EMARE SERİSİ

By asliaarslan

1.7M 105K 140K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... More

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
3. FIRTINA
4. KASIRGA
5. GİRDAP
6. SİS
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 14. SANRI
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ
EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

EMARE MASKE: 5. BODA

11.6K 1K 1K
By asliaarslan

Bazen görüntüler, yüzler hatta gerçekler bile insanı yanıltabilirdi. Öylesine acıydı ki en kötüsü de gerçeklerin yalan, yalanların da gerçek çıkması can yakardı.

Minel o gün hangisinde yanıldığını bilmiyordu ama izledikleri, kalbinin belki de son atışıydı.

Bir koltuğa oturtmuş, ellerini bağlamışlardı; bunu çok sık yapıyorlardı. Odanın içinde nefes alacak bir pencere bile yoktu ama öylesine büyüktü ki rutubet kokusu her yana dağılmıştı.

Bütün bunlar da umurunda değildi.

Tam karşısındaki televizyonda bir görüntü dönüyordu: Korel Erezli'nin görüntüsü.

Bir odadaydı, eli kanla kaplıydı, bir kadının boynunu kesmişti. Gözünü bile kırpmamıştı.

"O kadın," demişti diyafondaki ses, Minel'e. "Çocuğuna büyük bir özlem duyan anneydi. Onun bir cani olduğunu mu hatırlamak istersin yoksa onu tamamen unutmak mı?"

Bu cümlelerin ardından Korel'in gözleri, onu dikizleyen kameraya döndü; öyle donuk, öyle ifadesiz baktı ki Minel durduğu yerde ürperip koltuğa biraz daha sokuldu. Elinden damlayan kan, kadının boynundan fışkıran kan...

Hepsinin suçlusu oydu.

"Cevap ver," dedi sesin sahibi. Öyle hırıltılı bir sesti ki kadın mı erkek mi anlayamıyordu. "Onun Prometheus olduğunu ölene dek hatırlamak mı yoksa onu unutmak mı istersin?"

🔥

Hayal miydi, anı mıydı, kâbus muydu?

Zihnimde dönen görüntülerden kurtulmak isterken olduğum yerde çırpınsam da sırtımdaki ve ensemdeki acı beni engelliyordu. Ellerimi kaldırmak istedim ama acıyla yutkunurken ellerimin bağlı olduğunu fark ettim.

Gözlerimi zorlukla araladığımda bembeyaz tavan görüş alanıma girdi, sonra başımı iki yana salladığımda bacaklarımın da bağlı olduğunu hissettim. Başım vücuduma doğru döndüğünde siyah deri kemerlerle bir yatağa bağlandığımı gördüm. Dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu.

O beni bulmuştu, hiçbir şey kâbus değildi.
Onun ellerindeydim.
Prometheus'un.

Bir kez daha başımı kaldırmak istediğimde boynumdaki acı köprücükkemiklerime kadar ilerledi. Bir çekilme vardı, sargı bezi miydi? Yüzümdeki acının nedeni neydi?

Sertçe yutkunduktan sonra etrafıma baktığımda bulunduğum yerin bir hastane odasına benzemediğini fark ettim. Hemen yan tarafımda boydan boya bir cam vardı, üçlü koltuk onun önündeydi. Duvarlar bembeyazdı ama o an, zihnimi bile durduracak başka detaylar fark ettim.

Çerçeveler vardı.
Çerçevelerin hepsi bomboştu.
"Boş çerçeveler."

Bağırmak ya da haykırmak istediysem de kuruyan boğazımla elimden hiçbir şey gelmedi. Elbet bir gün böyle bir sonun geleceğini biliyordum ama bu kadar kolay olabileceğini asla düşünmemiştim.

Gözlerimi sıkıca yumdum, son kez ellerimi yumruk yapıp kemerlerden kurtulmaya çalıştım ama imkânsızdı. Üzerimde sadece sutyenim vardı. Oda sıcaktı ama fazlasıyla, buz kütlesine düşmüşçesine üşüyordum. Beyaz çarşaf asla ısıtmıyordu.

Odanın kapısının açıldığını işitince gözlerimi araladım ve başımı çevirip arkama bakmak istedim fakat imkânsızdı. Öylesine zor hareket ediyordum ki, "Beni bağlama," dedim. Tek kurduğum cümle bu oldu. Beni bağlama. Eğer öldürmek istiyorsa bağlamasına gerek yoktu, ona kendimi direkt teslim edebilirdim.

Ayak sesleri duraksadı, karşımdaki boş çerçevelere bakarken hislerimi anlamaya çalıştım.

Korkuyor muydum? Herhangi bir korku tohumu yoktu.

Endişeli miydim? Babam ve sevdiklerim için endişeliydim ama Prometheus'un ellerindeysem onlarla artık işi kalmamış demekti.

Mutlu muydum? Sonunda oyun biteceği için kendimi mutlu değil ama yorulmuş hissediyordum. İyi bir yorgunluktu.

"Beni bağlama," dedim bir kez daha adımlarının hareket ettiğini işittiğimde. "Eğer beni öldürmek istiyorsan karşı koymayacağım, istediğini yapabilirsin."

Derin bir nefes işittim. Bir erkeğe aitti.

Tam o esnada son yaşadıklarımı anımsamaya başladım. Barda Korhan'la konuşmamızın ardından o gittikten sonra masadaki hapı almıştım. Sonrası fazlasıyla silik, fazlasıyla yıpranmıştı ama zihnim anımsamasa da kokusu burnumdaydı.

Onun kokusunu almıştım. Korel'in kokusunu. Yerde yatarken o gelmiş olmalıydı ve şimdi de...

Bu kadarı fazlaydı.

Adımlar yanıma yaklaştığında sonunda görüş alanıma gireceği için kendimi iyi hissettim ve rahatlamış bir şekilde başımı çevirip ona baktığımda başka bir dehşetle yüzleştim: Korhan Erezli.

"Ne?" dediğimde bir an bile beklemeden yatağa doğru ilerledi, parmakları bacaklarımı tutan kemerleri tuttu. Sadece iki parmağı olan eli bunu yapmakta asla zorlanmıyordu. "Sen..." dedikten sonra gerçekten korkmaya başladığımı hissettim.

Her zaman takım elbiseyle, ciddi kıyafetlerle gördüğüm Korhan bugün fazlasıyla spordu. Üzerinde beyaz, kaslı kollarını ortaya çıkaran uzun kollu, ince bir tişört vardı. Altında ise koyu mavi bir kot pantolon. Bu şekilde daha genç ve daha az korkutucu görünüyordu.

"Ben?" dedikten sonra gözleri bana kaydı. "Prometheus muyum?" Güldü. Gerçekten alayla güldü, ardından ayaklarımdaki kemerlerden sol elimdeki kemere doğru yaklaştı.

"Nasıl?" dedim bu kez de fakat düşüncelerime yetişemesem de o anlıyordu.

Korhan düşündüğüm gibi beni cevapsız bıraktı. Sol elimi kemerden kurtardığında diğerine uzanmadan benim halledebileceğimi gözüyle işaret etti.

Bu sefer, "Neredeyim?" diye sordum, bir yandan da kemeri açıyordum.

"Benim evimde." Kısa ve net yanıtından sonra gözleri kapıya döndü. "Doktor kapının önünde bekliyor, onunla görüşmek için..."

"Kimseyle görüşmeyeceğim." Kaşlarım çatıldı, kemeri zorlukla da olsa açtım ve en son belimden bağlanan kemeri açmaya çalıştım. "Benim burada ne işim var?" Parmaklarımdaki ve kollarımdaki tırnak izlerini görmezlikten geliyordum fakat diğer günlerden daha derin, daha acılı duruyordu.

"Ağır bir kriz geçirdin." Bu sefer kapıya doğru yürüdü. "Buraya geldiğinde nöbet geçiriyordun, doktor seni bağlamak zorunda kaldı..."

Lafını yarıda kesip, "Buraya geldiğimde mi?" diye sordum ve belimdeki kemeri de çözdüğümde ayaklarımı yataktan aşağı sarkıttım. "Nöbet geçirirken buraya nasıl gelmiş olabilirim? Bu evde neden böyle bir yatak var?" Korkuyla karşımdaki duvara baktım. "Boş çerçeveler... Neler oluyor?"

Kaşlarını havaya kaldırdı. Yine yanıtsız bırakacağını anladığımda çıplak ayaklarım yeri buldu, dengem sarsılırken yatağa tutundum. Üzerimde sadece sutyen olması umurumda bile değildi, artık ne korku vardı ne endişe ne de iyi bir his. Sadece öfke hissediyordum, gitgide büyüyen bir öfke.

Arkamdaki koltuğun üzerinde duran tişörtüme ilerlerken tutunuyordum çünkü ayaklarım fazlasıyla uyuşmuştu, ellerimi bile yeni yeni hissediyor gibiydim.

"Doktorla görüşmen gerekiyor." Korhan bir kez daha kapıya yöneldi.

Tişörtü başımdan geçirdikten sonra üzerine basa basa, "İstemiyorum," diye yineledim. "Burada durmayacağım."

Korhan'a doğru ilerledim, onun yanından geçip kapıyı açtığımda hemen önünde orta yaşlarda bir adamla karşılaştım. Kapıyı mı dinliyordu yoksa zamanını mı bekliyordu anlayamadım fakat ona göz ucuyla bakıp yanından geçerken adam fazlasıyla şaşkındı. Korhan arkamdan ona bir şeyler söyledi ama aldırış etmedim.

Ev devasa büyüklükteydi. Çıktığım odadan sonra bile dört odanın kapısıyla karşılaştım, koridor upuzundu. Bulunduğum oda üst kattaydı, merdiveni bulmak için koridor boyunca ilerlemeye başladım.

Arkamda ayak sesleri vardı, bu sefer hayal değildi ama umursamadım.

