EMARE SERİSİ

By asliaarslan

1.7M 105K 139K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... More

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
3. FIRTINA
4. KASIRGA
5. GİRDAP
6. SİS
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 5. BODA
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 14. SANRI
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ

9.6K 869 470
By asliaarslan

2 ay sonra...

Bir kuş sesi; beyaz güvercin, pencerenin kenarında. Özgür bir şekilde gözlerimin içine bakıyor, gökyüzünde güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Sonbahar mevsimi geldi, sonbahar bana bir tek onu hatırlatıyordu. Yapraklar hastanenin bahçesine dökülmeye başlıyor, kurumuş sarı yapraklar bana onun gözlerini anımsatıyordu.

Yalnızım, yapayalnızım, kimse yok. Babam yok, gelmiyordu, o da ölmüş olabilirdi. Büge öldü, annem öldü, ablam öldü, Gürkan'nın nerede olduğunu bilmiyordum.

Korel kendini öldürdü.

Her gün krizler geçiriyorum diye beni hastaneye yatırdılar, ziyaretime birkaç günde bir Korhan geliyordu. Bir tek o vardı ama her geldiğinde Korel'i sorduğum için artık gelmek istemiyordu.

Üç kez kendimi öldürmeye çalıştım. Birincisinde pencereden aşağıya atladım, birinci kat olduğu için sadece bileğim incindi. İkincisinde defalarca başımı duvara vurdum, doktorlar yetişti, alnımda iz kaldı. Üçüncüsünde bileğimi kesmeye çalıştım, yatağın kenarındaki demirin çıkıntısıyla. Pusula dövmesinin üzerinde çizikler oluştu, kan aktı ama ölemedim, damarı bile bulamadım. Korel Erezli kadar başarılı olamadım.

Korel öldü. Onu istediği gibi papatyaların oraya gömdüler fakat beni mezarına bile götürmediler. Korhan her şeyin istediği gibi olduğunu söyledi. Papatyalardan bir hapishanede, daha önce konuştuğumuz gibi fakat tek bir farkla: Sarmaşıklar değil papatyalar vardı. Yağmur yağmıyordu. Onun mezarına kimse ziyarete gitmiyordu, kimse onu sevmiyordu. Halktan mezarı gizleniyordu, adı bile yoktu mezar taşında. Adı nefretle anıldı.

Korel öldü.
Korel öldü.

Çok yalnızdım. Her gün ağlıyordum, her gün ölmek istiyordum, her gün kendimi öldürmek istiyordum. Pencerelere demirler taktılar, odamdaki yatağı değiştirdiler. Biraz daha böyle devam edersem akıl hastanesine göndereceklerini söyledi Korhan bana.

Akıl hastanesine gidemezdim ve Korel kendini zehirleyerek öldü.

Nefes alamıyordum ama şimdi doktorlar beni nefes almam için bahçeye indiriyorlardı. Bahçenin önünde ağlayan bir aile vardı, çocukları ölmüştü. Korel Erezli de ölmüştü.

Nasıl ölebilirdi? Rol yapıyordu. Bir ay boyunca gelmesini bekledim ama gelmedi, Korhan rol yapmadığına emin, doktorlar ilaçlarla duramadığımı söylüyordu.

Rol yapmış olmalıydı.

Aklımı kaçırmıyordum, hayır.

Bahçedeki bir bankta oturuyordum, aile üyeleri ağlamaya devam ediyordu, saçlarımı kesmek istiyordum. Saçlarım yüzüme geliyordu, turunculardı ve saçlarımı kesmek istiyordum. Aile ağlamaya devam ediyordu,

Korel Erezli ise ölmüştü.

Yanıma yaşlı bir adam oturdu; bakışlarım ona kaydığında gözlerini kıstı.

"Makas var mı yanında?" diye sordum yaşlı adama.

"Hayır," deyip başını omzuna yatırdı. "Fakat senin için geldim, Minel. Çok zamanım yok."

Korel gelmişti, değil mi? Rol yaptığı kanıtlanmıştı, değil mi?

Hayır, bu yaşlı adamı sonradan hatırladım; her bahçeye çıktığımda yanıma geliyor, aynı şeyleri söylüyordu. "Ben Prometheus'un kadim dostuyum," diyordu. "Hiçbir şey sandığın gibi değil."

