EMARE SERİSİ

By asliaarslan

1.7M 105K 140K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... More

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
3. FIRTINA
4. KASIRGA
5. GİRDAP
6. SİS
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 5. BODA
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ
EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

EMARE MASKE: 14. SANRI

9.2K 948 639
By asliaarslan

Korel E. Erezli

İnsanlar hep başkalarını suçlardı, bense sadece kendimi. Kural böyleydi.

Hayatım boyunca yaşadığım bütün kötülüklerin sorumlusu bendim ama başkalarının hayatında olan bütün kötülüklerin de sorumlusu bendim, biliyordum.

Babamın sorumlusu bendim, annemin sorumlusu bendim. Minel'in sorumlusu bendim.

Vücudu kollarımda hareketsiz bir şekilde kaldığı o birkaç saniyede bunları düşünebildim. Sorumlusu bendim. Acısı bendim. Yaşadıkları benim yüzümdendi.

Ne yapacağımı bilemedim. Gözlerim onun yüzünü izledi, aralıklı dudaklarına ve bir daha açılmamak üzereymiş gibi duran gözlerine baktım. Sonra daha önce anneme yaptığım gibi yüzümü yüzüne yaklaştırdım, nefes alıp almadığını hissetmeye çalıştım. Kulaklarımda sanki kalp atışları vardı ama emin olamıyordum. Doğuş arkamdan bir şeyler söylüyordu bu yüzden onun nefes seslerini bile duyamıyordum.

Kulağım kalbine indi. Ölemezdi, bu kadar basit olamazdı ama annemden sonra ölümler benim için çok da uzak değildi. Kalp atışını duymaya çalıştım, Doğuş arkamdan bağırmaya başladı.

"Sus!" diye haykırdım ona doğru. "Sus!"

Kalbinin atışını bu kez duyamadım. Bu öyle bir histi ki ölmediğim sürece defalarca yaşayacakmışım gibi geliyordu. Elim elini buldu, kulağım kalbindeyken nabzına baktım. Atışlarını duyamıyorsam da hissederim diye düşündüm ve parmaklarımın ucuna o hafif atışlar çarptı. Bu bütün vücudumu alarma geçirdi.

Kollarım bacaklarının ve belinin altından onu kavradı, kolu aşağıya düştü ve başını göğsüme yasladım. Ayağa kalkarken Doğuş'un korku dolu gözlerle bana baktığını gördüm. Sadece, "Ambulansı bekleyemem," diyebildim. "Arabanı getir."

Doğuş hemen dış kapıya koştu, ben de kucağımda onu taşırken arkasından ilerledim. Bakışlarım yüzüne kayıyordu, gözlerini açmasını bekliyordum. Bilinci kapanmıştı, daha önce de olmuştu ve uzun bir süre açılmadığında bunun normal bir durum olmadığını anlamıştık.

Sadece bir epilepsi nöbeti değildi, Minel'in vücudu tamamen güçsüzleşmişti. Zayıflamıştı. Onun karşısına çıktığımda fark etmemiştim bunu, onu izlerken dikkat etmiştim. Gün geçtikçe daha fazla çökmüştü, gün geçtikçe yüzündeki renk daha fazla solmuştu. Biraz daha iyileşmek yerine biraz daha hastalanmıştı. Hayatını öylesine düzene koymaya çalışmıştı ki ama farkında değildi, düzene giren tek şey kendi hayatının yok oluşuydu.

Bensiz daha kötü olduğuna inanmıştım ama benimleyken de iyi değildi.

Açık kalan kapıdan çıkıp etrafa baktığımda Doğuş'un arabasını hemen evin önünde durdurduğunu gördüm. Hızlı adımlarla oraya yürürken Doğuş arka kapıyı açtı. "İyi mi?" diye sordu bana. "İyi, değil mi?"

Yüzüne bakmadım. Dişlerimi sıktım, cevap bile vermedim. Arka koltuğa oturduğumda cevap alamayacağını anlamış, kapıyı da örtmüştü.

Aceleyle sürücü koltuğuna yerleşti. Nereye gittiğini bilmiyormuş gibi gaza bastı. Bakışlarım Minel'in yüzünden ayrılmazken aşağı düşen elini yavaşça kucağına çektim, parmaklarım nabzının üzerinde kaldı.

Atışlarını içimden saydım, tansiyonunu anlamaya çalıştım ama sadece bu da değildi; her atış, bir yaşam demekti.

"İyi, değil mi?" diye bağırdı Doğuş, dikiz aynasından bakarak. "İlaçlarını kullanmıyor. Biliyorum. Kullandığını söylüyor ama iki gün önce onları yastığının altında buldum."

"İki gün önce yastığının altında buldun," dediğimde çenem kilitlenmişti. "Ama bunu ona söylemedin, değil mi?"

"Söyleyemedim." Doğuş çıldırmış gibi elini kır saçlarına daldırdı ve U dönüşü yaptı. En yakın hastaneye gidiyordu. "Eğer söyleseydim onları başka bir yere atacaktı."

"Onun ilaçlarını içmesini sağlayabilirdin ama!" Sesim arabanın içinde yankılandı, bakışlarım Minel'e döndü, başımı iki yana salladım. "Onu iyi etmek için hiçbir şey yapmadın. Bana verdiğin sözü tutmadın, Doğuş. Onu mahvetmeye devam ettin." Doğuş sustu ama gözlerinin dolduğunu dikiz aynasından görebiliyordum. Umursamadım. Onun ne halde olduğu da onun neler için ödün verdiği de umurumda değildi. Tek önemsediğim Minel'in hayatıydı; Minel'in hayatta olması ve nasıl bir hayatının olduğuydu.

