EMARE SERİSİ

By asliaarslan

1.7M 105K 140K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... More

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
3. FIRTINA
4. KASIRGA
5. GİRDAP
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 5. BODA
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 14. SANRI
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ
EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

6. SİS

46.1K 2.5K 4K
By asliaarslan

Keyifli Okumalar!

Şarkı: Redd, Kanıyorduk

Sekiz yaşındaki çocuk, başını aşağı yukarı salladı ve annesinin elini daha sıkı tutarak ondan güç almaya çalıştı; annesi ise bunun farkında olsa bile oğlunun elini daha gevşek tutuyor, yüzüne bakmak yerine tam karşısına bakıyordu.

"Anlayamadım," dedi annesine ve merakla yüzüne baktı. "Sen benim gözlerime baktığın zaman o izi görebiliyor musun?"

Annesi soğuk bir ifadeyle gülümsedi ve başını çevirerek oğlunun yüzüne baktı; ikisinin de adımları yavaşladı fakat durmadılar.

"Şu an göremiyorum," dedi annesi omzunu kaldırıp indirerek. "Şu an hiçbir şeyden korkmuyorsun."

"Korktuğum zaman o iz ortaya mı çıkıyor?" Annesi başını aşağı yukarı salladı ve başka hiçbir şey söylemeden ilerlemeye devam ettiler; o sırada bulundukları yer çok sıcak olsa da akşam güneşinin batışı, bir ümit gibi onlara göz kırpıyordu. Çocuğun sandaletinin içine ince kumlar giriyor ve hâlâ sıcak olduğu için parmaklarını yakıyordu; annesine söyleyemezdi, bunu da biliyordu.

Akşam güneşinin soluk rengi, kum tanelerini kırmızıya boyamıştı ve hafif rüzgârlar esmeye devam etse de soğuk bir etki bırakmıyordu; tek yaptığı, kum tanelerini uçurmaktı.

"Bak," dedi annesi, elini kaldırıp uzağı göstererek. "Orada bizi bekleyen bir şey var."

Çocuk merakla parmaklarının ucunda yükselip görmeye çalıştı fakat hiçbir şey göremedi. "Burası neresi?" diye sorabilirdi. "Her yerde kumlar var, çok sıcak."

Annesi, daha hızlı yürümeye başladı ve elini tuttuğu oğlunu kolundan çekiştirdi. "Çöl," dedi kısaca. "Daima kurak ve sıcaktır ama merak etme, akşamları daha serin olur."

Çocuk geldikleri yerden hoşlanmamış gibi yüzünü buruşturup, "Neden buraya geldik?" diye sordu.

Annesi tebessüm etti; ruhsuz ve ölüm kokan bir tebessümdü. "Göreceksin," dedi net bir sesle. "Sana gözlerdeki izleri göstereceğim."

Uçuşan kum taneleri çocuğun gözlerine girmeye başladığında adımlarını hızlandırdı ve bir koluyla gözlerini kapatarak yürümeye devam etti. Annesinin bakışları sabit, nefesi sıradandı fakat kalbi hiç atmıyormuş gibiydi; atan tek şey, nabzıydı ve o nabız, hissizliğinin heyecanıydı. Yaşıyor, yaşarken ölüyordu; kalbinin atışını en son ne zaman hissetmişti, hatırlamıyordu.

Çölü kaplayan sarı kumlar yürümelerini engelliyordu ve engebelerden ötürü çocuk defalarca takılmıştı.

Düşeceği sırada annesi hiçbir şekilde yardım etmemiş, onun kendi başına doğrulmasını beklemişti.

Kadın önüne gelen saçını kulağının arkasına itti ve keskin gözlerle tam karşısına bakarak, "Yaklaşıyoruz," diye fısıldadı. "Hazır mısın oğlum?"

Çocuk karşısına baktı ve karanlığa gömülmeye başlayan gökyüzüne rağmen çölün ortasında duran küçük kulübeyi gördü; kulübenin rengi, kumların rengiyle aynı tondaydı. Oldukça küçüktü ve tavanı yoktu, pencereleri yoktu, sadece kapısı vardı ve duvarları kiremitti.

"Anne," dedi elini çekiştirerek. "Bizim evimiz mi?"

"Hayır," dedi oğlunun elini sıkarak. "Burası var olan her şeyin yok olduğu yerlerden sadece bir tanesi, burası gerçek cezaların olduğu yer."

Çocuk anlayamadı fakat hiçbir şey söylemeden ya da sormadan yürümeye devam etti; kulübeye yaklaştıkça akşam, gündüzün üzerine daha fazla örtülüyor, ışığını içine alarak onunla sevişiyordu. Sarı kumların rengi, ışıkla koyu kırmızı tonunu alıyordu.

