EMARE SERİSİ

Od asliaarslan

1.7M 105K 140K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... Více

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
3. FIRTINA
4. KASIRGA
5. GİRDAP
6. SİS
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 5. BODA
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 14. SANRI
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ
EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ

38.3K 2.2K 6.3K
Od asliaarslan

Keyifli Okumalar!

Şarkı: The Enemy, Andrew Belle
Club des Belugas, Tarrango

Kar taneleri gökyüzünü yırtıp yeryüzüne doğru yavaş yavaş izlerini bırakmaya başladığında, soğuk hiç olmadığı kadar bir vücudu yakıyordu.

Ateşin yerini alan buz, yangını arzulamaya sebep oluyordu.

Adamın keskin ve bir o kadar da silik bakışları gökyüzüne döndüğünde kar taneleri, açık kestanerengi saçlarının dalgasında dans ediyor, alnından şakaklarına ilerlerken düşüncelerine sıcak bir darbe vuruyordu.

Üstdudağı belli belirsiz bir tebessümle yukarıya kıvrıldı ve gözlerini kapattı; yürüyüşü yavaşlarken, soğuğun verdiği muhteşem hazza olan hayranlığını tekrar hissetti.

Üzerindeki kalın ceketi onu ısıtamıyor; ayaklarındaki siyah, kalın tabanlı botları bileklerine kadar ulaşan kar birikintilerine her battığında arkasında sisli ayak izlerini bırakıyordu.

Bir dönem yaşadığı ve yetiştiği evine ilerlerken, zihninin içindeki seslerin dur durak bilmeyen çığlıkları sanki başka bir güç tarafından yönetildiğini hissettiriyordu.

Geriye baktı; geldiği yolda bıraktığı ayak izleri sadece ona aitti çünkü adamdan başka kimse bileğe kadar ulaşan kar birikintilerine batmak istememiş, açık olan yolu tercih etmişlerdi. Eve tekrar baktığı zaman dolgun altdudağını dişlerinin arasına aldı ve gözlerini kıstı; üç katlı ve ona zıt olan bu eve o kadar yabancıydı ki ayak izleri bile geldiği yolda yavaş yavaş siliniyor, karlar onun bu eve gitmesine engel olmaya çalışıyordu.

Elini kot pantolonun cebine attı, anahtarlarını çıkaracağı saniye kapıda duran iki adam başlarıyla selam verip birbirlerine baktılar; başka bir yabancılığı da belki o an hissetmişti. Korunmaya muhtaç bir ev, korunmaya muhtaç bir aile, korunmaya muhtaç bir çocukluk nasıl olur da bu kadar korkusuz olabilirdi?

Kapının önündeki adamlar karşıdan gelen ev sahibinin oğlunu gördüklerinde zile bastılar ve anahtarı çıkarmasına bile fırsat vermediler. Yarım dakika sonra kahverengi tahta kapı açıldı ve orta yaşlardaki hizmetli ilk önce kapıdaki adamlara, sonra karşıdan gelen ev sahibinin oğluna baktı; kadının yüzünde gülümseme oluştu fakat bu samimiyetsiz bir gülümsemeydi.

Bir şeyler olacağını hisseden adamın kaşları çatıldı.

Kapının önüne vardığında hizmetli kadın, "Hoş geldiniz," dedi ve kenara çekilerek adamın geçmesi için yer verdi. Adam ise hiçbir tepki vermeden içeriye girdi ve üzerindeki kalın ceketi çıkardı. Ceketi alan hizmetli kadın, bakışlarını adamın üzerinden ayıramıyordu.

Kapı kapandı; kapının gerisinde kar kaldı, kapının gerisinde soğuk kaldı, kapının gerisinde korkusuzluk kaldı. Başına şiddetli bir ağrı girdiğinde ellerini şakaklarına bastırarak odasına gitmek için merdivenlere ilerledi.

Ev oldukça geniş ve lükstü. Her katta kaç oda olduğunu bile bilmiyordu ama evin kokusu, soğuğa özlemini artırıyordu.

Merdivenlere ilk adımını atan adama, "Pardon," diye seslenen evin hizmetlisi oldukça tedirgindi. Gözleri adamın arkasında bıraktığı o ıslak ayakkabı izlerine kaydı; alışılmış bir sahneydi. Adam, başını hizmetli kadına çevirip tek kaşını kaldırdı.

Kadın, adamın çenesindeki yanık izine bakmamak için büyük bir çaba sarf etti fakat başarılı olamadı; her baktığında içini titreten bu izin nasıl oluştuğunu bilmese de sebebini az çok merak ediyordu. Bu evde çalıştığının yirmi beşinci senesini dolduruyordu. Karşısında gördüğü adamın doğduğu zamanı biliyordu ama yeniden gördüğünde aynı çocuk olmadığını fark etmişti.

"Sizi bekliyorlar," dedi yutkunmaya çalışarak. Sis tabakası zihinlere çöktü, kadın yutkunmakta zorlandı. "Babanız içeride. Salonda."

Adam ilk başta öylece baktı fakat boş bakışları kadını daha fazla ürpertti. Evin küçük oğlundan hep korkuyordu, bu korkusunu dizginleyemiyordu çünkü bakışlarındaki ürpertici hava, kadının kışın ortasında çıplak kalmış gibi üşümesine sebep oluyordu.

"Tamam," dedi kalın bir sesle ve elleri yumruk şeklini aldı. Merdivenin basamağından indi, bir süre öylece durup karşıdaki salona baktı, ardından omuzlarını dikleştirdi ve burnunu sertçe çekerek salona ilerledi. Son dakika duraksadı ve arkasına döndüğünde hizmetli kadının yerdeki ıslak ayak izlerine baktığını fark etti.

Adam gülümsedi, soğuk ve ürperticiydi. "Köpek gibi arkamda iz bıraktığımı söylerler," dediğinde kadın irkildi. "Ben Sırtlan'ı tercih ediyorum." Kadın baktı ve diyecek hiçbir şey bulamadığı için omuzlarını kaldırıp indirdi. "Her neyse..." diye geçiştirdi adam. "Biramı salona getirirsin."

"Korel Bey," dedi hizmetli kadın hızlıca. "Babanız yarım saat boyunca kimsenin evde durmasını istemiyor." Bir cevap vermesini beklemeden hemen portmantodan şişme montunu aldı ve üzerine geçirdi. Evin içinde oluşacak kıyamete artık kulak misafiri olmak istediğinden, elinden geldiğince hızlı hareket ediyordu.

"Öyle mi?" dedi Korel ve yapay bir şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Kadın aceleyle kafasını salladı ve kapıyı açmadan önce çantasını da koluna geçirdi. Hızlıca Korel'e arkasını döndüğünde ondan katbekat uzun olan adamdan neden bu kadar korktuğu, zihninde daha net belirdi.

Kadının eli sağ kolunun dirseğinden aşağıya ilerleyip ameliyat izine değdi. Gözlerini sıkıca yumup içindeki şiddetli ateşin sönmesi için kendine zaman verdi. Eli ensesinden yukarıya kaydığında ise artık saç çıkmayan yanık derisi avuçiçine bir bıçak gibi battı.

"Ne oldu?" dedi Korel şüpheyle kadını izlerken. "Gitmiyor musun?"

Kadın gözlerini açtı ve adamın o açık kehribar rengi gözlerine baktı. Uzun kirpikleri kısılmıştı ve gözlerinin rengi soğuktan etkileniyormuş gibi daha koyu bir renge dönüşmüştü.

"Bir..." Sustu, derin nefes aldı. "Bir şey yok, beyefendi. Ben sadece..." Başını iki yana sallayıp adamın onda bıraktığı izleri unutmaya çalıştı. Dudaklarına mühür vurmak zorundaydı. "Başım döndü."

Korel umursamaz bir tavırla başını salladı ve kadına bir daha bakmadan hızla salona ilerledi.

Üzerine düşen karanlık, geçmişin aydınlığıydı.

Geniş salona girdiğinde gözleri babasını aradı ve bakışları kısıl dı. Oldukça geniş salonun bir tarafında on iki kişilik büyük, uzun bir yemek masası vardı ve babası en baştaki sandalyede oturuyordu. Salonun o renkli ve ışıklı düzeni Korel'in gözlerini aldı. Uygun değildi. Zehirli bir irin belki de dudaklarından çıkıp çenesindeki ize doğru akacaktı ama durdu ve babasıyla göz göze geldiğinde adımları yavaşladı.

Cüneyt Bey, oturduğu yerde ellerini çenesinin altında birleştirmişti ve önündeki kâğıtlara bakıyordu. Bakışları kesik bir homurdanmayla karşıya odaklandığında küçük oğluyla göz göze geldi ve içinde oluşan öfkeyi dudaklarını birbirine bastırarak dizginlemeye çalıştı. Çenesinin altındaki ellerini aşağı indiren babasından gözlerini ayırmayan Korel, kendisini sanki tam karşısında görüyordu.

Adam kır saçlı ve uzun boyluydu. Elli üçünü yeni dolduran adam, yaşıtlarına rağmen oldukça dinç ve belki de karizmatikti. Gözleri kehribar rengiydi ve dudakları dolgundu. Kalın kaşlarına yer yer beyazlar düşmüş olsa da kumrallığından pek bir şey kaybetmemişti.

Korel Erezli, Rafael Cüneyt Erezli'ye benziyordu.

"Baba," dedi Korel kesik bir nefes vererek ve başıyla selamladı. Babasının çaprazında duran sandalyeyi geriye çektiğinde babası başını bile kaldırmadan sadece bakışlarıyla küçük oğlunu izledi. Bir eli masanın üzerindeydi ve parmakları küçük küçük ritim tutuyordu.

Bu bir meydan okumaydı.

Sandalyesine oturan Korel, babasının yüzüne bakmak yerine masanın karşısındaki, yere kadar uzanan büyük pencereye döndü; kar taneleri dans ederek süzülüyor ve cama her çarptığında sanki yüzünde bir gülümsemeye sebep oluyordu.

Kar demek, soğuk demekti. Soğuk demek, ateş demekti. Ateş demek, kül demekti.
Kül demek, Korel Erezli demekti.
Ateşi kül eden kar ve soğuk, Korel Erezli'yi gülümsetebiliyordu.

"Nerelerdesin?" dedi babası fakat sesindeki tınıda bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi.

Korel Erezli bakışlarını pencereden çekmeden, "Kendi evimde," diye mırıldandı.

Babasının gözlerinin içine bakmayı katiyen istemiyordu. Hâlâ istediği cevabı babasına vermediğini fark ettiğinde boğazını temizleyerek duruşunu dikleştirdi. Bakışları masanın üzerinde bıkkınlıkla birleştirdiği ellerine kaydı. "Buraya uzak olduğu için gelmiyordum."

"Öyle mi dersin?" dedi babası alayla ve az önce yaşanan sahnenin aynısı sanki bir daha yaşandı.

Korel Erezli, Rafael Cüneyt Erezli'ye benziyordu.

Korel başını salladığında gözleri babasının önündeki kâğıtlara kaydı ve bakışları kısıldı. Babası ise ellerini kâğıtların üzerine koydu ve eğilerek oğluyla göz teması kurdu. "Tekrar soruyorum," dediğinde sesinde tehdit vardı. "Nerelerdesin?"

"Baba," dedi Korel, başını çevirmek istediğinde babası Korel'in çenesini kavradı ve o kadar hızlı bir şekilde kendine döndürdü ki Korel'in masanın üzerinde duran eli yumruk oldu. "Geldim," dedi fakat dişlerini sıkıyordu. "Buradayım."

Babası bir süre küçük oğlunun gözlerinin içine baktı, ardından kavradığı çenesini fevri bir hareketle bıraktı. Korel'in başı diğer tarafa dönerken, gözlerine karşı masada duran boş çerçeveler takıldı; hiçbir çerçevede bir tane bile fotoğraf yoktu.

Olamazdı.

"Telefonun nerede?" dedi Cüneyt Erezli aksanlı bir tınıyla. O vezinsiz akisleri bile oğluna emanet etmişti.

"Telefon taşımayı sevmiyorum," dedi Korel ve kaşlarını çattı. O an cebinde telefonu yoktu ve nerede olduğunu bile hatırlamıyordu.

Cüneyt Erezli tatlı bir tebessümle oğluna baktı ve gözlerini kıstı. Sessizliği bozacak tek kıyamet, Cüneyt Erezli'nin önündeki kâğıtlarda gizliydi. "Öyle mi dersin?" dedi babası tekrar ve başını sallayarak anlayışla karşılıyormuş gibi davrandı. Bir süre sessizlik aralarında dalga dalga yayıldı ve Korel Erezli'nin zihni hızlı bir çark gibi dönmeye başladı.

"Okul nasıl gidiyor?" dedi babası havadan sudan bahsediyormuş gibi. Asıl bahsettiğinin ne olduğunu fark eden Korel birden babasının yüzüne baktığında, kar taneleri eriyip saçlarını ıslatmıştı. "Güzel." Tek kelimelik cevabı babasının tebessümünün genişle mesine sebep oldu; Korel gözlerini kapattı ve bir eli saçlarına kaydığında babası sertçe oğlunun bileğini kavradı.

O kadar sıkı tuttu ki Korel bileğini geriye çekmek bile istemedi. "Sen yirmi iki yaşında bir adamsın," dedi babası, bileğini daha sıkı tutarken. "Çocuk gibi yalana başvuruyorsun."

Korel gözlerini sıkıca yumdu ve tekrar açtığında babasının bileğini tutan elinin parmak izleri, bir başka ize meydan okudu. Korel uzatmak istemedi ve susmayı tercih ederken damarları sanki eroine susadı.

Babası Korel'in bileğini bıraktı ve sakince yanındaki gözlüğünü taktı. Önündeki kâğıtlardan bir tanesini oğlunun önüne yavaşça yerleştirdiğinde Korel bakışlarını kâğıda çevirip yutkundu.

"Oku bakalım," dedi babası ve bir elini çenesine yerleştirip boynunu çıtlattı.

Korel Erezli, Cüneyt Erezli'ye benziyordu.

Korel her cümleye tek tek göz gezdirdikten sonra, "Baba," dedi sadece fakat başka bir şey söylemek istemedi ve masanın üzerindeki ellerini aşağıya indirdi.

"Ne yazıyor?" dedi babası ve büyük bir şefkatle Korel'in ensesini kavradı. Uzaktan bakıldığı zaman oldukça babacan görünen bu hareket, ikisinin arasındaki en büyük gerilimin sadece fon müziğiydi. "Korel Erezli'nin tıp fakültesini bıraktığı yazıyor." Kaşlarını kaldırdı. "Profesör Doktor Cüneyt Erezli'nin oğlu Korel Erezli'nin okulunu yarıda bıraktığı yazıyor." Eli oğlunun ensesini daha sıkı kavradı. "Korel Erezli'nin artık tıp okumadığı yazıyor." Cüneyt Erezli'nin yüzündeki gülümseme gitgide silindiğinde oğlunun ensesini kavrayan parmakları sıkılaşıyordu. "Korel Erezli'nin artık tıp okumayacağı ve babasını karşısına aldığı yazıyor."

Korel hiçbir tepki vermeden önündeki kâğıda bakmayı sürdürdü, parmaklarının boğumlarındaki derileri soydu, tırnakları ahşap masaya geçti fakat babasının yüzüne bakmadı.

Babası Korel'in ensesindeki saçları sertçe kavradığında Korel gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.

"Korel Erezli," dedi babası. "Bunu yaptın, evladım." Ayağa kalktı, Korel gözlerini açtı, babası Korel'in başını masaya o kadar sert yatırdı ki Korel yüzünü sağa çevirdiğinde yanağında şiddetli bir sızı hissetti.

Korel öylece durdu ve karşısındaki pencereye baktı. Kar taneleri düştü, kar taneleri pencereyi dövdü, kar taneleri şarkılar söyledi. Babası tekrar Korel'in saçını kavradı ve kaldırıp tekrar yüzünü masaya çarptı. Korel tek bir ses dahi çıkarmazken, aşağıda tuttuğu elleri yumruk şeklini aldı, sıktığı yumrukları avuçlarının içine baskı yaptı, o baskı babasından daha çok canını acıttı.