"Elimden geleni yaptım," dedi titreyen bir sesle. Direksiyondaki elleri de titriyordu. "Yapıyorum. Yapacağım. Ama bana karşı duvarları var. Benimle konuşmuyor. Benimle eskisi gibi konuşmuyor."

"Onun seninle eskisi gibi konuşmasını bekliyordun ha?" Parmaklarım bileğine biraz daha baskı yaptı ve daha fazla hissettim. "Sen kendi babamdan sonra bu hayattaki en kötü babasın, Doğuş Karaer."

Bunlar o arabanın içinde konuştuğumuz son cümlelerdi. Bir daha ikimizin de ağzını bıçak açmadı. Benim gözlerim ise Minel'den ayrılıp bir daha ona takılmadı.

Araba hastanenin önünde durduğunda Doğuş'u beklemeden kapıyı tek elle açtım ve Minel kucağımda inip koşar adımlarla acile ilerledim. Saçları kollarımın arasında dalgalanırken başını sabit tutmaya çalıştım, nabzını ilk o an bıraktım taşımak için. O birkaç saniye boyunca atışını duymadığımda ölebilir miydi?

Ölemezdi, onun ölmesine izin vermezdim.

Acilden içeriye girdiğimde birkaç hemşire önümden geçti, gece olduğu için kalabalık değildi hatta neredeyse kimse yoktu ama o dakika kimse dönüp de bize bakmadı. Kimsenin dikkatini çekmedik.

Avazım çıktığı kadar, "Buraya bakın!" diye haykırdım. "Yardım edin!"

Önümüzden geçen hemşireler yolun yarısında dönüp bize baktılar ve koşmaya başladılar; öncesinde görmedikleri belliydi. Diğer taraftan bir hasta bakıcı sedyeyle yaklaşmaya başladığında Doğuş arkamda nefes nefeseydi.

Hemşirelerden bir tanesi sedyeyi önümüze çekerken, diğer hemşire Minel'i almak için kollarını uzattı ama ona Minel'i vermedim. "Ne oldu?" diye sordu gözlerime bakarak. Sonra Minel'in yüzüne baktı, kaşları havalandı. Sakince yaklaşmaya çalışıyordu ama yüzümde nasıl bir ifade varsa endişe duymuştu, belki de benden korkmuştu diğer insanlar gibi, bilmiyordum.

Ağzının kenarında kurumuş olan köpükleri gördüğünde, "Epilepsi mi?" diye sordu. Diğer hemşire yine öne geçtiğinde Minel'i almak için belinden kavradı ama sımsıkı tuttuğum yerde onu vermedim. "Beyefendi, onu sedyeye yatırın."

Zihnimde seneler öncesi dönmeye başlamıştı. Minel'in asla hatırlamadığı ama benim dün gibi hatırladığım o günler.

Perşembe akşamı, saat sekiz suları. Mevsim kış. Dışarıda kar yağıyordu. Yine kollarımdaydı. Bu sefer epilepsi krizi değildi, intihar etmeye kalkışmıştı. Annesi öldükten ve babası gittikten bir hafta sonraydı. O yaşına rağmen her nereden öğrendiyse kendisini onun için ayrılan evin asma tavanına çarşafla asmaya kalkmıştı. Benim aşağıdaki odada oturduğumu bildiği halde.

Ve o an, eğer Tanrı varsa beni omuzlarımdan iteklemiş, onun yanına gitmemi söylemişti. İlahi bir ses gibi, Minel'in yanında olmam gerektiğini fısıldamıştı. Ve o kata çıktığımda onun küçük vücudunu tavana asılmış hale gördüğümde ne hissediyorsam şimdi de aynılarını hissediyordum.

O gün onu doktorların eline teslim ettiğimde iki hafta boyunca geri alamamıştım. Hepsi üzerinde testler yapmıştı. Bundan korkarak, "Ben de yanında olacağım," diye hırladım, Minel'i kendime yasladım.

Hemşireler birbirlerine baktı. Kollarımdaki Minel'in yüzü biraz daha beyazlıyordu. Birazdan tekrar gözlerini açıp daha şiddetli bir nöbet geçireceğini biliyordum.

"Beyefendi, burası tam teşekküllü bir hastane ve her aşamasını bileceksiniz." Yanındaki hemşireyi gösterdi. "Beş dakikada bir size haber verecek arkadaşım. Söz veriyorum. Şimdi hanımefendiyi sedyeye bırakın."

Omzumda bir el hissettim. Bu Doğuş'un eliydi. Sert bir ifadeyle dönüp ona baktığımda çekinmek yerine, "Hadi, Korel," dedi. "Bunu yapmaktan başka çaren yok."

Dişlerimi sıktım. Hemşirelerin ikisi de bana yarı endişeli yarı korku dolu ifadeyle baktılar. Hatta ikisi de yüzümdeki izleri öyle bir incelediler ki biraz daha korksunlar diye onları açığa çıkardım. "Beş dakikada bir haber almazsam," dedim Minel'i sedyeye bırakırken. "O kapıyı kırar, yine içeri girerim."

İkisi de neden böyle davrandığımı anlamasalar bile başlarını salladılar ve Minel kollarımdan o sedyeyle beraber ilerideki acil kapısından içeri girdi. Birkaç dakika sonra ise iki tane doktor olduğunu düşündüğüm adam o kapıya koşarak gitti.

Sabit bir şekilde dururken, gözlerim fotoselli kapıdaydı.

