkarıp atmak yerine, yarayla rahatça ilgilenebileceği şekilde göğüslerimin üzerinde tutmaya devam ettim. İtiraz edeceğini ve soyunmam için ısrarcı olacağını düşünmüştüm ama bunun yerine kafasını sağa sola sallayıp dişlerinin arasından "üstündekileri sana kim giydirdi acaba?" diye söylenmekle yetindi. Sargı bezini yavaşça belimin etrafında döndürerek açarken, sıra son katı açmaya geldiğinde kafasını kaldırıp bana baktı. "Kuruyup yapışmış, acıyabilir."

Gözlerimi yumup dişlerimi sıkarak "Yap şunu." dedim.

Yapışan kısmı dikkatlice çektiğini hissettiğimde, çığlık atmamak ya da sızlanmamak için ellerimle yatağın üzerindeki yorganı sımsıkı avuçladım. Poşetin hışırtısını ve bir şişenin plastik kapağının ilk kez açılırken çıkardığı çıt sesini duyduğumda tek gözümü açıp ne yaptığına baktım. Son derece konsantre bir şekilde elindeki bir parça pamuğa rengi tıpkı tentürdiyota benzeyen sıvıdan döküyordu. Cesaretimi biraz olsun toplayabildiğimde başımı eğip bıçağın açtığı yarığa baktım. Çok kötü görünmüyordu aslında. Açık buğday rengindeki tenim bir önceki sefer yaptığı pansuman sebebiyle yer yer sararmış, kuruyan kanlar yaranın etrafına yapışmıştı.

Elindeki pamuğu yavaş yavaş yaraya doğru yaklaştırırken hızla aldığım nefesimle karnımı içeri çekip dokunuşundan kaçmaya çalışsam da nafileydi. Ben pamuktan gelen ilaç kokusu yüzünden burnumu kırıştırırken o, önce etraftaki kan lekelerini temizledi. Sıra yaranın üzerine geldiğinde, çoktan hazırlamış olduğu diğer bir pamuğu almak için hamle yaptı. Aklımı sızıdan uzaklaştırabilmek için biraz konuşmayı, sohbet etmeyi denedim. "Sence beni o gün çatışmanın ortasında neden öldürmediler? Her iki taraf da beni korumayı denedi, anlayamıyorum." dedim.

Derin bir nefes alırken elinin hareketi duraksadı. "Sana başka bir soru sorayım. Sence o gün orada kaç taraf vardı?"

Durup düşündüm. Hatırlayabildiğim kadarını hafızamın içinde didiklerken bir süre sessiz kaldım. "İki?" diye tahmin yürüttüm en sonunda.

"Eğer beni de bir taraf olarak sayarsan dört." dedi ve işine devam etti.

"Nasıl yani dört?" diye sordum şaşkınca.

"Bak, biliyorum, bu hayatında duyacağın en klişe şey olacak ama, bu konu hakkında ne kadar az şey bilirsen o kadar güvendesin. Ha, şu kadarını bilmeye de hakkın olduğunu düşünüyorum. Orada olan kişilerin bir kısmı çantayı açmayı bildiğini düşündükleri için seni canlı tutmaya çalıştı, diğer kısım için çanta ön plandaydı ama sen bir yerde düşüp kalırsan isteklerine ulaşmaları zorlaşacaktı." diyerek şu iki uzun günde ondan duyduğum en uzun konuşmayı yaptı.

Sargıyı yine önceki gibi birkaç tur belimin etrafında döndürerek yaranın üzerinin iyice kapandığından emin olduktan sonra ayağa kalkarak "şimdi kahvaltı yapalım, günlerdir guruldayıp da sesiyle kulaklarımı tırmalayan midene bir iki lokma bir şeyler gitsin." dedi ve arkasını dönüp buzdolabına doğru yürüdü.

Konuşma benim için burada bitmemiş gibiydi. İçimde beni huzursuz eden bir şeyler vardı. Daha çok konuşmam, daha çok irdelemem gerekiyormuş gibi beni dürtükleyip duruyordu. Aklıma gelen şeyi dillendirmekte gecikmedim. "Adama çantanın içinde ne vardı diye sordun, geçmiş zaman kullandın, neden?"