"Okulu bıraktın," dedi babası ve Korel'in başını kaldırarak geriye çekti. Bakışları kesiştiğinde Korel'in kaşı yarılmıştı.

"Evet," dedi Korel düz bir sesle. "İstemiyorum."

"Öyle mi?" dedi babası ve bir süre oğlunun yüzüne baktı. Korel ise ruhsuz bakışlarını babasının üzerinden çekmedi. "Öyle," diye karşılık verdi.

Babası kafasını salladı ve sakince oğlunun başını bıraktığında Korel çarpmadan dolayı başının döndüğünü hissetti. Yumruk yaptığı elleri gevşemedi, aksine daha fazla sıkılaştı fakat babası görse bile görmezden gelerek yavaş adımlarla salondan çıkıp Korel'i kendi haline bıraktı.

Zaman aktı, zaman kavlayan bir duvarın üzerinden süzülen kan gibi oldukça yavaş ve ağır ağır aktı. Kavlandığı her noktada duraksayan kan, başka bir parçasını bıraktı ve ilerleyen her yol, başka bir yola karıştı. Yere yavaş yavaş düşen her kan damlası, pencereye vuran her kar tanesiyle savaştı ve Korel Erezli her zaman hissettiği o karıncalanmayla zihninin duvarlarının alev alev yandığını hissetti.

Babası içeriye girdiğinde Korel'in bakışları ilk önce onunla, ardından elinde tuttuğu ıslak copla karşılaştı. Oturduğu sandalyeden hızla kalkan Korel değil, Korel'in çocukluğuydu.

Sandalye yere düştü, kavlayan duvar yıkıldı ve kanlar, karlar kadar yerlere birikti.

Korel yumruklarını sıktı, babası Korel'e yaklaştı. Elinde tuttuğu ıslak copu diğer elinin avcunun içine çarpmaya başladığında, Korel kaşlarını çattı.

"Ne oldu?" dedi babası soluk bir sesle.

"Yapma," dedi Korel, zihni daha fazla yandı.

Beklendiği gibi olmadı, hiç kimsenin beklediği gibi olmadı, Ko rel hiçbir zaman babasına meydan okumadı ve ileri gitmesi gereken adımı geri gitti. "Yapma," dedi. Geriye birkaç adım daha attığında babası da onunla ilerledi.

Zihni yangın yerine döndü, zihni avuçlarının içine baskı uygulayıp yakan yetim parmak uçları kadar yandı.

Geri geri giden adımları salonun dışına çıkarken, babası da onu takip etti. "Gitme," dedi babası başını omzuna düşürerek. "Bak, cop kuruyor. Vücudun morarsın istemeyiz."

Korel Erezli, Cüneyt Erezli'ye benziyordu.

Korel duraksamadı ve arkasını dönerek koşmaya başladı. Babası ise arkasından sakince yürümeye devam etti. Korel dış kapıyı açtığında soğuk, bedenine çarptı; o saniye iki adam da Korel'in önüne geçti fakat Korel duraksamadı ve önüne geçen adamlardan bir tanesine sert bir yumruk geçirdi. Adam sersemleyip geri geri gittiğinde diğer adam Korel'in kolundan tuttu fakat Korel bu sefer de adamın karnına dizini geçirdi, ardından ensesine dirseğini geçirerek itekledi. Duvara yapışan adam elleriyle ensesini tuttuğunda, Korel koşmaya başladı ve geldiği yolda devam etti.

Güçlüydü, karlı zemini bile titretecek kadar güçlü, soğuğu yakacak kadar öfkeli... Herkese meydan okuyacak kadar da kendine güveni vardı.

Geçmişi dışında.

Korel Erezli, Cüneyt Erezli'ye benziyordu.

Geldiği yolda ayak izleri kalmamıştı, kar hızını artırmıştı ve o ayak izlerinin boşlukları dolmuştu.

Yere düşüyormuş gibi olduğunda bir eliyle yerden destek aldı ve avcunun içine soğuğu doldurdu. Koşmak için yeniden doğrulduğunda karşısında dört adam duruyordu, diğer tarafa gitmek istediğinde az önceki iki adam aynı yerindeydi.

Her şey kısa bir zaman diliminde oldu; üç adam Korel'i kollarından tuttu, diğerleri ise çevresini sardı. Tutmakta zorlanıyorlardı. Kurtulmak için olduğu yerde çırpınmaya devam ettiğinde dizinin arkasında sert bir darbe hissetti ve dizlerinin üzerine çöktüğünde babasını gördü. Elinde tuttuğu copu Korel ona baktığı saniye sırtına geçirdiğinde yüzüstü yere düştü ve adamlar Korel'i tutmayı bıraktı. "Hayır!" diye bağırdı Korel; zihni yangının ortasında her hücresini yakmaya devam etti, alevler her tarafa yayıldı. Alevler geçmişini, alevler geleceğini, alevler şimdiyi yakmaya devam etti.

Cüneyt Erezli durmadı; Korel Erezli'nin bacağının arkasına daha sert vurduğunda yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. Adamlar artık Korel'in yanında durmuyordu, geri çekilmişlerdi. Korel karlı zemine boylu boyunca yattığında babası elinde tuttuğu copla bu sefer koluna vurdu, Korel tepki vermedi. "İstemiyorsun," diye mırıldandı babası ve Korel'in karnına elinde tuttuğu copla o kadar sert vurdu ki Korel duraksamadan cenin pozisyonu aldı ve kendini korumak için ellerini başına sardı.

"Baba," dedi sadece. Zihninin alevlerinden bir çocuğun sesi duyulur gibi oldu, canlanan bir şeyler oldu fakat soğuk ve gitgide şiddetini artıran kar; Korel'in yüzüne, ellerine, saçlarına, başına, bedenine her çarptığında yangının söndüğünü hissetti.

Yangın sönmeli miydi? Yangın bitmeli miydi?

Korel'in zihninin içi, o yangın her söndüğünde küllerle doluyordu.

Babası son kez sırtına vurduğunda, Korel artık hissetmiyor gibiydi. Cüneyt Erezli küçük oğlunun yüzüne doğru eğildiğinde, Korel elleriyle saklandığı yerden yüzünü açığa çıkarıp babasına baktı fakat o saniye dikkatini başka bir detay çekti, evin ikinci katındaki pencereye gözleri kaydığında ağabeyiyle göz göze geldi. Korhan Erezli odasının penceresinden sadece olanları izliyordu. O saniye, Korel'in zihnindeki yangını söndüren soğuk, küllerini yerine bıraktı. Cüneyt Erezli fısıldadı: "Sana uslu bir çocuk olmanı söylemiştim." Korel ağabeyinde olan bakışlarını babasına çevirdi. "Uslu bir çocuk olacaksın."

Bedeni soğuğu hazmetti. Cüneyt Erezli bir süre küçük oğlunun yüzüne baktıktan sonra elinde tuttuğu copu adamlarından birine attı ve ellerini silkeleyerek, "Herkes işine," diye emir verdi. Adamlar hızla dağıldığında Cüneyt Erezli bir daha oğlunun yüzüne nefretle bile bakmadı ve arkasını dönerek evine ilerledi.

Korel Erezli tekrar pencereye baktığında ağabeyi yerinde yoktu. Yattığı hatta düştüğü yerde yan yatarken yanağı karlara yaslı halde babasının adımlarını izledi.

Yatağın altında, beton zeminde ya da karların üzerinde...

Babasının adımları hep aynıydı, babasının adımlarını izlerken hissettiği hep aynıydı.

Korel Erezli'nin dudaklarından akmayı bekleyen kan bir öksürükle dışarıya çıktığında yattığı yerden zorlukla ayağa kalktı ve dizlerinin üzerinde durarak elinin tersiyle dudağının kenarını sildi; parmaklarına bulaşan kan, sustuklarının kanıydı; sanki zihninin yangınından çıkan hasarlarıydı.

Bir ses işitti, bir nefes, bir gülümseme ve sanki her şey zaman dilimiyle beraber bir anda değişirken, yüzünü ıssız bir gülümseme aldı. Yerden destek alarak ayağa kalktı, parmakları karları kavradı ve çöktüğü yere baktı. Bedeninin şeklini alan bu yer, karlarla örtülecekti.

Eli cebine gitti ve yanından hiç ayırmadığı bıçağını avcunun içine aldığında küçük bir adım atarak evine tamamen arkasını döndü. Zihni küle döndü, ateşi bağışlamadı.

"Soğuk," diye fısıldadı vezinsiz bir sesle. "Hiç bu kadar çok yakmamıştı."

Yürüdü; elinde tuttuğu bıçak, geçmişi yok olan bir çocuğun geleceğe düşmanlığını simgeledi ve damgaladığı her hayata bir darbe daha indirmek istedi.

Bakışları değişti, gözbebekleri büyüdü, başına şiddetli bir ağrı girdi ve perdeler Korel Erezli'ye kapandı; artık boşluğa bakıyordu.

Rafael Erezli, Korel Erezli'ye benzedi.

Korel Erezli, meydan okuduğu her şeye benzedi.

🥺

Denizin iyot kokusu ve Korel'in kül kokusu birbirine karıştığı zaman, kıyametin kokusunu alıyormuşum gibi hissediyordum.

Sessizliğimiz gitgide artıyordu ve ikimiz de az önceki sohbetimizden sonra konuşma taraftarı değil gibiydik. Bana bilyelerle oynamayı ne zaman öğretecekti, bilemiyordum; belki de gelişigüzel kurduğu bir cümleydi ama hissettiğim hiçbir zaman bu olmamıştı. Bir şekilde, zihnimin gerisinde Korel'le kendimi bilyeleri dağıtırken ya da gökyüzüne savururken görebiliyordum.

Aklıma takılan en önemli soru ise her cümlenin içinde barındırdığı derin ve mecazi anlamdı.

Bilyelerinin umutları olduğunu söylemişti ve umutlarla oynamayı öğretecekti; Korel'in umutlarıyla mı oynayacaktım?

"Soğuk oldu," dedim kollarımı bedenime sararak. Korel ellerini dizlerinin önünde birleştirmiş denizin en uç noktasını izliyordu, baktığı yere döndüğümde büyük bir geminin hareket etmeden durduğunu fark ettim; İstanbul'un ışıkları ise intihar öncesi parlayan gözlere benziyordu.

"Gemi çok esrarengiz görünmüyor mu?" diye sordu, benim de o noktaya baktığımı fark ettiğinde.

"Evet," dedim ve derin bir nefes aldım. "Hiç gemiye binmedim ama kocaman bir denizin ortasında bir geminin içinde olmak nasıl bir duygu, merak etmiyor değilim."

Korel yüzünü buruşturdu ve omzunun üzerinden bana baktı. Yanık izi diğer tarafında kalmıştı bu yüzden gözlerim rahatlıkla dudaklarına kayabiliyordu. Kurumuş dudaklarının rengi, koyu bir renge dönmüştü. Sahili aydınlatan ışıklar direkt onun dudaklarına ve uzun kirpiklerine çarpıyordu; kirpiklerinin gölgesi ise kirli sakallı yüzüne uzun sedir ağaçları gibi yayılıyordu.

"Fazla güvensiz," dedi yüzünü buruşturmaya devam ederek.

"Suyu sevmiyorum."

Kaşlarımı havaya kaldırdıktan sonra çattım. "Neden?" "Güvenli değil," dedi ve başını çevirerek hızla ayağa kalktı.

Üzerini silkerken ben de oturduğum yerden kalkmak için hamle yaptım fakat Korel'in yüzüne ışıklar vurmaya başladığında gözlerim irileşti ve gerçekten bilindik bir film sahnesi gözümde canlandı. Başımı geriye çevirdiğimde polis arabalarını gördüm, Korel de aynı noktaya baktıktan sonra tekrar sakince yanıma oturdu ve hiç beklemediğim bir anda başımı tutarak beni dizine yatırdı.

"Hareket etme."

"Şaka mı bu?" dedim fısıldayarak. Korel saçını karıştırdı ve bunu yaparken tekrar arka tarafa baktığında devriye gezen polis arabaları olduğunu fark ettim. "Daha neler," dedim homurdanarak. "Bu tarafa gelirlerse beni öpüyormuş gibi mi yapacaksın yoksa?"

Korel belli belirsiz gülümser gibi oldu ve dizine yattığım için üzerime eğildi. Yan bir şekilde onun sonbahar gözlerini yakından gördüğümde yutkundum. "Daha neler," dedi benim gibi tekrar ederek. "Sen gerçekten çok film izliyorsun."

Gözleri dudaklarıma kaydı ve polis arabasının ışıklarının Korel'in sağına çarptığını gördüm. Araç gitgide yaklaşıyordu. Nefesi yüzüme çarpmaya başladığında gözlerim irileşti, tekrar yutkunduğumda bakışları boğazıma kaydı, kaşları havaya kalktı.

"Çarşaf gibi incecik bir tenin var, damarların çok belirgin. Şu an bu durumdayken seni öpmek yerine rol yapmak için boynundaki damarlara dişlerimi geçirirdim, Turuncu."

"Ne?" diye inlediğimde ışıkların uzaklaştığını fark ettim. Ayaklarım yere sağlam bir şekilde basıyordu fakat dizlerimin titrediğini hissediyordum; büyük ihtimalle korkudandı.

Korel polislerin gittiğini fark ettiğinde eğildiği yerden kendini geriye attı ve öylece ona bakmayı sürdürdüm. "Ne bakıyorsun?" dedi homurdanarak. "Kalk dizimden, geçti."

Kaşlarım çatıldı, ardından gergin bir şekilde nefes alarak olduğum yerden o kadar hızlı kalktım ki Korel bana bakmayı sürdürdü ve benim aksime yavaşça ayaklandı. Boy farkından dolayı gözlerim direkt göğüs kafesine denk gelirken homurdanmamak için kendimi çok zor tutuyordum.

Korel parmağıyla burnuma fiske vurdu. "Fazla kıvraksın," diyerek bana takıldı. Korel bana takılıyordu ve fark ettiğim kadarıyla bir şeye sinirlendiğim zamanlar daha fazla sinirlendirmekten zevk alıyordu.

"Altı yaşından beri dans ediyorum," dedim ters bir cevapla. "Bütün danslara hâkimim. Senin gibi..." Ona baktım, laf söylemek istiyordum fakat oldukça sportif görünüyordu. "Senin gibi kalas değilim."

Korel düz bir ifadeyle yüzüme baktıktan sonra kafasını aşağı yukarı salladı ve son dediğimi duymazdan gelerek, "Dansı çok mu seviyorsun?" diye sordu. Bakışlarında ciddiyet maskesi vardı ya da gerçekten ciddiydi, bilemiyordum.

"Evet," dedim ve ardından gerginliğin omuzlarımdan bir ruh gibi çekildiğini hissettim.

Derin bir nefes aldığımda altdudağım büküldü. Bunu fark eden Korel, başını omzuna yatırarak bana baktı. Gözlerinde gizli olan bir şeyler vardı, sırlarla dolu bir odadaymış gibi hissediyordum onun gözlerine baktığım zamanlar. Sanki bir odanın kapısını açıp içeriye daldığımda başka bir odanın kilidi tekrar canlanıyordu, en büyük sır ise o odada gibiydi.

"Ne oldu, Çilli?" dedi, sesinde ilgi var gibiydi.

"Aklıma gittiğim dans atölyem geldi," dedim ve yola doğru yürümeye başladım. Korel ise beni takip etti. "Öğretmenimi seviyordum, o atölyeyi seviyordum, aynaları seviyordum." Ellerimi saçlarıma geçirdim ve önüme gelen birkaç tutamı geriye attım. Kirpiklerimin arasından Korel'e baktığımda bakışlarımız esrarengiz bir şekilde sanki kalın bir ip varmış gibi birbirine çekildi. "Şimdi hiçbiri yok, öğretmenim gitti."