İntihar ettikten iki hafta sonra onu gördüğümde daha iyiydi. Yanında annem vardı, ona iyi gelmişti ya da o anneme iyi gelmişti, bilmiyordum ama iki hafta boyunca onu görememe nedenim annemdi. Annemden ilk nefret edişim o gün olmuştu.

Bana dönüp, "Kurtarmasaydın ölebilirdi," demişti Minel için. Sonra acımasız bir şekilde eklemişti. "Bu şekilde yaşayacağı da pek söylenemez."

Ona emanet edilen Minel'e ellerini uzatsa bile sıkıca tutmuyordu. Çünkü bir hayatının olmadığını ve ona hayat bahşedecek kişinin kendisi olmadığını dile getiriyordu. Bu düşüncesinde babamın payı olduğunu düşünüyordum ama hayır, annem kendi çocuklarından başka kimseyi önemsemezdi.

O iki hafta boyunca Minel'e ne yaptıklarını hiçbir zaman sorgulamadım, sormadım ama şimdi bakıldığı zaman, bu büyük bir aptallıktı.

Durduğum yerden kapının yanına gidip orada beklemeye başladım. Doğuş karşıma geçti, kapının diğer tarafında dururken gözleri üzerimdeydi. Onu rahatlatabileceğim bir cümle beklediğini biliyordum. Zaten insanlar benden hep bir şeyler beklerlerdi ve ben insanlara o istediklerini verirdim.

İkimiz de sessizce bekledik. Bakışlarım arada sırada kolumdaki saate kaydı ve beş dakikayı kendi içimde bile saymaya başladım. Tam beş dakika üç saniye sonra kapılar açıldı ve az önceki hemşirelerden biri çıkıp direkt bana döndü, Doğuş'u görmezlikten geldi. "Epilepsi nöbeti gibi görünüyor," dedi başını sallayarak. "Kayıt ve hastanın geçmişi için kimliğini alabilir miyim?"

Doğuş diğer taraftan Minel'in krem rengi sırt çantasını karıştırmaya başladığında, bunu almayı akıl edebilmiş olması kendi içimde endişesini sorgulamama neden oldu. Akıllı bir adamdı. Bunu hep düşünürdüm ama ne zamandan beri kaos anlarını yönetmeyi öğrenmişti, bilmiyordum.

Doğuş'un elinden çantayı sertçe çekip aldığımda, "O iyi mi?" diye sordum hemşireye. "Bilgi vermeyecek misin?"

"Beyefendi, tek bildiğimiz epilepsi nöbeti geçirdiği. Doktorlar ellerinden geleni yapıyorlardır." Sert bir ifadeyle yüzümü inceledi. "Siz neyi oluyorsunuz? Abisi mi? Ailesinden biri misiniz?"

Doğuş cevap vermemi beklemeden, "Ben babasıyım," dedi kısık sesle. Hemşire şaşkınlıkla ona döndü ama belli etmemeye çalıştı. "En azından kızım hakkında bilgi verirseniz biz de sakinleşebiliriz. Hayati bir durum yok, değil mi?"

Hemşire ikimizin yüzüne baktı. Doktorlar bir şey söylemeden kesin konuşmaması gerektiği öğretilmişti ama o dayanamayıp, "Epilepsi nöbetlerinin sonucu, hastanın bilinci açıldığı zaman belli olur genelde," diye açıklama yaptı. Zaten biliyordum. "Darbe almış olabilir, kendine kötü bir şey..."

"Hiçbiri olmadı." Konuyu uzatmamak için etrafıma baktım. "Kayıt nereden yapılıyor?"

Hemşire parmağıyla ileriyi göstererek, "Sağa dönün," dedi. "Orada resepsiyon olacak."

Cevap vermeden yürümeye başladım, sonra omzumun üzerinden dönüp, "Beş dakika sonra görüşmek üzere," diye mırıldandım ve resepsiyona ilerledim. Çantasının ön fermuarını açtığımda oradaki küçük pembe cüzdanını gördüm ve dudaklarımı birbirine bastırdım.

Bu cüzdanı biliyordum. Geçmişinden kalan bir cüzdandı, benden bile öncesinden. Öylesine eskimişti ki o cüzdana bakarken yutkunmadan edemedim. Eskitmeyi sevmezdi ama eskiyen her şeye önem verirdi.

Onun için eskiyen biri olamamıştım hiçbir zaman çünkü beni unutmuştu. Bir cüzdan kadar bile eskimemiştim onun gözünde.

Resepsiyona gelip kimliğini verdikten ve kısaca açıklama yaptıktan sonra kumral kadın yüzüme dikkatle baktı. Gözleri diğer birçok insanda olduğu gibi izlerimde gezindi ama bunu çok uzun süre yapmadı. Parmaklarımla masada ritim tutarken, kadının da parmaklarının önündeki bilgisayarda hareketini gördüm.

Kaşları düz bir çizgi halini aldı, her ne gördüyse rahatsızlıkla hareketlendi. "Hastanın sadece epilepsi geçmişi olduğuna emin misiniz?" diye sordu bana.

Başımı omzuma yatırıp, "Neden?" diye sordum.

Yüzüme baktı, sonra bilgisayara baktı, ardından bir kez daha bana baktı. "Siz yakını mısınız?"

"Hem de en yakını," diyerek onu geçiştirdim. "Sorun ne?"

"Kimliğinizi alabilir miyim?"