Hep aynı soruyu soruyordum. "O öldü mü?"

"Evet," diyordu.

Devamını dinlemiyordum.

Fakat bu kez, o yaşlı adam daha fazla dayanamadı, bileklerimden tutup beni kendine çevirdi. "Kaç gündür geliyorum fakat burada değilsin; ilaçlarla uyutuyorlar seni, uyuşturuyorlar, düşünmeni engelliyorlar fakat bunu yapma. O sana bir mektup bıraktı."

"Yalan söylüyorsun," diyerek umursamadım.

"Söylemiyorum," dedi adam. "Boda," diye devam etti. "Köpeğine artık ben bakıyorum, o benimle, barınaktan çaldım." Yutkunduğumda hissizdim, duygularım yok gibiydi ve sadece uyumak istiyordum, belki de bayılmak.

"O mektubu almadım," dedim başımı sallayarak. "Gücüm yok."

"O mektup son kaldığınız evde, o kilitli odalardan bir tanesinde."

"O odalar açılmıyor ki."

"Düşün," dedi dişlerini sıkarak yaşlı adam. "Sadece düşün. Bir bileklikten söz etti, o bileklik sana her şeyi söyleyecek."

Gözlerimi kıstığımda, "Korel geri gelecek mi?" diye sordum.

"Gelmeyecek," dedi. "Fakat ruhu artık rahat edecek, benden son istediği buydu." Ayağa kalkıp başını iki yana salladı. "Eğer onun ruhunun rahat etmesini istiyorsan bu dileğini gerçekleştir."

Gözlerim acıyla dolduğunda, "O öldü," diye fısıldadım. "Ve sen de bir hayalsin, değil mi?" Fakat farkındaydım; içtiğim ilaçlardan, verdikleri serumlardan her şey gerçekliğini yitirmeye başlamıştı. Öyle ki bir anda her ne olduysa kendimi odamda bulmuştum, gözlerimi açmış pencereden dışarıya bakıyordum, yeni uyanmıştım.

O bankta bayılmış mıydım, her şey bir rüya mıydı yoksa gerçek bir şizofren miydim, bilmiyordum fakat yeniden uyuyup yeniden uyandığımda artık kaçıncı gecede olduğumu bile sayamıyordum. Tek yaptıkları beni uyutmaktı, uyuşturmaktı.

Burası bir akıl hastanesi olmamasına rağmen o şekilde muamele görüyordum.

Kapıdaki doktorların konuşmaları bile bir hayal olabilirdi fakat biriyle konuşuyorlardı, diyorlardı ki, "Zaman algısını yitirmeye başladı, dünü hatırlamıyor, bu kez travmadan dolayı hafızasını kaybedebilir."

Hayır, Korel Erezli'yi unutamazdım. Bir kere daha bu tekrar edemezdi, üstelik benden son dileği onu unutmamak iken bu kez kendim onu unutamazdım. Daha önce bana zorla unutturmuşlardı ama bu kez bunun önüne geçebilirdim.

Bir tarafım, kalbimin derinlerinde bir tarafım, Korel'i unutmanın beni iyileştireceğini söylüyordu ama bu o kadar küçük bir kıvılcımdı ki o kıvılcım ateşe dönüşmesin diye kalbimi bile durdurabilirdim.

Bencillik olurdu, onu unutmak.

Pencereme vuran ağaç rüzgârdan titriyordu, ne kadar süredir uyuduğumu bilmiyordum ya da kaçıncı gündü onun da farkında değildim ama zihnimin içinde o yaşlı adamın söyledikleri dönüyordu. Rüya olabilirdi; kâbus, oyun, zihnimin bir ürünü ya da bunların dışında başka bir şey fakat aylardır bir hastane odasında yatmaktan artık yorulmuştum.

Yataktan doğrulduğumda belimde ve bacaklarımda şiddetli bir sızı vardı; günlerdir hareket etmemekten ya da verilen ilaçların hasarlarından olabilirdi fakat yataktan kalkıp birkaç adım attığımda bu sızılar yerini başka bir duyguya bırakmıştı.

Pencereye yaklaşırken, aşağıya atladıktan sonra takılan o demirler gözlerime çarptı. Engel gibi, sanki bir hapishanedeymişim gibi çıkışımı engellemişlerdi.

