EMARE SERİSİ

By asliaarslan

1.7M 105K 139K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... More

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
3. FIRTINA
4. KASIRGA
5. GİRDAP
6. SİS
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 5. BODA
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 14. SANRI
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ

14.7K 1.1K 2K
By asliaarslan

"İnsan öleceği günü hisseder,"demişti bir keresinde annem ben küçükken. Zihnim onu çok başarılı bir şekilde unutsa da bu cümlesini hiçbir zaman unutamıyordu. Aslında zihnimin annemi unutmasının nedeni, bana bir hafıza kaybı yaşatılması değildi; annemin kötü anılarını unutmak istemiştim.

Saçlarımı kestiği o kötü günler, evde bağırarak her şeyi fırlattığı anlar, neredeyse yangın çıkaracağı zamanlar, benim ölmem gerektiğini söylediği cümleler, babamla sonu gelmeyen kavgaları, uykumuzdan çığlıklarıyla uyandırılmalarımız...

Hepsi annemin kötü anılarından ibaretti ama büyüdükçe onun şizofreni hastası olmasıyla yüzleştim; yüzleşme ağır bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı. Onu anlayamamıştım fakat nedenlerin artık o kadar önemsiz olmadığını görmüştüm. Çocukken çoğu zaman ondan nefret etmem ve babamı ondan daha çok sevmem kendi nezdimde şu an büyük bir haksızlıktı çünkü nedenleri vardı.

Babamın nedenlerinden çok daha geçerliydi üstelik.

Bir gece vakti yatağımın başında otururken yine bana taşınacağımızı söylüyordu. Şehri hatırlamıyordum fakat soğuk bir şehir olduğu akımdaydı; öyle soğuktu ki üzerimde iki tane yorgan vardı fakat yine de üşüyordum. Babam evdeki kombiyi ve bütün ışıkları kapatmıştı. Yaşamıyormuş gibi davranıyorduk, Prometheus bizi buldu demekti bu.

"Ben artık çok sıkıldım," demiştim anneme ağlayarak. Onun ölümünden birkaç yıl önce olmalıydı. O gece bana normal bakıyordu, diğer günlerdeki gibi değildi.

"Hepimiz sıkıldık, kızım," dedi annem gözlerini kaçırarak. O anının içinde ablamın olduğuna da emindim ama onu göremiyordum. "Ama yapacak başka hiçbir şeyimiz yok."

"Neyden kaçıyoruz?" diye sormuştum anneme.

"Ölümden," demişti direkt. Babam bu kadar da dürüst olmazdı çoğu zaman.

"Ölümden kaçılmaz ki."

Annem uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Haklısın," demişti başını sallayarak. "Fakat bazen ölüm ecel olmaz, bir insana dönüşür ve peşinde bir bıçakla seni takip eder. Biz o insandan kaçıyormuşuz gibi düşün."

"Ya bir gün kaçamazsak?"

Annem acımasız gözlerle bana baktı. "Bunu düşünme."

"Ya bir gün yolda yürürken sırtımda bir bıçak hissedersem ve oraya yığılıp ölürsem?" dediğimde üzerimdeki yorganı fırlattım.

İşte annem o an, "İnsan öleceği günü hisseder," demişti kendinden emin bir sesle. "Ve öleceğini bile bile o yolda yürümeye devam ediyorsan sen de ölmek istiyorsun demektir. Eğer kaçmazsak öleceğiz, bunu istemiyoruz."

Gözlerim açıldığında, "İnsan öleceğini nasıl hisseder?" diye sormuştum.

"Bir gün bu başına gelirse ve yanında olursam bana da anlat," diyerek kolumu okşamıştı. "Ya da tam tersi ben hissedersem ve sen yanımda olursan ben sana anlatırım."

O yanımda değildi, ben o ölürken yanında olmamıştım. Acaba o gün öleceğini hissetmiş miydi? Eğer hissettiyse neden kaçmamıştı? İnsan öleceğini hissettiği halde o yolda ilerliyorsa bu intihar demek değil miydi?

Hepsinin cevabı şu an bende vardı.

Taksiden inip yürüdüğüm yokuşun sonunda öleceğimi hissediyordum. Annem haklıydı. İnsan öleceğini hissederdi. Sadece kalbinde de değil üstelik. Ellerinde, bacaklarında, karnında, zihninde, gözlerinde, aldığı nefeste.

Bu bir sıkıntı değil, daha çok kurtuluş gibi hissettirmeye başlamıştı. Annemin anlatmak istediği belki de buydu. Korel'e yani Prometheus'a giden o yokuşu tırmanırken içimde bir yerlerde bu hayattan kurtulmanı verdiği huzur vardı; bir yandan da sanki gördüğüm gökyüzü, üzerine bastığım toprak, soluduğum hava daha canlı hissettiriyordu.

Hepsinin tadını alıyormuş gibi, daha önce hiç almamışım da bugün sanki son kez alıyormuşum gibi.

Bunun anlamı, bir insanın kendi ölümünü hissetmesi olmalıydı. Korku yoktu, huzursuzluk yoktu, kaçış yoktu; tek hissettiğim ölüm ve hesaplaşmaydı. Hesaplaşma da öyle kanlı bir hesaplaşma olamazdı çünkü artık kendi damarlarından akacak bir damla kana bile tahammülüm yoktu.

Tırmandım, tırmandım ve tırmandım. Biz aylar önce bu yokuşu Korel'le beraber motosikletle çıkarken nasıl da kısa sürmüştü ve o zamanlar nasıl da heyecanlıydım fakat şimdi kendimi doksanında yaşlı bir kadın gibi hissediyordum, gücüm kalmamıştı. O tepede beni öpmüştü; dudaklarım kurumuştu. Papatyaların arasına beni yatırmıştı, o huzur artık benimle değildi.

Her şey bir oyundan ibaretti. İnsanın hissettikleri kocaman bir yalan çıktığında bir daha o hisleri bile yeniden tatmak istemiyordu. Her şeyden ümidimi kesmiştim, kendimden bile.

Benim yerimde bir başkası olsa belki buraya gelmezdi, biliyordum; belki elinde bir bıçakla gelirdi, belki de bir silah. Her şey bir yana, öfkeyle karşısına dikilirdi fakat artık şunu da biliyordum: Bütün bunlar geçersizdi.

Prometheus yani Korel Edgardo Erezli, tamamen hissiz bir adamdı.