Bakışlarımı ondan kaçırdım ve yere bakarak yola doğru yürümeye devam ettim, Korel'in elinde tuttuğu çanta arada bacaklarıma çarpıyordu. Sessizce yürürken siyah botlarının çıkardığı sesleri dinliyordum. Yerlerde kurumuş yapraklar vardı, mevsim sonbahardı ve Korel, gözlerinin renginin üzerine basarak hatta onları ezerek ilerliyordu. Bense o yapraklara basmamak için ekstra bir çaba sarf ediyordum. Bir başkasına göre o yapraklar ölmüş olabilirdi fakat benim için, yeryüzüne olan özlemlerinden dolayı düşüyorlardı ve tekrar filizleneceklerini düşünüyordum.

Korel'in gözleri tekrar filizlenip yeşermezdi fakat kurumuş yaprakların da ölü olmadığına inandıran en büyük şey onun gözleriydi.

Korel'in gözleri ölmemişti.

"Asma yüzünü," dedi ters bir sesle ve yola çıktığımızda bir anda beni omzumdan tutarak çevirdi. Gözlerimin içine bir süre baktıktan sonra başımı yere eğdim ve ayağımla yere bir şeyler yazmaya başladım. Öylesine gelişigüzel yazdığım harfler sessizliği bozmuyordu.

"Şımarık bir kız gibi davranıyorum bazen," dedim yere üçgen çizerken. "Ama dansa çok bağlıyım."

"Beceriksiz," dedi ve ayağının ucuyla ayağımın ucuna vurduğunda hareket etmedim. "Yere bir üçgen bile çizmeyi beceremiyorsun." Omzumu kaldırıp indirdim ve ona bakmayı sürdürdüm. "Şu an kaç yaşındasın?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Üç mü?"

"Altı," dedim hızlıca ve ne dediğimi anlayınca bir an duraksar gibi oldu. Birkaç saniye daha bana baktıktan sonra yola döndü. Yaklaşan taksiye el işareti yaptığında içimin kavlandığını hissediyordum. Amcamla karşılaşmaya pek hazır değildim.

Taksi önümüzde durduğunda Korel hiç beklemediğim bir davranış sergileyerek arka kapıyı açtı ve geçmem için bekledi, bakışları benim üzerimde değil, işlek olmayan yoldaydı, bir şeyler düşünüyor ya da karar veriyordu. Kısa bir süre ona baktım, bana bakmayacağını fark ettiğimde koltuğa binmek için hamle yaptım fakat bir anda kapıyı kapattı ve bakışları bana döndü.

"Dinle," dedi aksanını belli ederek. Gözlerini kapattı ve sessizce İspanyolca bir şeyler mırıldandı, küfür olmalıydı. "Yarın öğleden sonra görüşelim, seni bir yere götüreceğim."

Sesinde sanki bunları söylediği için pişmanlık vardı, sanki neden yaptığına anlam veremiyordu. Taksi şoförü kornaya bastığında Korel bir anda yolcu camına sert bir yumruk attı. "Bekle lan!" diye hırladı.

Sorgulamadan, "Tamam," diye mırıldandım ve kafamı aşağı yukarı salladığımda Korel kapıyı açtı ve bu sefer gerçekten koltuğa oturmamı bekledi. Yüzüne bir süre baktıktan sonra, "Teşekkür ederim," dedim fakat yüzümü buruşturdum. "Teşekkür etmiyorum, caninin tekisin."

"Güzel," dedi ve ben koltuğa oturduktan sonra kapıyı kapattı, ardından yolcu koltuğunun kapısını sertçe açtı ve cebinden paraları çıkararak vitesin oraya attı. "Yarım saat sonra bu kız evinde olmazsa aynana asılan süs, senin kellen olur."

Burnumu kırıştırdım ve bu yaptığının çok saçma bir hareket olduğunu düşündüm, içimden bir ses ise kimseye güveni olmadığını ve o yüzden herkese karşı böyle davrandığını mırıldandı. Taksi şoförünün bir cevap vermesini beklemedi, yolcu kapısını benim kapımın aksine sertçe örttü.

"Kusura bakmayın," diyebildim sadece Korel'e bakarken. O ise durmuş şoföre bakıyordu.

Taksi şoförü cevap vermedi ve gaza basarak oradan uzaklaştı, içimde arka camdan Korel'e bakmamı söyleyen tarafımla tartıştım ve ben galip gelirken Korel'in sonrasında ne yaptığını hiçbir zaman bilemedim.

Karanlık caddede ilerleyen taksi oldukça hızlı gidiyordu, bunun sebebi büyük ihtimalle Korel'in tehdidiydi çünkü Korel'de insanın içini ürperten bir hava vardı.

Bu, daha çok rüzgâr gibiydi.

Korel bazen sıcak bir rüzgâr iken bazen soğuk, dondurucu bir rüzgâr olabiliyordu ve öyle zamanlarda benim sırtımdan belime ilerleyen his, ürpertiden başka hiçbir şey değildi.

Taksi şoförü bindikten kısa bir süre sonra evimin sokağına girdiğinde aynadaki saate baktım; yirmi dakika içerisinde getirmişti. Bakışlarım uzaktaki eve takıldığında hiçbir ışığın yanmaması kaşlarımı hayretle kaldırmama sebep oldu. Amcam bir şekilde beni bekliyor olmalıydı; azarlamak için, yerden yere vurmak için ya da hiçbir şey olmasa bile canı azarlamak istediği için. Taksi evin önünde durduğunda adama dönerek, "Tekrar kusura bakmayın," dedim fakat gözlerini diktiği yerden ayırmadı, dönüp bana bile bakmadı. Kapıyı açıp arabadan indiğimde öyle bir hareket etti ki taksinin uçtuğunu düşündüm.

Eve giden taşlık yolda hızlı hızlı yürüdüm ve gözlerim evin arka tarafındaki ormanlığa dalsa da görmezden gelerek kapının önüne geçtim. Derin bir nefes alıp zile bastığımda gözlerimi kapattım ve içimden saniyeleri saymaya başladım fakat otuzuncu saniyeye geldiğimde kaşlarım çatıldı ve tekrar zile bastım. Birkaç dakika sonra kapıyı kimsenin açmadığını fark ettiğimde çevreme göz gezdirdim ve kimsenin olmadığına kanaat getirdiğimde kapının yan tarafında duran saksının toprağına elimi geçirdim, sakladığım yedek anahtarımı alarak kapıyı açtım. Ardımdan kapıyı kapatırken evde kimsenin olmadığını fark ettim. Hızlıca holün ışığını yaktığımda salona loş bir ışık yansıdı ve açık olan televizyonun vurduğu ışıkla masanın üzerindeki içki şişelerini gördüm, gazeteler ve kitaplar ise hemen yanındaydı.

"Amca!" diye bağırdım ne olur ne olmaz diye fakat ses gelmeyeceğinden emindim çünkü şu an evde olsaydı gür sesiyle beni omuzlarımdan sarsacağını biliyordum. Mutfağa ilerlediğimde salondaki amcamın dağınıklığını görmezden geldim. Mutfak masasının üzerine bırakılan notu elime aldım ve hızlıca okumaya başladım. Notta yazanları okudukça yüzümü geniş bir gülümseme kapladı ve olduğum yerde hafifçe kalçamı sallayarak notu havaya attım. Amcam birkaç gün iş dolayısıyla şehir dışında olacağından bahsetmişti yani birkaç gün ev bana kalmıştı. Televizyonu açık bırakıp gidecek kadar acil bir haber almış olmalıydı ki bu da beni rahat bırakacağı anlamına geliyordu.

Jeff Buckley'in sevdiğim bir şarkısını mırıldanarak sırıtmaya devam ettim ve merdivenlerden çıkıp odama ilerledim. Üzerimdekileri çıkarıp kendimi yatağa atmadan önce yan tarafta kalan müzikçalardan söylediğim şarkıyı açtım ve kendimi sırtüstü yatağa bıraktım. Yüzümdeki geniş sırıtmayla tavanı izlerken, gerçekten neye bu kadar sırıttığımı belki de dakikalar sonra sorgulamaya başladım ve yüzümün aldığı şekli düzeltmeye çalışarak gözlerimi kapattım.

Gözkapaklarıma çizilen görüntü kaskatı kesilmeme sebep olurken, dudaklarımda armağan gibi duran tebessüm bir çiçek gibi soldu ve gözlerimi sıkıca yumarak o görüntüyü kovmaya çalıştım.

Çerçevelerin oradaki bana karşı tavrını hiçbir zaman unutmayacağımı biliyordum; bir perdenin arkasına gizlenen Korel, benim üzeri çarşafla örtülmüş anılarıma ışık olamayacağını o zaman belli etmişti. Zaten gözlerindeki ifadede mezarlığı taşıyan bir adam, ruhu hissedilmezken nasıl olur da o gözlere perde çekebilir, sanki artık yanımda duran o değilmiş gibi davranabilirdi? Korel'i çözmek için çabalamayacağımı biliyordum çünkü çözülmek istemediğini az çok fark etmiştim. Belki elimde olsaydı o an, o saniye benimle temas kurduğu saniye gözlerine indirdiği perdeyi parçalara ayırabilirdim fakat Korel bazen o kadar imkânsız olabiliyordu ki ben o kadar imkânın arasında bile ona ulaşırken, yürüdüğüm her yolun sonuna bir mayın tarlası döşüyordu.

İmkânlar patlıyordu, imkânlarımı yok ediyordu ve Korel tamamen imkânsız olarak o yolun sonunda kalıyordu.

Bir gün o mayında imkânlarım değil ben patladığımda artık Korel imkânsız olmayacaktı.

😔

Düşünceler tepemdeki duş başlığından akan sıcak suya karışırken kaşlarım çatıldı. Bedenimdeki her kasın tek tek gerilmesine sebep olacak kadar kötü kâbuslar görmüştüm ve hiçbirini hatırlamıyordum. Genel olarak karanlık bir sokak ya da okyanusun içinde kendimi hissediyordum fakat tamamen hatırlamadığım gibi, gözlerimi açtığımda ter içinde kalıyor, tırnaklarım avuçlarımın içine geçmiş oluyordu. Başımdaki şiddetli ağrının sebebi büyük ihtimalle gördüğüm kâbuslardı fakat daha derinlerde sanki zihnimde bir yerin zorlandığını hissedebiliyordum, bir süredir sesleri duymuyordum ve büyük ihtimalle bu baş ağrısı o sesleri duyacağımın bir kanıtıydı.

"Of!" diye homurdandım ve dişlerimi kenetleyerek ellerimle başımı sıkıştırdım. Sıcak su uyuştursa bile duştan çıktığım an başımın ağrısının şiddetini gitgide artıracağını biliyordum.

Neredeyse öğleden sonraya kadar uyumuştum ve kesik kesik uykularımın arasında zihnim sürekli bir şeyleri sorgulamıştı. Uyandığım zaman ise aklımı kurcalayan en büyük soru, Korel'e nasıl ulaşacağımdı. Bir şekilde onunla bugün görüşeceğimiz konusunda sözleşmiştik ve bende onun telefon numarası bile yoktu, sözümona onda varsa bile hiçbir şekilde beni aramamıştı.

Duştan çıkıp bornozumu bedenime sararken, banyodaki aynanın buğusunu sildim ve bakışlarım aynadaki kıza kaydı. Gözlerinin altı morarmıştı ve içi kırmızı damarlarla renklenmişti. Açık kahverengi gözlerim sanki daha koyu görünüyordu. Saçlarıma havluyu sarmadan raftaki tarağımı aldım ve hafif hafif taramaya başladım.

Hiçbir zaman aynaya bakmayı seven biri olmamıştım çünkü aynaya baktığım zaman gördüğüm kız, babamın yüz hatlarını taşıyordu. Belirgin çene kemiği, çıkık elmacıkkemikleri ve biraz da çiller... Babamın yüzüne rüzgârla serpiştirilmiş olan çiller, benim her zaman yağmurlarım olmuştu. Aynaya bakmayı reddederek saçlarımı taradım ve banyodan çıkıp giysi dolabıma doğru ilerledim.

Aceleyle dar, siyah bir kot pantolon ve üzerine bordo kazağımı çıkardığımda bakışlarım dolabımın alt rafında yer alan bale ayakkabılarına kaydı. Dolabın kapağını sertçe kapattıktan sonra üzerime iç çamaşırlarımı ve kıyafetlerimi geçirdim, odamdaki boy aynasına göz ucuyla baktıktan sonra saçlarımı açık bırakmak yerine hızla bol bir örgü yaptım ve başıma siyah bir bere geçirdim.

Odamın perdesini açtığımda gökyüzü güneşe bugünlük küsmüştü ve hava o kadar kapalıydı ki saate bakma ihtiyacı hissettim. Öğle vaktini neredeyse dört saat geçmişti, Korel'den ise hâlâ ses yoktu.

Odamın içini bir anda şarjda olan telefonumun gürültüsü kaplarken hemen telefona koştum ve kimin aradığına bile bakmadan, "Evet!" diyerek nefes nefese konuştum.

"Hey, hey, hey!" dedi Büge ve gözlerimi devirerek yatağıma yığıldım. "Neden nefes nefesesin? Nasılsın?"

"Ne oldu, Büge?" dedim ve dün beni öylece o evde bıraktığı aklıma gelince içimde bir yerlerin sızladığını hissettim, ona bu konularda kızamıyordum ama canım yanıyordu; bunu o da biliyordu.

"Kızgınsın bana," dedi ve ardından arkasındaki birilerine bağırdığını duydum. Daha sessiz bir yere geçti. "O an bana kaçmak en doğrusu gibi geldi ve gittim sonra da..."

"Büge, açıklama istemiyorum, biliyorum," dedim sözünü yarıda keserek. "Gerçekten bir önemi yok. Şu an sen iyisin, ben iyiyim. Tamam mı?"

Büge duraksadı ve ardından, "Pekâlâ," diye mırıldandı. Dudaklarını merakla kemirdiğini biliyordum. "Hım," dedi, âdeta mırladı. "Sen yani siz ne yaptınız?"

"Hiçbir şey." Hızlı ve fevri cevabımdan sonra gözlerimi kapattım, ona kıyamadığımı fark ettim. "Oradan beraber çıktık, bir ara polislere yakalandık fakat kurtulduk. Bugün görüşecektik."

"Görüşecektik?.." dedi Büge tekrar ederek. "Seni ekti mi o herif?"

Durdum ve bir süre düşündükten sonra, "Ekme değil," dedim kısık bir sesle. "Bugün görüşeceğimizi söyledi ama bende telefonu bile yok ve o da aramadı. Demek ki görüşmeyeceğiz."

Büge homurdanıp, "Salak mısın?" diye sordu. "Hayır," diye bir cevap verdiğimde kıkırdadı, kıkırdayışını seviyordum.

"Görüşelim dediyse görüşeceksinizdir," dedi ve bana gaz ver mek için resmen hevesle konuşmaya başladı. "Beraber gittiğiniz bir yer yok mu? Oraya git."

Aklımda dönüp duran şey, Korel'in evine gitmem gerekip gerekmediğiydi ve Büge bunu sorarak resmen o düşüncemi sulamıştı. "Bilmiyorum," dedim onu duymazdan gelerek. "Belki de görüşmek istemiyor."

"Kızım, kendine gel," dedi bağırarak. "O adam görüşelim dediyse kesin görüşeceksinizdir, aptal olma. Onu bulabileceğin bir yere git, belki de sen uğraş istiyordur. Hem görüşelim diyen o değil mi?"

Korel'in böyle oyunların içine girmeyeceğini bilsem de yalancı bir tarafım bu düşünceye çok inanmak istedi. "Aslında gidebileceğim bir yer var," diyerek onu daha fazla heveslendirdim.

"O halde?" dedi neşeyle. "Git ve gör onu. Eminim seni bekliyordur."