Tam karşıdaki güneşin batışı, cehennemin yok oluşu gibiydi.

Kulübeye yaklaştıklarında çocuk herhangi bir korku hissetmiyor, aksine ne göreceğinin merakıyla hevesli adımlarını hızlandırıyordu. "Çölü sevmeye başladın mı?" diye sordu annesi.

"Evet," dedi olduğu yerde zıplayarak. "Kulübenin içinde ne yapacağız?"

Annesi bir süre hiçbir şey söylemedi ve kulübenin tam önüne geldiklerinde oğluna bakarak, "Göreceksin," dedi kendinden emin bir sesle. "Sana gerçekleri göstereceğim."

Kadının bakışları bulunduğu yeri, çölü anımsatıyordu.

Akşam güneş battığında katiller gözlerinde ortaya çıkıyor, sabah güneş doğduğunda cesetler canlanıyordu; onun gözlerinde ölüler vardı ve bu ölüler katillerini tekrar yaşatıyordu.

Rüzgârını hissettirmeyen iyilik, sıcaklığıyla katilleri ve cesetleri kavuruyor fakat atmayan kalbi, yenilerini ortaya çıkarıyordu.

Çocuk, o çöle aitti, o çölde yaşıyordu. Annesinin bakışlarında yansımasını her zaman görüyordu. Annesi, oğlunun bakışlarında kendini görüyordu.

Yavaşça kiremitlerden açılan kapıdan içeriye kadın eğilerek girdi ve arkasından oğlu ilerledi.

Çocuğun ilk karşılaştığı, karşısında bulunan ve sadece kalın dalları olan bir ağaçtı; ağacın en kalın dalında iple bağlanmış bir adam vardı.

Adam tam karşısına, kadının yüzüne bakıyordu; kulübenin içinde ağır bir koku hâkimdi.

Adam çıplaktı, teni kızarmış ve yer yer çürümüştü, iki eliyle ağaca asılmıştı, ayakları yere değmiyordu. Ağacın dalı eğilmişti fakat kırılmamıştı.

Ağaç ölüydü.

Kulübenin içinde yerde yer alan radyodan çello sesi geliyordu; kısıktı fakat insanın içini ürpertiyordu.

"Anne," dedi çocuk kısık sesle. "Adam sana bakıyor." Kadın çenesini dikleştirdi ve oğlunun elini sıkıca tutarak ağaca asılan adama doğru yürüdü.

Koku gitgide arttı, adamın gözleri kadının arkasına odaklandı. "Anne," dedi çocuk daha yüksek bir sesle. "Adam artık sana bakmıyor."

"Sen bak," dedi annesi büyük bir hiddetle. "Bak, adamın gözlerinin içine bak, ne görüyorsun?"

Çocuk, annesinin gözlerinden geçen bir anlık ifadeye anlam veremedi ve adama dönüp baktığında gözlerinin içinde bir şeyler aradı; hiçbir şey yoktu. "İyi bak," dedi annesi sert bir sesle. "İzleri görüyor musun?"

"Hayır," dedi çocuk ve annesinin elini bırakmak istedi fakat annesi bırakmadı. "Hiçbir şey yok, o neden konuşmuyor?"

Kadın derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı; gözlerini kapattığı saniyelerde çocuk tekrar adamın yüzüne baktı ve her zerresine kadar onu inceledi.

Kollarındaki çürükler, karnındaki lekeler, uzuvlarındaki çürümeler, yüzündeki ifadesizlik, hepsi çok ağırdı ama bunların dışında gözlerinin içine dikkatle baktığında kendi gözlerinin titrediğini hissetti. "Korku," dedi yüksek sesle. "Gözlerinde korku var."

Annesi gözlerini araladı ve adamda olan bakışlarını oğluna çevirerek, "Gözlerinde korku var, gözlerinde izler var," dedi. "Gözlerinde her şey ve hiçbir şey var."

Çocuk bakışlarını adamın üzerinden ayırmadan ona doğru yaklaştı ve annesi izin vererek elini bıraktı. İlk başta parmakları adamın parmaklarına dokundu ve onları sıktı; adamın hareket etmesini bekledi fakat tepkisizdi.

Elini tuttu, elini sıktı fakat adam yine tepkisizdi.

Tuttuğu elini bütün gücüyle itekledi, ellerinden asılan adam olduğu yerde hafifçe hareket etti fakat yine hiçbir tepki vermedi. "O tepkisiz," dedi çocuk fakat bakışları katiyen adamdan ayrılmıyordu.