Ablam, annem, Büge. Hepsinin hayatına son vermişti.

Tepenin sonuna geldiğimde gözlerimi kısıp karşıya, o ağacın bulunduğu yere baktım. Akşam olmak üzereydi, gün batıyordu ve güneşin ışığı tam olarak o ağaçlara, yerdeki papatyalara ve sırtı bana dönük duran Korel'in vücuduna çarpıyordu.

Elinde bir şişe vardı, şişeden o papatyalara su döküyordu. Papatyalar ölmesin diye onları besliyordu, benim ruhumun ölümüne gözlerini yuman o adam.

"Çiçekler neden kurur Korel?"

"Onlara iyi bakmazsan kururlar, Turuncu." Elinde bir saksı tutuyordu. "Suyu severler, sevgiyi de öyle. Bu ikisini verirsen asla kurumazlar."

Kaşlarım çatılmıştı. "İnsanlara benziyorlar, ben bir çiçeğim o halde."

Korel gülmüştü. "Sana sadece su ve sevgi yetmez, yetmemeli. Ben sana bu şekilde öğretmedim, Turuncu. Azla yetinme, hep daha fazlası. Çok daha fazlası."

Geçmişteki o anı, yeniden zihnimde döndü. Hatırlamak büyük bir felaketti artık benim için çünkü sahteydi. O gün hissettiklerim, sonrasında hatırladıklarımla hissettiklerim. Ne de güzel bir maskeydi, insan dönüp dönüp inanmak istiyordu.

Sırtı bana dönüktü, tek bir bıçak darbesiyle tıpkı rüyamdaki gibi ölebilirdi; ölürken de gözlerimin içine bakıp yine rollerine devam edebilirdi ama ben onu öldürmeyecektim.

Ben onun gözlerinde kendimi öldürecektim; bu fiziksel bir ölüm de olmayacaktı üstelik.

İlerlediğimde yerdeki otlar hareketlendi ve Korel'in bana dönük sırtı kaskatı kesildiğinde suyun son damlasını papatyaların üzerine döktü. Yürümeye devam ettiğimde şişeyi yavaşça yere koydu ve duruşunu dikleştirdi. Üzerinde siyah bir tişört vardı, altında siyah bir pantolon. Tamamen siyah.

Kalbim Korel'i her gördüğümde heyecanla atardı, duyguların ne olduğu önemsizdi fakat şu an kalbim hissiz bir canavara dönüşmüştü. Tek hissettiğim ama tek hissettiğim kocaman bir acıydı. Günlerdir hissetmediğim o acı, şimdi ona bakarken ortaya çıkmıştı.

Omzunun üzerinden bana baktığında yaprak sarısı gözleriyle karşılaştım, güneş profiline çarpıyordu; saçları daima dağınık dururken bugün derli topluydu. Sanki bir buluşmaymış, bana hazırlanmış gibi görünüyordu. Benim üzerimde ise günlerdir çıkarmadığım o beyaz tişört vardı. Dağınık saçlarım, yürürken yalpalayan bacaklarım.

Tamamen bana döndüğünde benden daha iyi durumda olduğu aşikârdı, elbette ki daha iyi bir durumda olacaktı. Aksi iddia bile edilemezdi.

Birkaç adımın ardından tam karşısında durduğumda aramızda santimler vardı, kalbimle kalbi arasında ise kilometreler fakat gözlerimiz birbirinden ayrılmıyordu.

Bana en son gördüğüm gibi değil, ilk gördüğüm gibi de değil, seneler önce anılarımda yaşayan o Korel gibi baktı. Hayata bağlı, benim için çabalayan, daima umudu olan, sudan korkma yan, motosiklet tutkunu, Teoman konserinde benimle fotoğraf çekilen. Ağladığımda gözyaşlarımı silen, yangından beni kurtaran, ölmemem için elinden geleni yapan.

"Bir gün hayatımdan çıkarsan çok yalnız kalacağım," diye mırıldanmıştım dudaklarımı bükerek. "Ama büyüyorsun, üniversiteye gideceksin, beni unutacaksın."

"Ben seni," demişti ciddiyetle. "Ölsem unutmam Minel, sen benim tek arkadaşımsın, sen benim en sessiz tarafımsın. Sen benim," başını sallamıştı, "çabamsın, çabalama nedenimsin."

Ona baktığımda geçmişin bütün bu anıları kafamın içinde dönüyordu ama bütün bunların yanında artık kötü anıları da görebiliyordum. Geçirdiği öfke krizlerini, geçmişte benim yüzüme kapı kapattığı zamanları, birkaç kez benden bıktığını söylediği anları. Artık onlar da aklımın içindeydi. Ben her şeyi unuturken ve yeniden hatırladığımda kötü anıları da çarşafın altında bırakmıştım.

"Korel!" diye bağırıyordum kapının önünde. "Lütfen aç kapıyı! Neden böyle davranıyorsun? Ben sana ne yaptım?"

"Git başımdan, Minel!" diye haykırıyordu. "Sen benim yanımda hiç olmuyorsun, ben sana bunu yapmazdım!"

"Ne yaptım?" dediğimde ayaklarımı yere çarpmıştım. "Eğer sen dayak yerken seni kurtarmadığım için ise..."

Kapı bir anda açılmış, onu karşımda bulmuştum. "Bıktım senden," demişti ama kinle. "Sadece kendini düşünüyorsun, kendinden başka kimse umurunda değil."

Aklımın bir köşesine onu kurtarmadığım için olduğunu not etmiş olacağım ki, bu anı canımı yakıyordu ama başka bir anı aslında öyle olmadığını gösteriyordu.

"Hani beni bırakmayacaktın?" Ağlıyordum, onların evindeydik ve Korel eşyalarını topluyordu. "Sen gidersen ben ne yapacağım?" Önüne geçtim, beni itekledi, bir kez daha geçtim, yeniden itekledi ardından kolunu tuttuğumda beni öyle bir fırlattı ki duvara çarptım.

"Ne halin varsa gör," dedi acıyla ona bakarken. "Seni artık bu evde istemiyorum, ya sen gideceksin, ya ben."

Yine aklımın bir köşesine babasıyla arası kötü olduğu için beni istemediğini not etmiş olacağım ki, bu anıda da onu affedebiliyordum ama şimdi görüyordum, babası hep oradaydı. Beni istememesi için neden yoktu.