Üstümdeki o hasta önlüğüne aldırış etmeden odamdan dışarıya çıktım. Bomboş koridorda kimse yoktu, ilerideki hemşirelerin masası da boştu, yan odadan gülüşme sesleri geliyordu. Büyük ihtimalle gece çok geç bir saatti ve herkesin uyuduğunu düşünüyorlardı.

Sakin adımlarla hemşire masasına yürüdüm, masanın üzerindeki çantayı görünce gidip açtım. Cüzdanı çıkarıp içinden iki tane yüzlük aldım ve çantanın içine geri koymadan hastanenin binasının kapısına doğru yürümeye başladım.

İki koridor sonra karşıma bir hastabakıcı çıktığında göz göze geldik, hiçbir tepki vermeden koridorda yürümeye devam ettim. Arkamdan beni takip etmedi, sormadı ya da şikâyet etmedi.

Merdivenleri inip acilin gizli çıkışının kapısına ulaştım; burada kapının önünde yakınlarını bekleyen insanları gördüm. Çıkmam için ilk önce onların kapıyı açması gerekiyordu.

Cama birkaç kez tıklattığımda yerde oturmuş olan orta yaşlı adamın gözleri bana kaydı, kaşları çatıldı. Kapıyı işaret ettiğimde ise ayağa kalkıp açtı. Dışarı çıktığımda, "İyi misiniz?" diye sordu adam bana.

Sadece, "O öldü," dedim ve yürümeye devam ettim. Birine sesli söylemeye ihtiyacım vardı, belki de başka bir savunmaya. Onu tanımayan, beni tanımayan... Onun adını duyduğunda ürpermeyen birilerine. Doktorlar Korel'in adını duyduğunda ürperiyorlardı; hemşireler bazen benden korkuyorlardı, konuşmalarını duyduğumda benim de cani gibi davrandığımı söylüyorlardı.

Hastanenin derinlerinden çoğu zaman televizyon sesi geliyordu; o televizyon sesinden duyduğum, dünyanın bir pislikten kurtulduğuydu.

O pislik, Korel Erezli'ydi. Gün geçtikçe ölen insanların üzerinden Korel'in DNA izleri çıkmıştı: saç teli, kıl ve bazen parmak izi. Kanıtlanmış argümanlar, kanıtlanmamış argümanların her zaman önüne geçerdi.

Korel Erezli, Prometheus'tu; bunun aksi iddia bile edilemezdi.

Hastaneye ait taksinin arka koltuğuna oturup kapıyı kapattığımda şoför koltuğunda oturan adam ağır uykusundan uyandı ve şaşkınlıkla dikiz aynasından bana baktı. "Hanımefendi?" dedi şaşkınlıkla.

"O öldü," dedim taksi şoförüne. "Kendini öldürdü." Adamın bakışları hastaneye döndü, ardından yeniden bana baktığında kaşlarını kaldırdı. Beni eskiden tanırlardı, Korel'in yanındaki kişi olarak ama ne kadar değişmiştim ki artık beni tanımıyorlardı.

Şoför yutkunduktan sonra arabayı çalıştırdı. "Nereye gitmek istersiniz?"

Hatırladığım kadarıyla babamla yaşadığımız evi tarif ettim. Taksici hiçbir şey söylemeden sürmeye başladığında gözlerimi sıkıca yumdum ve kendimi uykunun kollarına bıraktığımı taksi şoförünün sesiyle anladım. "Geldik," diyordu. "Geldik, kalkın!"

Kaçıncı kez söylediğini bilmiyordum ama gözlerimi araladığımda birkaç metre ötemizde evimizi gördüm. Babamla yaşadığımız, şimdi tek bir ışığın bile olmadığı, bahçesindeki bütün çiçeklerin solduğu, terasındaki sandalyelerin toz kapladığı.

Babam yoktu, gitmişti. Hiç gelmemiş gibi. Bu evde yaşamıyordu.

"Bekleyin," dedim ve taksiden inip eve doğru yürümeye başladım. Evin içine değil bahçesine doğru. Köşeye geldiğimde beni izleyen taksici umurumda bile değildi. Yere çöktüm, gül ağacının dibine. Solmuşlar, dökülmüşlerdi. O papatyalar da solmuştu, biliyordum. Kimse Korel'in mezarına gidip o papatyaları sulamazdı ki.