"Sorun ne?" diye tekrarladım, kelimelerin üzerine bastırarak. Fakat o sırada Minel'in çantasındaki telefonu çalmaya başladı. Gözlerim kumral kadının gözlerinden ayrılmazken, çantanın büyük fermuarını açtım ve telefonu çıkarırken içindeki mavi dosya ile defterlerini gördüm.

Kaşlarım çatıldı ama onlara odaklanmadan önce telefonu elime aldığımda ekranda onun ismini gördüm.

Öfke damarlarımda gezinmeye başladığında boynumda bir damarın attığını hissettim ve sert bir şekilde resepsiyonun oradan ayrılıp telefonu açtım. "Minel," dedi her zaman duyduğum o sakin ama temkinli sesiyle. "Bilmen gereken çok önemli bir olay oldu." Duvarın köşesine gittim. Başka bir şeyler söylemesini daha bekledim ama biliyordum, o benim hayatımda gördüğüm en zeki adamlardan biriydi. Dikkatlice, "Minel," diye homurdandı. "Orada mısın?"

Dişlerimi sıkarak, "Korhan," diye hırladım. "Bir daha Minel'i aramayacaksın."

Sessizlik oldu. Bu sessizlikte benim kim olduğumu sorgulamadı, benim Minel'in yanında oluşumu sorguladı, biliyordum.

"Korel," dediğinde tebessüm ettiğine emindim. "Sürpriz oldu."

"Bir daha," dedim sert bir sesle. "Onu aramayacaksın. Duydun mu beni? Ondan uzak duracaksın, ellerini onun üzerinden çekeceksin."

Korhan güldü ama neşeli bir gülüş değildi. "Minel nerede?" diye sordu yarı alaylı yarı ciddi. "Yoksa onu esir mi aldın?"

Elimi yumruk yaptığımda çoktan bu yumruğun onun yüzüne inmesi gerektiğinin farkındaydım. "Ondan ne istiyorsun?" Etrafıma baktım ve duvarın dibine biraz daha sokuldum. "Ondan intikam almaya çalışıyorsun, değil mi? Ona zarar vereceksin." Alnımı duvara yasladım. "Eğer ona zarar verirsen seni..."

"Ona zarar vermeyeceğim." Korhan'ın rahat sesi benim tam aksimdi. Hep böyleydik. O benim tam zıddımdı. Öfkeden gözüm dönerken, o karşımda sakince viskisini yudumlayıp beni izlerdi. Mutluluğu, mutsuzluğu, öfkesi, nefreti, kini, sevgisi hepsi aynıydı. "Sadece ona yardımcı olmaya çalışıyorum ve bunu Minel iyi biliyor. Şimdi telefonu ona verebilir misin? Kendisi güvende, değil mi? Korel neredesiniz?"

"Kendisi güvende, değil mi, derken? Sen ne saçmalıyorsun lan?"

"Telefonu Minel'e ver." Onu benden daha fazla düşünebilirmiş gibi sesi endişeli çıktı. "Şimdi. Hemen. Onun sesini duymak istiyorum."

Yumruğumu sertçe duvara vurduğumda resepsiyondaki kızın beni izlediğini biliyordum. "Ondan uzak dur." Parmaklarımın arasında tuttuğum sırt çantası ağır gelmeye başlamıştı. "Yoksa çekinmem, bütün senelerin acısını senden çıkarırım, Korhan. Beni duydun mu? Sen hiç gözü dönmüş Korel'i gördün mü? Görmedin. O yüzümle tanışırsın."

"Görmüşümdür belki de." Verdiği ucu açık yanıt, gözlerimin donuklaşmasına ve alnımı duvardan çekmeme neden oldu. "Neden ondan uzak durmamı istiyorsun, kardeşim? Yoksa ona bütün gerçekleri anlatırım diye mi?"

Şakağıma şiddetli bir ağrı girdi, kulaklarıma ise bir çınlama sesi doldu. Gözlerimi sıkıca yumduğumda konuşmalar duydum ama bunu geçirmek için burnumdan nefesler vermeye çalıştım. "Ona hiçbir şey söylemeyeceksin." Kapalı gözlerimi ağır ağır açtım ama başımdaki şiddetli ağrı da kulaklarımdaki çınlama da geçmedi. "Ona bir adımdan daha fazla yaklaştığını görürsem işte o zaman savaşı başlatırsın. Beni duydun mu, Korhan? O sikik ellerini Minel'in üzerinden çek."

Cevap vermesini bile beklemeden telefonu kapattığımda yüzüm duvara dönük birkaç saniye bekledim.

Korhan. Hiçbir zaman yollarımın onun yollarına çıkmayacağından emin olduğum ama bütün yollarımı ona benzetmek için çaba gösterdiğim ağabeyim.

Onun gibi olmak için çok çaba sarf etmiştim. Sadece başarı değildi. Sakinliği, duruşu ve otoritesiyle. İnsanların üzerinde bıraktığı etkisiyle. Korkusuzluğuyla ve insanların ondan korkmasıyla. Bir ortama girdiği zaman herkesin onun önünde saygıyla eğilişiyle.

Hepsi olmak istemiştim ama hayat beni tam zıddı olmaya zorlamıştı. İnsanlar ona saygıyla, bana korkuyla yaklaşmışlardı. Önemsememişlerdi, dikkate almamışlardı. Korhan savcı olmuş, beni karakollardan toplamıştı. Davalarıma bakmıştı, arkamı temizlemişti ama bunları yapmasının tek nedeni soyadımız içindi.

Bir Erezli, asla hata yapmazdı. Rafael Cüneyt Erezli'nin kuralları vardı. En büyük kuralı, hayatımızda hatalara yer olmayacağıydı.