Sanki bu ayrıntıyı yakalamam hiç hoşuna gitmemiş gibi omuzları gerildi ve bedeni birkaç saniyeliğine kaskatı kalakaldı. Ben onun önce kağıt filtreyi sonra da kahve kavanozunu üst dolaptan indirmesini izlerken, özellikle bu işi ağırdan alıyormuş gibi bir hali vardı. Ölçeği kavanoza daldırırken de, suyu makinanın haznesine eklerken de hiç konuşmadı. Sorumu duyduğunu biliyordum. Yine de üsteledim. "Neden ne var demedin de ne vardı dedin?"

Açma kapama düğmesine sinirle bastıktan sonra dönüp ellerini iki yana açarak kükredi. "Çünkü belgenin yok olduğunu düşünmelerine ihtiyacım vardı. Tamam mı? Oldu mu? Rahatladın mı?"

"Kilidini bile açamadığın bir çantanın içindeki belgeyi nasıl yok edebilirsin ki?" dedim saf saf.

Çileden çıkar gibi gür, koyu kumral saçlarını çekiştirerek ellerini saçlarının içinden geçirdi. "Kızım sen hiç film de mi izlemezsin? Taşıyıcı? Transporter hani İngilizcesi? Ne bileyim, James Bond? 007? Tamam ya hadi onu da geçtim, Charlie'nin Melekleri? Onu da mı izlemedin?"

Başımı olumsuz anlamda sağa sola salladım.

"Peki anlaşıldı. Şu sarışın kadını hatırlıyor musun? Seni havaalanında karşılayan?"

"Evet, kurşun yağmuruna tutulduğumuzda arabanın içinde o da vardı. Şöför de o da ölmüş olmalı." dedim gözlerimi kaçırarak sanki şu an hayatta olmamalarının suçlusu benmişim gibi.

"O kadın bir kimyager." dedi ve anladığımı görmek istercesine gözlerimin içine beklentiyle baktı.

"Çanta benim tasarımım demişti, kimyayla bunun ne alakası var?" diye sordum. Sanırım düşünce akışı açısından doğru yoldaydım.

"Bu şu anlama geliyor." dedi tane tane açıklarken. "Çantayı eğer zor kullanarak açmaya çalışırsak, kağıdın üzerine dökülen kimyasal çantanın içindeki her şeyi eritecek. Ya da belgenin üzerindeki yazıların mürekkebi uçup gidecek, işin iç yüzünü pek bilmiyorum kimyayı lisede de sevmezdim." derken yüzünü nahoş bir anıyı hatırlamış gibi buruşturdu.

"Şimdi senin çantayı zorla açmaya çalıştığını ve belgeyi yok ettiğini dolayısıyla orada yazan bilgiler her neyse onlara ulaşamadığını düşünüyorlar" dedim düşünceli bir şekilde. "Adam o yüzden o kadar dayak yemesine rağmen deli gibi gülüyordu."

Sadece kafasını sallayarak beni onayladı. Bana parçaları verdiğinizde onları birleştirip kolayca büyük resmi oluşturabilirdim. İdrak yollarımı tıkayan bir rahatsızlığım falan yoktu. Onun deyimiyle oldukça 'saf' olabilirdim ama çok şükür ki salak değildim. Bu yüzden bir sonraki hamlemi kesinlikle beklemiyor, parça parça anlattıklarının yardımıyla oluşturduğum zihin haritam sayesinde aradaki boşlukları doldurabileceğimi, dolayısıyla onu gafil avlayabileceğimi hiç hesaba katmıyordu.

"Beni yem olarak kullandın." dedim dişlerimi sıkarak. "Adamların eski evimi gözleyeceğini, benim peşimi bırakmayacaklarını biliyordun."

"Biliyordum." dedi benimle göz kontağını bir saniye olsun kesmeden. "Seni en son gördüklerinde çanta hala bileğine kelepçeliydi."

Hıhladım ve "bu oyundaki en kötü adam ben değilim" diyerek bana dün söylediği şeyi taklit ettim.

"Kötü olmadığımı söylemedim. Hedefe giden yolda, zarar görmedikleri sürece insanları kullanmak umrumda olmaz. Bu da beni onlardan bir kademe kadar daha az kötü yapar diye düşünüyorum." dedi dürüstlüğüyle ağzımı açık bırakarak.