Ellerimle toprağı kazmaya başladığımda gözümden birkaç damla yaş aktığını toprağa izini bıraktığında fark ettim, kurumuş toprakta izler oluştu. Korel'in mezarı kupkuruydu, biliyordum; kimse onun mezarına gidip ağlamazdı çünkü o yapayalnızdı.

Biraz kazdıktan sonra elime bir kutu ulaştı, kutuyu çıkarıp içini açınca o bilekliklerle karşılaştım. Biri küçük, biri büyük. Korel'in ne olursa olsun saklamamı istediği o bileklikler. Gözlerim ışıldadığında çöktüğüm yerden ayağa kalktım ve gülümsedim. Belki de bu bileklikle, beni Korel'e götürecekti? Belki de o ölmemişti, kollarımda kalbi durmamıştı, durduysa bile hâlâ bir yerlerde nefes alıyordu ve bu bileklikler bana Korel'in yaşadığını gösterecekti.

Korel belki de o evin içinde, o odalardan birinde gizli kalıyordu.

Bacaklarımda güç olmamasına rağmen hızlı adımlarla geri dönüp taksiye bindim ve son yaşadığımız o evi tarif ettim; benim, Büge'nin, Gürkan'ın ve Korel'in yaşadığı o evi. İdil Erezli'ye ait o evi. Ruhu içimi çökerten ama son güzel günlerimizi yaşadığımız o ev.

Taksici hiçbir tepki vermeden arabayı oraya doğru sürdü; bu kez uyumadım, aksine heyecanla pencereden dışarıya baktım. Kalbimi ilk kez günler sonra hissettim, hissetmek bana yeniden canlı olduğumu söyledi. Bir yerlerde nefes alan ruhum vardı, Korel'in yaşama ihtimali bile o ruhumu canlandırmıştı. "İyi görünmüyorsunuz," dedi taksici en sonunda.

"İyiyim," dedim gülümseyerek. "Sanırım o ölmedi."

Taksici gözlerini kıstı; dikiz aynasından bana bakıp, "Sizi yeniden hastaneye götürmemi ister misiniz?" diye sordu.

"Hayır," dedim gülerek. "O evin ardından kendi başımızın çaresine bakabiliriz." Kendi başımızın çaresine bakmak? Bu cümleyi detaylı düşündüğümde hiçbir sonuca ulaşamıyordum. Nasıl bakacaktık ki? İyi mi olacaktık? Tedavi mi olacaktı? İyileşecek miydik? Yüzüm düştü, kalbimi korku kapladı. Eğer yaşıyorsa ve bu bir oyun ise beni öldürecek ve intikam mı alacaktı? Yeniden gülümsedim, bu kez ben ölebilirdim.

Dakikalar sonra taksi bu kez o evin önünde durduğunda elimdeki bütün parayı taksiciye verdim ve arkamdan seslenmesine aldırış etmeden eve yürüdüm. O an ayaklarımın çıplak olduğunu fark ettim; üzerimde bir hasta önlüğü, saçlarım dağınık, yüzüm solgun. Yutkunduğumda saçlarımı düzeltmeye çalıştım, bacaklarımı temizledim çünkü az önce topraktan dolayı çamurlara bulanmıştı. Üzerimdeki önlük için yapabilecek hiçbir şeyim yoktu.

Kapalı dış kapıyla karşılaştığımda anahtarların olmadığını fark ettim; geride orman vardı, ileride otoban. Yardım isteyebileceğim kimse yoktu bu yüzden evin mutfak tarafına yürüdüm. Daha önce o kapının açık olduğunu fark etmiştim, umuyordum ki şimdi de açıktı.

Mutfak kapısının önüne geldiğimde elimi kalbime koydum ve ayaklarımın altına batan dikenleri umursamadan heyecanla olduğum yerde zıpladım. Belki bir film sahnesinde olsaydı bu kızın yani benim delirdiğimi düşünebilirdim fakat şu an kimse içimdeki o heyecanı anlayamazdı.

Kapının kolunu çevirdiğimde bir tık sesiyle açıldı ve yana kaydırdığımda mutfakla karşı karşıya geldim. Kıkırdayarak içeriye girdiğimde ev karanlıktı; düşünmeden direkt, "Korel!" diye seslendim. "Geldim!"