Derin bir nefes verdi, geri alırken omuzlarını dik tutmaya çalıştı. "Geleceğini biliyordum," dedi dudaklarını ıslatarak. Dinç görünüyordu hatta öyle ki yüzünde bir gülümseme vardı. Bu gülümseme korkunç bir gülümseme değildi, beni gördüğüne mutlu olmuş gibiydi. "Beni hiç şaşırtmıyorsun."

Yüzüne bakarken onun aksine asla gülümseyemedim. "Senin de beni görmek isteyeceğini biliyordum," dedim başımı sallayarak; etrafımızı gösterdim. "Ve böyle manidar bir yer seçmene de hiç şaşırmadım."

Yarım adım attığında başka bir zaman olsa ondan kaçardım, bir başkası da kaçabilirdi fakat ben sabit durmaya devam ettim. "İnsan kendini mutlu hissettiği yerleri son kez görmek istermiş, Minel," dedi başını aşağı yukarı sallayarak. "İnsan ona mutlu hissettiren kişileri de son kez görmek istermiş." Biraz daha yaklaştı, aramızda bir adımlık mesafe kaldı. "Buradaydık, mutluyduk, biz beraberdik; bak, orada papatyalar var, hâlâ canlı." Dudağının kenarıyla gülümsedi. "Sen yine unuttun o papatyaları, bense gelip gidip suladım, ölmesinler diye. Beni yine şaşırtmadın."

Başımı ağır ağır iki yana salladığımda, "Bunları söylemek için beni çağırmış olamazsın," dedim sakin bir sesle.

"Evet, bunları söylemek için çağırmadım." Onaylarken gözlerinden derin bir ifade geçti. "Ben konuşmak için çağırdım seni ve anlatmak için."

Gülmeye başladığımda onun yüzündeki ifade huzurdan o kadar uzaktı ki, bu onu dehşete düşürdü bir an, ardından gözlerini kıstı. "Ne anlatacaksın?" diye sorduğumda gülüyordum fakat gözlerimin içi gözyaşlarımın akmaması için çabalarken yanıyordu. Merhameti yoktu, vicdanı yoktu; hâlâ rol yapıyordu. Amacı her neyse beni mahvetmek istiyordu, o mahvedişin ardından bir kez daha ruhumu öldürmek. "Bir planın var, değil mi?" Sorduğum soru, yüzündeki ifadenin değişmesine neden oldu. "Zaman kazanmaya çalışıyorsun."

Korel'in yüzüne hayal kırıklığı oturduğunda dudaklarını bir birine bastırıp yutkundu. "Bir planım var, evet," dediğinde acımasız bir tavır bekledim fakat o acımasızlık yoktu. "Fakat ondan önce beni dinlemeni istiyorum, bir kez dinlediğinde..."

"Ne anlatacaksın?" diye bağırdığımda gözlerimin önünde Büge'nin o salıncakta asılan bedeni vardı. "Ne anlatacaksın?!"

"Minel," dedi Korel kısık bir sesle hatta fısıldayarak. "Bir kez olsun beni dinlemeyi seçemez misin?" Sadece şimdi için değil, bütün zamanlarımız içindi. "Bir kez olsun, Minel, bir kez olsun cümlelerimi yarıda kesmeden beni dinleyemez misin?" Yeniden yutkundu ve başını omzuna doğru yatırdı. "Bunu bana herkes yaptı; babam, Korhan, annem, okuldaki öğretmen, hiçbir zaman dostum olmayanlar, çoğu zaman Gürkan ve sen..." Derin bir nefes aldı. "Herkes bunu bana yaptı ama en çok senin yaptığın beni etkiledi çünkü ben, senin bütün cümlelerinden anlam çıkarabilecekken sen benim cümlelerimi bile dinlemek istemedin. Geçmişte, şu anda ve..." Sustu, gelecekte demedi, bunu söylemek istemedi.

Tiksintiyle burnumu kırıştırdığımda, "Şimdi de benim sana yaptıklarımı mı konuşacaksın?" diye sordum.

Korel gülümsediğinde hayal kırıklığı hâlâ yüzündeydi. "Hiç konuşmadım ki senin bana yaptıklarını," diye yanıt verdi. "Sen kendinden bile yaptıklarını gizlerken, ben senden nasıl gizleyemezdim?"

Gözlerimi arkasındaki ağaca çevirdikten sonra uçuruma baktım. "Benimle oynadın," dedim dürüstçe. "Merkeze ilk geldiğin günden beri benimle oynadın."

"Evet," dedi hızla. "Seninle oynadığım zamanlar oldu."

"Beni bir morga götürdün," dedim.

"Evet," dedi yeniden. "Hepsi roldü, sana geçmişte yaptıklarını göstermek istemiştim." Dudaklarım aralandığında bu kadar dürüst olması can yakıcıydı. "Hiçbir şeyi hatırlamıyordun, beni hatırlamıyordun; yaptıklarını, o günleri, benim yaşadıklarımı..."

"Hangi yaşadıkların?" diye haykırdığımda, birkaç kuş ağaçtan uçmaya başladı. "Bütün yaşadıkların yalandı, sen zaten Prometheus'tun!" Kaskatı kesildi, titredi ve gözlerine acı verici bir ifade yerleşti: haklılık. "En başında bana oyunlar oynadın sonra yaşanmamış gibi devam ettin, aklımı kaçırmamı istedin. Yetmedi, aşağıladın; bana acıdığını söyledin." Acıdan vücudum titriyordu. "Hepsinde seni haklı çıkaracak nedenler aradım, o dansın ardından bir yangının ortasında beni bırakıp gittin, o görüntülerde arkamda çello çalıyordun ve sonra geri geldin. Hiçbir aklı başında insan senin yanına yaklaşmazdı; ben seninle öpüştüm, seviştim, savundum, çırpındım! Bunların tek nedeni ise sana inanmak istememdi, çektiğin acıyı görmüştüm. Öyle kolay affedilmezdin; ben sadece tek bir anıyla, o sorgu odasındayken kendi içimde seni affettim." Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde sakin gözlerle bana bakıyordu. "Kalbin için savaştım, hayatın için, haklılığın için! Çünkü sana inandım, ben sana daima inandım!"

"Ve şimdi inanmıyor musun?" diye sordu.

"Sana inandığım için aklımı kaçıracak duruma geldim hatta belki artık delirdim ama son ana kadar senin için çabaladım!"