Koridoru geçtiğimde büyük bir merdivenle yüzleştim, hemen altında başka bir merdiven. Üç katlı bir yalıdaydım.

Erezlilere yakışan bir yalı. Hayır, Korhan ve Cüneyt Erezli'ye yakışan bir yalı.

Merdivenleri inmeye başladığımda Korhan bir anda bana yetişti, birkaç basamak aşağıya geçip ellerini kaldırdı. "Senden hoşlanmıyorum ama bu şekilde gidemeyeceğin konusunda bence ikimiz de hemfikiriz."

"Benden hoşlanmıyorsan bu seni ilgilendirmemeli bence," diyerek yanından geçmek istedim ama yine önüme çıktı.

"Senden hoşlanmıyorum ama insanım. Merhametim ve vicdanım var. Oldukça kötü görünüyorsun, saatlerdir ilaçla uyutuldun. Gözetim altında olman gerekiyor." Koyu gözleri öyle dikkatli bakıyordu ki Erezli ailesinin en kontrollüsünün Korhan olduğuna kanaat getirdim. İki eli de merdivenin tırabzanlarını tuttuğunda geçişimi engelledi. "Merhametimi ve vicdanımı da boş verebilirim ama yine de..." Omzunu kaldırıp indirdi. "Kalman gerekiyor. En azından iyi hissedene kadar."

Hemen arkamda az önce karşılaştığım doktorun ayak sesleri yankılandı. Omzumun üzerinden ona baktım, sonra dişlerimi sıkarak Korhan'a, "Doktor istemiyorum," dedim. "Asla."

Öyle keskin, öyle net konuşmuştum ki Korhan bile bir an afalladı. Birkaç saniye sonunda bakışmamız sona erdiğinde gözleri arkamdaki doktora kaydı; ona İspanyolca bir şeyler söylediğinde Erezlilerin başka bir yönüyle daha karşılaştım: yarı İspanyol olmaları.

Aralarında kısa bir konuşma geçtikten sonra doktor hemen yanımdan geçip gitti ve diğer merdivenlere yöneldi. Korhan ise o gider gitmez yine elleriyle önümü tuttu.

Onunla tartışmak ya da iğneleyici cümleler söylemek istemediğimi hissettiğimde, "Ben iyiyim," diye mırıldandım. Ama yalandı. Boğazımdaki kuruluk canımı yakıyordu, boynumda sargılar vardı ve başım ağrıyordu. Bir yandan da midem bulanıyordu fakat bu diğerlerinin yanında hiçbir şeydi. Bütün vücudum acıyordu.

"İyi değilsin." Erezlilerin kesin ve net cümleleri. Asla değişmezdi. "Doktor olmayacak," dedi tek elini kaldırıp saçlarına daldırarak. "Ama iki saat gözetim altında tutulman gerektiğini söyledi. İki saat burada durabilirsin, değil mi?" Başını önüne eğdi. "Senin aksine, insanlara zarar vermiyorum, ufaklık. Bence bunu yapabilirsin."

Onun canını yakmıştım, onun canını elinden almıştım ve şimdi de beni mi düşünüyordu? Hem de vicdanı ve merhameti için... "Bunu neden yapıyorsun?" diye sorduğumda yüzümü buruşturdum. "Beni düşündüğünü hiç sanmıyorum."

Gülümsedi. Yine gülümsedi. Korhan'ın bu vakitli vakitsiz gülümsemeleri fazlasıyla tuhaftı ama gözlerine perde inmediği zamanlar fazlasıyla sıcak bakıyordu. Kardeşinden bile sıcak.

"Ben düşünmüyorum," diye mırıldandı, sonra hemen devam etti. "Vicdanım ve merhametim düşünüyor seni." Yana çekilip merdivenleri gösterdi. "Bir şeyler yemen gerekiyormuş, ben de açım. Eşlik et bana."

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdığımda yerimde kalakaldım. Nasıl olurdu da öyle büyük bir nefretten sonra bile benimle aynı masaya oturabilirdi? "Sen ciddi misin?" diye sordum afallayarak.

"Evet," diye karşılık verdi. "İnanmıyorsan benimle salona gel, ciddiyetimi gör."

Sonra arkasını dönüp merdivenleri inmeye başladı. Adımları temkinliydi ama dönüp bana bakmadı, nasıl oldu bilmiyordum ama onun peşinden gideceğimi anlamıştı. Son basamağa geldiğinde arkasından küçük adımlarla ilerledim, tırabzanlara sıkıca tutunuyordum. Büyük yalıda ikimizden başkasının olup olmadığından emin değildim ama sırtımdan bir ürperti geçtiğinde korkuyla, "Beni öldürecek misin?" diye sordum. "Yani bu bir intikam mı? Neden beni hastaneye götürmek yerine buraya getirdin?"

Korhan omzunun üzerinden bana baktı, dudakları aralandı, bir an gözlerinden anlayamadığım bir ifade geçti ama sonra gülmeye başladığında yine olduğundan daha genç göründü. Başını iki yana salladı. "Aç olmam senin etini yiyeceğim anlamına gelmiyor, çocuk," dedi. "Eğer intikam alacaksam bu bir yemek masasında olmaz."

"Ne?" Yine ürperdim.

Korhan gözlerini devirdi. "Sadece şaka." Aynı ifadeyle ona bakmaya devam ettim ama o ellerini cebine yerleştirip bana döndü. "Seni öldürmeyeceğim," dedi rahat bir sesle. "Bir cani değilim, katil de değilim. Bu yaşıma kadar tek bir insanı bile öldürmedim hatta insanları öldürenleri yargıladım. Hem zihnimde hem işimde. Yetmedi mi? Birçok katil hapsi boyladı." Yine gözlerini devirdi. "Şimdi gelecek misin yoksa felaket senaryoları uydurmaya devam mı edeceksin?"

Korhan her zaman rahat ve umursamaz bir adamdı ama bugün... diğer günlerden daha farklıydı. Daha rahat gülümseyebiliyordu, daha iyi görünüyordu.

Daha canlı.

Cevap vermeden merdivenleri inmeye başladığımda memnuniyetle başını eğip bu sefer onun yanına gitmem için bekledi. Bir adım uzağında durduğumda beraber diğer merdivene yöneldik ve zemin kata indiğimizde karşımızdaki mutfaktan birinin çıktığını gördüm.

Kadın beni görünce hafifçe irkildi ama sonra Korhan'la gözleri kesiştiğinde gülümsedi. "Günaydın," dedi kadın bana ama o an dehşet içinde vücudundaki yanıklara bakıyordum, o da baktığım yönü fark etmiş gibi saklamaya çalıştı.

"Günaydın," dedi Korhan kadına. "Kahvaltı hazır mı?"

Orta yaşlardaki kadının arkasından genç bir kız çıktığında ikisinin de üzerinde aynı üniformaların olduğunu gördüm. Erezlilerin hizmetçileriydi.

"Hazır, Korhan Bey," dedi yanıkları olan kadın ve bir kez daha benimle göz göze gelmedi. "Hepsi masada."

Korhan cevap vermeyip başıyla beni sol taraftaki büyük salona doğru ilerlettiğinde beraber içeriye girdik.

Salon öylesine büyüktü ki dudaklarımı aralamadan duramadım. Büyük camlar salondaydı, koltuklar iki üçlü ve iki tekli şekilde etraftaydı. Duvarlarda yine boş çerçeveler vardı. Sabah güneşi fazlasıyla pahalı görünen tül perdelerin arasından salona, oradan da büyük yemek masasına çarpıyordu.

Yemek masası benim odam kadardı. Kocaman masa on iki kişilikti. Bir uçta bir tabak, diğer uçta başka bir tabak vardı ve masanın üzeri kahvaltılıklarla doluydu. Akla gelebilecek her şey vardı.

Korel Erezli, ailesinden nasıl da farklıydı.

"Bir şey mi oldu?" Korhan daldığım düşüncelerden beni ayırdığında çoktan sandalyelerden birine ilerlemişti.

Ben de metrelerce karşısında duran sandalyeye ilerlerken, "Bu kadar zengin olduğunuzu bilmiyordum," dedim dürüstçe. "Evet, babanın..." Başımı eğdim. "Yani ailenin zengin olduğunu düşünüyordum ama bu kadarı..." Başka hiçbir şey demeden sandalyeye oturduğumda hizmetçilerden biri içeriye girdi.

Bana bakmadan, "Kahve, çay, meyve suyu?" diye sordu. Korhan'a sormadan kahvesini doldurmuştu.

"Su alabilir miyim?" dediğimde çoktan tabağımın yanında doldurulmuş su bardağını gördüm. Hafifçe tebessüm ettiğimde kadının yanık izini gizleme çabası beni üzmüştü. "Ah, o zaman meyve suyu alayım."

"Neli olsun?"

"Neli var?" dediğimde Korhan gülümsedi. Alayla.

"Neli isterseniz," dedi kadın da.

"Bu evde ne ararsan var, çocuk," dedi Korhan bana. "İstersen süt de içebilirsin."

Beni küçük görmesinin nedeni yaşım değildi, bundan emindim.

Sırf o haksız çıksın diye, "Ben karpuz suyu alabilir miyim?" diye mırıldandım.

Kadının şaşırmasını bekledim ya da hemen Korhan'ın arkasındaki genç kadının ama ikisi de şaşırmadı hatta yanıkları olan diğerine başıyla işaret etti. Birkaç dakika sonra içinde kırmızı bir sıvı olan bardakla yaklaşan genç kadın koyu kahve gözleriyle beni süzüp bardağı önüme koydu. "Afiyet olsun." O anda parmaklarının kırmızıya boyandığını gördüm.

Benim yüzümden karpuz suyuyla uğraşmıştı.

Korhan alayla gülümsedi yine ama bu sefer zafer onundu. "Demiştim," dedi sadece, sonra tabağına bir parça peynir koydu. Hizmetçilerin başka ricamız olup olmadığı sorularını geçiştirdi; onlar çıkarken arkalarından baktım.