Mutfaktan çıkıp salona girdim; yemek masası tıpkı bıraktığımız gibiydi ama masadaki yemekler küflenmişti. Orada, köşede bir pilav duruyordu; benim pilavım, baharatlı fakat küflenmişti. Yanında et parçası, kötü kokuyordu. Öyle kötü kokuyordu ki bu evde birinin öldüğü bile düşünülebilirdi.

Salondan çıkıp merdivenlere yöneldiğimde, "Korel!" diye seslendim bir kez daha. "Oyun yaptığını biliyordum, o yaşlı adam geldi ve benimle konuştu!"

Merdivenleri çıktığımda ilk önce Korel'le beraber uyuduğumuz odaya girdim. Orada bozuk yatağımız vardı, birlikte uyuduğumuz ve yatağın sağ tarafında çıkardığı tişörtü. Kalbimde bir sızıyla o tişörte ilerleyip ellerimin arasına aldım. Korel kokuyordu, kül kokuyordu; yastığı kokladım, o kokuyordu. Hiç düşünmeden, bir an bile çekinmeden o tişörtü üzerime geçirdiğimde tamamen kül koktum.

Gülümseyerek o odadan çıkıp Büge ile Gürkan'ın uyuduğu o odaya girdim. Dağınıktı, her yer kırılmıştı, en son kavga etmişlerdi. Büge'nin kıyafetleri yoktu, makyaj malzemeleri dışında. Kırmızı ruju orada duruyordu. Makyaj masasının önüne oturduğumda ayın ışığıyla kendimi gördüm ve parmaklarımla saçlarımı taradım.

Yüzüm değişmişti, zayıflamıştım, bu kimdi? Gözlerim mosmordu, boynumda ve yüzümde izler vardı. Çok çirkindim, çok yalnızdım, çok ölüydüm.

Birazdan Korel'i görecektim, bu kadar ölü görünmek ona haksızlık olurdu çünkü o benden daha ölüydü, bunu biliyordum.

Büge'nin kahkahaları kulaklarımda çınladığında kıkırdadım; onun kırmızı rujunu alıp dudaklarıma sürmeye başladım. "Büge, sonunda bana bunu yaptırdın," diye mırıldandım.

"Ben istediğim her şeyi başarırım, Minik Kuş!" dedi, arkamdaki yatakta oturuyordu, bacak bacak üstüne atmıştı. Saçları onu ilk tanıdığım zamanki gibi kısacıktı ama karnı şişti. Doğuracaktı, anne olacaktı.

"Adını ne koyacaksın?" diye sordum karnına bakarak. Kırmızı ruju sürmekte beceriksizdim, taşırdım ama bu umurumda bile olmadı. "Ve cinsiyeti ne?"

"Erkek," dedikten sonra ayağa kalkıp bana yaklaştı, elini omzuma yerleştirdi. "Adını düşünmedik, ne koymamızı istersin?"

Ruj elimden düşüp yere bulandığında Büge'nin boynunda bir urgan gördüm, gözleri ölü bakıyordu, omzumdaki eli çürümüştü. Korkuyla inleyip arkama baktığımda onu göremedim ve yeniden aynaya baktığımda Büge ortalarda yoktu. Sadece ben vardım, benden başka kimse orada yoktu.

Aylar önceki o fısıltılar ve gölgeler yeniden benimle beraberdi. Ayağa kalkıp o odadan çıktığımda Büge'nin ruhunun sanki o odaya hapsolduğunu hissediyordum. "Korel!" diye seslendim ve o kilitli odalara yürüdüm. "Korel, artık korkuyorum! Çık dışarı!" İki kapı vardı, iki kapı da kilitliydi, daha önce bakmıştım fakat şimdi bu kapıları nasıl açabileceğimi bilmiyordum. "Korel!" diye seslendim soldaki kapıdan. "Korel, aç kapıyı! Korkuyorum!" Arkama baktım, Büge'nin az önce içeride olduğu odaya. "Bu ev siz olmadan çok korkunç! Sesler duyuyorum yeniden, fısıltılar! Korel, aç şu kapıyı!"

Kapı kolunu zorladım, açılmadı, ardından deliğine eğilip baktığımda kocaman bir karanlıkla karşılaştım ve yanıp sönen ışıkla. Deliğin tam içinde. Elim enseme gittiğinde başımı iki yana salladım, sonrasında ise bilekliklere baktım. Gözlerim irileştiğinde bilekliklerden Korel'e ait olanın madalyon kısmını kapının deliğine doğru tuttum, açılmadı. Hayal kırıklığıyla bana ait olanı tuttuğumda düzenekten hafif sesler yükseldi, ardından klik sesi işittim.