"Tamam o zaman." diyerek kabullendim. "Beni daha fazla kullanmana izin vermiyorum, zaten adamlar şu anda belgenin yok olduğunu düşünüyorlar. Benim peşimden de gelmezler. Belgeyi tekrar hazırlayıp başka biriyle gönderdiklerinde o kızın da peşine düşer onu oyununa alet edersin artık." dedim cümle aralarında nefes bile almadan. Ayaklanıp çantamı sırtlandım ve garaj kapısının yanındaki demir çıkış kapısına doğru yürüdüm.

"Gönderemezler, belgeyi de tekrar oluşturamazlar onun için biraz geç artık." diye seslendi arkamdan. Kafamı onun verdiği bilgi kırıntılarıyla bulandırmayacaktım artık. İyiydi hoştu, ortalık bir miktar karışsa da çantayı Fransa'dan Türkiye'ye getirmiş, işimi yapmıştım. Teslimatı gerçekleştirememişsem eğer, bu onları suçuydu. Daha çok güvenlik önlemi alabilir, buluşma noktasını ormanlık bir alandan geçmemizi gerektirmeyen bir yerde, belki şehrin içinde hatta havaalanına daha yakın bir yerde seçebilirlerdi. Ödemeyi çoktan yaptıkları için üzmeyecektim kendimi. Tabi başarabilirsem. İçimdeki doğrucu Davut boylu boyunca uzandığı kanepesinden kalkmadan tek kaşını kaldırıp baktı, ağzını açıp emin misin diyecekti ki, Atlas'ın sesini tekrar duydum.

"Senin peşini gerçekten bırakacaklarını mı zannediyorsun? Benim hakkımda vereceğin en küçük bilgi kırıntısı için sana saatlerce işkence yapmaktan çekinmez bu adamlar. Hala olayın ciddiyetinin, nasıl bir işe bulaştığının farkında değilsin sen."

Kapıyı örten sürgünün sıkışmış demirini tüm kuvvetimle ittirmeye çalışırken başarılı olamayınca sinirle arkama döndüm. Kocaman gövdesini burnumun dibinde bulmayı beklemiyordum. Geniş göğsüyle bakışırken ciğerlerime doluşan ferah kokuyu defetmeye, kokunun etkisiyle mayışıp ağırlaşarak kapanmaya yeltenen gözlerimi açık tutmaya insan üstü bir çaba sarfettim. Sadece iki gündür tanıdığım birinden bu kadar etkilenmem normal değildi. Buna engel olmalı, ona sinirimi sabit tutmalı ve kendimi olayların akışına bırakmamalıydım. Sağ yumruğunu başımın üzerinden kapıya dayadığında aramızda bir kol boyu mesafe açıldığı için derin bir nefes aldım. Ama bu sefer de büyük ihtimalle yumruğunu sıktığı için gerilip irileşen kol kasları dikkatimi dağıtmayı başarmıştı.

"K-kapıyı açar mısın? Sıkışmış galiba." dedim kekeleyerek.

Gözlerini kapatıp bir süre suskun kaldığında, içinden ona kadar sayarak sakinleşmeye çalışırmış gibi bir hali vardı.

"Bak Hazel. Sana bayılmıyorum. Seni zorla yanımda tutmaya da çalışmıyorum. Ama buradan dışarı adımını attığın anda seni enselerler. Havaalanı, otogar, hepsini unut. Uzun bir süre ortalarda görünmemen gerekli. Sevdiğin insanlara zarar gelmesini istemezsin."

"Hıh." dedim küçümseyerek. "Bu cümleyi de kurdun ya bana, senin onlardan ne farkın kaldı? Sen de gitmemem için sevdiklerimle tehdit ediyorsun beni."

"Seni tehdit falan etmiyorum, şunun ayrımına bir var artık. Burada kalmandan bir çıkarım yok tamam mı? Kendin söyledin, çantayı açmayı bilmiyorsun, içinde ne olduğu hakkında bir bilgin yok, o insanların hiçbirini doğru düzgün tanımıyorsun bile."