"Gerçekten bu kadar zenginlik nereden geliyor?" Neden merak ettiğimi bilmiyordum ama Korel'in yaşantısının bununla uzaktan yakından alakası yoktu.

"Babam küçüklüğünden beri çalışmış," dedi ağzına peyniri atarken. "Onun babası da çok bilindik bir İspanyol kalp cerrahıdır. O öldüğünde bütün mirası babama kalmış ama babam onu bir köşeye koyup çalışmaya devam etmiş. Sonra kendi babası gibi doktor olmuş." Gözlerini tabaktan ayırıp bana çevirdi. "İdil ve ailesi de fazlasıyla zenginmiş." Annem dememişti, İdil demişti. "İkisi evlenince mirasları birleşmiş. Senelerce sadece çalışmışlar ve sonuç..." Gözleriyle evi işaret etti. "Bu ve daha fazlası. Ama ben baba parasıyla geçinmeyi hiçbir zaman kendime yediremediğim için çalışarak kendi birikimimi yaptım, bunun kadar olmasa da benim de kendime ait bir evim var."

Onu dikkatle dinlerken bir bardak suyu çoktan içmiş, boğazımdaki kuruluktan kurtulmuştum. "Senin de mi evin bu kadar büyük?" diye sordum.

"Neden?" diyerek tiye aldı beni. "Evimi mi merak ettin?"

"Hayır." Kaşlarım çatıldı, önümdeki boş tabağa baktım, midem bulanıyordu. "Sadece aile üyelerinin birbirinden ne kadar farklı olduğunu anlamaya çalışıyordum..."

Ne demeye çalıştığımı direkt anladı. Kahvesinden büyük yudumlar alırken, "Bir şeyler ye," dedi elindeki çatalla masayı göstererek. "Eğer yemezsen hiçbir cevap alamazsın, çocuk."

"Bana çocuk deyip durmasan..." dediğimde kaşlarım çatılmıştı. "Yaşın büyük olabilir ama ben de küçük değilim."

"Fiziksel olarak çocuk gibisin ama." Beni incelemeye başladı; önce yüzümü, ardından saçlarımı... Sonra gözleri vücuduma indiğinde masaya sokuldum. "Ayrıca senin yaşındaki birçok kızdan daha farklısın. Çocuksun. Benim gözümde en azından." Hiçbir şey demeden kaşlarımı çatarak ona bakmaya devam ettim ama yine masayı gösterdi. "Eğer şu güzel poğaçadan bir ısırık alırsan sana aile üyelerinin neden birbirinden farklı olduğunu anlatırım."

Onunla anlaşmaya varmak. Bu konuda kararsızdım ama elim belli ki kararsız değildi çünkü poğaçaya uzanmış, çoktan ağzıma götürüyordu. Peynirli poğaça ağzımda dağılırken aç olduğum için midemin bulanabileceğini düşündüm, fazlasıyla lezzetliydi.

"Aile üyeleri birbirinden pek de farklı değildir," diye anlatmaya başladı ben poğaçamı çiğnerken. "Eğer kastettiğin Korel ise o lüksten hoşlanmaz." İğrenerek başını salladı. "Lüks arabalardan, lüks restoranlardan hatta lüks içkilerden... Aynı kazağı defalarca yıkayıp giyebilir ama ben, babam ve İdil asla bir giydiğimizi bir daha giymeyiz." Elimde duran poğaçama baktı, bir ısırık daha aldım. "Bunun nedenini hiçbir zaman anlayamadık," deyip elini çenesine koydu, gözleri yine dikkatliydi. "Büyük ihtimalle küçükken babam onu ceza diye devlet okuluna gönderdiğinde arkadaşları tarafından zengin züppesi diye suçlandığı içindir."

"Ceza mı?" Zorlukla yutkundum. "Babasıyla arası küçükken de mi bozuktu?"

Bıçağıyla önündeki yumurtasını kesip ağzına attıktan sonra rahat bir şekilde çiğnedi. Sabırla onu beklerken ben de çatalımı peynire batırıp ağzıma attım.

"Evet," dedi en sonunda birkaç dakikanın ardından. "Babamla Korel anlaşamazdı." Tek bir yanıt. Devam etmesini bekledim ama etmedi.

"Peki ya sen?" diye sordum.

"Babamla mı yoksa kardeşimle mi aramı soruyorsun?"

"Her ikisi de." Poğaçadan başka bir ısırık daha aldım, bütün dikkatim ondaydı.

Yine zamana meydan okuyarak, ağır ağır ağzına attıklarını çiğnedi. Bunu yaparken gözlerini bana çevirmiyordu ama onu izlediğimi biliyordu. Söyleyeceklerini mi düşünüyordu? Bu Korhan'a yakışmazdı.

"Babamla aram hiçbir zaman kötü olmadı çünkü o ne derse yaptım. Derslerim hep çok iyiydi, hep okul birincisiydim. Örnek öğrenci, örnek çocuktum. Başıma kötü bir şey geldiğinde bile tek başıma hallettim. Lafını ikiletmedim." Gözleri en sonunda bana çevrildiğinde kaşlarını kaldırdı. "Buradan Korel bunların hiçbirine sahip olmadığı için babamla arasının bozuk olduğunu anlayabilirsin, ha?"

Kafamdaki yapbozda birleşmeyen birçok parça vardı fakat ben sormadan devam etti. "Benimle Korel'in arası..." Sırtını sandalyeye yasladı, kahve fincanını aldı ve gözlerimin içine bakarak içti. Masaya bırakırken gözleri kısıldı. "O beni bir süre hep abisi gibi gördü. Bana saygı duydu. Bana hayrandı. Beni örnek aldı. Hatta beni örnek aldığı zamanlar babamın da gözüne girmeye başlamıştı." Sustu. Devam etmedi ama zihninde cümlelere devam ettiğine emindim.

"Ama aranız iyi değildi," diye tahminde bulundum.

Kollarını önünde bağladı, omuzlarını dikleştirdi. "Çünkü ben onu hiçbir zaman kardeşim gibi görmedim."

İçim acıdı, parçalandı ama ona belli etmemeye çalışarak poğaçadan daha büyük bir ısırık aldım, sonra karpuz suyundan içtim. Canım hiç istemediği halde.

"Neden diye sormayacak mısın?" Durmadan aklımda dönen soru buydu ama başımı olumsuz anlamda iki yana salladım, bu onu şaşırttı. "Bunları ona neden hiç sormadın?" dedi bu kez de. Sesi sakindi ama merakı hissetmiştim.

Elimdeki poğaçayı tabağa bıraktığımda yutkundum, gözlerimi ondan kaçırdım. "Çünkü o bana hiçbir zaman cevap vermezdi. Ya susardı ya da yalan söylerdi."

Beni izlediğini hissedebiliyordum ama başımı kaldırıp ona bakmadım. "Sana çok mu yalan söyledi?" diye sordu.

"Söylemiştir," diye hızlı bir cevap verdim.

"Söylemiştir mi?" Masanın üzerinden bana doğru eğildi ama aramızda neyse ki çok fazla mesafe vardı. "Yalan söylediğinden emin olmadan nasıl onu yalan söylemekle suçlayabilirsin ki?"

"Çünkü hissediyordum." Ellerimle oynamaya başladım, ağa beyiyle yüzleşemedim. "Yalanlar söylüyordu, beni kandırıyordu." Altdudağımı dişlerimin arasına alıp sıktım, canımı yakmak istedim çünkü düşündüklerim kendime acımama neden oldu. "Sonra..." diye devam ettiğimde zorlukla soluyordum. "Bunu neden yaptığını anladım."

"Neden?" diye sordu hızla.

"Çünkü benim yalanlara inanmaya gerçeklerden daha fazla ihtiyacım varmış." Gözlerimi ağır ağır ona çevirdiğimde yine dikkatle beni izliyordu. "Gerçekleri kaldıramayacağımı bildiği için beni yalanlarla uyutuyormuş. Bunu fark ettiğimde o gidiyordu. Geriye sadece gerçekler kaldı ve ben gerçeklerden kaçıyorum."

Korhan tek kaşını havaya kaldırdığında aramıza uzun bir sessizlik girdi. Bu sessizlik ömrümün sonuna kadar devam edebilirdi çünkü canım yine yanmaya başlamıştı. "Nereye kadar kaçacaksın?" diye sorduğunda bunu kendime de soruyordum. "Ya da nereye kadar yalanlara sığınmak isteyeceksin?"

"Bilmiyorum," diye mırıldandığımda yeşil gözleri donuktu. "Ama içimden bir ses onun da gerçeklerden kaçtığını söylüyor. Bizim gerçeklerimizden."

Cebinden sigara paketini çıkarıp içinden bir tane aldığında onu daha önce hiç sigara içerken görmediğimi fark ettim. Paketi oradan bana iteklediğinde tabağıma çarptı. Dudaklarının arasına koyup ucunu yaktığında derin bir nefes çekti. Kalın dudaklarının arasındaki sigara, Korel'in sigarası gibi sarma tütün değildi.

"Sence, sana yalan söylemesinin nedeni sadece sen istediğin için mi?" Soruyu öyle derinden gelen bir sesle sordu ki amacını anlayamadım.

"Buna inanmak istiyorum," diye yanıtladım.

"Yani bir başka yalanla da kendini kandırıyorsun," dedi alayla.

"Neden öyle düşünüyorsun?" Gözlerim bana attığı sigara paketine kaydı ama uzanmadım.

"Sana ne kadar yalan söylediğini bilmiyorum ama bir yalanına şahit olduğumda bunu neden yaptığını anlayamamıştım." Başka bir nefes daha çekti. "Böyle bir yalanı sen de istemezdin çünkü seni iyileştirecek bir yalan değildi."