Kapı açılmıştı.

Şaşkınlıkla gözlerimi açtığımda içimdeki korku gitgide yükseldi fakat heyecan da hissedebiliyordum. "Korel," diye fısıldayıp kapının kolunu çevirdiğimde eski kapı gıcırdayarak açıldı. İçeriye girdiğimde gözlerimdeki heyecanla odayı incelemeye başladım.

Ve o an heyecan yerini büyük bir korkuya, korku kaçma isteğine, kaçma isteği ise delirmeye bıraktı.

Bir yatak vardı, bir televizyon, bir koltuk. Pencere tamamen kapalıydı, içerisi ceset gibi kokuyordu, duvarlarda yazılar vardı; tıpkı Prometheus'a ait gibi. Sadece bunlarla da sınırlı değildi; yatakta biri vardı, kolları ve bacakları bağlı. Bir kadın, saçları dökülmüş, benden bile daha zayıf, solgun yüzlü fakat ölü değil kendi dışkısında ölmeye yüz tutmuş bir kadın.

Elimle ağzımı kapattığımda çığlığımı geri yutup geriye kaçtım fakat kadının gözleri hareket ettiğinde beni izlediğini anladım. Bir seruma bağlıydı, üzerinde benimki gibi bir önlük vardı ama benden daha sağlıksız görünüyordu. Ağzı açıktı ama konuşmadan bana bakıyordu. Hissiz miydi, aklı mı yerinde değildi yoksa ölmek üzere miydi anlayamıyordum fakat göz göze geldiğimiz o anlarda bana bakarken ne tarafa gideceğimi bile bilmiyordum.

Korel, Korel neredeydi? Bu kadını o mu bu hale getirmişti? Elimi ağzımdan çekip saçlarıma geçirdim, hayal mi görüyordum yine? Anneme mi dönüşmüştüm?

Kadının bakışlarındaki ifade değişti, kuruyan dudakları aralandı, gözbebekleri büyüdü. Kaşlarım çatıldığında ona doğru korkak bir adım attım, ardından bir adım daha ve onu bir yerlerden tanıdığımı fark ettim. Yaklaştıkça yüzündeki o siması zihnime oturdu, zihnime oturduğu an çığlığımı tutamadım.

Korel'in annesi, İdil Erezli şu an karşımdaki yataktaydı.

Benim günlerce bileğimde taşıdığım bu bileklik, Korel'in annesinin odasını açıyordu ve benim bundan haberim bile yoktu.

"Sen," diye fısıldadığımda ona iyice yaklaştım, ardından gözlerinin içine baktım. Geçmişimdeki anılarda vardı ama bunun dışında Korel'in elindeki bir fotoğraf karesinde de onun yüzünü görmüştüm. Korel annesine hayrandı, onu çok seviyordu ve günlerce o yan odamızda tutsakken biz bu evin içindeydik. Korel bunu biliyor muydu? Korel bunu neden yapmıştı? "Sen..." diye fısıldadım bir kez daha. "Nasıl olabilir?"

İdil Erezli dudaklarını ıslattıktan sonra, "Yaklaş," dediğinde sesi korkutucu geliyordu kulağa. Yaklaşamadım, ona bakmaya devam ettim. "Yaklaş," dedi yeniden. Boğazı çatallanmıştı, berbat görünüyordu. "Yaklaş, seni görmek istiyorum."

Ah, gözleri uzağı göremeyecek kadar zayıflamıştı.

Yaklaştığımda yüzü ile yüzüm arasında birkaç karışlık mesafe kaldı, ardından, "Ben," dedim başımı sallayarak. "Minel Karaer. Doğuş Karaer'in kızıyım, siz annemi tedavi ediyordunuz."

İdil Erezli'nin şaşırmasını bekliyordum ama bunun yerine hafifçe gülümseyip başını salladı ve öksürmeye başladı; öksürdüğü an dudaklarının arasından kanlar çıktı, geriye kaçtım. Öksürmeye devam etti, kanlar yastığına bulaştı, ardından yatağa. Birkaç dakika sonunda ise nefes almakta zorlanırken yeniden bana baktı. "Minel," dedi soluk sesle ve canımı yakan o ismi söyledi. "Korel," dedi. "Korel nerede?"