"Bana artık inanmıyor musun?" diye sordu yeniden.

"Mahkemeden kaçtın, sana yine inandım! Büge öldü, sana inandım! Prometheus'un yüzünde Joker maskesi vardı, yine sana inandım! Her şekilde sana inandım! Bir başkası olsa ilk dönemeçte inanmaktan vazgeçerdi, senden kaçardı ama ben senin için çabalamaya devam ettim!" Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında günlerdir dilimin altında saklı kalanlar ortaya çıkıyordu. "Ve Prometheus'un evini buldum!" Gözlerine hissiz bir ifade oturdu. "Oradaydın, seni gördüm, bir bıçak çektin bize, Gürkan'ı öldürecektin fakat ben o an bile sana inandım!" Öyle bir ağlıyordum ki söylediklerim bazen anlaşılmıyordu. "Son ana kadar sana inanmaya devam ettim!"

Biraz daha bana yaklaştığında onu sertçe göğsünden itekledim. "O an beni öldürsen bile sana inanırdım, biliyor musun? Derdim ki, öldürmesi için de bir neden olabilir ama Korel, sen benim kendi canıma kıymama izin verdin." Gözlerini kapattı, başını önüne eğdi. Elleri ceplerindeydi, belki de birazdan cebinden bir bıçak çıkarıp bana saplayacaktı, gözünü bile kırpmadan ama umurumda değildi. "Sen," dedim üzerine bastıra bastıra. "Benim kendimi öldürmeme izin verdin."

Bileğimi öne uzattım, çenesini tuttum ve gözlerini açmasına neden oldum. Bileğimde ki o kesik izini gösterdim. "Tam karşındaydım, bıçak keskindi, bileğime dayayıp kaydırdım; gülümseyerek bana baktın. Sen o bıçağı kalbime saplasan bile sana inanırdım ama kendime bunu yapmama izin verdiğin an sana inancım bitti." Ellerim titriyordu, çenesini sertçe itekledim. "Çünkü bir bileği sevmeyi ve sarmaşıkları bana sen öğrettin, o bileği kesmeyi senin yaptıracağınla da yüzleştim. İşte bu, Prometheus olduğunun en büyük kanıtıydı."

Yutkunduğunda güneş gitgide yok oluyordu; profiline vuran ışıkta keder aradım, acı ya da merhamet fakat tek his, hayal kırıklığıydı. Öyle bir hayal kırıklığıydı ki daha önce bunu hiçbir zaman onun yüzünde görmemiştim.

"Ve o günden sonra düşündüm, düşündükçe tam da o gün söylediğin gibi aptallığımı gördüm. Öyle bir aptaldım ki asıl gerçekleri görmemiştim. Öyle bir aptaldım ki senin beni sevdiğini düşünmüştüm ama sonra sevmediğini kanıtlayan birçok detayla yüzleştim." Başını yeniden önüne eğdiğinde çenesinden tutup kaldırdım bir kez daha. "Seni unutturdukları için çektiğim acıya bile değmezdin, Korel. Sen hiçbir şeye değmezdin. Biliyorum, bu cümleler senin canını yakmıyor çünkü hislerin yok, biliyorum; bir oyunun içindeyiz yine ve belki de birazdan beni öldüreceksin ama sen de bil diye söylüyorum, bir zihinde bile yaşayamayacak kadar iğrenç bir insansın."

"Böyle söyleme," dedi fısıldayarak. Onu unutmam en büyük zaafıydı, bunun nedenini belki de hiçbir zaman anlamayacaktım, o da anlatmayacaktı fakat zaafının üzerine bıçağı geçirirken bir an bile olsun canım yanmamıştı. "Böyle söyleme, Minel. Her şeyi söyle bana, bugün bunu söyleme. Ben bunu bilerek..."

Aşağılayarak ona baktım. "Seni bana unutturmaları benim için en büyük hediyeymiş," diye mırıldandım. "Ve şimdi elime bir fırsat verilse bunu bir kez daha yapmalarını isterim, bu kez bunu ben isterim."

Dinledi, dinlerken kılını kıpırdatmadı hatta nefes bile almıyor gibiydi. Bir şeyler söylemesini bekledim ama söylemedi, öylece yüzüme bakmaya devam ettikten sonra, "Beni yeniden mi unutmak isteyeceksin?" diye sordu. Bütün o söylediklerimden çekip çıkardığı cümle bu olurken sonrasında hemen düzeltti, sesine yansıyan büyük bir acı vardı. "Beni sana unutturmalarına yeniden mi izin vereceksin?" diye sordu.

Sertçe onu itekledim, ardından bir kez daha ve bir kez daha. Geriye giderken bana karşı gelmedi. Ben ağlıyordum ve o öylece beni izliyordu. "Bana gerçek seni göster," deyip son kez itekledim onu. "Bırak bu numaraları, gerçek yüzünü göster! Bileğimi keserken gülümseyen o adamı göster!" Neden rol yapıyordu? Neden bütün bunları gerçekleştiriyordu? "Konuşsana! Anlat! Kim olduğunu söyle, yeniden! Neden susuyorsun?" Sesim o uçurumun kenarında çınlıyordu. "Sana yeniden inanmam için yapıyorsun, değil mi? Bu da bir oyun, değil mi?" Gülmeye başladığımda ellerimi saçlarıma geçirdim. "Bu mu sana keyif veriyor? Sen iğrenç bir adamsın! Hayatın oyun üzerine kurulu! Aptaldım! Aptalım fakat sen de aptalsın! Sana hâlâ inanacağımı mı sanıyorsun?"

"Minel," dedi Korel, o an sesinin titrediğini duydum hatta gözleri dolmuştu. Öyle yetenekli bir oyuncuydu ki dolan gözlerinin ardında yatan o cani adamı görebilmek için dikkatlice ona baktım fakat hayal kırıklığı ile acıdan başka hiçbir şey göremedim. "Minel," dedi ve bir anda elleri ellerimi buldu. "Unutacak mısın beni yeniden?"