Bir tarafım o yalanı sor diye bağırdı, diğer tarafım karşı geldi ve kendi içimde savaş verirken Korhan yüzüme bakarak onu sorgulamamı bekledi.

Ama bunu yapmadım.

Başka bir soru sordum. "Dün buraya nasıl geldim?"

Korhan sormadığım için yine şaşırmıştı ama belli etmemeye çalışarak, "Krizlerini çok ağır geçiriyorsun," dedi. Lafı değiştirdi, yine. Bunu yaparken fazlasıyla rahattı. "Doktora gidip ilaç tedavisine başlamalı ve..."

"Beni buraya kim getirdi?" diye sorarak lafını kestim. "Neden buraya getirildim?"

Korhan oturduğu sandalyeden yavaşça kalktığında benim olduğum tarafa doğru yürümeye başladı, elinde kahve fincanı da vardı. Sonra hemen yan tarafımda duran sandalyeyi çekip oturduğunda bu sefer yüzünün yakınımda olması yine korkmama neden oldu.

"Seni buraya kimin getirdiğini biliyorsun," dedi âdeta fısıldayarak. Böyle göz hapsine alması ve hiçbir şekilde gözlerini kaçırmaması sırtımdan aşağıya bir ter damlasının yuvarlanmasına neden oldu. "Değil mi?"

Yutkunduğumda bir elim kendi bacağımı sıkıca tuttu, diğer elim masanın kenarına yerleşti. Avuçlarımın altındaki ahşabın eriyeceğini bile düşündüm ama aslında o kadar da kuvvetli değildim hatta hiç değildim.

"O," dediğimde sesimden acı okunuyordu. "Geri mi döndü?"

Bir anda kapıdan içeri girer miydi? Bir anda karşıma çıkabilir miydi? Bütün bunlar olurken yüzüme nasıl bakardı?

"O," dedi ve başını omzuna düşürdü. "Hiç gitmedi ki."

Aynı anda bütün kötülükleri, bütün acıları, bütün yaşanmışlıkları hissettim ama aynı anda mutluluğu, neşeyi ve ışıkları da duyumsadım. O hiç gitmemişti, o aslında benden gitmişti. O hep buradaydı, o aslında hiç burada değildi.

O benden kaçmıştı.

"Ama sen bana kaçtı dedin." Bahaneler üretmek istiyordum çünkü gidip geri dönmesi, hiç kalmamış olmasından çok daha iyiydi.

"Evet, elbette kaçtı," dediğinde eğildiği yerden sırtını sandalyeye yasladı ve beni o dikkatli bakışlarından kurtardı. "O gece kaçtı. Sorulardan, olacaklardan, senden..." Öyle bir konuşuyordu ki sanki kardeşi düşmanıydı ya da düşmanı olmalıydı. "Ama önceden de söylemiştim, çocuk. Benim kardeşim seni öylece bırakamazdı."

"Ama bıraktı." Tek kelimeyle kalbimdeki kırıklar tekrar parçalandığında Korhan bunu gördü. "Neden kaçtığını bilmiyorum ama..."

"Aslında onu da biliyorsun," dediğinde lafımı kesmiş olmasını umursamadım çünkü Korhan uzanıp masanın üzerindeki elimi tutmuştu. Bir an gözüm eline kaydığında bunu neden yaptığını anlamıştım. Masayı öyle bir kavramıştım ki neredeyse parmaklarım kırılacaktı. "O benim kardeşim," dedi sakin bir sesle. "Ve o benim kardeşim olduğu için söylüyorum. Dikkatli ol. Duydun mu beni? Dikkatli ol."

Korhan Erezli, kardeşi Korel Erezli için beni uyarıyordu.

Eli hâlâ elimin üzerinde dururken sıcak avuçiçi elimin tersine çarpıyordu.

"Benden nefret etmekten nasıl vazgeçtin?" diye sorduğumda elimi onun elinden kurtarmak istiyordum ama bir yandan da güçlü eli kendime zarar vermemi engelliyordu.

"Senin de kendinden nefret ettiğine inandığımda," dedi, parmakları avcumun içine dokundu. Hâlâ bastırdığım elimi kurtarmak için yarım bir güç sarf etti çünkü kendi canımı yakmaya çalışmaya devam ediyordum. "Olanlarda seni suçlu görüyordum. Özge senin yüzünden ölmüştü, piyonun olmuştu. Öyle öfkeliydim ki sana, o gün ilk defa birini öldürebileceğimi hissetmiştim. O kişi sendin." Yine ürperdim ama parmakları diğer parmaklarımı da masadan ayırdı. "Sonra Prometheus babamı da aldı. Senden tamamen bağımsız. Ve fark ettim ki Özge senin yüzünden ölse de asıl suçlu sen değildin, hepimizdik. O gün oraya gelmeseydik Özge ölmezdi ama belki başka bir gün Prometheus onu öldürürdü."

Söylediklerini dinlerken son parmağımı da masadan kurtardı ve elimi yavaşça kucağıma bıraktığında yüzüne büyük bir keder ulaştı. "Özge'yi çok özlüyorum," dedi içten bir sesle. "Ama o yaşasaydı seni suçlamamı istemezdi çünkü seni severdi."

"Beni sever miydi?" Kaşlarım çatıldı, elimde hâlâ Korhan'ın sıcaklığı vardı.

"Kardeşimin başka bir yalanı ya da gizlediği bir sır," derken sırtını sandalyeye yasladı. "Özge'yle tanışıyordunuz. Hatta o senin sayende şarkılar söylemeye başladı."

Özge'yi ilk gördüğüm gün zihnimde canlandı. Bir milletvekilinin evine kaçak girmiştik, Özge de oradaydı. Onu gördüğüm an zihnimde şarkılar çalmaya başlamıştı, güzel bir kadın sesi canlanmıştı.

Özge, net bir şekilde onu tanımadığım, hatırlamadığım için şaşıran tek kişiydi.

"Bunu," dediğimde gözlerim açıldı, "hissetmiştim. Onu ilk gördüğümde." Kimbilir nasıl bir geçmişimiz vardı, kimbilir neler paylaşmıştık. "Onu hatırlayamadığım için üzgünüm ama eminim ki ben de onu çok seviyordum." Çünkü Özge denildiği zaman kalbimde bir nefret yoktu aksine içimden gülümsemek geliyordu.

"Severdin," dedi içten bir sesle. "Çok fazla şey paylaştınız. Çok fazla. Ablanla da paylaştı, Minel. Hatta bilmek ister misin bilmiyorum ama ablanla aralarındaki ilişki düşündüğünden daha duygusaldı." Gözleri parladı, bu parlatan Özge'ye duyduğu hisler olmalıydı. "Demem o ki senden hâlâ hoşlanmıyorum, evet ama artık seninle ateşkes yapıp seni suçlamama kararı aldım." Bu sefer elini kaldırdı, öne uzatıp sıkmamı bekledi.

Bir ona bir eline bakarken, "Yaşadıklarında payım olduğu için üzgünüm," dedim. "Tekrar söylüyorum, o gün bir tercih şansım olsaydı kendimi Prometheus'un ellerine bırakırdım."

Eli havada dururken, "Bunu bugün gördüm," dedi. "Beni Prometheus sandın ve kendini vermeye hazırdın."

"Çünkü hazırım."

"Kendinden bu kadar kolay vazgeçme," dediğinde gözleriyle elimi işaret etti. "Ve ateşkese var mısın, çocuk?"

Gözlerimi devirdiğimde, "Bana çocuk demeyeceksen olur," dedim.

"Şart yok," dedi, o da alayla. "Sen haksız tarafsın."

Bir an ne yapacağımı bilemedim ama daha sonra bundan hiçbir zarar gelmeyeceğini anladığımda az önce tuttuğu elimi uzatıp sıktım. "Ateşkese varım," dediğimde gülümsedi.

Büyük eli, küçük elimi yutarken, "Tuhaf bir arkadaşlık olacak," dedi. "Ama güzel olacak."

Elini ilk çeken ben oldum, ardından gözlerim Korhan'ın kolundaki saate kaydı. "Gitsem iyi olacak, babam meraktan ölmüştür."

"Babana mesaj attırdım," dedi Korhan fakat oturduğu yerden çoktan kalkmıştı. "Büge'de kaldın diye biliyor hatta birazdan buraya..." Cümlesi tamamlanmadan kapı sesi duyuldu. "Geveze arkadaşın gelir diyecektim."

Büge'nin kapının önündeki endişeli sesiyle beraber adımları duyuldu, sonra salona girdiğinde ilk olarak Korhan'a baktı, ardından benimle göz göze geldiğinde irkilerek geriye çekildi. "Sana ne oldu böyle, lanet olsun!" Bana doğru ilerlerken bir yandan da Korhan'a baktı. "Ona ne yaptın?"

En son Korhan'la yaşadıklarımın şahitleri Gürkan ve Büge'ydi. Beni o kumarhanede öldürecekti neredeyse, bunu görmüşlerdi fakat şimdi aynı masadaydık.

"O bir şey yapmadı," dedim Büge'nin çenesini tutup yüzüme çevirerek. "Bir nöbet geçirdim." Büge'nin dudakları aralandı, yüzündeki öfke silinip yerini kedere bıraktı. "Öyle bakma, iyiyim şu an."

"Nasıl oldu? Nerede oldu? Seni öylece bırakmamalıydık ama sarhoştum ve Gürkan bütün bu olanları duyduğunda..." Dişlerini sıktı. "Sikeyim Min, seni bırakmamalıydık öyle tek başına."

"Abartma, Büg," diyerek onu rahatlatmak istermiş gibi omzunu sıvazladım. "Sadece biraz eğlenmek..."