Düşüncelerini hiçbir zaman ince eleyip sık dokuyan biri olmamıştım, kararı verdikten sonra detaylı düşünmemek için hemen Büge'yle vedalaştım ve ayağıma siyah botlarımı geçirerek sırt çantama aceleyle cüzdanımla telefonumu sıkıştırdım. Bedenime belki de iki kat büyük gelen asker yeşili montumu giydim ve aynayla bakışmayı reddederek merdivenlerden koşarak indim. Dış kapıyı açtığımda yüzüme sert bir rüzgâr çarptı fakat aldırmayarak yine koşar adımlarla evimizin önündeki taksi çağırma düğmesine bastım ve olduğum yerde zıplayarak beklemeye başladım.

Cebimde ne kadar para kaldığını bile bilmiyordum ama düşüncem değişmeden bir şekilde, inandığım yalanla beraber Korel'in evine gitmek istiyordum. Birkaç dakika sonra taksi bulunduğum yere yaklaştığında olduğum yerde zıplamayı bıraktım ve taksiye ilerledim. Bir acelem olduğunu fark eden taksi şoförü hızını artırdı. Önümde durduğunda hızla arka koltuğa oturdum ve kapıyı kapatırken üstünkörü Korel'in evini –anladığım kadarıyla– tarif ettim. Neyse ki bahsettiğim yeri bilen şoför gaza bastı.

Beni şaşırtan, evlerimizin çok da uzak olmadığını fark etmemdi. Çünkü yaklaşık on dakika sonra taksi Korel'in evinin orada durduğunda kaşlarım hayretle kalktı. "Geldik mi?" dedim aptal gibi fakat o saniye Boda'nın kulübesini bile görmüştüm.

"Burası hanımefendi," dedi taksi şoförü ve benden para bekledi. Çantamı açıp cüzdanımı karıştırdım ve taksimetrede yazan miktara yetecek kadar param olduğunu fark ettiğimde gülümsedim.

Adama parayı uzattıktan sonra, "İyi günler," diyerek selam verdim ve taksiden inip Korel'in evine ilerledim. Kapısına giden yol, bizim evimize giden yol gibi taşlıktı. Bahçesinde tek bir çiçek bile yoktu, sadece sol tarafta Boda'nın beyaz kulübesi vardı. Kulübenin önünden geçerken başımı eğip içeriye baktım, Boda uyuyordu.

Oldukça kısık bir fısıltı kulaklarıma dolduğunda Boda'nın olduğu yerde hareket ettiğini ama gözlerini açmadığını fark ettim; bir şekilde kendimi bulunduğum durumdan dolayı rahatsız hissederken kalbimin kepenklerinin sertçe kapandığına ve içimin geniş bir huzursuzlukla kaplandığına şahit oldum.

Yüzümün şekli değişirken, adımlarımın sıklığı da ona paralel olarak değişti ve daha yavaş, daha sakin adımlarla Korel'in kapısının önünde durdum. Açık kahverengi kapının demirleri, benim bazı zamanlar hissedemediğim zihnim gibi paslanmıştı. Kapının üstünde yazan "EREZLİ" soyadı, yüzümün şeklinin daha fazla değişmesine sebep oldu; içimden bir ses burada bulunmamam gerektiğini söylese de yanlış düşüncelerin bile üzerine gidip doğruya ulaşmaya çalışan bir kız olduğumu biliyordum.

Elim paslanmış tokmağa yavaşça gitti ve gözlerim gökyüzüne doğru kaydı; simsiyah bulutlar gökyüzüne örtü gibi kapanmıştı, tek bir ışık bile yoktu. Hava sanki şafak vaktiydi, ben sanki şafak vaktinde Korel'in kapısının önüne gelmiştim. Tam üç kere kapının tokmağını vurdum ve sakince bekleyerek kapalı kapıya baktım. İçeriden adım sesleri geldiğinde yutkundum; gökyüzünde çok ileride bir şimşeğin çaktığını gördüm, sesi ulaşamayacak kadar uzaktı.

Korel, bir şimşek olabilir miydi?

Açık kahverengi kapı açıldı ve yüzüme yapay bir gülümseme yerleştirmek için kendimi hazırladığımda gözlerime ilk çarpan uzun, ince bacaklar ve yukarıya tırmandıkça gecemavisi bir gecelik oldu. Dantel şeklindeki şort satendi ve kızın sadece kal çalarını kapatıyordu. Üstündeki gecelik ise göğüs tarafları dantel, aşağı tarafı satendi. Dolgun göğüsleri sutyensizdi ve oldukça dik görünüyordu. Bakışlarımın daha yukarıya tırmanmasıyla, saçları altın rengi, gözleri yeşil güzel bir kadını görmem bir oldu.

"Merhaba," dedi kadın kapıyı tutarak ve başını eğip bana baktı. Boyu belki bir seksen vardı, tam olarak bilemiyordum ama benden oldukça uzundu. Uzun bacaklarına baktığım zaman kendi çırpı bacaklarımı kibrit kutusuna koymak istemiştim.

"Merhaba," dedim ve boğazımı temizledim. Kadın başka bir cevap bekledi ve dolgun altdudağını dişleyerek bana gülümsedi, tuhaf bir şekilde gülümsemesi beni bozguna uğratırken birbirimize bakmayı sürdürdük.

"Evet?" dedi kadın. "Korel'in..." Beni süzdü. "Kardeşi misin yoksa?"

Başımdan aşağıya dökülen sıcak su ellerimin buz kesmesine sebep olmuştu. Parmaklarımı birbirine geçirirken, "Hayır," diye mırıldandım sadece. Kadın tek ayağının üzerinde durdu, gerçekten harika bir fiziğe sahipti. "Korel'in kardeşi değilim."

Kendimi alaşağı olmuş gibi hissediyordum, sanki biri bacaklarımdan tutup beni silkelemişti ve aklımın içindekiler bir çöp gibi önüme dökülmüştü. Kadının saçları yataktan yeni çıktığını belli edecek kadar dağınıktı.

"Ben sanırım yanlış bir zamanda geldim..." dedim ve nefesimin kesildiğini hissettim. "Gitsem iyi olacak."

Kadın bir süre bana baktıktan sonra sen bilirsin dercesine omuzlarını kaldırıp indirdi ve o an, arka taraftan Korel'in sesini duydum. "Hayır," dedi ve görüş alanıma girdiğinde bir elimi tavana, diğer elimi boğazıma yapıştırarak kendimi asmak istedim.

"Gitmene gerek yok, Turuncu, geç."

Bakışlarım ona kaydığında kadın hızla kenara çekildi ve Korel kapıya geldi. Üzerinde siyah bir kazak ve altında siyah bir pantolon vardı. Elinde tuttuğu havluyla ensesini kurutuyordu, ıslak saçlarından damlayan sular siyah kazağında yer yer izler bırakmıştı. Gözlerinin altı diğer günlere nazaran daha iyi görünüyordu, morluklar birazcık yok olmuştu ve bakışlarında belki de ilk defa mezarlık göremedim. İyi gelen neydi? Gözlerim kadına kaydı, kız arkadaşı olabilir miydi? Hiç sorgulamamıştım bile.

"Kardeşin sandım," dedi kadın ve Korel'in omzuna başını yerleştirdi; ikisi beraber bir televizyon izliyormuş gibi bana baktıklarında gözlerim, kadının Korel'in omzundaki başına kaydı.

Korel kadına cevap vermek yerine geriye çekildi ve kızın başının düşmesine sebep oldu, bu hareket içime soğuk bir su serperken, "Turuncu," dedi kaşlarını çatarak, havluyla saçlarını kurulayan eli duraksadı. "Geçsene."

Kadın Korel'in yaptığı hareketten dolayı hiçbir şekilde bozulmamıştı. Bir an ne yapacağımı bilemesem de bu eve girmememin bir şeyleri kabullenmek anlamına geldiğini biliyordum.

Kafamı aşağı yukarı salladım; oldukça yavaş adımlarla içeri girdiğimde kadın kapıyı kapattı ve bana gerçekten sıcak bir gülümsemeyle, "Ne içersin?" diye sordu. Evin sahibi gibi davranması kaşlarımı çatmama sebep olsa da kadına bakmayı reddederek Korel'in yüzüne baktım. Bana bakıyordu.

"Teşekkür ederim," dedim sadece; net cevabımla kadın başka hiçbir şey söylemedi.

Korel'in evine en son geldiğimde nasıl çıktığımı hatırlıyordum. Ev aynı evdi, sadece evin içindeki o insanlar değişmişti.

"Ben Duygu," dedi elini uzatarak. Yüzündeki ifade ve sevecenliği fazlasıyla şaşırmama sebep oluyordu.

"Minel," dedim sadece ve elini gelişigüzel sıkarak geri çekildim.

"Minel," dedi gülümseyerek. "Güzel isim."

"Öyledir," dedi Korel konuya dahil olarak ve kadın yanına geçti. İkisi yan yana geldikleri zaman aralarındaki boy farkı, ben ve Korel'de olduğu kadar belirgin değildi.

"Anlamı ne?" diye sordu Duygu; ilgili görünmeye çalışması sinirlerimin daha fazla bozulmasına sebep oldu.

Dudaklarımı araladığımda Korel, "Cennetteki inci tanesi," diyerek lafı ağzımdan aldı ve Duygu'ya baktı. "Benim tabirimle," dedi ve ardından tekrar bana baktı, "Cennetteki turuncu çilli kız."

Duygu kahkahalarla gülmeye başladığında düz bir ifadeyle Korel'e baktım, o da aynı ifadeyle bana bakıyordu.

"Cennette olduğumu düşünmüyorum," dedim yapay bir ifa deyle gülümseyerek. "Özellikle sen yanımdayken."

Korel sadece ufak bir tebessümle yüzüme baktı ve Duygu kahkahasının arasından, "Ama Korel'e de böyle söylemezsin," diye fısıldadığında Korel'in yüzündeki tebessüm sırıtmaya dönüştü.

"Fazla mı özele kaçıyorsun acaba, Duygu?" diye sordu Korel. Duygu ise daha geniş ve cilveli gülümsedi.

"Her neyse," diyerek homurdandım. "Sanırım ben çok yanlış bir zamanda geldim, sen görüşelim dediğin için..."

"Görüşelim dedim ama geleceğini düşünmedim, Turuncu; ben seni almaya gelecektim hatta hazırlanmıştım." Haklıydı, Büge'yi dinlemek ise büyük bir saçmalıktı. Bir cevap vermeyi düşünsem bile öylece yüzüne baktım, ahmaklık etmiştim.

Birkaç saniye sonunda Korel Duygu'ya döndü ve sarı saçlarını omzundan arkaya atıp kulağına eğilerek, "Hadi sen git artık," dedi. "Benim işlerim var, sonra yine görüşürüz." Duygu da ona yaklaşarak bir şey söylediğinde gözlerimi üzerlerinden çekip odadaki krem rengi koltuğa ilerledim.

Birkaç dakika sonra Duygu banyoya ilerlediğinde yatağın yanında duran kıyafetlerini almayı ihmal etmemişti. Olduğum yerden hareket etmediğimde Korel karşımdaki yatağa oturdu ve öne eğilerek bana baktı.

"Turuncu?" dedi, sesinde hâlâ alay vardı. "Kızarma, çillerin kayboluyor."

Gözlerimi devirdim ve Duygu'nun girdiği banyoya baktım. "Bugün bana neden görüşelim dedin?" diye sordum o odanın kapısına bakmaya devam ederek. "İşin varmış, bilmiyordum."

"Benim hep işim vardır," dedi ve bakışlarım ona kaydığında göz kırptı. "Diğer günlerden bir farkı yok." Yüzüne renk gelmiş gibiydi, kendini daha iyi hissettiğine emindim çünkü sıcak rüzgârı hissedebiliyordum. Islak saçları alnına düşmüştü. Ellerini sakallarına geçirdi ve kaşıdıktan sonra tek kaşını kaldırdı.

Bakışlarım üzerindeki kazağa kaydığında, "Söylesene," dedim merakla. "Neden hep kazak giyiyorsun?"

Korel'in yüzündeki o neşe silindi ve sıcak rüzgâr, buz gibi bir etkiyle tenime temas etti. "Söylesene," dedi ve ayağa kalktı.

"Neden o burnunu her şeye sokuyorsun?"

Mutfağa doğru ilerlemeye başladığında bakışlarım onun gergin sırtındaydı. "Sadece bir soruydu," dedim ellerimi havaya kaldırarak. "Sorular seni bu kadar ürkütmesin."

Korel omzunun üzerinden bana baktı ve buzdolabını açarak her zamanki gibi birasını çıkardı. Cam şişenin kapağını sertçe çekti ve büyük bir yudum aldığında bir damla dudağının kenarından yanık izinin olduğu yere doğru aktı. O saniye Duygu banyodan çıktı ve ilk önce bana, sonra Korel'e baktı.

Gülümseyerek Korel'e doğru ilerledi. Yarısına kadar içtiği birayı masanın üzerine koyduktan sonra elinin tersiyle ağzını sildiğinde Duygu yanına geldi. Dudağının kenarına öpücük kondurdu, ardından sırıttı. "Tekrar görüşürüz," dedi biraya bakarak.

"Bu kadar çok içme." Korel gülümsedi ama samimi bir gülümseme miydi, anlayamadım. Duygu masanın yanındaki çantasını koluna geçirerek bana uzaktan el salladı, bir karşılık vermeyecektim ama karşılık verip vermeyeceğime bile bakmadan dış kapıya ilerledi ve birkaç saniye sonra evden çıktı.

Duygu'nun çıktığı kapıya bakarken Korel'i izledim. Bir tarafım sormam gerektiğini yinelerken, diğer tarafım sessizlik istiyordu. Elbette en mantıksız tarafımı dinleyip, "Sevgilin mi?" diye sordum.

Korel kapıda olan bakışlarını bana çevirdiğinde birasından büyük yudumlar alıp masasına koydu. "Neden sordun?"

"Merak ettim."

"Neden ettin?"

"Bir nedeni yok."

Dik dik ona bakarken alaylı bir ifadeyle güldü. "Sevgilim olması senin için bir şeyleri değiştirir mi?"

Mantıklı bir soruydu, bunu kendi içimde düşündüğümde daha farklı yanıtlar buluyordum ama yine de, "Neden değiştirsin ki?" diye sordum. "Sadece merak etmiştim. Sormadım say."

Alayla gülmeye devam etti. "Sevgilim," dedi bir anda, gözlerim hafifçe açıldı ve yutkundum. "Değil."

İçimi rahatlatan bu aptal duygunun adı neydi? Gülümsedim ve bunu kaşlarını kaldırdığında fark ettim.

Konuyu tamamen bambaşka bir noktaya çekerek, "Kızı kul lanıyor musun o halde?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Bu iğrenç bir şey."

Korel başını iki yana salladı. "Fazla masum düşünüyorsun, Turuncu." Kaşları havalandırma sırası bendeydi. "Kimseyi kullandığım yok, böyle şeylere çok uzaksın fakat iki taraf da halinden fazlasıyla memnun." Aralarındakinin sadece cinsel birliktelikten ibaret olduğunu bana anlatmaya çalışıyordu. Hiçbir cevap vermeden bakışlarımı yatağının başındaki pencereye çevirdim ve o da aynı yere bakıp, "Yağmur yağıyor," diye mırıldandı.

"Evet," dedim ve derin bir nefes aldım. "Çok severim, epey çok severim hem de." Başımı ona çevirdim ve ayağa kalkıp pencereye ilerledim. "Sen?"

Onu göremiyordum ama hareket ettiğini hisseder gibi oldum. "Sevmem," dedi akisleri nefret kokan bir tınıyla. "Kar daha güzeldir."

Kaşlarımı kaldırdım, yağmuru sevmeyen birine az rastlanırmış gibi gelirdi. "Sonuçta kar da yağmur oluyor," dedim tezini çürütmeye çalışarak.

"Öyle değil," dedi ve mutfağın yanındaki, üstü kapalı, çözemediğim o eşyasına ilerledi. "Yağmurda hiçbir iz belli olmaz ama kar seninle izini paylaşır."