Elimi elinden kurtardığımda, "Bana dokunma!" diye bağırdım. "Bana artık şu adamı oynamaktan vazgeç, bana gerçek seni göster." Ellerim buz kesmişti, dokunduğu her yer sızlıyordu. "Kahretsin, neden yapıyorsun?" diye fısıldadığımda canımın acısı artık vücudumu da etkilemeye başlamıştı, titriyordum. "Görmüyor musun, Korel?" diye sordum. "Bittim, tükendim, mahvoldum; hepsini sen yaptın. Hislerin yok, duyguların da öyle, biliyorum ama yetmez mi?" Başını iki yana salladığında söylediklerim ona ağır geliyormuş gibi davranıyordu. "Korel," dedim fısıldayarak. "Eğer için rahatlayacaksa söylüyorum sana; beni zaten öldürdün, sadece bomboş bir şekilde kalbim atıyor, eğer ona da son vermek istiyorsan durma, devam et ama artık bana bunu yapma çünkü her şey için yeterince pişmanım, bu andan sonra başka pişmanlıklarım olsun istemiyorum."

Kendi içinde bir savaş veriyormuş ya da bir karar aşamasındaymış gibi bana bakarken, "Beni hiç görmedin," dedi kısık sesle. Gözünden bir damla yaş aktığında kalbimin sızladığını hissettim; bu sızı bile bir hastalıktı benim için. Söküp atmak istiyordum. "Bana hiç gerçekten dokunmadın, Minel." Elini öne uzattı, tersindeki izi gösterdi. Bıçak izini. "Bana hep bunu yaptın, son kez dokun, dokun ki iyileşsin, öyle rahat edeyim. Son kez sarıl, hiç sarılmadın Minel. Son kez sarıl, kendimi iyi hissedeyim." Şu an söylediklerinin ne olduğu umurunda değilmiş gibiydi, plansızdı. "Son kez öp," dedi ve gözünden bir damla yaş daha aktı. "Çünkü hatırla, seni seven bir adam öpecekti seni, böyle konuşmuştuk eskiden. Şimdi öp beni, bu dileğin gerçekleşsin."

Acıyla gülümsediğimde elimin tersiyle gözlerimi sildim. "Şimdi de beni sevdiğini mi söyleyeceksin?" diye sordum.

"Minel," dedi elini daha öne uzatarak. "Lütfen, Minel. Son kez Minel." Beklemedi, elimi tuttu ve avcum elinin tersindeki bıçak izini okşadı. "Yeniden yaşatma, Minel," diye fısıldadı. "Hatırla, hisset."

İstediği gibi ona dokunmadım, elimi onun elinden kurtardım. İlk tanıştığımızda bana beyaz güvercinleri özgür bırakmayı öğreten kişi Korel'di; onu artık hatırlıyordum, geçmişteydi.

"Korel," diye mırıldandım yüzündeki acıyı görmezlikten gelerek. "Özgür bırakılması gereken sadece kuşlar değildir, benim geçmişim senin ellerinde tutsak kalmış. Beni özgür bırak. Kim olduğunu artık biliyor ve hatırlıyorum." Sustu, bu suskunluk ise kabullenişti. Beni uykumdan uyandıran Prometheus'tu ama yeniden uyutacaktı çünkü ona ne olursa olsun izin verecektim, her şeye rağmen. Biliyordum, zorlarsa yeniden ona inanacaktım; biliyordum, şimdi mantıklı açıklamaları olsa üzerlerini kapatacaktım her şeyin. "Ya da anlat," diye fısıldadım. "Bütün her şeyi anlat, bu aptal kızı bir kez daha kandır."

Korel kafasını iki yana sallarken, bir anda dizlerinin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Anlatamam!" diye haykırdı. "Anlatamam çünkü yine anlamayacaksın!" Ellerini yerdeki otlara geçirdiğinde, "Konuşamam çünkü inanmayacaksın!" diye devam etti. "Yine aynı şey oluyor! Yine aynı şey oluyor ve sen yine benden nefret ediyorsun! Bana inanmıyorsun!" Ellerini saçlarına geçirdi, başını kaldırıp bana baktığında yanaklarından yaşlar benimkilerden hızlı süzülüyordu. "Bana inanacak mısın?" diye sordu. "Anlatsam inanacak mısın? Eğer gerçekten inanacaksan anlatırım, Minel çünkü sen her inandığını söylediğinde aslında inanmıyorsun." Bir anda eli elimi tuttuğunda parmakları bileğimdeki o kesik izinde dolaştı, sonra beni çektiğinde gücüne karşı gelemedim, ben de onun gibi dizlerimin üzerindeydim. Ağlaya ağlaya dudaklarını bileğime yasladığında, "İnanacak mısın?" diye sordu acıyla. "İnanırsan sana anlatırım; söz veriyorum, çabalarım, kalbimi bile iyileştirmenin yollarını bulurum. İnanacak mısın, Minel? Gerçekten inanacak mısın?"

Elimi bu kez çekemedim, ayağa kalkamadım, oradan uzaklaşamadım. Ağlamaya devam ederken kalbimin sesini artık duyamıyordum çünkü üzerinde kocaman bir taş tabakası vardı; o taş tabakası kırılacak gibi değildi. "Sen olsan sana inanır mıydın?" diye sordum.

"Ben olsam bana inanmazdım belki," dedikten sonra bileğimi çekip kalbinin üzerine koydu. "Fakat sen ne şekilde olursan ol, sana inanırdım. Korel'in Minel'i var ama Minel'in Korel'i hiçbir zaman yok, değil mi? Bu hep böyle devam edecek."

İnanmıyormuş gibi kafamı iki yana salladım. "Bana Prometheus olmadığını kanıtlayabilir misin?" diye sordum, bileğimi çekmeye çalışarak ama asla izin vermedi ve sessiz kaldı. "Bana Prometheus olmadığını söyleyebilir misin? Bana o gün bizi öldürmeyeceğini..."

"Minel," dedi sözümü yarıda keserek. "Bana yine o günkü gibi bakıyorsun."

"Hangi gün?"

"Bana inanmayıp o adamlara verdiğin gün gibi bakıyorsun." Kısık sesle bana eğildi. "Bana işkenceler çektirdi; beni yaktı, denek yaptı. Sen beni bıraktın onun eline. Şimdi yine öyle bakıyorsun."

Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildiğimde, "Sen olsan nasıl bakardın?" diye sordum.