"Beyefendi!" Resepsiyondaki kadının sesiyle kendime geldiğimde omzumun üzerinden ona baktım ve yanına gittim. Kocaman kahverengi gözleriyle süzdükten sonra, "İyi misiniz?" diye sordu. "Bembeyaz oldunuz. Su ister misiniz?"

"Hayır." Oturmak yerine üstten üstten ona baktım. "Ne diyordunuz?"

"Hastanın yatış durumu olursa diye refakatçi kimliği alabilir miyim?" Kadın diğer konuyu tamamen kapatmıştı. Elimi pantolonumun arka cebine attım ve ona cüzdanımdan kimliğimi uzattım. Tereddütle, "Aile üyesi misiniz?" diye sordu. "Yani eşiniz mi? Refakatçilerin birinci dereceden akrabası olmasını isteriz."

Ellerimi masaya yaslayıp ona doğru eğilerek, "Hanımefendi siz hep böyle problem mi çıkaracaksınız?" diye sordum. "Aile üyesi değilim ama diğer tarafta babası var. Hem babası olmasa bile ben yeterliyim. Sizin derdiniz ne? Şu işi halledin."

Yutkundu. İnsanları istediğim zaman korkmazlarken bile korkutabiliyordum. "Ama efendim, kurallar..."

"Evli mi olmamız gerekiyor?" diye sorduğumda kaşlarımı havaya kaldırdım. "O halde oraya not düş, buradan çıkar çıkmaz evleneceklermiş yaz."

Kadın ilk başta şaşkınlıkla baktı, sonra dikkatle, ardından gülümsedi; bu beni şaşırttı. Kaşlarım havada durmaya devam ederken, "Biliyorum, çok fena azar yiyeceğim," dedi. "Ama onu çok sevdiğiniz anlaşılıyor, bu yüzden..." Kimliğimi havaya kaldırdı. "Korel Edgardo Erezli. Sizi refakatçi olarak kaydediyorum."

"Onu çok sevdiğiniz anlaşılıyor" cümlesini kendi kendime tekrar ederken başını olumlu anlamda salladı. Aklıma onun söylediğini tamamlayacak başka cümleler de gelmişti fakat dile getirmedim.

Bütün işleri halledip yeniden acilin kapısının önüne döndüğümde gözlerim saate kaydı. Beş dakika dolduğunu fark ettiğimde, hemşire Doğuş'la konuşuyordu. Yanlarına gittiğimde Doğuş bana dönüp, "Hayati bir durum yokmuş," dedi. "Birazdan doktor bize açıklama yapacak."

Hiçbir şey söylemeden başımı salladım. Bu şekilde önümüzdeki yarım saat hemşirenin her beş dakikada bir çıkıp bize bilgi vermesiyle ve yeniden içeriye dönmesiyle devam etti.

Yarım saatin sonunda orta yaşlı, az önce içeriye giren doktorlardan bir tanesi acilden çıkıp direkt bana baktı. "Odama geçelim, orada konuşalım."

Yürüdü, peşinden ilerledik. Direkt beni hedef alması bile şüphelerimi körükledi ama kendimi dizginlemeye çalıştım. Odasına girdiğimizde doktor masasına ilerledi, Doğuş sandalyeye oturdu, bense oturmak yerine ayakta doktora baktım.

"Hastanın kimliğini alabilir miyim?" Doğuş'u görmezlikten geliyordu, önemsiz görünüyordu ya da bilmiyordum, iletişim kurduğu tek kişi bendim. Yine cüzdanından kimliğini çıkarıp doktora uzattığımda hızla klavyeden tuşlara bastı ve ekrana bakmaya başladı. Birkaç tuşa daha bastığında sabırsızlansam da sakince onu bekledim.

Fakat Doğuş bekleyemedi. "Bize bilgi verir misiniz?"

"Siz kimdiniz?" dedi doktor umursamaz bir sesle.

"Ben babasıyım." Doktorun parmakları klavyede duraksadı, Doğuş'a dönüp bakarken kaşlarını kaldırdı. Sonra bana dönüp baktı, kafasının içinde ne düşündüğünü bilmiyordum ama hemen yüzünü düzeltip yine bilgisayara baktı.

"Kızınızda jeneralize epilepsi var, biliyorsunuzdur," diye açıklamaya başladı direkt Doğuş'a. "Baktığım zaman bunun için ilaçlar aldığını görüyorum..."

Doktorun sözünü kesip, "İlaçları içmiyormuş," diyerek ters bir ifadeyle Doğuş'a baktım.

Başını salladı. "Bu belli oluyor çünkü nöbetini çok ağır geçirmiş. Ne kadar sürede bir tedavi oluyor?"

İkimiz de Doğuş'un yüzüne bakarken, Doğuş, "Bunu da reddediyor," dedi. "Sadece terapiye gitmeyi kabul etti. Orada da hiçbir şey anlatmadığını biliyorum."

Doktor kaşlarını çatıp bir kez daha bilgisayara baktı, sonra, "Bu nasıl olur?" diye sordu. "Kızınız bir şizofreni hastası. Sürekli tedavi altında olmalı."

İkimiz de aynı anda, "Ne?" dediğimizde doktor şaşkınlıkla bize baktı fakat ben daha fazla yerimde duramayıp doktorun masasına yaklaştım. Önündeki bilgisayarı kendime doğru çevirdiğimde söylenmesini bile umursamadan ekrana baktım.

Bakışlarım ekranda gezinirken Doğuş da oturduğu yerden kalkmıştı. "Siz ne saçmalıyorsunuz?" diye inledi Doğuş. "Öyle bir şey yok."