Herkese onun öldüğünü söyleyebilirdim ama Korel'in öldüğünü ona nasıl söyleyecektim? "Seni buraya Prometheus mu kilitledi?" diye sordum. "Ne zaman?"

"Prometheus," diye fısıldadı, gözlerini kapattı, birkaç kez daha öksürdükten sonra gözlerini açtığında acıyla inledi. "Prometheus," dedi nefretle. "Korel, o nerede?" Sesi düşündüğümden daha yüksek çıktığında iyice geriye gitmek zorunda kaldım. "Prometheus!" diye haykırdı. "O gelecek." Bu kez korkuyla bana baktı. "Gelecek," diye fısıldadı. "Bizi öldürecek, beni mahvedecek. Korel nerede? O gelecek."

"Ne zamandan beri buradasın?" diye sordum dehşetle.

"Korel," diye inledi. "O nerede?"

Dayanamayıp, "Prometheus Korel mi?" diye haykırdım. "Prometheus oğlun mu?"

İdil Erezli bana dönüp öyle bir baktı ki bir an onun bile Prometheus olabileceğini düşündüm ama yeniden öksürmeye başladığında artık kuvvetinin olmadığı aşikârdı. Kollarını ve bacaklarını çözmeli miydim?

"Ah," diye inledi İdil Erezli, ardından tavana baktı. "O öldü, değil mi? Korel öldü, değil mi?" Tırnaklarımı avuçlarıma batırdım. "Demek bunu başardı." Gözlerini kapatıp nefesini verdi. "Prometheus masalını gerçekleştirdi, öyle değil mi? Söylesene, bir zehirle mi öldü?"

Başımı iki yana salladığımda, "Ne biliyorsun?" diye sordum.

İdil Erezli gözlerini açmadan, "Her şeyi," diye fısıldadı. "Ama zamanın yok, Minel. Annenin zamanının olmadığı gibi. Ablanın da öyle. Zamanın yok."

"Ne biliyorsun?" diye haykırıp ona yaklaştım, gözlerini yine açmadı. "Ailem hakkında, yaşananlar hakkında ne biliyorsun?"

İdil Erezli bir nefes verdi ve ikinci nefesini almadan önce, "Prometheus'u ben yarattım," dedi. Gözlerim irice açıldı. "Fakat Prometheus'u ben doğurmadım." Başını iki yana salladı, gözlerini açtığında tavana dikkatlice baktı. "Kendi yarattığım o katil beni bu hale getirdi." Gözleri yavaşça bana döndüğünde acıyla baktı. "Hayat pişmanlıklarla doludur, sen de pişman olacaksın."

"Ne?" dediğimde kapıya baktım.

"Fazla zamanın yok," dedikten sonra gözlerini kapattı. "Diğer odaya geç, Minel. Diğer odaya geç ve gerçeklerle yüzleş."

"Diğer odayı nereden biliyorsun?" diye sordum dehşetle.

"Çünkü bu ev," dedi bayılmadan birkaç saniye önce. "Oğlumla ikimizin eviydi, yani Prometheus ve benim evimizdi."

Continue Reading

You'll Also Like

74K 3.5K 43
!!! #yavbah içinde birinci sırada !!! Başlangıç tarihi: 3 Nisan 2018 Salı Bitiş tarihi: 2 Şubat 2019 Cumartesi (Wattpaddeki ilk Beşinci Mevsim: Sen a...
101K 4.7K 29
-tamamlandı- ... Liyanİlteriş: Aşk izi. HazerErsungur: Ne? Liyanİlteriş: Biyografindeki yazının anlamı. Liyanİlteriş: İspanyolca; aşk izi. HazerErsun...
7.3K 1K 25
[TAMAMLANDI] Minho: İmkansıza inanmam demiştim. • • • Han Jisung okulun ilk haftaları gözünün sadece onu göreceği biri ile tanışır. Onunla sevgili ol...
15.7K 178 13
Beyza Aksoy 7 Nisan 2000 tarihinde dünyaya gelmiştir. İstanbul'da yaşamaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ilgisi olan yazarın Denizimsi, Siyah Kuğ...