"Ben, bana hiçbir zaman severek bakmazdım," dedi bu kez. "Ama sen olsaydın seni korurdum." Diğer elimi de tutup kalbinin üzerine koydu. "Minel, yeniden aynı şeyleri yaşayamam, beni duydun mu? Tek sen varsın, vardın, başka kimse yoktu. Yeniden aynı şeyler yaşanamaz." Korku gözlerindeydi fakat daha derinlerde artık o cani ruhunu görebiliyordum. "Beni koruyabilir misin?" diye sordu. "Bu kez bunu yapar mısın?"

Kalbi avcumun içinde öyle hızlı atıyordu ki bunu nasıl başardığına anlam veremedim. "Sen olsan korur muydun seni?" diye sordum ben de karşılık olarak.

"Ben olsam beni korumazdım," dedi. "Fakat senin için kendimden bile vazgeçtiğim zamanları biliyorum."

"Peki Korel," dedim gözlerinin içine bakarak. "Beni kendinden koruyabilir misin?"

Bu soru, Korel'in sanki o az önceki karar vermeye çalıştığı yolun sonuydu. "Seni kendimden koruyamam," dedi sanki büyük bir itirafta bulunarak. "Ama keşke sen beni benden koruyabilseydin, Minel. Keşke sen beni," yüzüme yaklaştı, "benim seni zamanında koruyabildiğim kadar koruyabilseydin. İşte o zaman hiçbir şey için son olmazdı ama görmüyorsun, duymuyorsun, dokunmuyorsun. Ben seni kendimden korumak için bile her şeyi yaparım."

"Bu da ne demek?" diye sorduğumda başını iki yana salladı. Gözlerini kapattı, dişlerini sıkarak hırladığında geriye kaçmak istedim ama izin vermedi. Yeniden gözlerini açtığında öfkeyle bana bakıyordu.

"Bir daha aynı şeyleri yaşamayacağım," dediğinde gözlerinde acımasızlık vardı. Artık ellerimi sımsıkı tutuyordu, acıtacak kadar. Öfkesi bana mıydı? Öfkesi kimeydi?

"Bırak," dediğimde canım acıyordu ama umurunda değildi. "Bırak," dedim bir kez daha ama daha sıkı tuttu, gözlerini ise gözlerimden kaçırmadı. "Bırak!" diye haykırdığımda başımı çevirip arkama baktım ve yeniden ona döndüm. "Bırak, senin için buradalar! İzleniyorsun! Polislere haber verdim! Bırak beni!"

Zaman birkaç saniye durdu; Korel elektrik çarpmış gibi ellerini ellerimden uzaklaştırdığında geriye kaçmaya çalıştı, ayağa kalktı, yeniden düştüğünde benim geldiğim yöne baktı. Başını iki yana salladığında artık tamamen kalpsiz görünüyordu. Gözleri bana döndüğünde, "Biliyordum," dedi kısık sesle. "Bir kez daha bunu yaşatacağını biliyordum."

Geldiğim yönden polisler çıkmaya başladığındı. En arkada Korhan göründüğünde Korel'in arkası uçurumdu, önünde ben vardım, diğer tarafta ise polisler. Artık kaçacak hiçbir yeri yoktu.

"Herkes yaşattıklarının bedelini öder elbet," dediğimde gözlerimi sakince sildim ve ayağa kalkıp ona yaklaştım. "Bu kez ben sana oyun oynadım."

Fakat onun gibi hissiz değildim, olmuyordu işte. Canım öyle bir yanıyordu ki ne olursa olsun ona ihanet ediyormuş gibi hissediyordum. Bakışları bana kaydığında nefreti ya da öfkeyi görmeyi bekledim ama bu duyguların yerine yine kırgınlığı gördüm. "Yaptığım her şey için çok pişmanım," dediğinde bu belki bir itiraftı, belki de bir oyundu, yine bilmiyordum fakat artık ağlamıyordu.

Polisler arka tarafımda kaldı, Korhan da öyle. Tamı tamına on sekiz polis memuru Korel için yani Prometheus için oradaydı.

"En çok ne için pişmansın?" diye sorduğumda annemi, ablamı ve belki Büge'yi söylemesini bekledim.

"O yangında kendimi öldürmediğim için," dediğinde duvara çarpmış gibi oldum. "Çünkü eğer o gün ölseydim sonrasında bütün bunlar yaşanmayacaktı."

Dizlerinin üzerindeyken bana öyle bir bakıyordu ki kendimi onun gözlerinden görseydim ne hissederdim, düşünmeden edemedim. Arkama baktıktan sonra ellerini cebine yerleştirdi; o sırada bütün polis memurları silahlarına davrandı, herhangi bir hamlesinde onu öldürmek için. Korel gülümseyerek ellerini cebinden çıkardı ve bana bakmaya devam etti.

"O gün ölmeyi dileyen tek kişi sen değilsin," diye mırıldandığımda dizlerim titriyordu fakat dik durmaya çalışıyordum. "Çünkü ben de artık yaşıyor sayılmam."

"Yaşa, Minel," dediğinde gözlerinde hayal kırıklığı vardı, sesinde acı ve duruşunda çaresizlik fakat bana yine de yaşamamı söyledi. "Ve yaşamaktan hiçbir zaman vazgeçme. Hayatının belirli bir döneminde ben vardım, seninle üç kez tanıştık ama dinle, dört olmayacak çünkü Korel Erezli'nin dördüncü şansı olmaz, ne başkaları ne kendisi için." Sol avcunu açtığında içinde küçük bir şişe gördüm, siyah bir sıvı. "Ve beni bir gün anlamak değil, dinlemek istersen sana bıraktığım o mektubu oku. O mektup bütün zamanlarıyla Korel Erezli'den sana yazıldı." Şişenin küçük mantar kapağını açtığında gülümseyerek bana bakmaya devam etti. "Kurtuluşum yok, bir kez daha aynı acıları yaşamayacağım ama dinle, senden de kötü ayrılmayacağım."

"Korel," dediğimde elinde duran o minik sıvıya bakıyordum ve kalbimin üzerinde büyük bir bıçak hissediyordum; artık kalbim canlıydı, taş çatlamıştı ve korkuyla atıyordu. Her ne olursa olsun, ona bakarken hissettiklerimin geçmediğini şu an anlayabiliyordum. Bunu herkes farklı adlandırabilirdi ama ben, Korel Erezli'nin acı çekmesine bile dayanamıyordum. Hisler insanı yaşatırdı; hâlâ yaşıyordum.