Ekrana bakarken gözlerim kısıldı fakat doktor bilgisayarı önümden sertçe çektiğinde ellerimi şakaklarıma bastırıp gözlerimi kapattım. O an bütün olanları düşünmeye başladığımda aslında çok net bir sonuca ulaşabiliyordum.

Doktor ikimize yeniden baktı; Doğuş'a şüpheyle direkt, "Beyefendi, kimliğinizi görebilir miyim?" diye sordu. Fakat bütün bunları dinlemek yerine doktorun odasından hızlı adımlarla çıktım ve acile yürüdüm ama Minel'i oradan sedyeyle çıkardıklarını gördüm. Koluna serum bağlanmıştı, üzerine beyaz bir örtü örtmüşlerdi ve yüzünde solunum cihazı vardı.

"Hey," dediğimde az önceki hemşirelerden biri beni görüp önüme geçti.

"Ona bir günlük yatış vereceğiz, odasına alıyoruz. Sakin olur musunuz?" Hemşireyi duymazlıktan geldim, hızla yanından geçip Minel'in sedyesinin yanına gittim ve onlarla birlikte asansöre bindim. Bir hemşire ve bir hasta bakıcıyla asansörde yukarı çıkarken direkt Minel'in yanında durdum; beyaz çarşafın altındaki elini tutup çıkardığımda hemşire dehşetle bana baktı, umursamadım.

Parmaklarım nabzının üzerine geldi, atışları hissetmek için bastırdım ve parmaklarımın ucuna yaşamı çarptığında derin bir nefes verip daha gevşek bir şekilde tuttum. Elim elini değil bileğini tuttu çünkü yaşadığını ellerinden değil, bileklerinden anlayabiliyordum.

Beş dakika sonra Minel'i büyük odasındaki yatağına yatırdıklarında hemşire bana saat başı gelip kontrol edeceğini söylemişti. Bunu duymadığımı düşünmüş olabilirdi çünkü gözlerim Minel'den ayrılmıyordu ama duymuştum.

Herkes dışarı çıktıktan sonra odadaki siyah tekli koltuğu yatağın yanına çektim ve elim yine, yeniden bileğini tuttu. Diğer elimle de uzanıp önüne gelen saçlarını geriye itekledim.

Uzun, kızıl kirpikleri gözlerinin altına odadaki loş ışıktan dolayı gölge düşürüyordu. Kızıl kaşları gergin görünüyordu, sakinleştiricilerden ya da hâlâ baygın olduğundan ötürüydü, bilmiyordum; canı yanıyormuş gibiydi. Bu benim de canımı sıktı. Elim önüne gelen saçlarından alnına kaydı ve hafifçe okşadıktan sonra yüzüne indi.

Ufacık yüzü kalp şeklindeydi. Elmacıkkemikleri o büyüdükçe belirginleşmişti ve solunum cihazının altındaki burnu ufalmıştı. Dudakları aralıklı duruyordu, nefes almakta zorlanıyordu.

Dudaklarının rengi yok olmuş hatta solmuştu. Çenesi gözlerini açtığında kendisini kastığı için fazlasıyla ağrıyacaktı ama ağrımıyormuş gibi davranacaktı, bunu biliyordum.

Küçüklüğünden beri böyleydi. Canı yandığı zaman bunu söylemek yerine hep yanmıyormuş gibi davranır, yalnız kaldığı zaman kendi canının acısını geçirmeye çalışırdı. Günlerce bana söylesin diye onunla uğraşmıştım ve sonunda acılarını söyleyebildiği tek kişi ben olmuştum. Şimdi ise bunu ellerinden almıştım.

Yine suçlu bendim ama artık suçlu olmak da beni yoruyordu. Onun yüzünü rahat bir şekilde, çekinmeden ve belli etmemeye çalışmadan izlerken bunu fark edebiliyordum.

Onu tanıdığımda küçük bir çocuktu ve aramızdaki yaş farkına, ondan büyük olmama rağmen beni de çocuklaştırmıştı. Bana öğrettiklerini bilmiyordu. Öğretmedikleri ise daha fazla can yakandı.

Annesi öldürülmeden iki gün önce okulumun çıkışına gelmişti ve ellerime bir mektup tutuşturup tek bir cümle kurmuştu: "Minel yaşamayı hak ediyor, yaşat onu."

Mektubu okuduğumda neden bana emanet ettiğini de neden beni seçtiğini de anlamıştım.

Mehveş Karaer öldüğünde hayatımın en kötü günlerinden birini yaşıyordum. Babamdan yediğim kaçıncı dayak olduğunu sayamıştım ama ilk defa annemin gözlerinin önünde olmuştu bu. Aklımdan hep annem engeller diye düşünmüştüm ama annem de engellememiş, Korhan gibi o odayı terk etmekte çözümü bulmuştu.

Acıya dayanıklıydım ama küçümsenmeye hiçbir zaman dayanıklı olmamıştım. Babam o gün, diğer günler olduğu gibi, benim hiçbir zaman Korhan gibi olmayacağımı haykırmıştı hatta benim bir ruh hastası olduğumu bağırmıştı.

Odamdaydık, babam karşımdaydı ve elinde yine o ıslak sopa vardı. Bacaklarıma vurmadan önce, "Senden utanıyorum," demişti gözlerimin içine bakarak. "Hep utanacağım, bunu biliyor musun?"