Korhan lafı ağzımdan aldı. "Onu yolda gördüm, yürüyordu. Ben de uzun zamandır onunla konuşmak istediğim için durdum. Beraber Hell Races geçtik." Büge kulaklarına inanamıyormuş gibi dinliyordu. "Sonra benden izinsiz hap denemiş, kriz geçirdi. Ağır bir kriz." Gözlerime baktı. "Onu hastaneye götürmek istemedim babası endişelenmesin diye. Bu yüzden evime getirdim, güvenilir bir doktor çağırdım. Zorlu bir gece geçirdi ama şimdi iyi. Hatta turp gibi. Masanın hepsini o yedi."

Büge, Korhan konuştukça daha fazla şaşırıyor, dudakları daha fazla aralanıyordu. "Sen," dedi, "onu," diye devam etti, "buraya getirdin." Âdeta heceliyordu. "Hem de kötü olduğu için."

Korhan bıkkın bir nefes verdi. "Ben kötü bir adam değilim Büge."

"Kötü bir adam değilsin ama ona çok öfkeliydin." Gözleri bana kaydı. Boynuma baktı, yüzüme baktı, sonra ellerimi tutup kollarımı inceledi. Gözleri bütün kesiklerde gezinirken çenesi kasıldı. "Bu kadar iyiliğinin altında Korel'in geri dönüşü mü var?" Başıyla salonun içine baktı. "O nerede?"

Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü ama bu birkaç saniye sadece benim başıma geldi; Korhan beni izlerken ne tepki vereceğimi ölçmeye çalışıyordu. "O..." dedim zorlukla nefes alarak. Neredeyse dizlerimin bağı çözülecekti ama beklediğim bir sondu. "Nereden biliyorsun?"

Büge sarsıldığımı fark ettikten sonra ellerini omuzlarıma yerleştirip beni sandalyeye oturttu, sonra Korhan'ın kalktığı karşımdaki sandalyeye yerleşti. "Dün gece Gürkan'ı biri aradı. Gerçi birkaç haftadır birileri arayıp duruyordu ama Gürkan anlatmıyordu. Fakat dün..." Başını salladı. "Gürkan yataktan öyle bir fırladı ki ne olduğunu anlamadım. Sadece bana dönüp, 'Korel'in yanına gitmem gerek,' dedi. Sormama bile fırsat vermeden çekip gitti. Geceden beri de ne telefonlarıma çıkıyor ne de eve geldi." Kaşları çatık bir şekilde dönüp Korhan'a baktı. "Onlar nerede?"

Korhan'ın cevapsız kalacağından yüzde yüz emindim ve tam da düşündüğüm gibi yaptı. Bir elim ağzıma gittiğinde yine midem bulanmaya başlamıştı fakat bu sefer karnımda da bir yanma vardı, bir acı. Geçmişim kanıyordu, kalbim sıkışıyordu.

"İyi misin?" diye sordu Büge ama ona bakmak yerine masanın üzerindeki kahvaltılıkları izledim. "Bak, onu görmek istemezsen görmezsin, tamam mı?" Ellerimi sıkıca tuttu. "Hatta ona, onu görmek istemediğini Gürkan aracılığıyla söyleyebiliriz." Hiçbir söylediğine dikkat edemedim, aklımda onun görüntüsü dönüyordu.

Tekrar kapı çaldığında ikimiz de irkildik ama Korhan fazlasıyla rahattı. Elim boynuma gittiğinde sargı bezleri parmaklarıma çarptı ama umursamadım, hizmetçilerden biri kapıyı açtı. Ses duymadık ama sonra sert adımlarla biri salona girdiğinde kalbim göğüs kafesimden fırlayacakmış gibi hızlı atıyordu.

Gelen kişi Gürkan'dan başkası değildi.

Korhan Gürkan'a bakarken ikisinin arasında sözsüz bir bakışma geçti, baş selamı veren Gürkan oldu. Büge ellerimi bırakıp ayağa kalktığında "Hangi cehennemdesin sen?" diye sordu öfkeyle. "Bir anda o şekilde nasıl gidebilirsin?"

Gürkan Korhan'dan bakışlarını ayırıp bana döndüğünde, "Minel," dedi selam vererek. "Hadi seni eve bırakalım."

Buraya kadar beni eve bırakmak için mi gelmişti? Yine gergindi ama bu sefer gizlemeye çalışmıyordu.

"Sana diyorum," dedi Büge hırsla. "Ne halt etmeye..."

Gürkan onun yanından geçip benim yanıma ulaştığında başımda dikilip yanıt vermemi bekledi. Korhan ise rahat bir ifadeyle bizi izlerken bana sadece bir kez onay veriyormuş gibi başını salladı. Ben de sanki bunu bekleyen bir askermişim gibi ayağa kalktığımda kendi kendime öfkelenmiştim.

"Kalın derdim," dedi Korhan muzip bir sesle. "Fakat birbirini hiç sevmeyen dört kişi pek eğlenemez gibi görünüyor. Keşke aramızda bir köprü olsaydı. Mesela..." Gürkan'a döndü. "Korel gibi. O nerede?"

Gürkan, Korhan'ı tamamen görmezlikten gelirken kalkmam için yardım edip kolumu tuttu fakat kaşlarım çatık bir şekilde ona dönüp kolumu ondan kurtardım. Büge ise öfkeyle salondan ayrıldığında dış kapının sesi duyuldu.

Gürkan onun peşinden giderken, "Seni dışarıda bekliyoruz," dedi bana. "Hemen gel."

Peşinden ona bakarken neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yine koca salonda Korhan'la ikimiz kalmıştık. Gözlerim en sonunda ona kaydığında beni incelediğini fark ettim. "Ah, çantam," dedim ama tam o esnada hizmetçilerden bir tanesi sırt çantamı getirip bana verdi. Gülümseyerek aldığımda yüzünde yanıklar olan kadın bana karşılık vermedi.

"O halde," dedi Korhan bana bir adım yaklaşıp. "Kendine iyi bak, çocuk."

"Teşekkür ederim, her şey için," diye mırıldandım. "Ve aramızı düzelttiğimize," içtenlikle gülümsedim, "sevindim. Prometheus gibi bir düşmanım varken, sen de benim düşmanım ol istemezdim."

Korhan gülümsememe karşılık vermedi, fazla ciddi bir ses tonuyla, "Prometheus senin tek düşmanın," dedi. "Ve düşmanının gerçekte kim olduğunu bilmiyorsun." Tek kaşını kaldırdı. "Biliyorsan da bilmezlikten geliyorsun. Bu yüzden dikkatli ol." Başını ileri geri salladı. "Herkes düşmanın olabilir, çocuk. Herkes. Çok dikkatli ol ve beni aramaktan çekinme."

Ciddiyetini bölmek istermiş gibi, "Sen de benim düşmanım olabilirsin o zaman," dedim aynı gülümsemeyle.

"Belki olabilirim," dedi fakat ciddiyeti bırakmadı. "Ama Prometheus bir nefes kadar uzağındayken sana en yakın olan kişi ben değildim, bunu unutma." Cümlesi kurşun gibi saplandı, gülümsemem donuklaştı. "Bir nefes kadar yakınında olan belki de düşmanındı."

Verecek bir yanıt aradım ama hiçbir yanıta ulaşamadım. Kendi yanıtlarımdan kaçıyordum ama o yanıtlar canımı çok yaktığı için, olmaması gereken yanıtlar olduğu için kaçıyordum. Ve Korhan, o yanıtları gözüme sokmak için çırpınıyordu.

"Dikkatli olurum," dedim sadece ve arkamı dönüp dış kapıya yürüdüm. Korhan'ın ise sırtımdaki bakışları ayrılmadı, bunu hissederken ürpermem ya da eskisi gibi hissetmem gerekirdi ama öyle değildi. Korhan'la aramızda yazdığımız o kısa anlaşma maddeleri, benim ona daha yakın olmamı sağlamıştı.

Kardeşinin eksikliği miydi böyle hissettiren bilmiyordum ama içimden bir ses, Korhan'la da aramızda geçmişten gelen bir olay olduğunu söylüyordu.

Dış kapıdan çıkıp arabanın önünde hararetli bir tartışma içerisinde olan Büge ile Gürkan'a doğru yürümeye başladım. Daha doğrusu Büge konuşuyor, Gürkan dinlerken adımlarımı izliyordu. Onu bu denli üzerime düşüren neydi? Aklımda bir yanıt vardı ama bu yanıt kalbimi sıkıştırmaya başlamıştı.

Büge baktığı yöne döndüğünde kollarını önünde bağlayıp öfkeyle, "Haksız değilim," dedi. İkimize söylüyordu ama daha çok benden destek bekliyor gibiydi. Maalesef onu pışpışlayacak durumda değildim çünkü başımdaki şiddetli ağrı gitgide artarken soru işaretlerimin önünü alamıyordum.

"Gidelim." Gürkan sürücü koltuğuna yöneldiğinde boğazımı temizleyip, "Ben tek başıma giderim," diye mırıldandım.

Bir yandan onların tartışmasına daha fazla şahit olmak istemiyordum, diğer yandan da içimdeki tarifi olmayan bu hissi yalnız başıma geçirebileceğimin de farkındaydım.

Gürkan bana dönüp kaşlarını kaldırdı. "Kötü durumdasın, seni eve bırakmalıyız." Büge'ye destek beklermiş gibi baktı ama onun öfkesi dinmiyordu. "Bu şekilde tek başına gidemezsin, Minel."

Tam karşısında dikilip içini rahatlatmak isteyerek gülümsedim ama biliyordum ki benden önce düşündükleri vardı. "Ben iyiyim." Ellerimi belime koyduğumda bakışlarım Büge'ye kaydı. "Gerçekten iyiyim. Temiz havaya ihtiyacım var..."

Gürkan sözümü kesip, "Hayır," dedi sadece. Sert bir ses değildi ama emir içeriyordu ve aksi halde tartışacakmış gibi görünüyorduk.

"Ne?" dediğimde kaşlarım havaya kalkmıştı. Bu tepki Büge'yi de şaşırtmış olacak ki çatık kaşları gevşedi, dudakları aralandı.