Dakikalardır son demesinin nedeni, benim ölümüm değildi; son kez burada buluşmasının nedeni benim ölümüm de değildi. Her şey planlıydı, her şey bir oyundu, doğru ama sonunda öldürülecek kişi ben değildim, kendini öldürecek kişi Korel'di.

"Seni affettim, kendi içimde," deyip şişeyi havaya kaldırdı. "Sen de ne olursa olsun kendini affet ve beni unutma, iyi veya kötü. Eğer ben bir kalpte yaşamaya devam edeceksem o kalp sadece senin kalbin olsun istiyorum. Hayır, bakma öyle, beni sana unutturdular, sen beni hiç unutmak istemedin." Gülümsedi, acılı bir gülümsemeydi. "Bu kez kendin de unutmak isteme, senden tek isteğim bu."

Korel bana veda ediyordu, anlamıştım, elindeki bir zehirdi ve intihar edecekti. Cebinden bir bir bıçak, silah ya da neşter çıkarabileceğini düşünürdüm fakat Korel, kendi intiharı için bir zehir çıkarmıştı. Belki de öleceğimden emin olarak geldiğim bu uçurumun kenarında Korel'in ölümüyle yüzleşecektim. Hayır, bu olamazdı; kâbusumda bile kaldıramadığım bu hisle, şimdi gerçekte yüzleşemezdim.

"Korel," dediğimde dizlerimin üzerine çöküp ellerimi kaldırdım. "Bu değil, hayır değil." Gözlerimden yeniden yaşlar akmaya başladığında arkama baktım; polis memurları ve Korhan büyük bir şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. "Bu değil!" dediğimde şişeye uzanmak istedim ama havaya kaldırdı, dudaklarına götürüp tek yudumda içtiğinde acıyla haykırdım. "Korel, hayır!"

Şişeyi fırlattığında uzanıp yüzünü tuttum; ardından polislere, "Yardım edin!" diye bağırdım, sonrasında ise gözlerinin içine baktım. "Hayır," dediğimde gülümseyerek bana bakıyordu. "Hayır, Korel. Bunun da rol olduğunu söyle. Rol, değil mi? Kaçmak için mi?" Arkama baktım, ona doğru eğildim. "Rol yaptığını söyle; kurtulmak için, değil mi? Hastaneye kaldırılacaksın ve oradan kaçacaksın, değil mi?"

Gülümseyerek bana bakmaya devam etti. "Zehir kurtuluştur ve Prometheus'un zehri içtiği yer onun yuvasıdır," dedi kendi dilinde yazdığı o masalla. "Prometheus'u öldürüyorum, yuvasında." Titremeye başladığında yüzünü daha sıkı tutup bağırdım. "Bak, burası da benim yuvam; öldüğümde buraya gömüleceğim. Bir mezar taşım bile olmayacak ama mezarım olacak, ölümü bile yakmayacaklar. Beni buraya gömecekler, Minel; her şey planlıydı, bunu da planladım." Başıyla papatyaları gösterdiğinde daha fazla titredi, ardından dengesini sağlamakta güçlük çekti. "Kurtuluyorum, Minel," dediğinde gülmeye başladı fakat gözleri acıyla doluydu. "Kurtuluyorsun, kurtuluyorlar. Seni kendimden koruyorum."

"Korel," dediğimde ona daha fazla yaklaştım ve başı geriye gitmeye başladığında diğer kolumla vücudunu sardım. Başı omzuma düştüğünde polislere yeniden dönüp bağırdım. "Ambulansı arayın!" Korhan benim olduğum tarafa koşmaya başladığında Korel'in başını kaldırıp ona baktım ve o an, burnundan kan gelmeye başladığını gördüm. "Korel!" diye haykırdığımda başı dengede değildi ama hâlâ gülümsüyordu. "Lütfen!" Bu kez başı yana düştü, onu tamamen kucağıma aldığımda gözleri gökyüzündeydi. Ben ufacıktım, onun boyu upuzundu fakat şimdi kucağımdaydı; ölmeden önce o benim kollarımdaydı. "Hayır," diye fısıldadım. "Bu değil, bunu istemiyorum." Hıçkıra hıçkıra ağlarken başını kaldırmaya çalıştım ve o an ağzından da kanlar gelmeye başladı, vücudu ise daha fazla titremeye. Korhan arkama geldiğinde acıyla haykırıyordum.

"Ambulans geliyor," dedi Korhan da eğilerek, sesindeki korkuyu işittim. Korel'in yere attığı o şişeyi eline alıp, "Siktir," diye fısıldadı. "Siktir!"

"Korhan," dedim ve yeniden Korel'in başını kaldırıp gözlerinin içine baktım. Gülümsemesi bir an bile silinmiyordu fakat gözünden bir damla yaş aktığında canının acıdığını hissedebiliyordum. "O buz gibi," dedim; kollarımın arasındaki vücudu buz gibiydi. "O çok soğuk!" Kendime çektiğimde nefes alıp almadığına baktım, alıyordu fakat çok kesik nefeslerdi; kalbine baktım, zar zor atıyordu. "O ölüyor!" diye bağırdım. "Rol yapmıyor! Ölüyor! O buz gibi!" Ellerimi yüzüne yerleştirdim, avuçlarıma onun kanı dolduğunda başımı iki yana sallayıp yalvarmaya başladım. "Lütfen," dedim. "Yalvarırım, ölme. Bu şekilde değil. Hayır, değil."

Kurtuluyorum, demişti; yüzündeki gülümseme ölmeyi dilediği içindi fakat bana bakarken sanki bir dünyayı benimle paylaşmak istiyordu. Korel'e günlerce sarılmamıştım ama şimdi, o ölürken sarılıyordum; farkındaydı, farkındaydım. Farkında olmak her şeyi daha berbat bir hale getiriyordu.

"Senin için," dedi zorlukla konuşarak, ağzından kan akıyordu. "Senin için vücudumun sıcak olmasını isterdim ama yanmaktan korkuyorum."

Gökyüzünde güneş tamamen kaybolduğunda Korel Erezli son kez gözlerimin içine baktı, ardından başı sağa düştü, vücudundaki titremeler durdu ve son nefesini verdi. Kucağında duran sağ eli hissizleştiğinde parmakları açıldı ve o avcunun içinden içi kırmızı benekli siyah bir bilye düştü, yuvarlandı, ortasında durduğumuz papatyaların içinde kayboldu ve uçurumdan aşağıya gitti.