'Neden o zaman?' demek istedim. Ama ağzımı açıp anlamlı sesler çıkarabilmek o kadar zordu ki. Ya da bilmek istemiyordum. Sadece çok yorulmuştum. Susamıştım. Acıkmıştım. Ve daha birçok insani ihtiyacım sıraya girmiş nizamı bozuyor, daha öne geçebilmek için birbirlerini itekliyorlardı. Bir kere daha dizlerimin üzerine çöküp kendimi tamamen kaybedene kadar ağlamamak için kendimi zorlukla tutabiliyordum.

Gözlerinin içinde bir yerlerde, derine gömülü olsa da kazıp çıkarabileceğim bir cevap aradım. Uyuşturulmuş, aldatılmış ve yem olarak kullanılmıştım. Terazinin bir kefesine bunları koydum. Diğer kefeye geçtim kendim oturdum. Çünkü elimde o tarafa koyabileceğim hiçbir şey bırakmamıştı bana. Yaptığı her iyiliği gözümü boyamak, beni kolayca kandırabilmek için yapmış olduğu gibi bir gerçek vardı ortada. Kafamı iki yana salladım. Gitmeli, buradan uzaklaşmalıydım. Sahi hala burada böylece dikilmiş halde ne yapıyordum? Çoktan topuklamam, ardıma bile bakmadan bu bir hayli tuhaf adamı ve tüm duvarlarındaki boyaları, tavanındaki alçıları dökülen harabeye dönmüş yeri derhal terketmem gerekmiyor muydu?

Çenemi sıkıca ama zarar vermeden tutarak yukarı kaldıran parmaklar, gözlerimiz tekrar kesişene kadar suratımda asılı kaldı. Daha sonra yavaşça aşağı inerken, yüzümü yarattığı hafif rüzgarın etkisinde bıraktı. "Élodie'yi aramak ister misin? Seni deli gibi merak ettiğine eminim." dedi Atlas yüzünde ciddi bir ifadeyle.

"Sen?" dedim. "Sen nasıl? Nerden?" Dilim tutulmuştu. Artık doğru düzgün cümleler kuramıyordum bile.

"Birçok şey biliyorum" diyerek verdiği nefes alnıma çarpıp beni bu sanki mümkünmüş gibi daha da sersemletti. "Bildiğim her şeyi nereden bildiğimi ya da öğrendiğimi sana açıklamaya kalkarsam buradan aylarca dışarıya çıkamayız. Zaten bilmesen daha iyi, yasal olmayan şeylerle berrak zihnini lekelemek istemem" deyip göz kırptı.

Belimi hafifçe kavrayıp bedenimi kapıdan uzaklaştırdığında beni mutfak kısmına doğru sürüklemesine izin verdim. Beni şaşırtarak bilgisayarın önündeki tekerlekli sandalyeye oturttu. Kendine de duvara yaslı duran tabureyi çekip hemen yanıma kurulduktan sonra bilgisayarın ekran kilidini açtı.

Program listesine tıkladığında hiç bilmediğim, daha önce ikonlarına bile hiç bir yerde rast gelmediğim bilgisayara yüklü bir sürü programla şaşkınca bakışmaya başladım. Çalıştırdığı programda telefon numaraları belirmeye başladığında tarih aralıklarını girerek listeyi kısalttı. Çenesini kaşırken, "Sürekli arayan iki numara var. Bir tanesi neredeyse dakika başı aramış. Bak şu 06'yla başlayan numara, 13 17'yle bitiyor, bu onun değil mi?" diye sordu. İki numarayı da tanıyordum.

"Evet bu numara." dedim onu onaylayarak.

"Tamam o zaman tak kulaklığı numarayı çeviriyorum."

Bilgisayarın yanındaki mikrofonlu kulaklığa uzanırken elime uzanıp beni durdurdu. "Ona ümit veremezsin, geri geliyorum diyemezsin, nerede olduğunu söyleyemezsin." diye hatırlattı.

Derin bir nefesi ciğerlerime çekip "Tamam." dedim. "Ona ne söylemem gerektiğini biliyorum."

Çevrilen numaraların sesi kulaklarıma dolduğunda dudaklarımı dişleyip Élodie'nin telefona cevap vermesini bekledim. Belki tanımadığı numarayı açmazdı bile, ama açmasına ihtiyacım vardı. Ona her şeyi anlatamasam da sesini duymak beni sakinleştirecekti. Tam vazgeçip kapatması için Atlas'a başımla işaret edecektim ki, karşı taraftan incecik, uykulu bir ses duyuldu.