"Hayır," diye tekrar etti. "Dün gece olanlardan sonra seni tek başına eve gönderemem." Cümleyi tamamlar tamamlamaz dudaklarını birbirine bastırdı, Büge ise bu sefer bana döndü; sorguyla, itinayla ve büyük bir merakla.

Dudaklarım ve boğazım kurudu, sertçe yutkunduğumda ona doğru bir adım attım. "Sen dün gece olanları nereden biliyorsun?" Dün gece ne olmuştu ki? Sadece bayıldığımı ve kriz geçirdiğimi hatırlıyordum, daha mı kötüsüydü?

Gürkan bakışlarını kaçırdı. Ne kadar akıllı bir adam olursa olsun bu konularda durmadan ağzından bir şeyler kaçırıyordu, onu ilk tanıdığımda bile adımı bildiğini belli etmişti ve sonra lafını saçma sapan bir şekilde değiştirmişti. Aslına bakılırsa Gürkan da benden birçok şey saklıyordu.

"Ben," dedi duraksadıktan sonra arabanın önüne yaslandı. "Korhan'la bir gece geçirmeyecek kadar aranızın bozuk olduğunu biliyorum ve seni Hell Races civarında görmüşler. Orada bir şeyler olmuş olmalı ki Korhan seni evine getirdi."

Dinledim, yalanlarını dinlerken yüzümde zerre mimik oynamadı.

Büge hemen lafa atlayıp, "Dün ne oldu Min?" diye sordu. Artık öfkesi yoktu. Endişe ve büyük bir merak almıştı yerini.

"Bitti mi?" Gürkan'a sorduğum soru, dudaklarıma silik bir tebessüm kondurmama neden oldu.

"Ne bitti mi?" Gürkan tek kaşını havaya kaldırdı.

"Anlık uydurduğun yalanlar." Gülümsemem genişledi. Ne kadar iyiyim desem de ayaklarımın üzerinde durmakta zorlanıyordum ve ellerim titriyordu.

"Yalan söylemiyorum..."

Lafını kesip, "Son yıllarda yalanlarla o kadar fazla haşır neşir oldum ki kokusunu bile alabiliyorum," diye mırıldandım sakince. "Hatta hayatı koca bir yalandan ibaret olan bir kız çocuğu, bir kadın duruyor senin karşında."

Gürkan'ın inkâr etmesini bekledim ama dudakları aralansa da hiçbir şey söylemeden öylece geri kapattı. "Hey," dedi Büge birkaç dakika sonra, ben Gürkan'dan bakışlarımı ayırırken. "Onun yalan söylediğini düşünmüyorum. Hell Races civarında gezindiğinde bile direkt Gürkan'a haber uçuruyor..."

"Büge," diyerek ona döndüm. "Dün ben büyük bir kriz geçirdim." Büge'nin gözleri irileşti. "Kendi kusmuğumda işkenceler çektim, orada öleceğimi sandım ama biri gelip beni kurtardı." Tekrar Gürkan'a döndüm. "Ve bu kişi Korhan değildi."

İkisi de sessizliğini korurken aralarında büyük bir fark vardı: Büge ne demek istediğimi çözmeye çalışıyor, Gürkan ne demek istediğimi direkt anlıyordu.

"Korhan olmadığını nereden çıkardın?" dedi en sonunda Büge. "Yoksa biri sana kötü bir şey mi yaptı?" Gözleri irileşti. "Min, neler oldu?"

Gürkan'a bakmaya devam ettim. Ona bakarken yalanlarının altında ezilsin istedim. "Korhan değildi çünkü yalanların kokusunu aldığım kadar hayatımı ellerinin arasına almış adamın kokusunu da bilirim." Bu cümleden sonra Büge geriye bir adım attı, irkilmişti. "Hayır, Prometheus değil," dedim, sonra imayla gülümsedim ki Gürkan da belli belirsiz geriye kaydı. "Dün gece onun yanındaydın, değil mi Gürkan?"

Öyle büyük bir sessizlik oldu ki sorduğum soru zamanı bile durdurmuş gibiydi. Gürkan'dan cevap bekliyordum ama Büge onun yerine, "Korel," dedi, adını duyduğumda bile kalbimi sıkıştıran ismi fısıldayarak. "O senin yanında mıydı?"

"Hiç gitmedi." Cümle dudaklarımdan zehir gibi döküldü. "Hep buradaydı. Hatta Gürkan belki de başından beri bunu biliyordu."

"Hayır." Gürkan elini saçlarına geçirdikten sonra yaslandığı yerden doğrulup bana doğru bir adım attı ama bu sefer geriye gitme sırası bendeydi.

"Gürkan," dedim dişlerimi sıkarak. "Bana cevap vermeyecek misin? Dün gece beni oradan çıkaran o muydu?"

Yine sustu. Mahvolacağım kadar uzun sustu ve ben öfkeden daha çok hayal kırıklığı hissetmeye başladım, kalbimin bir parçası koptu. "Susuyorsun," dedim. "Çünkü o bunu istemiyor, değil mi? Karşıma çıkmak istemiyor." Geriye bir adım daha attım. Attığım adım yeri bile titretecek kadar sağlamdı. "Allah kahretsin ki benimle yüzleşmek bile istemiyor, değil mi? O halde beni neden oradan kurtardı?"

Gürkan yutkundu, âdemelması inip çıkarken başını önüne eğdi. "Öyle değil," dedi sadece. Öyle değil.

"O halde nasıl?" Büge benim yerime öfkeyle soludu. "Dün benim yanımdan kalkıp Korel'in yanına gidiyorsun ve bunu bana asla söylemiyorsun, öyle mi?" Gürkan'ın kolunu tutup sarstı. "Bana söylemiyorsun, sır diye bakıyorsun, anlarım ama neden şu kıza bir şeyler söylemiyorsun, onu görmüyor musun? Korel olmadan mahvoluyor."

Son kurduğu cümle Büge'ye hiddetle bakmama neden oldu ve o da bu cümleyi kurmaması gerekiyormuş gibi dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini kapattı. Geriye doğru bir adım daha attığımda ellerimi yumruk yapmıştım. Öfke değildi, yine değildi ama güçlü durmaya çalışıyordum.

Arkamı dönüp yürümeye başladığımda Büge peşimden koşup kolumu kavradı ama ondan kurtulup yürümeye devam ettim. Bu sefer Gürkan önüme çıktı. Biri önümde diğeri arkamda dururken, "Benimle yüzleşemiyor mu?" dedim âdeta hırlayarak. "O halde gözlerimin içine bakıp buna karar vermesi gerekecek."

"Minel yapma." Büge kolumu sıkıca kavrarken Gürkan da ellerini kaldırdı. "Bunu yapma," dedi Gürkan. "O hazır olduğunda karşına çıkacaktır."

Umursamadım; kolumu hızla çekip, Gürkan'ı da omzundan itekleyip yürümeye devam ettim. Peşimi bırakmayacaklarını anladığımda ise arkamı dönüp, "Beni rahat bırakın," diye bağırdım. "Eğer şimdi beni rahat bırakmazsanız bir daha ikinizin de yüzüne bakmam."

Gürkan dinlemedi, yürümeye devam etti ama Büge bu cümleden sonra duvara çarpmış gibi olduğunda Gürkan'ı durdurdu. Onu engelleyecek cümlenin bu olduğunu biliyordum çünkü bir keresinde bana hayatındaki iki güzellikten biri olduğumu ve hiçbir zaman beni hayatından çıkaramayacağını söylemişti. Şimdi bunu kullanıyor, onun korkularına yürüyordum.

Büge de konuşmayı hatırlamış gibi kırgın gözlerle bana bakarken Gürkan'a kısık sesle bir şeyler söyledi, Gürkan tekrar hamle yaptığında ise sıkıca tutup peşimden gelmesini engelledi.

Büge'nin kalbini kırdım, hem de hiç hak etmediği halde. Kendi kalbim göğüs kafesime batacak kadar kırılmışken başkalarının kalbinin parçalarını göremiyordum.

Tekrar önüme dönüp hızlı adımlarla caddeye çıktım ve bir taksi çevirip adama direkt Hell Races'ın adresini verdim.

Bir anda değişen dengelerim, taksi hareket ettiğinde kendimi sorgulamama neden oldu. Bunu yapabilecek bir ruhumun bile kalmadığını düşünüyordum hatta emindim. Hiçbir şey için çabalamıyordum, derslerim dışında. Aslında o da bir çaba göstergesi değildi, düşüncelerimden kaçmak için sığındığım limandı. Bunun dışında öylesine hayatı yaşıyordum.

Elbette kafamın içinde bir gün onun döneceğini düşünmüştüm ve kendimi, kalbimi, ruhumu yokladığımda sadece sakince omzumu silkerim diye iç geçirmiştim fakat şimdi öyle değildi.

Tek bir şey istiyordum; hesap sormak değil, öfkelenmek değil, ağlamak değil.

Sadece gözlerinin içine bakmak. Tek isteğim buydu çünkü beni terk etmesinin nedenini, gözlerinin içine baktığım zaman göreceğimi düşünüyordum ve o da anlasın istiyordum. Uzun zamandır aynaya baktığım zaman gördüğüm gözlerin ne anlattığını bilmiyordum, o her zaman bilirdi. Şimdi de bilsin istiyordum, bilsin ki bana da göstersin.

Fakat onu görmeye cesaretimin olmadığını söyleyen tarafımla savaş halindeydim. Nasıldı? Emin olduğum bir şey vardı: O da her zamanki gibi karşıma geçip alaycı gülümsemesiyle beni küçümseyeceği, üstten üstten bakacağıydı. Hatta öyle bir davranacaktı ki o kadar geçen zamanı tek önemseyen kişinin ben olduğuma inanacaktım.

Ama ben bunları düşünürken geçmişim haykırdı; hayır dedi, o senin önemsediğinden daha fazla önemsedi seni.