"Korel," dedim fısıldayarak ve yüzüne yaklaştım. Gözleri açıktı, ağacın olduğu tarafa bakıyordu ama tamamen hissizdi, gözünden bir damla yaş daha aktı, dudaklarındaki tebessüm yok oldu. Yüzümü yüzüne yaklaştırdım nefes alıyor mu diye fakat nefes almıyordu. Kulağımı kalbine dayadım, o bozuk dediği kalbinde artık atış yoktu. "Korel," deyip elimle yüzünü birkaç kez tokatladım, ardından yeniden nefes alıyor mu diye baktım. "Korel!" diye haykırdığımda kollarımın arasında bir bez bebek gibiydi fakat hareket etmiyordu. Burnumda kan kokusu vardı, onun kanının kokusuydu.

Hayır, rol yapıyordu; o Prometheus'tu. Bu bir roldü, bir oyunu olmalıydı, geri gelecekti. Yüzünü yeniden çevirdim, açık gözleri bomboş bakıyordu, yanakları hem kandan hem yaşlardan ıslaktı. Yanağımı yanağına dokundurdum; öyle soğuktu ki ateşten korkan adamın bu kadar soğuk olması da onun cenneti demekti, biliyordum ama ben artık cayır cayır yanıyordum, cehennem buradaydı, tam kalbimin içindeydi.

"Korel!" diye ağlamaya başladığımda onu çekip sarıldım ve hemen arkasındaki Korhan'a bakarak, "Rol yapıyor," dedim. Korhan dolu gözlerle bana bakıyordu. "Rol yapıyor şu an." Ambulansın sesi geldi, gülmeye başladım. "Korel, kalk, rol yapıyorsun, biliyoruz." Geriye çekilip saçlarını avuçladım, ardından gözlerinin içine baktım. "Korel, boş bakıyorsun yine, maske mi taktın?" Korhan'a dönüp kısık sesle fısıldadım. "Sanırım kurtulmak için yapıyor," dedim. "Hastaneye götüreceğiz ve oradan kaçacak, değil mi?" Sağ elini tuttum. Bileğini parmaklarımın arasına alıp nabzına baktım, atmıyordu. Kulağıma dayadım, arkada sesler vardı; bu yüzden atışlarını duymuyordum herhalde. "Tamam, pişman olduğuna inanıyorum artık," dedim ağlaya ağlaya. "Aç gözlerini."

"Minel," dediğinde Korhan'ın da ağladığını fark ettim.

Yeniden Korel'e sarıldım. "Bu kadarı çok fazla," dediğimde bu kez parmağımla boynundaki nabzına baktım; hayır, atmıyordu. "Bu oyun en kötüsüydü, beni duydun mu?"

"Minel," dedi Korhan, elini omzuma koydu ama onu silkeledim.

"Kalp yetmezliğin var senin," deyip kaşlarımı çattım. "Böyle rol yaparsan gerçekten ölebilirsin..."

"Minel, o öldü!" diye bağırdı Korhan ve arkamda hareketlenme oldu. Bir anda çenemi tuttuğunda bakışlarımız kesişti. "O öldü! Rol yapmıyor!"

"Hayır," diye inlediğimde yüzümü elinden kurtardım ve Korel'i kendime daha fazla çektim. "Prometheus ölmez, neden ölsün? Onun hisleri yok ama Korel pişmandı." Yüzünü yeniden tuttum, teni daha da buz gibi olduğunda sağlık görevlilerinin etrafımızı sardığını fark ettim. Birileri beni çekmeye çalıştı ama Korel'i bırakmadım. "Hayır!" diye haykırdığımda az önce gözlerimin içine bakıp konuşan adamın şimdi bu kadar hareketsiz durması öldüğünü mü gösteriyordu? "Hayır," diye haykırdım bir kez daha fakat beni öyle bir çekiştirdiler ve Korel'i kollarımdan öyle bir aldılar ki karşı gelemedim. "Hayır, o ölmedi! Ölemez!"

Korhan karşıma geçip bir şeyler söyledi, eli yüzümü buldu, omuzlarıma dokundu fakat avazım çıktığı kadar bağırıp onun yanına gitmek istiyordum. Sağlık görevlileri onu papatyaların ortasına yatırmışlardı, papatyalarda kanlar vardı. Korel'e müdahale ediyorlardı ve biliyordum, birazdan gözlerini açacak, rol yaptığını söyleyecekti ya da kurtulmak için bir çaba gösterecekti. Sağlık görevlileri birbirlerine baktıktan sonra Korhan'a başlarını iki yana salladıklarında dizlerimin üzerine çöküp haykırmaya devam ettim.

Hayır, ölemezdi. Hayır, az önce kollarımda onun ölü bedeni yoktu; hayır, Korel'in ruhu benden uzaklaşmış olamazdı.

Ona gitmeye çalıştım, izin vermediler; kendime zarar vermek istedim, ellerimi tuttular; çırpındım, çırpınışlarımı engellediler.

Beni öptüğü o uçurumun kenarı, kendimi en huzurlu hissettiğim yer, şimdi Korel'in mezarı olmuştu.

Annem haklıydı, insan öldüğü günü hissederdi.

Günlerden 2 Ağustos'tu, Korel Erezli bir zehirle kendini öldürmüştü, onunla beraber ben de burada ölmüştüm; yaşamaya devam edecek olan tek şey, benim vücudumdu. Ruhum ise onunla beraber elinde sakladığı, çocukluğundan kalma o bilyeyle uçurumun kenarından atlamıştı.

💔

Continue Reading

You'll Also Like

74K 3.5K 43
!!! #yavbah içinde birinci sırada !!! Başlangıç tarihi: 3 Nisan 2018 Salı Bitiş tarihi: 2 Şubat 2019 Cumartesi (Wattpaddeki ilk Beşinci Mevsim: Sen a...
25.4M 904K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
15.7K 178 13
Beyza Aksoy 7 Nisan 2000 tarihinde dünyaya gelmiştir. İstanbul'da yaşamaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ilgisi olan yazarın Denizimsi, Siyah Kuğ...
160 54 10
VANESSA KRALIĞIN PRENSESİYDİ AİLESİNDEN GÖRDÜĞÜ ŞİDDET VE VE ONU KORUYAN TEK KİŞİYİ DE KAYBETTİKTEN SONRA İÇİNDEKİ TÜM MERHAMET KAYBOLUR VE KALBİ TAŞ...