"Allo? Vous êtes qui? (Alo, kimsiniz?)" diyen tanıdık sesi işittiğimde hafifçe gülümsedim.

"C'est moi, Hazel. (Benim, Hazel.)" diye yanıtladım. "Tu dormais? (Uyuyor muydun?)"

" 'Azelle?" diye sordu arayanın ben olduğuma inanamazmış gibi. Yatağının içinde tepişerek ittirdiği yorganının çıkardığı hışırtıyı duyabiliyordum. "T'es où, toi? C'est une blague ou quoi?(Neredesin sen, şaka mı ne bu?)"

Bu konuşmayı özel olarak yapmayı tercih ederdim ama şimdilik sadece Atlas'ın Fransızca bilmiyor olmasını ummaktan başka çarem yoktu.

"Écoute, je t'explique tout mais tu me coupe pas, d'accord? (Dinle, sana her şeyi anlatıyorum ama beni kesmek yok, tamam mı?)"

Onayı aldıktan sonra kafamda kurduklarımı anlatmaya başladım. İş iyi gitmemişti, istediklerini yapmama rağmen bana herhangi bir ödeme yapmamışlardı. İstanbul'da kalmaya karar verip okulu bir yıl donduracağımı ve para biriktirdikten sonra seneye devam edeceğimi söyledim. Kirasını bir senelik peşin ödediğim stüdyo daireye ne olacağını sordu. Ev sahipleri yabancı öğrencilere hiçbir zaman güvenmez ve evlerini kiralamak istemezlerdi. Bu sebeple ben de her sene kontrat yenilerken peşin peşin bir yıllık kirayı ödemek zorunda kalmıştım. Evi sadece bu senelik başka bir öğrenciye piyasanın biraz daha altına vereceğimi söyledim. Fransa'da bir yılını okumaktansa ya da çalışmaktansa boşa geçirmek normaldi. Biz buna zamanını boşa geçirmek diyorduk ama onlara göre bu bir hayat deneyimi kazanma biçimi ve yeni yerler görerek kendini ruhsal yönden doyurabilmek için bir fırsattı. Öğrenciler dünyayı gezmek için bir yıl boyunca okullarını dondurabilir, ya da doğum izni biten bir kadın bir sene daha bebeği ile kalmak istediğini şirketine belirtebilir ve o sene sonunda tekrar eski işine dönebilirdi. Élodie bana pek inanmak istemese de bu bir sene içinde onu ziyaret edeceğimden, onun da isterse gelip İstanbul'u gezebileceğinden bahsettim. Onun için sabahın körü diye tabir edebileceğimiz bir saatte aradığım için ve para gibi tamamen duygusal bir sebebi öne sürdüğüm için daha fazla üstelemedi.

"Tu vas appeller Axel aussi? Il a pas arrêté de m'appeller pour dire qu'il peut pas te joindre. (Axel'i de arayacaksın değil mi? Sana bir türlü ulaşamadığını söylemek için beni arayıp durdu.)"

"Ok je vais le voir. À tout! (Tamam bakarız, görüşürüz!)" dedim ve kapattığından emin olduğumda sıkıntıyla kulaklığı çıkardım.

"Bunu da hallettim, şimdilik yatışmış görünüyor ama umarım bir çılgınlık yapıp buraya gelmez."

Anlayışla başını salladı. Karnımızı onun hazırladığı tostlarla doyurduğumuzda midemden bu sefer de mutluluk sesleri yükseliyordu. Dört tane tostu aynı anda makineye yerleştirdiğini görünce gözlerimi kocaman açıp, "ben iki tane yiyemem ki" demek zorunda kalmıştım. Bana dönüp "sen zaten bir tane yiyeceksin" dediğinde gözlerim kocaman açılmış ve kendine hazırladıklarını hızlıca midesine indirmesini şaşkınlıkla izlemiştim. Gerçi bu cüsseye ve bu boya o kadar yemesi normaldi. Hazırladığı kahveden bir bardak bana da uzatırken, kupaya düşmanca baktığımı görünce "içine bu sefer bir şey koymadım." demek zorunda kaldı.