Ya hislerim kandırıyordu beni ya da geçmişim. Çünkü buna inanamazdım, Korel Erezli beni hiçbir zaman önemsememişti.

Taksi Hell Races'ın önünde durduğunda öğleden sonraydı ve motosikletler barın önünde yoktu. Daha fazla düşünmek için kendime fırsat vermeden hatta kendi iç hesaplaşmalarımı tamamen görmezlikten gelerek taksi şoförüne parayı verip bara doğru yürümeye başladım.

Kapıdaki adamlar değişmişti ama beni gördüklerinde birbirlerine baktılar, beni tanıyormuş gibi.

Karşılarında dikildim, gözlerimin içine baktılar. "İçeri alın," dedim. "Yoksa sizi kimin haşlayacağını çok iyi biliyorsunuzdur." Hangisini kastettiğimi bilmiyordum; Korhan'ı mı, Korel'i mi?

Adamlar tekrar bakıştıktan sonra önümü açtı hatta bir tanesi baş selamı bile verdi. Şaşırsam da bunu belli etmeden içeriye girdim.

Her zamanki koridor ışıkları açık değildi hatta karanlığa gömülmüştü. Müzik sesi çok kısıktı, masaları çektiklerini duyuyordum. Koridorda yürürken dün nasıl çıkarıldığımı merak ediyordum. Beni taşınırken insanlar nasıl bakmıştı? Gerçi bu barda herkes bayılabilir, kusabilir, kriz geçirebilirdi. Kendimi en normal hissettiğim yerlerden biriydi.

Koridoru geçip büyük alana çıktığımda birkaç müşterinin büyük masalarda oturduğunu ama onların da sadece içtiğini gördüm. Geriye kalanlar mekânı temizleyenler ve müzisyenlerdi. Tek tek herkesin yüzüne baktım, bunu yaparken birkaç kişiyle göz göze geldim ama umursamadan merdivenlere yöneldiğimde yerleri temizleyen orta yaşlı bir adam, "Oraya çıkmak yasak," diye bağırdı.

"Yasak filan değil," dedim merdivenlerin tırabzanlarını tutarak. "Dün tam olarak o odadaydım." Arkamdaki gözleri hissedebiliyordum ama merdivenleri tırmanırken bunu da umursamadım.

Dar koridoru geçip kapıya geldiğimde kapalı olduğunu fark ettim fakat tereddüt bile etmeden elim kulpa gidip çevirdiğimde kaşlarım çatıldı.

Kapı kilitliydi.

"O odaya girmek yasak demiştim." Aynı adamın sesi arkamdan geldiğinde gözlerim irileşti, ona döndüm. "Sırtlan sabah kimsenin girmemesini emretti, hep açık olan kapısını kilitledi." Buradaydı. Buradaydı.

İlk defa biri itiraf ediyordu ve itiraf olduğunu bilmeden söylüyordu. Eğer bilseydi kapının kolunu açmak için değil tutunmak amacıyla kavradığımı anlardı. "Sırtlan," dedim yutkunarak. "O burada mıydı?"

"Evet." Orta yaşlı adam kır saçlarını kaşıdı. "Ama kendisi çıktı."

"Yalan söyleme." Kapının kolunu bıraktım, adama doğru hızlı adımlarla ilerledim. "O nerede? Aşağıda mı?"

Adam bir şeylerin yolunda gitmediğini anladığında, "Titriyorsunuz," dedi. "İyi misiniz?"

"O nerede?" Üstüne basarak sorduğum soru ona doğru bir adım daha atmama neden oldu.

"Kimbilir," dedi omzunu silkip. "Sırtlan'ı takip edemezsin, o seni takip eder."

Acı bir ifadeyle güldüğümde adamın gözlerindeki samimiyeti ölçmeye çalışıyordum ama her şeyden bihaberdi ve yalan söylemediği her halinden belliydi.

Hiçbir şey söylemeden omzuna çarparak geçip hızla bardan da ayrıldım ve caddeden başka bir taksi döndürüp Korel'in evinin adresini verdim.

İçimdeki hırçın, ukala tarafım gurursuz diye haykırıyordu bana. Beni istemiyordu, görmek istemiyordu ama onun peşinden koşuyordum, ilk günlerde olduğu gibi. İstediği de bu değil miydi zaten?

Ama hiçbir şey ilk günlerdeki gibi değildi. Gerçekten onu sorgulamayacak, hesap sormayacaktım. Sadece gözlerini görmek istiyordum, yaprak sarısı gözlerine bakmak ve onu görmek istiyordum.

İçimdeki bu isteği öfkeye döndürmeye çalıştım ama özlem olduğunu dillendiren geçmişim sanki Korel'in de geçmişiydi.

Taksi uzun bir süre sonra onun evinin önünde durduğunda cebimde kalan son paraları da şoföre uzatıp indim.

Ev, bir ay boyunca geldiğim zamanlardaki gibi terk edilmişti, tamamen yapayalnızdı.

Fakat tek bir şey dışında: bir havlama sesi.

Çitlerden içeriye girdiğimde Boda çoktan beni görmüş koşuyordu. Köpeğini görmek bile elimin kalbime gitmesine neden olurken, adımlarım durdu. Boda bana doğru koştu, sonra patilerini kaldırıp üzerime tırmandığında donuk gözlerle karşımdaki eve bakıyordum.

O gerçekten geri dönmüştü. Yanında alıp götürdüğü Boda'sıyla beraber.

Zihnimde bir anı canlandı.

"Çok küçük değil mi Korel?" Önümde duran köpeğin başını severken minik bedenini de okşuyordum. "Babamın da bir köpeği vardı, adı Çakır'dı. Ona ne olduğunu merak etmiyor değilim." Korel'in gözleri donuklaşmıştı ama benim yüzüme hüzün çöktüğünü gördüğü an, yanıma çöküp o da köpeğin gövdesini sevmişti. "Çakır'ın yerini tutmaz ama onu sahiplenebiliriz." Gözlerim parladı, hüznüm yok oldu. "Elimizde büyür."

"Bu çok güzel olur." Köpeği yolda bulmuştuk, sahibi büyük ihtimalle terk etmişti ve küçücük bedeni kış mevsiminin soğuğundan dolayı sığınacak bir yer arıyordu. "Onu sahiplenebiliriz! Ama dayım istemez."

"Ben alırım onu." Korel köpeği kucağına alıp doğruldu. Ben de onun arkasından doğrulduğumda parmaklarımın ucunda yükselip başını sevmeye devam ettim.

Anıyı düşünürken elim Boda'nın başını okşamaya başladı ve o da önümden çekilip yolumu açtı.

Onu küçükken bulmuştuk, benim için sahiplenmişti. Boda kokumu biliyordu. O bile benim kokumu unutmamıştı.

Kapıya ilerledim, adımlarım sarsaktı ve artık onu görmekten korkuyordum. Güneş gökyüzünde alçalmaya başlamıştı. Gecenin karanlığı çöktüğünde biliyordum ki kâbuslar ve korkular peşimi bırakmayacaktı.

Ama en çok anılar. Tekrar hatırladığım anılar.

Kapının önünde durdum, elimi kaldırdım, yumruk yaptım ama vuramadım. Korku beni çepeçevre sardı.

"Cesur ol," diye fısıldadım ve kapıyı bir kez çaldım. Bu kelime beni anının devamına götürdü.

"O çok cesur, değil mi?" Durduğum yerde arada sırada zıplayarak Korel'le beraber yürüyorduk. "Adını ne koysak?" Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım, kar yağmak üzereydi. "Karabaş nasıl?"

Korel alayla güldü, göz ucuyla bana baktı. "Hiç duymadığım bir isim, nereden buldun?"

Mutsuz bir ifadeyle dudaklarımı büktüm. "Gökyüzü nasıl?"

"Fazla romantik."

"Kar."

"Fazla soğuk."

Anılar nefesimi kesti, kapıyı kimse açmadı. Daha sert bir şekilde birkaç kez daha vurduktan sonra, "Korel," diye fısıldadım.

Beni duyamazdı ama içeride olmasına rağmen açmayacak kadar mı beni görmek istemiyordu?

"Yağmur nasıl?" Gözlerim irileşti. "Bence çok güzel."

"Hepsi çok kötü," diyen Korel, kucağındaki köpeğin kafasını seviyordu. "Ben ona isim buldum çoktan." Heyecanla nefesimi verdim, devam etmesini bekledim. "Kurt Cobain'in küçükken hayali bir arkadaşı vardı, adı Boda'ydı. O arkadaşı yalnızlığından yarattığına eminim." Korel bakışlarını bana çevirdi, en derinlere baktı. "Ben de yalnızım. Boda bana arkadaşlık edecek ama hayali olmayacak."

Yalnız değildi. Onu tanıdım tanıyalı hep tek başınaydı ama yalnız değildi çünkü ben onun yanındaydım. Kapıyı bütün gücümle yumruklamaya başladım. Köşede duran Boda, yere oturup beni izledi. "Korel!" diye bağırdım ve ardından tekmelerimi indirdim kapıya. "Korel!"

Çaresizce sesim kapının önünde yankılandı ama durmadım, vazgeçmedim, yumruklamaya devam ettim; bunu yaparken, hatırladığım anılar bana uğramasın istedim çünkü sonrası beni mahvedecekti.

Ve mahvetmeye başlamıştı.

"Korel," dedim adımlarını durdurarak. "Neden hep yalnız olduğunu söylüyorsun? Sen yalnız değilsin ki. Ben varım."

Korel, bakışlarını kaçırdı, gelecekte bakışlarını bir an olsun kaçırmayacağını bilmeden. "Bir gün sen de gideceksin."

"Hayır." Sesim netti, gelecekte onu bırakıp gideceğimden habersizken. "Sen benim tek arkadaşımsın."