Önünde duran kalın kahverengi çarşafı kaldırdığında gözlerim şaşkınlıkla irileşti ve pencerenin kenarından ayrılarak hızla onun yanına gidip, "Daha neler," dedim. "Balık mı besliyorsun?" Önümdeki büyük, dikdörtgen şeklindeki akvaryumdan gözlerimi alamıyordum. İçinde dört tane balık vardı ve türü bildiğim kadarıyla Betta'ydı. İki tanesi masmavi, bir tanesi kırmızıydı, diğeri ise ikisinin tonunu almıştı. Yağlıboya fırçasının ucu gibi görünüyordu.

Korel cevap vermedi ve eline balık yemlerini alarak akvaryumun üstünü açtı, uzun parmaklarını içeriye soktu. Yemler suyun içine gömülürken balıklar korkup hareket etmeye başladı; Korel akvaryumun üstünü kapattıktan sonra ise yemlere ilerlediler.

İşaretparmağımı akvaryumun camına yasladım ve birkaç kere tıklayarak, "Merhaba hanımlar ve beyler," diyerek sırıttım. "İsimleriniz nedir?" Korel'in gözlerini devirdiğini hissettim, ona baktım ve camı tıklatmaya devam ettim. "İsimleri ne?"

"İsimleri yok," derken kaşları düz bir çizgi halini aldı. "Balığa isim koymak ne amına koyayım?"

Kaşlarımı çattım. "Köpeğine bir isim koymuşsun Korel Erezli, balıklarının neyi eksik?"

"Köpeğime isim koyan ben değilim," dedi ve koltuğa ilerledi, bense akvaryumun camına vurmaya devam ettim.

"Kim koydu, bilmiyorum ama keşke balıklarını da düşünseymiş," dedim mutsuz bir sesle. O kadar güzellerdi ki insanın içine huzur bahşediyorlardı. Renkleri boş bir tuvali aydınlatacak kadar güzeldi.

"Çok istiyorsan sen koy isim," dedi ve başımı çevirdiğimde koltuğa yayıldığını gördüm. Elindeki bira şişesine bakıyordu. "Ama onlara hiçbir zaman ismiyle sesleneceğimi düşünme."

Dediğini duymazdan gelerek, "Düşüneyim," dedim ve belki de uzun bir süre balıkları izledikten sonra, "Buldum!" diye bağırdım. "Dalton Kardeşlerin ismini vereceğim!"

Korel'e ellerimi birbirine çarparak dönüp baktığımda gözlerine bir ışık doğduğunu fark ettim, yağmur hızını gitgide artırıyordu ve cama vuran her damlanın sesi odayı dolduruyordu. Dalga geçmesini bekledim fakat oturduğu yerden kalktı ve birasının son yudumlarını da içtikten sonra masanın üzerine bırakarak yanıma geldi.

"Bak şimdi," dedim yerimde zıplayarak ve kıpkırmızı olan balığı gösterdim. "Onun adı Joe." Kırmızı ve mavi tonlarında karışık olanı işaret ettim. "William." Diğer ikisine baktım ve dudaklarımı büktüm. "Birbirlerine çok benziyorlar, farkları yok mu bunların?"

Korel yüzümdeki mutsuzluğa bakarak, "Bükme dudaklarını," dedi ve balıkları izledi. Kısa bir süre sonra, "Farkları var," diye mırıldandı. "Bak, şu mavinin yüzgeçleri daha uzun."

Yüzümdeki mutsuzluk anında silindi. "Onun adı Jack o halde." Diğerine bakıp elimle seviyormuş gibi cama dokundum. "Bu da Avarell."

Korel bir bana bir balıklara baktıktan sonra, "İyi değilsin sen," diye homurdandı.

"Asıl sen çok tuhafsın," dedim akvaryumun yanından uzak laşarak. "Balık beslemen beni çok şaşırttı; ne bileyim, sen böyle naif bir canlı beslemezsin diye düşünmüştüm."

"Öyle mi dersin?" dedi Korel ve tek kaşını kaldırdı. "Arka odada bir pirana beslemediğimi nereden biliyorsun?" Gözlerinden ürkütücü bir ifade geçti ve bir an ciddi olabileceğini düşündüm.

"Her neyse," dedim lafı değiştirmeye çalışarak. "Ne yapacağız bugün?"

Korel asıl amacını hatırladığında kafasını aşağı yukarı salladı. "Doğru," diyerek beni onayladı. "Çıkalım, seni bir yere götüreceğim."

Yanımdan uzaklaşıp dış kapıya ilerlerken bir süre arkasından öylece baktım, ardından peşinden ilerleyerek yere bıraktığım çantamı aldım. "Nereye gideceğiz?" diye sordum üzerine deri ceketini giyerken.

"Gidince görürsün," dedi ve yüzünü buruşturarak kapıyı açtı. Yağmur damlaları evin içine girmeye başladığında, "Sokayım..." diyerek homurdandı. "Islağı sevmiyorum."

Bense onun aksine gülümsedim ve hemen yağmurun altına geçerek yürümeye başladım, Korel'in kapıyı kapatmasını bile izlemedim. Bakışlarım gökyüzüne kaydı ve avuçlarımı hafifçe açarak daha geniş bir şekilde gülümsedim.

Yağmur ne çok hızlıydı ne çok yavaştı. Damlalar tokat atıyormuş gibi yüzüme oldukça sert çarpıyordu; dudaklarıma isabet eden yağmur damlalarını emerken, Korel yanıma gelip hafifçe omzuma vurdu. "Yürü Minik, zaten kısasın, birazdan sular altında kalan ilk sen olacaksın."

Keyfimi bozmasına izin vermeden, "Çok güzel," diyerek ellerimi biraz daha gökyüzüne doğru açtım. "Yağmur bana güzellikleri anımsatıyor."

Korel deri ceketinin yakasını kaldırdı ve boynuna siper ederek başını öne eğdi. "Kimsenin gitmediği bir mezarlık gördün mü?" deyip kolumdan çekiştirdi. Yüzüm asılırken ona düz bir ifadeyle baktım. Ellerini cebine koydu ve göz ucuyla bana baktı. "Yağmur en çok onların dostudur."

İlk başta ne dediğini anlamasam da sonrasında az çok kavrayabildim ve kalbimin üzerine lavların düştüğünü hisseder gibi oldum; Korel'in bakış açısı benim bakış açımdan tamamen farklıydı.

Park ettiği motosikletine binmeden önce Boda'nın kulübesine doğru ilerledi ve başını eğerek köpeğine baktı; yüzüne sevecen bir gülümseme yerleşirken, "Güzel oğlum," diye mırıldandığını duyar gibi oldum. Saçları yağmurun sert darbelerinden dolayı ıslanmıştı, alnına yapışan birkaç tel saçı eliyle geriye attı. Boda'nın kulübesinin arkasında duran bir kutunun kapağını açıp eline iki tane kask aldığında gözlerim irileşti.

"Vay!" dedim dalga geçermiş gibi. "Korel Erezli kask takacak."

Beraber motosikletinin önüne yürüdüğümüzde, "Tak şunu," dedi bir tanesini bana uzatırken. "Yağmur yağıyor."

"İstemiyorum," deyip omuzlarımı silktim ve motosikletinin önünde kollarımı bağladım. Korel kısa bir süre bana baktıktan sonra, "Sen bilirsin," diyerek kaşlarını kaldırdı, elinde tuttuğu kaskı Boda'nın kulübesinin olduğu tarafa fırlattı. Ardından kendi kafasına siyah kaskı geçirdiğinde Korel'in kemiklerini tek tek kırmak istediğimi fark ettim.

Beni görmezden gelerek motosikletine bindi, motoru çalıştırırken bana bakmadı. Kafasındaki kasktan bakışlarını göremiyordum ama yüzünde her zamanki gibi alaylı bir ifade oluştuğunu hissediyordum. Yağmur beni rahatsız etmiyordu, gitgide hızını artırsa dahi hızlı giden bir motosikletin üzerinde yüzüme ve saçlarıma yağmur taneleri çarparken huzurlu olacağımı biliyordum.

"Atla," derken sesi geriden geldi.

Homurdanarak ellerimi omuzlarına yerleştirdim ve parmak ucumda yükselerek motosikletinin arkasına bindim. "Dua et, kaskın var," dedim kaşlarımı çatarak ve omuzlarına sımsıkı tutundum. "Yoksa o yüzüne sert bir yumruk atardım."

Korel'in belli belirsiz kahkahasını duyar gibi oldum fakat o saniye, sesli bir şekilde gök gürlediğinde tırnaklarımı Korel'in omzuna bastırdım ve yağmur sicim gibi yağmaya başladı. "Öyle mi?" dediğini duyar gibi oldum. "Kasksız gördüğün zaman dene bunu."

😲

Yanağım Korel'in sırtına yaslı, gözkapaklarım hafif aralıklı boş caddeye bakıyordum. Korel motosikleti ne hızlı ne de yavaş kullanıyordu, hızı ortalamaydı; büyük ihtimalle yağmurdan dolayı motosikletin kayacağını düşünüyordu ya da bu benim bir uydurmamdı çünkü böyle şeylerden çekinmeyeceğini az çok anlamıştım. Derin bir nefes aldığımda Korel'in deri ceketinden yükselen sigara kokusunu takip eden kül kokusu ve yağmurun geride bıraktığı ıslak toprak kokusu karıştığında, "Çok güzel," diye mırıldanmaktan kendimi alıkoyamadım. Kendimi yağmurun kurtardığı bir yangının ortasında canlı kalan tek insanmış gibi hissediyordum, geriye kalan kül kokusu ise bu zamana kadar sevdiğim bütün şeylerin yanığıydı.

Korel beni duydu mu duymadı mı bilmiyordum ama sırtını birazcık dikleştirdi ve kollarım beline sarıldı. Karnında birbirine geçirdiğim parmaklarım daha da sıkılaştığında kazağının altındaki teninin alev alev yandığını hissettim. Saçlarım tamamen ıslanmış ve yüzüme yapışmıştı; akşam olmak üzereydi bu yüzden gökyüzü hem akşamın misafirliğinden hem yağmurun ödülünden dolayı koyu bir renge sahipti. Göz ucuyla gökyüzüne baktığımda kapkara bulutların tepemizde dolandığını fark ettim.

Gözlerimi yumdum ve yüzüme vuran serin rüzgârı hissetmeye çalıştım; üşüyordum, çok üşüyordum fakat kendimi hiç bu kadar iyi hissettiğimi hatırlamıyordum. Yanımızdan geçen arabaların sürücüleri bazen bana bakıyor ve anlam veremiyorlardı; umurumda değildi. Hiçbir zaman anlaşılan biri olmamıştım ya da anlaşılmayı beklememiştim; açıklama yapmak benim tercihimdi, açıklamalarımı dinlemek zorunda değillerdi.

"Korel," diye mırıldandım. "Teşekkür ederim."

Duymayacağını düşünüyordum fakat Korel, "Yine neden?" diye sorduğunda gergin sırtının hareket ettiğini hisseder gibi oldum. O da sırılsıklam olmuştu ve bu durumdan hiç memnun olmadığının farkındaydım.

"Bu an için," dedim gülümseyerek. "Çok güzel." Korel'in kafasını salladığını hissettim. "Ve emin ol, bu teşekkürü ettiğim için hiç pişman olmayacağım."

"Üşüyor musun?" diye sordu birkaç dakika sonra. Kapalı gözlerimi aralayarak, "Biraz," diye yanıt verdiğimde motosikletin hızının arttığını fark ettim. Kamçılanmış her hatam, şu an yüzüme gülümsüyor gibiydi. Beni şu an Korel'e karşı suçlu hissettiren de neydi? "Yağmuru sev," dedim mutsuz bir sesle. "Her damla sanki sadece senin için gökyüzünden iniyormuş gibi hissetsene."

Her damlada bir kelime, her kelimede bir can, her canın başka bir canla yan yana ve upuzun bir cümle...

"Bir mezarlık değilim," dedi. "Benim için gökyüzünden inmiyor."

"Ben bazen kendimi mezarlık gibi hissediyorum," dedim ve çenemi sırtına yasladığımda gerildiğini hissettim. "Kimsenin uğramadığı bir mezarlık ama içinde bir ruh taşıyor; hâlâ canlı olsam bile bir mezarlığın içindeymişim gibi geliyor, Korel. Sen de arada sırada böyle hissediyorsundur, eminim."

"İçinde ruh taşıyan bir mezarlık," dediğinde o kadar kısık sesle söylemişti ki onu duymakta zorlandım. "Belki de yağmura muhtaç olman için seni gömmüşlerdir."

"O halde," dedim kaşlarımı çatarak. "Yağmur ne?"

"Yanlış soru," diyerek beni yanıtladı. "Yağmur kim?" Bir süre sessizce düşündükten sonra verebilecek bir cevap bulamadım ve yanağımı tekrar sırtına yasladım.

Yaklaşık yirmi dakika sonra motosiklet tek katlı bir evin önünde durduğunda kaşlarım havaya kalktı. Evin her tarafı, kubbe gibi olan tavanı da dahil, pencerelerle çevriliydi. Dışarıdan bakıldığı zaman içerisi görünmüyordu fakat içeride ışıkların yandığını anlayabiliyorduk. En tuhafıma giden çatı tarafı olurken, kubbe görüntüsü beni ürkütmüştü.

"Vay canına," dedim. Korel o sırada motosikletten inmişti ve kafasındaki kaskı çıkarıyordu. "Burası da ne böyle?"

Korel gökyüzüne baktı. "Durmayalım," diyerek yürümeye başladı. Ben de onu takip ettiğimde gözleri benimle kesişti. "Sırılsıklam olmuşsun."

"Umurumda değil," diyerek sırıttım. "Gerekirse saatlerce yağmurda oturabilirim. Sonbahar kızıyımdır."

"Biliyorum," diye mırıldandığında yutkundu. "Anlamıştım daha doğrusu."

"Sense gözlerinin aksine kış adamısın," dedim ve ağzımdan ne kaçırdığımı fark ettiğimde adımlarım duraksar gibi oldu.

"Ne dedin?" dedi Korel fakat aklı başka yerde gibiydi. Alnı kırışmıştı ve kaşları düz bir çizgi halini almıştı.

"Bir şey yok," dedim ve kaşlarım çatıldı. "Girişi nerede?"

"Şu taraftan," dediğinde sağa doğru yürümeye başladık. O kadar hızlı yürüyordu ki ona yetişebilmek için ekstra çaba sarf ediyordum.

Camlarla çevrili bu geniş evin tek tahta kapısının önünde durduğumuzda, Korel bembeyaz kapıyı çalmak için elini kaldırdı fakat o an, otuzlarının başındaki bir adam kapıyı açtı. Sevecen bir ifadeyle gülümsediğinde Korel de aynı şekilde karşılık verdi ve adam omzundan çekerek Korel'e sarıldı. Boyu Korel'den kısa olduğu için parmaklarının ucunda durmak zorunda kalmıştı.

"Özlemişim," dedi ve geriye çekilerek Korel'in omuzlarını tuttu. "Nasıldı İspanya?" Adamın sesindeki aksan, Korel'in aksanından katbekat fazlaydı. Anlayamadığım bir dilde bir isim mırıldandığında, Korel bakışlarıyla adamı öyle bir susturdu ki gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım.

Korel'in kaşlarını kaldırdığını fark ettiğimde göz ucuyla beni gösterdi. "Bahsettiğim kız bu," diyerek beni tanıttı. "Minel Karaer."

Islak elimi adama uzatarak, "Merhaba," diye selamladım. Adam kısa bir an şaşkınlıkla bana baksa da sonrasında yüz ifadesini düzeltti ve Korel'e döndü.

Elim havada kaldığında Korel'in öksürdüğünü duyar gibi oldum ve ardından adam elimi tutarak, "Merhaba," dedi sevecen bir tınıyla. "Minel," dediğimde adımı tuhaf karşıladığı çok belliydi. "Lucero."

"Lucero," dedim adamın ismini tekrar ederek ve gülümsedim. "Memnun oldum." Sıcak tebessümüyle daha şimdiden adama kanım kaynamıştı. İnsanın içini ferahlatan bir aurası vardı.