Yine de hareketlerinde bana karşı bir mahcubiyet sezmiyordum. Sadece ne yapması gerekiyorsa onu yapıyormuş gibi bir hali vardı. Ve bu şey her neyse, yoluna çıkan engelleri ortadan kaldırabilmek için kimsenin gözünün yaşına bakmayacak kadar da gözü kara biri gibi duruyordu.

O, bilgisayarda dikkatle baksam da hiçbir şey anlamadığım bir şeyler yaparken, tuvaletin ve duşun dışarıda, buraya ek olarak yapılmış küçük yapının içinde olduğunu keşfetmiş, buna birazcık üzülmüştüm. Gerçi buradan tam olarak nasıl bir beklentim vardı onu da bilmiyordum. Yaramı mutfak dolabında bulduğum streç filmle su geçirmeyecek şekilde sarıp sadece saçlarımı yıkayarak hızlıca bir duş aldım. Ben soğuk su ile yıkanmaya razı olarak titremeye kendimi hazırlamışken sıcacık akan su gözlerimi yaşartmıştı. Duştan çıktığımda buram buram erkek şampuanı kokuyordum ama şu an önem verdiğim en son şeydi bu. İçeri geri döndüğümde, odadaki tek yatakta birazcık kestirdikten sonra gözlerimi tavandaki sarı lekeye dikip düşünmeye başladım. Klavyenin tuşlarına basılma sesi kulaklarımı dolduran tek şeyken, düşüncelerimin gürültücü ve kavgacı sesleri ara ara yükselerek onu bastırıyordu.

Evet evet, belki mahcubiyet değil ama, göstermemeye çalışsa da belli ki beni oraya bırakıp adamları üstüme saldığı için biraz da olsa vicdan azabı hissediyordu. Beni güvende tutmak için bu kadar çaba sarf etmesinin, arkadaşımla konuşturmasının başka bir açıklaması olamazdı. Sonuçta vicdan* dediğimiz şey, insanı kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan bir güçtü. 'Kendi ahlak değerleri' diye altını çizdi iç sesim. Sıkıntıyla soluma doğru dönerken elimi korumak ister gibi sağ tarafımdaki yaranın üzerine bastırdım. Evsizdim, ailesizdim, şimdi bir de tek arkadaşımdan da olmuştum. Her ne kadar dokunmaya gönülsüz olsam da, Atlas'a hesabımdaki paradan bahsetmeli ve mümkünse ülkeden bir an önce ayrılabilmek, beni bulamayacakları bir yere yerleşmek ve yeni bir hayata atılmak için plan yapmalıydım. Ben hep böyle değil miydim zaten? Yeni bir yerde, yeni bir hayata, sıfırdan başlayabilirdim değil mi? Kendimi kandırmaya çalışıyor olsam da durumun hiç de öyle olmadığının farkındaydım. Geçmişin hayaletleri, kancalarını ruhunuza sıkıca geçirir, sizinle beraber gittiğiniz her yere gelirdi.

Evden getirdiğim sırt çantasına uzanarak milyonuncu kez okumak üzere Saint-Exupéry'nin Küçük Prens'inin Türkçe çevirisini çıkardım. Bu sabah, bana kendime bir çanta hazırlamam gerektiğini söylediğinde, her ne kadar hızlı davranmam gerekse de başucu kitabımı unutamazdım. Fransızca orijinali şu an kirası bir senelik peşin peşin ödenmiş olan, ama ne yazık ki yakın bir zamanda geri dönemeyeceğim Fransa'daki öğrenci evimde, yatağımın yanındaki komidinin üzerinde duruyordu. Birkaç saat sonra kitabın sonuna geldiğimde, yattığım yerden yavaşça doğrulup yere çıplak ayakla basmamak için ayakkabılarımı tekrar ayağıma geçirdim. Bilgisayarın olduğu tarafa doğru tekrar bir bakış attım. Bu adam sabahtan beri yerinden bir santim olsun kıpırdamamış mıydı yani? Önce sandalyenin koluna attığı tişörte sonra da çıplak omuzlarına gözlerim kaydığında en azından hareket etmiş diye düşündüm. Bu tip ayrıntılara neden takıldığıma hala anlam veremiyordum ama hayatımda gördüğüm en geniş omuzlar onunkiler olabilirdi. Kesinlikle patolojik bir vakaydım ben. Bozuk bir taraflarım, acilen tamir edilmesi gereken gıcırdayan tahtalarım vardı. Normal biri, aynı şartlar altında böyle karmakarışık, böyle kararsız hissetmezdi. Boğazımın kuruduğunu ve gıcıklandığını hissettiğimde minik adımlarla yanına gidip buzdolabının üzerinde duran sürahiden kendime bir bardak su doldurdum.