Kapıyı yumruklamayı bıraktım. Artık anı zihnimde değil, önümde gibiydi. Açılmayan kapının ardında gibiydik ama aslında ardında değildik, biz o evdik. Korel terk edileceğini biliyordu, bense terk etmeyeceğimden emindim.

Ama onu terk etmiştim. Bunu hatırlamıyordum, bunu hissediyordum çünkü anı canımı yakıyordu.

Daha fazla ayakta duramadım, dizlerimin üstüne yavaşça çöktüğümde alnımı kapıya yasladım. Bir kez daha vurdum kapıya ama bu sefer Korel kapıyı açsın diye değil, içeride kilitli kalan Minel kapıyı açsın da geçmişe gidip o anı geri silsin diye. Korel'i terk ettiğim anı silsin diye.

Anı devam etti, ederken benden parçalar kopardı.

"Oğuz Atay'ın çok sevdiğim bir paragrafı vardır," dedi Korel donuk ama bir o kadar da ürkek bir tınıyla. "Beni bir gün unutacaksan, bir gün bırakıp gideceksen, boşuna yorma derdi; boş yere mağaramdan çıkarma beni. Alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna." Korel bana tamamen döndü ve her zaman yaptığı gibi kucağında Boda dururken başımın tepesine silik bir öpücük kondurdu.

Gözlerimi kapattım. Anlam veremiyordum ama Korel hep böyleydi benim için. En kötüsünü düşünüyordu, en kötüsüne ilerliyordu, en kötüsüyle yüzleşiyordu.

Kendimden emin, net bir sesle ona, "Seni hiç unutmayacağım," dedim o gün söylediklerimi sesli bir şekilde tekrar ederek. "Seni bırakıp gitmeyeceğim."

Geçmişimdeki Minel utançla karanlığa doğru kayboldu ama ben çöktüğüm yerde öyle parlak bir ışıkla durdum ki o ışığın ateş olduğunu çok sonra fark ettim. Kavruldum, yandım; geçmiş, geleceğimden daha fazla yaktı canımı.

Çöktüğüm yerden kalkamadım ama yalnız da kalmadım. Boda hemen yanıma gelip anlamış gibi başını boynuma sürttü, kokladı. Kollarım onun gövdesini kavradığında Boda'ya sarıldım; gözlerim acıdı, yandı, boğazıma büyük bir yumru oturdu.

Öleceğim sandım, geçmiş beni öldürecek sandım. Oradan kalkmak bir yana dursun, hareket bile etmeden dakikalarca Boda'yla oturdum. Onun bile gözlerine bakamayacak kadar utandım, kızardım, yanan gözlerime yaşlar dolmasın diye çabaladım ama artık eskisi gibi değildim.

Ağlıyordum; tek bir darbeyle, tek bir cümleyle. Yaşlar yanaklarımdan boşanırken gözlerimi sıkıca yumdum.

Geçmişim karanlığa boyandı, hep karanlığa boyansın istedim. Çünkü tek kurtuluş yolum buydu.

Dakikalar saate dönüştü. Çantamın içindeki telefonum birkaç kez titredi ama sonra sustu. Büyük ihtimalle şarjım bitti ya da beni arayan kişiler artık vazgeçti.

Akşamın karanlığı tamamen ev ile benim üzerimize çöktü.

Aslında o kapının önünde Korel'i değil, kendimi bekledim, kendime gelmeyi bekledim ama o da uğramadı. Boda ve ben. Tek başımıza kaldık.

Sonra onu tekrar suçlamaya başladım. Yanaklarımdan akan yaşları sildim. Onun kim olduğunu bile bilmediğimi anımsadım. Geçmişimdeki Minel belki de haklıdır dedim kendi kendime. Onu terk etmek istemiyorken bunu yaptıysam bir nedeni olmalıydı.

İçimden kısık bir ses, sen de ondan kaçtın, dedi.

O halde benden intikam mı alıyordu?

Neyin peşine düşüyordum ki? Gidecek, onu arayacak başka yerler de vardı ama neden bunu yapıyordum ki? Kendimi yine neden işkencelerin kollarına bırakıyordum?

Sırtımı kapıya vererek doğruldum ve ellerimle sıkıca tutunup ayaklarımın üzerine bastım. Boda kucağımdan indiğinde benimle paylaştıkları aramızda sır olarak kalacakmış gibi başını bacağıma sürttü. Kafayı yiyordum, aklımı kaçırıyordum ama onun başının tepesine öpücük kondurduğumda kendimi huzurlu da hissettim.

Aynı anda binlerce duyguyu yaşarken omuzlarıma vazgeçmişliğin verdiği ağırlık çöreklendi. Sarsak adımlarla Korel'in evini arkamda bırakırken beni buralarda yırtıcı hayvanlar olduğuyla ilgili kandırması aklıma geldi. O zaman korkmuştum ama artık o hayvanlar, anılarımdaki Minel'den daha zararsızdı.

Boş yolda yürüdüm. Cırcırböceklerinin sesi geldi. Hafif rüzgârla hışırdayan sarı çimenler... Arkamı dönüp bir kez daha Boda'ya bakmadım.

Sonra yorgunluktan öleceğimi bilsem de onun evinden kendi evime kadar yürüdüm. Başım döndü, midem bulandı; adımlarımı sağlam atamadım ama eve kadar yürüdüm. Öyle ağır yürüyordum ki bu neredeyse iki saatimi aldı.

Bahçenin ışığı yanıyordu, babam yine sandalyesinde oturuyordu fakat bu kez kitap okumuyor, direkt bahçeyi izliyordu. Sırtı bana dönüktü, omuzları düşüktü ve bir eliyle masada ritmik hareketler yapıyordu. Büyük ihtimalle iki gündür uyumamıştı.

Bir an onun yanına gitmeyi düşündüm ama öylesine yorgun, öylesine bitkindim ki yüzüme baktığı an dizlerimin üzerine çökeceğimi hatta haykırarak ağlayacağımı hissediyordum. Belki de yumruklarımı göğüs kafesine indirecek, bütün bu olanlar yüzünden onu ilk defa suçlayacaktım. Hesaplar soracaktım; kim olduğumu, bana ne olduğunu ondan dinlemek isteyecektim.

Kendimi yeni yalanlara inandıracak, onlara hazırlayacaktım.

Hayatım kocaman yalanlardan ibaretti.

Onun yanına gitmedim, dış kapıyı çantamdan aldığım anahtarla yavaşça açtığımda babamın beni duymadığından emindim. Onunla yüzleşmeyecektim.

Kapıdan içeriye girdiğimde kolumdaki çanta kayıp yere düştü ama umursamadan merdivenlere ilerledim. İçerideki odada televizyon açıktı, bir haber kanalıydı. Masanın üzerinde fotoğraflar vardı.

Babamın sığındığı fotoğraf kareleri. Annemin fazla olduğu fotoğraflar.

Bunu çok sık yapardı, bir kez olsun o fotoğraflara bakmamıştım fakat merdivenlerin tırabzanlarından odadaki sehpaya baktığımda Mine'yle el ele tutuştuğumuz bir fotoğrafımızı gördüm. Bunu görmek bile gözlerimin yeniden dolmasına neden oldu.

Annesinin yanlış seçimi, Minel Karaer. Yalanlarla yaşayan hatta yalan bir hayatı olan Minel Karaer. Daima terk edilen Minel Karaer. Artık ölmek için fazla yorgun olan Minel Karaer.

Birkaç dakika sonra dolmuş gözlerle merdivenleri çıkmaya devam ettim.

Ağlamamak için ona söz vermiştim, bundan emindim ama artık o sözümü de tutamıyordum.

Bunun anısı ne zaman zihnime düşecekti?

Odanın kapısının önüne geldiğimde elim kapının koluna gitti. Derin bir nefes aldığımda kalbimdeki acı yükseldi, boğazımdaki yanma arttı, elim kapının kolunda dondu kaldı. O an öyle bir hisle doldum ki hayallerimdeki koku, burnumun ucuna kadar geldi.

Kapının kolunu çevirdim ama itekleyemedim, öylece durdum.

Beni kapının arkasında neyin beklediğini bilerek durdum çünkü her şey lanet bir tesadüften ibaret değildi.

Bana öyle söylemişti ama öyle değildi; her şey lanet bir kumardan ibaretti, bir labirentten ibaretti.

Ve ben kapıyı hafifçe iteklediğimde kiminle yüzleşeceğimi biliyordum.

Kapı yavaşça açıldı, içeriye doğru bir adım attım, sonra gözlerimi birkaç kez kırpıp açtığımda ardına kadar açık olan pencereyi gördüm; hafif rüzgârdan sallanan perdeyi ve onu.

Korel Erezli'yi.

Yatağımın üzerinde oturuyordu. Bu sefer arkamdan biri eliyle ağzımı kapatmamıştı. Oradaydı, Korel Erezli tam karşımdaydı. Gözümden bir damla yaş akarken başını eğdiği yerden kaldırdı ve akan yaşımı gördü. Ve uzun zaman sonra onun yaprak sarısı gözleriyle yüzleştim.

Continue Reading

You'll Also Like

101K 4.7K 29
-tamamlandı- ... Liyanİlteriş: Aşk izi. HazerErsungur: Ne? Liyanİlteriş: Biyografindeki yazının anlamı. Liyanİlteriş: İspanyolca; aşk izi. HazerErsun...
156 130 11
Yolların baharı mı olur? Evet benim oldu. Ona giden tüm yollarımın sesi var. Adım attıkça adını sayıklıyor tüm sokaklar, kulaklarımı çınlatıyor usu...
160 54 10
VANESSA KRALIĞIN PRENSESİYDİ AİLESİNDEN GÖRDÜĞÜ ŞİDDET VE VE ONU KORUYAN TEK KİŞİYİ DE KAYBETTİKTEN SONRA İÇİNDEKİ TÜM MERHAMET KAYBOLUR VE KALBİ TAŞ...
332 72 18
" Her son yeniden başlamak içindir "