"İçeriye," dedi ve kapının önünden çekilerek bize yol verdi. İlk önce Korel, ardından ben içeriye girdiğimizde Lucero da kapıyı kapatıp bizi takip etti. "Yağmur," dedi konuşmaya zorlanarak ve kelimeleri aradı. Duraksadı ve elleriyle yağıyormuş gibi bir hareket yaptı.

Sırıttığımda Korel de bana eşlik etti. "Zorlama," diyerek Lucero'ya takıldı. "Biliyoruz, yağmur yağıyor." Lucero gülümsedi ve eliyle ileriyi gösterdiğinde ilk defa bulunduğumuz yere alıcı gözüyle baktım ve büyülenmiş bir şekilde derin nefes aldım.

Geniş bir salondu ve köşede sadece bir tane üçlü koltuk vardı; siyah bir deri koltuktu. Yanında kahverengi bir sehpa, sehpanın üzerinde içki şişesi ve kadehler vardı. Salonun her yeri camlarla çevriliydi ve geldiğimiz yerin geniş bir çayırın ortasında olduğunu yeni fark ediyordum. Yağmur cama çarparken, sesi arkadan gelen İspanyolca şarkıyı bastırıyordu. Gözlerim tavana kaydığında kubbe şeklindeki cam tavanın gökyüzüne kucak açtığını ve karanlık bulutları ağırladığını gördüm. Kirişlere yapıştırılmış ışıklandırmalar sarıydı ve salona loş bir ışık hâkimdi.

"Burası muhteşemmiş," diyebildim sadece ve Korel'e baktım. "Tek kelimeyle harika."

Korel kafasını aşağı yukarı sallayıp siyah deri koltuğa ilerlediğinde ben ve Lucero ayakta öylece kaldık. Korel koltuğa oturdu ve viski şişesini açarak önündeki kavanoz dipli bardağa kehribar rengi içkiyi doldurdu.

"Hım," dedi Lucero Korel'e kötü bakışlarını göndererek, ardından bana baktı. "Demek dans ediyorsun," duraksadı ve yüzünü buruşturdu, "Minil."

"Evet," dedim ve Korel'e baktığımda bizi izlediğini gördüm. Koltuğa yayılmadan önce üzerindeki deri ceketi çıkardı ve koltuğun diğer tarafına attı. "Siz nereden biliyorsunuz?" Korel'in sırıttığını fark ettiğimde gözlerimi devirdim. "Minel, bu arada."

"Minel," dedi ve kafasıyla beni onaylayarak ellerini önünde özür diliyormuş gibi birleştirdi.

Otuzlarının başında, belki de ortalarındaydı. Siyah saçlarında ara ara beyazlar vardı ve gözleri masmaviydi. Yabancı olduğu yüzünün her zerresinden belliydi. Yine bir isim mırıldandığında anlayamadım ve Korel arka taraftan öksürdü.

"O dans ettiğini söyledi ve buraya dans etmek için geldin."

Kısa bir süre adama aptalmış gibi baktığımda Korel arka taraftan konuya dahil olup, "Sana dans hocası buldum," dedi ve umursamaz bir tavırla elindeki bardaktan içkisini yudumladı. "Lucero İspanyoldur ve Türkiye'nin belki de en iyi dans hocalarındandır."

"Gerçekten mi?" diye sordum büyük bir şaşkınlıkla ve elimi kalbime yerleştirerek ilk önce Lucero'ya, sonra Korel'e odaklandım. Parmaklarımın ucuna yükselip ellerimi kalbimin üzerinde birleştirdim. "Gerçekten mi Korel?"

"Evet." Net verdiği cevap, yüzümdeki gülümsemenin gitgide genişlemesine sebep oldu ve şen bir kahkaha attığımda sesim salonun içini doldurdu.

"Korel," diye fısıldadığımda yere baktım ve utançla gözlerimi kapattım. "Teşekkür ederim."

Kalbimin hızlı atmaya başladığını fark ettiğimde geldiğimiz yere tekrar baktım ve dansın ruhunu böyle bir yerle harmanladığımda içimde önünü alamayacağım bir heyecan yeşerdi.

"Teşekkür etme," dedi kaşlarını çatarak. "Dansını et, izleyeyim." Ne kadar kaba ya da ne kadar sert bir adam olsa da düşünceli bir tarafını görmek beni şaşırtmıştı.

"Evet," dedi Lucero ortamdaki duruma anlam veremezken. "Tuhaf bir tanışma oldu." Ellerini birbirine çarptı ve bir elini bana uzattı. Ne yapmaya çalıştığını anladığımda elini tuttum ve olduğum yerde, onun elinin yardımıyla döndüğümde tekrar kahkaha attım. "Vaov," dedi ve bir şeyler fısıldadı. "Bale mi yapıyorsun?"

"Sayılır," dediğimde yanaklarımın kızardığının farkındaydım. "Altı yaşımdan beri bale yapıyorum fakat diğer bütün danslara da hâkimim. Bir yarışmaya hazırlanıyordum fakat dans hocam gitmek zorunda kaldı ve öylece kaldım."

"Yarışma," deyip düşünmeye başladığında büyük bir beklentiyle ona baktım. "Sanırım bu yarışmayı biliyorum," dedi parmağını şaklatarak. "Tutku ve şehvetin dansı. Eşin nerede?"

Yüzümdeki gülümseme silinmeye başladığında yanaklarımdaki kızarıklıkların da renginin çekildiğini hissettim. "Eşim yok," diyerek kafamı iki yana salladım. "Tek başıma katılacaktım."

Lucero tuhaf tuhaf beni izledi ve kaşlarını kaldırarak Korel'e baktı. Korel ise umursamaz bir şekilde elindeki bardağa bakıyordu, bizimle ilgilenmiyor ya da ilgilenmiyormuş gibi görünmeye çalışıyordu. Önüne eğdiği başını kaldırdığında bakışları bizimle kesişti.

"Şansın yok," dedi Lucero kesin ve net bir sesle. Bunun farkında olsam da başka birinin dile getirmesi canımı sıkmıştı. "Herkes çift olacaktır."

"Biliyorum," dediğimde başımı önüme eğdim ve altdudağımı dişlerimin arasına aldım. Kalbimin üzerine oturan camdan yapılmış olan heves, bir anda paramparça olmuş gibiydi.

"Her neyse," dedi Lucero kısa bir süre sonra benim üzüldüğümü fark ettiğinde. "İçeriye geç ve üzerini değiştir, bakarız."

"Kıyafetlerim yanımda yok," dediğimde Lucero tekrar Korel'e baktı ve Korel'in gözlerini devirdiğini gördüm.

"Aşağı katta kıyafet var," dedi göz kırparak. "Sadece bale ayakkabıları yok." Başka bir şeyler söylemek istedi fakat cümleyi kuramadığını fark ettiğimde ellerimi kaldırarak onu onayladım ve hangi kıyafeti ya da kimin kıyafetini giyeceğimi bilmeden aşağıya giden merdivene doğru ilerledim. Göz ucuyla Korel'e baktığımda bir eli çenesindeydi ve meydan okuyan bir ifadeyle bana bakıyordu.

Alt kata indiğimde içerideki rutubet kokusunu umursamadım ve köşedeki düğmeye basarak asma tavandaki ampulü yaktım. Gözlerime onlarca elbise asılı bir dolap çarptığında heyecanla dolaba koştum ve henüz poşetlerinde olduklarını fark ettim.

Yukarıdan yükselen mırıldanma seslerini duyuyordum fakat dinleme taraftarı değildim, Korel'e büyük bir minnet duyuyordum. Belki de beni düştüğüm bu kumkumadan kurtarabilecek en büyük kuvveti sergilemiş ve beni buraya getirmişti. Dans, tutkumdu. Dans, her şeyimdi. Bunu Korel'e yansıtmayı becerebildiğimi düşünüyordum çünkü onun gibi biri bile beni düşünüp buraya getirmişti.

Elim siyah bir elbiseye çarptığında gülümsedim ve askıdan çıkararak üzerime tuttum. İp askılı bir elbiseydi. V yakaydı ve kumaşı inceydi. Bir tango elbisesi olduğunu fark ettiğimde üzerimde nasıl duracağını düşünmeye bile fırsat vermeden elbiseyi köşeye bıraktım ve üzerimdekileri çıkarmaya başladım. İç çamaşırlarımla kaldığımda siyah elbiseyi giydim. Etek tarafının dar geldiğini fark ettiğimde kaşlarım havaya kalktı; oldukça ince bir bedene sahip olmama rağmen sanki bu elbise benim üzerime göre yapılmıştı.

Köşedeki boy aynasına baktığımda yüzümü buruşturdum fakat elbiseyi taşıyamayacak olsam da modelinin güzel olduğuna karar verdim. Bu elbise dolgun kalçalar ve göğüsler için tasarlanmıştı. Bende pek öyle durmuyordu fakat etek taraflarının hareketli olmasını sevmiştim. Arkaya doğru uzuyordu fakat düğmesini açtıktan sonra parçası çıkıyordu, bu elbiseleri biliyordum.

Islak saçlarım yer yer kurumuş ve dalgalı bir hal almıştı. Saçlarımı elbisenin içinden çıkarıp önüme aldım. Yanaklarım büyük ihtimalle soğuktan kızarmıştı. Kendimi aynaya bakarken annemin kıyafetini giymişim gibi hissediyordum, birkaç defa böyle elbiseler giymiştim fakat giydiklerim de benim diktirdiğim elbiselerdi.

Gözlerim sol tarafta duran ayakkabılara kaydığında hepsinin tango ayakkabısı olduğunu fark ettim. Kısa topuklulara yaklaştığımda siyah olan gözüme takılmıştı. Kesinlikle bale ayakkabılarımı özlemiştim. Siyah ayakkabının numarasının ayağıma uygun olduğunu gördüğümde ikinci defa şaşırdım ve duvardan destek alarak ayaklarıma giydim. Boyumu çok uzatmasa da aynaya tekrar baktığımda tablonun tamamlandığını hissetmiştim. Gülümsedim; ne olursa olsun, danstan hiçbir zaman vazgeçmeyecektim.

Merdivenlerden çıkmaya başladığımda mırıldanmaların İspanyolca olduğunu fark ettim, belki aksanın sert ve kaba oluşundandı, bilemiyordum ama tartışıyorlar gibi gelmişti. Merdivenlerin başına geldiğimde Korel ve Lucero'nun koltuğun iki tarafında oturduğunu gördüm. Lucero öne eğilmiş, Korel'e dönük oturuyordu. Korel ise sırtını koltuğa yaslamış, elindeki bardağa bakıyordu, yüzünde umursamaz bir hava vardı. Yine. "Nunca," dediğini duyduğumda birkaç adım attım. "No quiero."*

* (İspanyolca.) İstemiyorum.

Lucero cevap vermek için dudaklarını araladığında Korel'in bakışları bana kaydı ve kaşlarını kaldırarak Lucero'yu susturdu. Baştan aşağı beni süzdü, bakışları bacaklarımda takılıp kaldıktan sonra ayakkabılarıma bakıp sırıttı.

Lucero da bana dönüp baktığında Korel kadar olmasa da süzdü. "Hım," diye mırıldandı. "Olmuş."

"Pek sanmıyorum," dedim yüzümü buruşturarak. "Bu topukluları sevmiyorum, bale ayakkabılarımı özledim."

Lucero kısık bir sesle kahkaha atıp ayağa kalktı ve karşıma geçti. "Bu dansa bale ayakkabısıyla gidemezsin, Minil. Bu dans seni seksi göstermek zorunda."

Yutkundum, Korel'in beni izlediğini hatta dalga geçmek için zaman kolladığını biliyordum. "Biliyorum ama..." dediğimde yere baktım. "Bilemiyorum. Çalışırken o ayakkabılarla çalışmıştım."

"Sorun değil, sorun değil," dedi Lucero ve diğer tarafa koştu. Bir şekilde onun heyecanlı olması beni de daha fazla heyecanlandırıyordu. İleride duran radyoya yürüdü ve güzel bir şarkı açıp tekrar yanıma geldiğinde üzerindeki siyah gömleğin manşetlerini yukarıya çekti.

"Nasıl çalıştın, göster bana."

Utandığımı hissettiğimde Korel'e baktım; gözleri bizim üzerimizdeydi ve bardağı bırakmış, eline şişeyi almıştı. Baygın bakıyordu fakat sarhoş olmadığının farkındaydım, sadece ilgisizdi.

"Tek başıma," dedim yutkunarak. "Sanki karşımda biri varmış gibi dans ettim. Sadece bale değil," dediğimde Lucero'nun kaşları havaya kalktı. "Tango ve lirik dansı da harmanlamıştım. Gözlerimi kapattığımda karşımda biri varmış gibi geliyordu..." Korel'in boğazını temizlediğini duyduğumda ters bir bakış attım. "Bu kadar."

Lucero kısa bir süre düşündükten sonra, "Tamam," dedi ve ellerini öne uzattı. "Ellerini ver. Söylediklerini bu ayakkabılara ve bu duruşuna..." Duraksadı.

"Harmanlayalım," dedim ve gülümsemeye çalışarak ellerini tuttum.

Buz gibi ellerim onun ılık elleriyle temas ettiğinde geriye bir adım attı ve müzikle eşzamanlı hareket ettiğini fark ettim. Aynı şekilde onun attığı adımı takip ettim ve o ne yapıyorsa onu yaptım.

Beş dakika gibi bir süre nasıl dans ettiğimi kavramaya çalıştı, bunu anlamıştım.

Beş dakika sonunda, "Perfecto!"* diye bağırdı. "Kıvrak bir bedenin var, Minil. Gran.**"

"Gracias,"*** dediğimde aksanlı bir şekilde söylemeye çalışmıştım fakat pek başarılı olamadım. Lucero kahkaha attıktan sonra, "Gracias," derken beni taklit etti. Çok iyi anlaşacağımızı biliyordum.

"Şimdi," dedi ve ellerini hızlıca birbirine çarptı. "Benim seni dıştan bakan bir göz olarak izlemem gerek." Kafamı aşağı yukarı salladım ve tek başıma dans etmek için derin bir nefes aldığımda, "Sen," dedi Korel'e. "Buraya gel."

Gözlerim irileşirken, Korel de baygın bakışlarını düzeltti ve yaslandığı yerden dik bir duruşa geçerek "Nunca," dedi tekrar. Kelimenin anlamını bilmiyordum fakat büyük ihtimalle "hayır" demek olmalıydı. "Ben buraya bunun için gelmedim."

"Travieso,"**** dedi Lucero kaşlarını kaldırarak. "Buraya geldiysen yardımcı olacaksın, yoksa küçükken yaptığın dansları izlememizi mi istersin?"

Korel hızla ayağa kalktı. "Sakın!" diye hırladığında kaşları çatılmıştı. "Ben danstan anlamam."

"Danstan anlamak zorunda değilsin, koca adam," dedi Lucero ve beni işaret etti. "Sadece ona destek olacaksın ve yanında duracaksın. Minil'e ayak uydur, yeter."

"Minel, ulan Minel," dedi Korel ters bir sesle. "Hem senin bu dediğin nasıl olacakmış?"

"Az önce benim yaptığım gibi," diye cevap verdiğinde az çok ne demeye çalıştığını anlamıştım.

Ben kafamdaki dansı sergileyecektim, Korel sadece duracaktı ve belki de hareket bile etmeyecekti.

Lucero'ya dönüp hızla İspanyolca bir şeyler söylemeye başladığında Lucero da aynı sertlikte cevaplar verdi ve aralarında bir tartışma yaşandığını fark ettim. Bense en son yaptığım dansta zihnimde neredeyse onunla seviştiğimi ve bunun üzerimde bıraktığı etkiyi düşünüyordum.

* (İsp.) Mükemmel.

** (İsp.) Harika.

*** (İsp.) Teşekkür ederim.

**** (İsp.) Yaramaz.

"Lütfen," diye inlediğimde ellerimi kulaklarıma bastırıp öne çıktım. "İstemiyorsa olmasın, tek başıma halledebilirim."