Ben bardağı kafama dikmiş bir şekilde göz ucuyla ona bakarken o da tam konsantrasyon ekrana bakıyordu.

"Hadi yat uyu artık, geliyorum ben de birazdan" dedi gözlerini bilgisayar ekranından akıp giden kodlardan ayırmadan.

Bir odanın köşesindeki duvara dayalı yatağa, bir onun yan profiline baktım. Konuşmadığımı, dahası haraket de etmediğimi hissettiğinde bana doğru dönmedi, ama tuşlara art arda aralıksız şekilde vuran parmakları duraksadı. "Ne var niye dikiliyorsun orda?"

"Bu yatak tek kişilik." Cümlem aslında pek çok şeyi aynı anda içinde barındırıyordu. Gözlem, deneyim, zaten ortada olanın dile getirilmesi ve tabi bir de serzeniş. Bu yüzden vereceği dümdüz cevabı beklemiyordum.

"Eee?"

"Seninle uyumam ben."

"Bak kızım." dedi çileden çıkarmış gibi bir tonlamayla. Daha doğru düzgün konuşmaya başlamamıştık bile üstelik. Topuklarından güç alıp sandalyenin üzerinde dönerek bedenini yavaşça bana doğru çevirdi. "Dün gece senin yüzünden sandalyede oturarak uyudum zaten. Orası benim yatağım, burada fazlalık olan da sensin."

"Seninle uyumam ben." diye direttim. Söylediklerini hiç duymamış gibi yapmak en iyisiydi. Hem fazlalık da ne demekti, gitmeyi ben istemiştim, kalmamı sağlayan kendisiydi.

"Sen bilirsin, sandalyede uyuyan sen olursun bu gece madem öyle istiyorsun." dedi omzunu silkip ekrana doğru geri dönerken.

Oturduğu rahatsız sandalyeye baktım. Sonra gözlerimi çevirerek az ötede duran arabaya baktım. Kendime sunduğum iki seçenekten de memnun olmamış gibi başımı salladım. Bir de üçüncü seçenek vardı tabi. Ayaklarımı yerde sürüyerek gerisin geri yatağa doğru ilerlerken 'sadece bu gecelik' dedim kendime. Yarın her şeyi konuşup, bir yolunu bulup buradan toz olacaksın.



Yazarın Notu: Merhabalar! Öncelikli olarak hikayeyi yeni okumaya başlayanlara hoş geldiniz! diyeyim. Okunma sayısı günden güne arttıkça ben de çok mutlu oluyorum ve daha çok yazma şevki geliyor.

Bu Hazel de amma kararsız, bir öyle diyor bir böyle diyor, düştüğü ikilemin içinde gitsem mi kalsam mı bilemiyor dediğinizi duyar gibi oldum, o yüzden söyleyeyim istedim. Yaşadığı şeyler pek kolay şeyler değil, bazen bir şey olur, en güvenmemeniz gereken insanda, size kazık atmış gibi görünen insanda bir parça güven duygusu sezersiniz. İçgüdüleriniz sizi ne olursa olsun sırtınızı ona dayamaya iter bazen. Onunki de o mesele.

Fransızca yazdığım diyalog, konuşma dilinde yazıldı, o yüzden gramer hataları olması normal. Doğallığına dokunmak istemedim konuşmanın.

Son olarak bölüm içindeki yıldızımıza gelelim. Vicdan kelimesinin tanımını Türk Dil Kurumu'ndan aldım. Vicdanı onlar bu şekilde tanımlamış. O yüzden ona da küçük bir not düşmek istedim.

Önümüzdeki bölümde görüşmek dileğiyle sevgiler,

MmeCha

Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

3.7M 174K 9
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
SEKRETER By Beyza Alkon

General Fiction

1M 12.8K 19
Bacaklarımı araladı. "Ne yapıyorsun?" "Seni içiyorum."
1.2M 74.8K 76
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
3.3M 164K 18
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.