"Anne!" diye seslenmiştim, Korhan'a seslenmeyi artık bırakmıştım ama annem içerideki odaya gittiğinde ilk defa ona seslenmiştim. Ağlamıyordum, ağlamak artık çok uzaktı fakat anneme seslenirken ağladığımı düşünsün de beni kurtarmaya gelsin diye sesimi bilerek titretmiştim. "Anne!" demiştim bir kez daha.

"Sus!" diyen babam o sopayı sertçe bacağıma vurmuş, ardından sopayı yere atıp saçlarımdan tutarak beni kaldırmış, yüzüme sert bir tokat atmıştı.

Beni dövmesinin her zaman bir nedeni olurdu fakat öyle ki, bu kez nedeni bile yoktu. Sadece stres atıyordu, bunu görebiliyordum.

"Anne," demiştim bir kez daha ve kollarımı dizlerime sarıp başımı ondan korumuştum. Artık seslenmiyordum, kendi kendime mırıldanıyordum çünkü gelmeyeceğini biliyordum. "Anne," demiştim yine, babam art arda bana vurmaya devam ederken.

O gün son kez anneme seslendim, o da benim ona son kez seslendiğimi bildi çünkü o dayağın ardından odadan çıktığımda yüzüme bakıp gözlerini kaçırmış, ardından, "Kurtarılmak için bekleme," demişti. "Sen kendini kurtar."

Aklımı kaybetmemiştim ama eğer aklımı kaybetseydim sorumlusu, beni bu hale getiren onlar olacaktı.

Minel'in uyuyan yüzünü izliyordum.

Ben, emareleri olan Korel Erezli'ydim ve o, yüzünde elmaslar taşıyan Minel Karaer'di. "Biz Korel ve Minel'iz," dedim kısık sesle. "Ne yaparsak yapalım; geçmişte, şimdide ve gelecekte hep birbirimizi bulacağız. Koşup kaçsak bile yine anlar, zamanlar ve anılar bizi birbirimize getirecek. Çünkü biz Korel ve Minel'iz."

Yüzünden acı çekiyormuş gibi bir ifade geçti fakat biliyordum ki beni duymuyordu.

"Hayatımın en yalnız günlerinden biriydi," diye fısıldadım, parmaklarım saçlarına kaydığında. "Ve senin de hayatının en kötü günüydü. Biz öyle bir günde tanıştık seninle Minel. Biliyorum, kulağa tuhaf gelecek ama ben de kendimi o gün sana emanet ettim çünkü aslında ben de yalnızdım. O dönme dolapta senin bana çaldığın mızıka ikimizi de o yalnızlıktan kurtardı ve hayatımın en güzel melodisi oldu."

Gözlerim saçlarına kaydı. Benim yanımda defalarca annesi için değil, annesi saçlarını kesti diye ağlayışı canlandı. "Annem saçlarımı neden kesti, Korel?" diye soruyordu. "Annem beni hiç mi sevmiyordu?"

Aslında ağladığı saçları değildi, ölen annesinin bir türlü onu sevmediğini düşünmesiydi.

Ona dönüp demiştim ki: "Annen saçlarına neden kıydı bilmiyorum, Minel ama ben bunu asla yapmam."

Aslında söylemek istediğim, saçlarına kıymayacağım değil onun canını hiçbir zaman yakmayacağımdı.

Bakışlarım yüzündeki çillere kaydı. Dudaklarımı birbirine bastırdım, parmaklarım yanağına ilerledi. Çillerini çoğaltan yaz mevsimi gelmişti. Onu yazdan kışa kadar tanımıştım, ilkbaharda papatyaların arasında da görmüştüm ama sonbaharına hiç denk gelmemiştim; bundan olmalı ki sonbaharı daha çok seviyordu ve ben onunla yeniden sonbaharda tanışmıştım. Papatyaların kuruduğu zamanı beraber görmüştük.

Bir keresinde aynanın karşısında çillerine söylenirken onu bulmuştum. "Neden benim yüzümde bunlardan var ki?" diye homurdanmıştı canı sıkkın bir ifadeyle bana bakarak. "Senin yüzüne bak, nasıl pürüzsüz!"

Gülümsedim. Eğer bunu hatırlasaydı üzüleceğini biliyordum çünkü yüzüm artık o kadar da pürüzsüz değildi. "Onları elmas gibi düşün," demiştim ciddiyetle. İlk önce öfkelenmişti ama sonra her zaman olduğu gibi beni sonuna kadar dinlemişti. "Güneşte daha fazla parlayan elmasların var. Şımarıklık yapmayı bırak, bu senin özelliğin."

Tekrar aynaya dönmüştü. Kendi yüzünü büyük bir dikkatle inceleyip, "Elmaslar," demişti. Ve yine benim sözüm, onun için kesinleşmişti. "O halde elmaslarım var benim."

"Evet," dediğimde ona yaklaşmış, dudaklarımı saçlarına bastırmıştım. "Ve ben o elmasların sayısını bile bilirim."

Şimdi yüzündeki o elmasların sayısını bilmiyordum. Ondan o kadar uzaklaşmıştım ki haklarında bilgim yoktu.

Odanın kapısı açıldı. İçeriye sakin adımlarla Doğuş girdi, ardından kapıyı kapattı. Dönüp bakmadım ama derin nefesinden onu tanıdım. Ne elimi bileğinden çektim ne de diğer elimi yüzünden. Yatağın diğer tarafına geçtiğinde o da diğer koltuğu çekti, gözleri Minel'e odaklandı.

Birkaç dakika ikimiz de sustuk. Ben elimi yüzünden çektim ama diğer elim nabzının üzerinde durmaya devam etti.