Lucero, Korel'e ters bir ifadeyle baktı ve bana dönerek, "Bu şekilde olmaz," diye karşı çıktı. "Zihninle dans edemezsin."

"Edebilirim," dediğimde gerildiğimi hissediyordum. "Kimseyi zorlayacak değilim, bu yaşıma kadar hep tek başıma dans ettim."

Lucero öfkeyle nefes aldı. Korel'e baktım; gözlerini sıkıca yumdu ve geri açtığında, "Sikeyim," diye hırladı. "Dans etmem, hareket etmem, öylece dururum ve o soktuğumun yarışmasına da asla benimle katılamaz. Duydun mu?" Lucero'ya baktı. "Anladın mı?"

Lucero sırıttı. "İşte bu," dedi kısık sesle. "Tek istediğim durman, koca Adam; gerisini Minil'e bırak."

"Hayır," dedim Korel'e bakarak. "İstemiyorsan yapma, zorunda değilsin."

Korel kaşlarını çattı ve kızarmış gözlerle bana baktı. "Uzatma," diye dişlerinin arasından bir yılan gibi tısladı.

Birkaç saniye sonra, "Tamam o zaman," dedi Lucero ve radyonun bulunduğu yere yürüdü. Korel ise bana bakarken elinde tuttuğu içkisinden büyük bir yudum aldı ve şişeyi sertçe masanın üzerine bıraktıktan sonra birkaç adım attı.

Bir anda salonun içi karanlığa gömülürken, daha önce birkaç defa dinlediğim bir şarkı kulaklarımı doldurdu. Korel tam karşıma geçtiğinde, karanlığa gözlerimin alışması zaman aldı.

Şimşek çaktı, gök gürledi ve yağmur şiddetini hiç olmadığı kadar artırdığında kubbe şeklindeki cam tavana taş gibi yağmur taneleri yağmaya başladı. Bakışlarım cam duvarlara kaydığında, çalılara sicim gibi yağan yağmurun çalan şarkıyla düeti içimi ürpertmişti. Bakışlarım tekrar Korel'e kaydığında onu çok zor görüyordum. Korel'in arka tarafından Lucero bir mum yaktığında hafifçe yüzünün yarısı aydınlandı fakat onu net göremedim, karanlığa gözlerim alışamıyordu. Lucero yürümeye başladı, biz olduğumuz yerde dikilmeye devam ettik ve bakışlarımız karanlıkta da olsa kesişti.

"Zorunda değildin," dedim fısıldayarak ve Lucero arka tarafımda da bir mum yaktı. Loş kırmızı ışık ikimizin çevresini aydınlattığında sadece bir siluet görüyordum.

"Zorunda değildim ama oldu işte," dedi o da kısık sesle. "Şu an kendini nerede gibi hissediyorsun?"

Müzik ritimleriyle kanımın akışını hızlandırmaya başladığında, yağmurun sesi zihnimin üzerine vuruşlarını yapıyor ve düşüncelerim kalbime akıyordu. Kastettiği, daha önce onu hayal ederek dans etmiş olmam değildi, değil mi? "Şu an..." dedim yutkunarak. "Bilmiyorum."

Korel'in başını kaldırdığını fark ettiğimde, mum ışığı boynuna çarptı ve âdemelmasının hareketini gördüm. Aynı şekilde ben de cam kubbeye baktığımda, "Bir mezarın içindesin," dedi. "Kimsesizsin. Yağmur yağıyor ve o senin dostun. Ruhun, dansın."

O saniye, gerçekten her şeyin bir rastlantı mı, tesadüf mü, yoksa kader mi olduğuna karar veremedim fakat gerçekten bir mezarlığın içinde gibiydik; üstelik yaptığımız o konuşmalardan sonra...

Gözlerimiz mum ışığının loş renginde kesişti, gözlerim karanlığa alıştı. "Korel," diye mırıldandığımda tek kaşını kaldırdığını gördüm. "Bu kadarı rastlantı olamaz."

"Lucero," dedi bağırarak. "Mumları söndür, istemiyorum." Hava tamamen kararmıştı ve tek ışık kaynağı, çayırı aydınlatan bir sokak lambasıydı.

Lucero karşı koymayarak mumları söndürdüğünde Korel'in hareketlendiğini hissettim ve dikkatlice baktığımda üzerindeki kazağı çıkardığını fark ettim. Kazağı arka tarafıma attıktan sonra bir adım yaklaştı ve göğüs kafesinin sıcaklığı yüzüme çarptı.

"Evet," dedi Lucero ve elinde tuttuğu tek bir mumla bize yaklaştı. O an, Korel'in sağ tarafına vuran ışıkla beraber net olmasa da dövmelerle kaplı çıplak tenini gördüm ve yutkunmakta zorlandım. O kadar çok dövmesi vardı ki karanlıkta bile görülebiliyordu fakat hiçbirini seçemiyordum. "Ben sizi izliyorum. Başla Minil."

Ne yapacağıma karar veremediğimde Korel'in bana yaklaştığını hissettim ve dudaklarımla göğüs kafesi arasında bir karıştan bile daha az bir mesafe kaldı. Zihnimdeki tek başıma dansım ve hatta o hayalimdeki adam, Korel, tam karşımdaydı.

Titreyen ve terleyen elim Korel'in omzuna yerleştiğinde sıcak teni avuçlarımın içini yaktı, şimşek çaktı, ışık salonun içini doldurdu ve Korel'in bedenini belli belirsiz görür gibi oldum. "Korel," dedim fısıldayarak ve elimi omzundan indirip köprücükkemiğine koydum. O an avcumun içine keskin bir yara çarptı, Korel irkildi fakat aldırış etmeden eli belimi sardı, yaranın olduğu yer daha sıcaktı.

Beni kendine doğru çektiğinde diğer elimi havaya kaldırdım ve tutması için bekledim; yüzü yüzüme yaklaştı ve elimi tutmak yerine bileğimi sertçe kavradığında gülümsedim. Bu dans çok farklı olacaktı.

Bir süre birbirimize baktık; teninden alev alev harlanan külün kokusu, gökyüzünü ikiye bölen yağmurun sesiyle bütünleşmişti. Dans ediyordum, kanımın akışı terstendi. Zihnimdeki ırmaklar kuraklaştı, bütün hayallerim alaşağı olurken, sadece kafama göre hareket etmek istedim ve ileriye bir adım attım.

Aynı anda Korel de geriye bir adım attığında Lucero, "İşte böyle," diye mırıldandı. Sesi uzaktan geliyordu; bana tek yardımcı olan, elinde tuttuğu o mumdu. Korel'in yüzünü ara ara aydınlatan o mum bedenine çarpsa bile bakmak istemiyordum.

Adımlarımız hızlanmaya başladı. Korel'in belimi saran eli sıkılaştı, bileğimi kavrayan eli başka bir günü aklıma getirirken, "Mezarlık," diye fısıldadım. "Mezarlıkta dans..." Korel kafasını sallar gibi oldu, geriye doğru çekildiğimde bedenindeki elimi uzaklaştırdım. Arkaya doğru gittiğim yerde sol ayağımı uzaklaştırdım ve birazcık eğilerek bacağımı açtım, Korel'in bileğimi kavrayan eli terlemişti.

Açtığım bacağımla yerde daire çizdim ve eğildiğim yerden Korel'e yaklaştım, Korel ise geriye bir adım attı ve yan dönerek kaslı, dövmeli göğüs kafesini cama çevirdi. Mum ışığı koluna değdiğinde renkli dövmesini gördüm ve büyük bir izi...

Beklemediğim bir anda bileğimden beni sertçe çekti. Bir bacağım onun iki bacağının arasına girdiğinde yerde eğilmiştim.

Ardından bileğimden tutarak beni kaldırdı ve belime tekrar sarılarak bu sefer o adım attı; attığım her adım, yerin sarsılmasına sebep olacakmış gibi geldiğinde boşta olan elimi göğüs kafesine yerleştirdim ve avuçlarımın içine yine o yara izi değdi. Kabarık bir yaraydı, yanıyordu teninden daha sıcaktı.

Bedeni kül ise yara izleri hâlâ ateşti.
Bedeni yanık ve yara izleriyle doluydu.

Göğsümü göğsüne yasladım ve elim ikimizin arasında kaldı. Yavaşça ve oldukça sakince sol bacağımı onun sağ bacağına sürttüğümde Korel derin bir nefes aldı; bacağımı bacağına doladım ve çenemi göğüs kafesine sürterek nefesimi verdim. Çeneme izleri çarptı, nefesim tazelesin istedim.

"Just you,"* dedim şarkıya eşlik ederek ve fısıldayarak. "And me."**

Doladığım bacağımı serbest bıraktım ve sağa açarak onun önünde eğildim; bir bacağım dizinden kırık bir şekilde dururken, diğer bacağımı uzatmıştım. Yüzüm göğüs kafesinden karnına inerken çenem sürtüyordu. Çenemin sürttüğü her noktada izi vardı.

"Sólo le,"*** diye fısıldadığında aşağıdan ona baktım ve bir anda beni koltuk altımdan tutup kaldırdı, belime sarıldı, karnım kasıklarına çarptı. Elim ensesine tutunduğunda yavaş yavaş beni arkaya eğdi, belim kavis çizerken o da benimle hareket etti ve üzerime doğru eğildi. "Yo."****

Sanırım benim fısıldadığım kısmı İspanyolca fısıldamıştı. Gülümsedim, gülümsedi. Boşta duran eli alnıma kaydı, ardından parmakları düz bir çizgi çizerken burnum ve hemen ardından dudaklarıma doğru ilerledi. Duraksamadan boynuma geldiğinde parmakları boynumu sarıp sıktı.

"Tengo escalofríos."*****

Şarkının neresini fısıldadığını anladığımda, "Kanım kaynıyor," diyerek onun dediğini tekrar ettim ve Korel o an beni tekrar göğsüne yasladığında başımın döndüğünü hissediyordum. Elimi kaldırdım, bileğimi tuttu, aynı tarafa baktık. Şarkıyla aynı ritimde hareket etmeye başladığımızda terlediğimi hissediyordum.

* (İng.) Sadece sen.

** (İng.) Ve ben.

*** (İsp.) Sadece sen.

**** (İsp.) Ben.

***** (İsp.) Üşüyorum.

Belimi serbest bıraktı ve beni ileriye doğru attı; bileğimi tutmayı bırakmazken, bir bacağımı havaya kaldırdım ve topuğumdan tutarken başımı geriye yatırdım; saçlarım dalga dalga yayılırken Korel bileğimi bıraktı ve olduğum yerde o şekilde döndüm. Baleyi bu şekilde harmanlamak yüzümde sıcak bir tebessüm oluştururken, zorlanmayacak kadar yerimde zıpladım ve ayaklarımı sabit bir şekilde yere koyduğumda Korel'in geri gittiğini gördüm.

Şimşek çaktı, gök gürledi, tam karşımda bir hayal gibi tekrar ışıldadı. Yere, dizlerimin üzerine oldukça estetik bir şekilde çöktüğümde Korel hareket etmeden duruyordu, bakışlarının üzerimde olduğunu biliyordum. Ellerimi yere koydum, üzerimdeki elbiseye aldırış etmeden kalçamı dışarıya doğru çıkardım ve karnımı yerden kaldırırken oldukça ağır ağır ona ilerledim. Ayaklarının ucuna geldiğimde ellerim bacaklarını sardı, Korel'in bacakları kasıldı ve öne eğilerek çenemi kavradı, ardından hiç beklemediğim bir anda beni belimden kavradı ve ayaklarım yerden kesilirken, kendisiyle aynı hizaya getirdi. Yüzüyle yüzüm arasında parmak mesafesi varken, alnımı alnına yasladım. Bir eli belimi sardı, diğer eli ensemi kavrarken, "Estamos perdidos,"* diye fısıldadı. Nefesi yüzüme çarptı, alkolün tadını dudaklarımda hissettim.

"Estamos perdidos," dedim onun gibi söylemeye çalışarak ve kapalı gözlerimi açtım. Gözlerimiz kesişti, bakışlarımız uzunca bir süre birbirimize kilitlendi. Şarkıda, "Kaybolduk," diyordu ve ben de şu anda kaybolduğumuzu hissediyordum.

Yağmur hızını artırdı, gök ikiye ayrıldı ve bakışlarında bütün mevsimleri hissettim. Belim kavis çizerken, ellerimi omzuna yerleştirdim ve bacaklarımı belime doğru çektim. Döndürdü, bakışlarım cam kubbeye odaklandı, yağmur taneleri sanki daireler çizerek cama çarpmaya başladı; beni havaya kaldırdı, bacaklarımı açtım, bakışlarım ona dönerken kendine yasladığında bacaklarımı beline sardım.

* (İsp.) Kaybolduk.

Eli ensemden belime, elim omuzlarından kollarına doğru indi. Saçlarımı kavradı, yara izlerine avuçlarımı bastırdım. Bir bacağımı indirdiğimde Korel ne yapmaya çalıştığımı anladı ve beni yan bir şekilde kucağına aldıktan sonra bir elim boşluğa düştü, diğer elim saçlarını kavradı. Tekrar döndürdü ve beni belimden tutarak havaya kaldırdı, ardından bir anda geri indirdi ve ayaklarım yerle temas ettiğinde ellerini üzerimden çekti.

Korel'in hemen yan tarafında duran içki şişesini eline alıp kafasına diktiğini gördüm; olduğum yerde kalçalarımı hareket ettirirken onun çevresinde daire şeklinde dönmeye başladım ve aynı anda kendi etrafımda döndüm. Elim elbisenin düğmesine doğru gittiğinde, Korel şişeyi yere bıraktı ve elinin tersiyle ağzını silerken bana baktı.

Elbisenin uzun tarafını bir çırpıda çıkarıp diğer tarafa fırlattım ve Lucero'nun mum ışığı tenime yansıdı. Bacaklarımı birbirini takip eden adımlarla ilerlettiğimde Korel bana bakıyordu.

Yere bıraktığı içki şişesini eğilip elime aldıktan sonra bir şimşek daha çaktı, gözlerinin içine baktım; gözlerinin içinde şimşekler çaktı ve içki şişesini kafama diktim. Acı içki boğazımdan yudum yudum geçerken bakışlarımı ondan ayırmadım ve gülümseyerek şişenin sonunu tekrar yere bıraktım. Bir elim omzuna dokundu ve parmaklarımla tenine dokunurken arkasına geçtim; sol elim sırtına dokundu, elime yine yara izleri çarptı. Korel irkildi, başını kaldırdığını hissettim ve aslında bu dansın bir kaçış olduğunu fark ettim.

Korel hızla dönüp bileğimi kavradı ve eli belime sarılırken, "Emare," diye mırıldandığını duydum. "Onların hepsi emare." Sanki bir şeyleri hatırlamamı istiyordu ya da bana bir şifre veriyordu.

Ona bakmak yerine başımı sertçe göğüs kafesine yasladım ve derin nefesler alarak, "Emare," diye fısıldadım. "Onların hepsi emare." Adım attık, adımlarımız birbirini takip etti; beni tutan eli sıkılaştı. Yaslandığım göğüs kafesinde hızı gitgide artan kalp atışlarını dinledim; yanağım teninin sıcaklığıyla ısındı.

Geriye çekildikten sonra beline bacağımı sardığımda, Korel sertçe bacağımı tuttu. İleriye eğildim. Korel de geriye doğru dizini kırdığında bacağımı tutan elinin parmakları tenime geçti. "Mezarlıkta dans," dedim aşağıdan ona bakarak. Diğer bacağımı geriye doğru yatırdığımda üzerimdeki elbise kalçalarımı ortaya çıkaracak kadar açılmıştı.

Korel gülümsedi. Elim boynuna kaydığında yutkundum ve parmaklarım çenesine ilerlediğinde hiç ummadığım bir anda çenemi kavrayıp elimin düşmesine sebep oldu; başımı geriye yatırırken çenemi daha sıkı kavradı ve üzerime eğildi. "Emarelere dokunulmaz." Nefesi, dudaklarımdan boynuma aktı. Bacağımdaki eli ise parmaklarını tenime geçirdi.

Dik bir duruşa geçerken, Korel çenemi bıraktı; bacaklarımı birleştirerek ondan uzaklaştım. Olduğum yerde birkaç defa döndükten sonra önünde bacaklarımı açarak yere oturdum; kalçamı indirip kaldırdım ve saçlarımı geriye attım. Bir bacağımı sağa doğru attıktan sonra ayağa kalktım.

Şarkının son notaları vurmaya başladığında derin bir nefes aldım ve geri geri yürüyen Korel'i umursamadan ona doğru koştum, kucağına atlayarak bacaklarımı beline sardım. Korel'in kolları belimi kavrarken, alnımı alnına yasladım. Cayır cayır tenini hissettiğimde o an, o dans saatlerce sürsün istedim çünkü içimdeki o dans arzusu, yerini başka bir arzuya bırakmıştı.

Dudakları boynuma denk gelirken nefesini verdi. Saçlarındaki o şampuan kokusunu soluduğumda belimdeki bir eli yukarıya tırmandı. "Bir kere daha..." dedi boynuma doğru, dudakları hareket ederken tenime sürtündü. "Emare desene."

Yüzümü gömdüğüm yerden kaldırıp bakışlarımı ona çevirdiğimde burnum neredeyse burnuna değiyordu, dudaklarımız arasında bir parmaklık mesafe bile yoktu. Gözleri dudaklarıma kaydı; yanaklarıma, oradan da gözlerime... Bakışlarında tanımlayamadığım bir özlem mi vardı yoksa ben bu arzuyla her şeyi yanlış mı anlıyordum?

Korel yutkundu. Belimi sıkıca kavrayan kolu, güvende hissetmemi sağladı. Bir elimi çekingen bir şekilde yüzüne yerleştirdim ve çenesinden kaçındım. İtmesini, karşı çıkmasını beklerken, başını hafifçe yana eğerek avcumun içine yasladı. Gözlerinin içine bakarak, "Emare," diye mırıldandım. "İz değil, emare." Gökyüzünden yağmur eksilmedi, şimşek tekrar çaktı, şarkı son buldu.

Salonu sessizlik kaplarken, nefes sesleri ile yağmurun sesi bize eşlik etti. Korel kavradığı belimi bırakmazken, ben de ondan ayrılamadım.

"Magnífico!"* Lucero'nun bağırmasıyla yarı kapalı gözlerimi araladım ve Korel'in belimi kavrayan elleri gevşedi. Duruşumu dikleştirirken, onunla göz teması kurmadan kucağından indim ve Korel de hiçbir şekilde karşı çıkmadan geri gitti. "Muhteşemsiniz! Muhteşem bir uyum!"

Lucero olduğu yerde hareket ettiğinde bakışlarım Korel'e kaydı ve birkaç saniye sonra salonun ışıkları yandığında ışık gözlerimi aldı. Bakışlarım kısılırken, bulanık bir şekilde Korel'in üzerine kazağını giydiğini gördüm.

Lucero önüme geçip omuzlarımı tuttu. "Muhteşemsin." Kafamı aşağı yukarı salladım fakat Lucero'ya bakmak yerine omzunun üzerinden Korel'e bakmayı sürdürdüm; kazağının eteklerini düzeltirken yüzüme bakmayı reddediyordu.

"O da muhteşemdi," dedim ve çenemle Korel'i işaret ettim. "Bana çok yardımcı oldu."

Hâlâ nefes nefeseydim ve ellerimde, çenemde, belki de vücudumda Korel'in sıcaklığını hissediyordum. İki vücut, tek bir vücutta dans edebilir miydi? Kendimi onun vücuduna bir halatla bağlıymışım gibi hissetmiştim.

Lucero arkaya bakıp, "Muhteşemdin," dedi Korel'e doğru. "Çok uyumluydunuz."

İkimiz de aptal gibiydik ve ne yapacağımızı pek bilmiyorduk. Titreyen ellerimi terleyen saç diplerime geçirdiğimde boynumdaki damarların belirginleştiğinin farkındaydım. Korel koltuğa oturdu ve bize bir cevap vermek yerine cebinden sigara paketini çıkardı. Turuncu filtreli sigarasını dolgun dudaklarına yerleştirip çakmağıyla ucunu ateşledi; kül kokusu burnuma doldu.

Derin bir nefesi içine çekip başını koltuğa yasladı ve bacaklarını açarak yayıldı. Çektiği dumanı dudaklarında bekletirken, sigarasını ağzından çekmedi. Gözleri cam kubbedeydi, az önce bu kubbenin altında biz dans etmiştik.

* (İsp.) Muhteşem.

Bir telefonun sesi salonu doldururken, benim zil sesim olduğunu Korel bana baktığında fark ettim. Korel dudaklarında sabit tuttuğu sigarasını işaretparmağı ile başparmağının arasına aldıktan sonra dumanı havaya üfledi. Çantama doğru hızla ilerledim ve fermuarı açarken, arayanın amcam olabileceğini düşündüm.

Telefonu elime aldığımda ekranda yazılı olan isim gözlerimi devirmeme sebep oldu; aynı anda onayla tuşuna bastım. "Büge, şu anda pek müsait sayılmam ve..."

"Minel, koş!" diye bağırdığında kaşlarım havaya kalktı. "Her neredeysen merkeze gel, çok fena şeyler dönüyor."

Yüksek sesle, "Ne oldu?" dedim ve Korel ile Lucero'nun bakışları bana döndü.

"Çabuk merkeze gel," dedi inleyerek. "Başın belada olabilir."

"Ne?" diye karşılık verdiğimde Büge'nin bulunduğu yerdeki polis telsizlerinin sesini duydum. Büge telefonu kapattığında, "Lanet olsun!" diye hırladım ve aceleyle montumu üzerime giyerken, telefonumu çantama zorlukla attım.

"Ne oldu?" dedi Korel ve o da ayağa kalktı.

"Bilmiyorum," dedim yüzüne bakmadan. "Hemen merkeze gitmem gerekiyor, bir şeyler olmuş ve sanırım başım belada." Lucero şaşkın bir ifadeyle bana bakarken, "Çok teşekkür ederim," dedim gülümsemeye çalışarak. "Gerçekten çok teşekkürler. Tekrar geleceğim."

Üzerimi bile değiştirmeden kapıya koştuğumda ayağımdaki topuklu ayakkabıların rahat olmasından dolayı çok zorlanmıyordum. Korel'in arkamdan geldiğini duyduğumda ona dönüp bakmadım bile ve dış kapıyı açarak hızla ilerlemeye devam ettim; hava daha da soğumuştu.

"Bekle!" diye bağırdı Korel; geriye baktığımda üzerine deri ceketini giymiş, kapıdan çıkarken gördüm. "Seni bırakayım."

Ona hayır diyemeyeceğimi fark ettiğimde adımlarımı motosikletine ilerlettim. Birkaç saniye sonra yanıma vardığında hızlıca motosikletine bindi ve ben de zaman kaybetmeden arkasına yerleştim. Üzerimdeki mont elbisemden daha uzundu ama çıplak bacaklarım buz gibi soğuğun altında üşümeye başlamıştı.

Korel motoru çalıştırıp, "Ne olmuş?" diye sordu. Kaskı kendi kafasına geçirmek yerine hemen benim kafama geçirdi. "Hızlı kullanacağım."

"Bilmiyorum," dedim boğuk bir sesle. "Polis telsizlerinin sesi geliyordu, işler karışmış gibi görünüyor."

Korel motosikleti o kadar hızlı kullanmıştı ki on beş dakika sonra merkezin önüne varmıştık. Yol boyunca gözlerimi bir kere bile aralamamıştım, içimde yeşeren yepyeni bir korku vardı ve bunu kesinlikle dizginleyemiyordum.

Motosiklet durduğunda kafamdaki kaskı çabucak çıkardım ve motosikletin arka tarafına bırakarak merkezin giriş kapısına doğru koşmaya başladım; neyse ki yağmur hızını azaltıp çiselmeye başlamıştı.

Korel'in benimle beraber yürüdüğünü fark ettiğimde hiçbir şey söylemedim; sol tarafa baktığımda dört tane polis aracı ve bir ambulans gördüm. "Hadi be," dedim kaşlarımı çatarak. "Ne oluyor?"

İçeriye girdiğimizde etrafın polis kaynadığını fark ettim, bütün merkez çalışanları koşturuyorlardı.

"Yürü," dedi Korel ve kolumu tutarak beni çekiştirdi. "Şu polisleri takip edelim," diyerek merdivenlerden çıkan polisleri işaret etti. Kafamı salladım ve beraber polis memurlarını takip ettik.

"Kim bu?" dedi kısa boylu polis memuru kaşlarını çatarak yanındaki diğer memura. "Ben böyle bir pisliği daha önce hiç duymamıştım."

Diğer polis memuru da ona katıldığında Korel'le birbirimize baktık. "Gözünü bile kırpmamış," dedi memur. "O kalbi görmen lazım."

Birkaç dakika sonra kalabalığın gitgide arttığı yerin önüne geldiğimizde Baş Psikiyatrist Doğan Yankı'nın odasının önü olduğunu fark ettim, herkes odanın önüne toplanmıştı. Sarı bir şeritle odanın kapısı çekilmişti ve kimsenin girmesine müsaade edilmiyordu. Bir kadın ve iki çocuk kapının önünde feryat ederken, yükselen sesler kulaklarımı tırmalamaya başladı. İçeriye koşarak girip çıkan polisler ve sivillerin yüzünde oldukça tuhaf bir ifade vardı. Herkesin dudakları aynı kelimeyi tekrar ediyordu: cani.

"Ne olmuş burada?" dedim kendi kendime mırıldanarak ve görüş alanımıza Büge ile Gürkan girdi. Elimi havaya kaldırdığımda, Büge bana doğru koşar adımlarla ilerleyip omuzlarımdan tutarak çekiştirdi.

"Siktir Minel, siktir!" dedi, gözleri parlıyordu. "Ben hayatımda daha önce böyle bir şey görmemiştim."

Gürkan'a baktığımda, Korel'e öyle bir bakıyordu ki bütün cümleler onu tanısaydım bakışlarından okunurdu. Kaşları çatıldı, Korel'e bakmayı sürdürdü; herkesin yüzündeki ifadenin aksine Gürkan'ın yüzünde o ifade yoktu.

"Büge," dedim dehşet içinde. "Bilmece gibi konuşma, ne oldu?"

Beni kolumdan çekti ve baş psikiyatristin odasının önüne götürürken kalabalığı yarmaya başladı, kadın öyle bir feryat ediyordu ki içimin acıdığını hissettim. Neredeyse insanları itekleyerek kapının önüne vardığında arkamızda Korel ve Gürkan'ın olduğunu biliyordum.

İlk başta gözlerime her zamanki bilindik o oda yansıdı fakat bakışlarım masanın üzerine döndüğünde dehşet içinde çığlık attım ve elimle ağzımı kapatarak, "Bu da ne?" diye fısıldadım.

Masanın üzerinde yerinden çıkarılmış bir kalp duruyordu, damarlarıyla beraber tamamen ortadaydı fakat kanı yoktu, kanı çekilmiş gibiydi. Gözlerim odanın diğer taraflarına odaklandığında duvardaki kan lekelerine baktım; kirli bir savaş bile olsa kalp tertemiz ve bembeyaz görünüyordu.

"Ceset yok," dedi Büge heyecanla. "Öldüren kişi sadece kalbi geride bırakmış, kalbinin bütün kanını çekmiş ve altın tepside sunar gibi masaya yerleştirmiş. Henüz emin değiller ama ben bu kalbin o şerefsiz herife ait olduğuna eminim."

Midemin bulandığını hissettiğimde, "İnanmıyorum," diye fısıldadım. Kafamı iki yana salladığımda, arkamda kalan Korel sessizliğini koruyordu.

"Bu kadar da değil," dedi Büge heyecanla. "Kalbin üzerine bıçakla bir şekil çizmiş yapan kişi ve geride bir not da bırakmış." "Ne?" diye soluduğumda karnımda bir acı hissettim. Odanın içine girmesem bile duvarlardaki kanın kokusunu alıyormuş gibiydim. Ceset ortada yoktu, geriye sadece kalbini bırakmıştı.

"İşin tuhaf tarafı, şeklin anlamını kimse bilmiyor," dedi derin bir nefes alarak. "Çok tuhaf değil mi?"

Ense kökümden belime doğru soğuk bir ürpertinin geçtiğini fark ettiğimde arkama baktım, Korel oldukça düz bir ifadeyle odanın içine bakıyordu. Adli tıptan gelen görevliler etrafı incelerken, birkaç dedektif de olaya hâkim olmaya çalışıyordu.

"Not?" diye sorduğumda Korel'e bakmak istemiyordum; bir şeyler beni ona bakmaktan alıkoyuyordu. "Ve bu olay ne zaman olmuş?"

"Dün gece diye düşünüyorlar," dedi kuşkuyla. "Belki de sabaha karşı. Ve not..." Duraksadı, ardından gözleri irileşti. "O kadar ürkütücü ki..."

Arkadan bir kadın yüksek sesle bağırmaya başladığında herkes ona döndü. "Hayır!" diye bağırıyordu. "O kalbi bana aitti!"

Dudaklarımı birbirine bastırdığımda hızlıca kapının önünden çekildim, kimsenin olmadığı duvara yaslandığımda Büge yanıma geldi. Korel ve Gürkan ise aynı yerde durmaya devam etti. Ellerimi arkamda birleştirip duvara yaslandığımda yutkunmakta zorlandım ve mide bulantımı azaltmak isterken, dizlerimin titrediğini hissettim.

Büge karşıma geçtiğinde, "İyi misin?" diye sordu ve ellerini omuzlarıma yerleştirdi. "Su ister misin?"

"Not?" dedim tekrar. "Notta ne yazıyor?"

O saniye birkaç polis memuru Korel'in adını mırıldanarak yanımızdan geçtiklerinde dehşetin notaları, kalbimin üzerinde çınlamaya başladı. Büge de aynı şeyi duymuş olmalı ki sessizce, "Ondan şüpheleniyorlar," diyerek Korel'i gösterdi. "En son problem yaşayan oymuş ve psikiyatristin evinde adamı darp etmiş."

"Ne?" diye bağırdığımda dizlerim beni daha fazla taşımadı ve duvara sürtünerek yere oturdum. Bacaklarım yan bir şekilde düşerken ellerimi kucağıma yerleştirdim. "Lanet olsun," dedim titreyen bir sesle. "Notta ne yazıyor?"

Büge önümde eğildi ve ellerimi sımsıkı tutarak, "Çocukluğumuz..." diye fısıldadı. "Çocukluğumuz tohumumuzdur."

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadığımda, geçmiş çığlık atmaya başladı. "Bu cümle eksik gibi. Devamı olmalı."

Gözlerim Korel'e kaydı, Korel'in bakışları benimle kesişti ve umutların bilyeleri gökyüzünden zihnimin içine serpildiğinde geçmişin izi acımaya başladı.

...

Gerçek bir Emare okuru bilir ki, bu bölümden sonea asıl olaylar başlar ve ikinci kitapta hızlanarak devam eder.

Öpücükler.

Savaşımıza :)

Pokračovat ve čtení

Mohlo by se ti líbit

251K 16.2K 21
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
YUVA Od _twclr

Teenfikce

660K 33.1K 49
Amelya 20 yıl sonra aslında ailesinin gerçek olmadığını intikam için bebeklerin karıştırılmasına nasıl bir tepki verecek gelin hep birlikte okuyup öğ...
68.6K 5 2
Yarın, hayatında yeni bir sayfa açacağı ilk gündü; yaratıcının bambaşka hesapları olabileceğini nereden bilebilirdi ki?
156 130 11
Yolların baharı mı olur? Evet benim oldu. Ona giden tüm yollarımın sesi var. Adım attıkça adını sayıklıyor tüm sokaklar, kulaklarımı çınlatıyor usu...