İlk konuşan Doğuş oldu: "Minel şizofreni ilaçları içmeye başlamış."

"Gördüm." Ona bakmadım, gözlerim Minel'in huzursuz yüzünde gezindi. "Bunu nasıl yaptı bilmiyorum ama şizofreni ilaçlarına başlamış." Başımı öfkeyle iki yana salladım. "Minel şizofren olduğunu düşünüyor kendi kendine. Annesi gibi olduğunu düşünüyor."

"Bunu nasıl düşünebilir..."

"Çünkü yaşadıkları sence de kötü bir hayal gibi, değil mi?" diye sordum dönüp Doğuş'a. Onun da gözleri Minel'deydi ve tamamen çökmüş görünüyordu. "Bütün yaşadıklarının hayal ürünü olduğunu düşünüyordur belki de. Bütün bu yaşananlar öyle olsun istiyordur. Belki beni hayal ürünü sanıyordur, belki seni. Sonuç olarak o gerçekten aklını kaçırıyor, Doğuş. Beni duydun mu?"

Doğuş atılıp diğer taraftan serumlu elini tuttuğunda kızının elini dudaklarına yasladı. "Benim yüzümden," dedi suçluluk dolu bir sesle.

Çekinmeden, "Evet," dedim. "Senin yüzünden. Kızlarının hayatını mahveden şerefsiz adamın tekisin."

Doğuş karşı çıkmadı; dolan gözlerle başını iki yana salladığında, "O halde bana neden yardım ediyorsun şu anda?" diye sordu.

"Çünkü onun seni bulmak için girmediği bataklık kalmamıştı."

"Korel," dedi gözlerini bana çevirerek. "Beni neden o kumarhanede, o odadan kurtardın? Bunun tek nedeni Minel mi?"

Eskişehir'deki kumarhanede Doğuş'u kilitli kaldığı odadan kurtaran kişi bendim; o an onun yaşadığını görmek ve aşağıda Minel'in çektiği acıyla yüzleşmek, hepsi bir anda üzerime gelmişti. Oradaydı, yaşıyordu, acı çekiyordu ve benden tek bir şey diliyordu: "Kızımı kurtar."

Sustum çünkü söyledikleri benim için hiçbir anlam ifade etmedi. Hatta ona bir deliymiş gibi baktım fakat bunu dillendirmedim çünkü dillendirirsem kendi defterimi önüne açık bir şekilde koyacağımı biliyordum.

"Ona iyi gelmen gerekiyordu," dediğimde daha çok kendimle konuşuyor gibiydim. "Onun seni gördüğü zaman iyileşmesi gerekiyordu. Her şeyden önce, bütün bunları atlatması gerekiyordu." Sertçe başımı iki yana salladım. "Ama öyle olmadı."

Doğuş yutkundu. "Bir baba için bunu söylemesi çok zor," dedi zorlukla konuşarak. "Ama ona iyi gelen ben değilim, sensin." Gözleri Minel'in üzerinden ayrıldı, gözlerimin tam içine baktı. "Korel," dedi, sanki bir kez söyleyeceği bir şeyi dile getiriyormuş gibi. "Minel'in tek ihtiyacı olan kişi sensin, sen onun her şeyisin. Bana ihtiyacı yok çünkü sen onun babası da oldun."

Gözlerimi kaçırıp Minel'in bembeyaz eline baktım. Yavaşça bileğini kendime doğru çevirdiğimde teninde belirgin olan damarlarında parmaklarımı gezdirdim. Derin bir nefes verdim. İlk defa aldığım nefesin ciğerlerime batması beni üzdü. "Bunu önceden söylesen inanabilirdim," dediğimde nabzı sakinleşmişti. "Ama artık inanmam. Bana benden nefret ediyormuş gibi bakıyor. Bana bir hiçmişim gibi bakıyor."

"Sana kızgın." Sesi baskın çıktı. "Ama bu geçecektir." Bir anda uzanıp yatağın üzerinde duran elimi dostça sıktığında bakışlarım yüzüne kaydı. "Onu iyileştir, Korel," dedi yalvarır gibi. "Eskiden bunu yaptın. Yine yapabilirsin. Onu iyileştir."

Elimi elinden kurtardım ve fısıldayarak, "Bunu artık yapamam," diye inledim. "Bunu istesem de yapamam."

"Yaparsın," dedi benim aksime yüksek sesle.

"Yapamam," dediğimde öyle sert bir tınıyla karşılık verdim ki Doğuş duraksadı. "Yapamam çünkü ben ölüyorum, Doğuş. Ben artık yaşamıyorum." Ardından onun canının yanacağını bile bile kelimelerin üzerine bastırdım. "Ve umarım söylediğin gibi değildir. Beni babası gibi görmesini istemem çünkü bu sefer gerçek bir ölümle, yine bir babayı kaybetmiş olur."

Continue Reading

You'll Also Like

326 72 18
" Her son yeniden başlamak içindir "
7.3K 1K 25
[TAMAMLANDI] Minho: İmkansıza inanmam demiştim. • • • Han Jisung okulun ilk haftaları gözünün sadece onu göreceği biri ile tanışır. Onunla sevgili ol...
15.7K 178 13
Beyza Aksoy 7 Nisan 2000 tarihinde dünyaya gelmiştir. İstanbul'da yaşamaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ilgisi olan yazarın Denizimsi, Siyah Kuğ...
6.3M 254K 49
AV, EPHESUS YAYINLARI aracılığıyla raflarda! * Zamanın çok öncesinden gelen bir savaş ve tüm bunlardan habersiz bir genç kız... Annabelle Jefferson...