Kadın elini oğlunun omzuna yerleştirdi. "Ölüler tepkisiz olur," dedi. "Ölülerin ruhları ise izlerini Tanrı'ya gösterirler."

Çocuk geri geri gitti ve annesinin bacaklarına çarptı; başını kaldırıp annesine baktığında gözlerinin hâlâ titrediğini hissetti.

Annesi oğlunun bakışlarındaki ifadeyi sevmedi ve sertçe oğlunun çenesini kavrayarak dizlerinin üzerine çöktü. "Gözlerime bak," dedi. "O adamın gözlerindeki izden benim gözlerimde var mı?" Çocuk kafasını iki yana sallayıp, "Yok," dedi hızlıca. "Sende tek bir iz bile yok."

Kadın oğlunun tam gözlerinin içine bakarak ellerini omuzlarına indirdikten sonra, "Ben görüyorum," diye fısıldadı. "Gözlerindeki izleri yok et, ölmek mi istiyorsun?" Oğlunu sertçe adama doğru çevirdi. "Bak ona, yaşıyor mu?"

Hiçbir zaman çocuğun gözlerinde izler belirmemişti; yolda ölen kediyi görünce, şiddet filmleri izleyince, bir köpek tarafından kovalandığında... Hiçbir zaman onun gözlerinde izler belirmemişti ve o anda da gözlerinde beliren korkunun izleri değil, heyecanın izleriydi.

Ama annesi korku sanmıştı.

Çocuk hafifçe tebessüm ettiğinde annesi de aynı şekilde gülümseyip, "Dinle beni," diye mırıldandı. "Dünyaya, gözlere çizilen bir izle geldiğimizi düşünüyorlar; o izle yaşadığımızı ve o izle öleceğimizi söylüyorlar; bu iz sadece ve sadece Tanrı korkusudur." Oğlunun omuzlarını sıktı. "Korktukları Tanrı, cehennemine ve cennetine insanları davet eder, gözlerinde daima izlerini taşıyan insanlara kucak açar. Onun cehenneminde ise ateş vardır. Bak buraya," parmağıyla etrafı gösterdi, "ateş var mı?" "Yok," dedi çocuk hemen.

"Bu adam nasıl öldü?" dedi annesi sorgular gibi ve hızla yanıt verdi: "Yanarak fakat ateş olmadan. İzleri bırakan Tanrı'nın güneşi onu yaktı; Tanrı kendi cehennemini gökyüzüne yerleştirdiğinde biz çoktan sönmüştük; Tanrı bizim yarattığımız cehennemde yandı oğlum."

Çocuk bakışlarını adamın üzerinden ayırmadan, "Tanrı'nın ateşini kullandık," dedi ve gülümsedi.

"Hayır," dedi annesi karşı çıkarak. "Ateşi çaldık; yeni bir cehennem yarattık, Tanrı hiçbir zaman yardım etmedi, biz güneşi cehenneme çevirdik. Ateşimiz güneş oldu."

Çocuğun bakışlarından bir an ışıklar geçti ve adama bakarken hissettiği o heyecan daha fazla katlandı.

"Tanrı kim?" dedi her çocuğun sorabileceği şekilde fakat bu sefer daha tehditkâr.

"Tanrı," dedi annesi derin bir nefes alarak. "Tanrı cehennemimizde yandıktan sonra artık benim." Oğlunun ellerini tutup havaya kaldırdı. "Tanrı artık sensin, Tanrı ikimiziz. Cehennem güneşin, cehennem nefesin, cehennem sonsuzluğun, cehennem hissettireceklerin." Duraksadı ve devam etti. "Cennet ise şu an hissettiklerin."

Tanrı'nın öldürdüğü ağaç, yaşamaya devam eden adamı ölene dek taşıdı ve taşıdığı dal sallanmaya başladı.

"Gözlerinde hiçbir zaman izler olmayacak oğlum çünkü hiçbir zaman kendinden korkmayacaksın," dedi annesi. "Hiçbir zaman."

Çocuk kafasını aşağı yukarı salladı ve sallanan dala baktı; hissettikleri onu dehşete bile düşürmüyordu.

"Cenneti hissetmek güzelmiş," dedi çocuk ve annesine başını çevirip baktı. "Bu his, okuldaki arkadaşlarımın eline geçirdiğim kalemden daha güzelmiş."

Annesi işaretparmağını havaya kaldırdı. "Hayır," dedi. "Hislerini gizleyeceksin; cennetine engel olmaya çalışırlar, çaldığın ateşi senden alırlar."

Dudaklarını büktü ve omzunu kaldırıp indirerek, "Ateşi çaldık," diye fısıldadı. "Senin anlattığın bir hikâyeye benziyor."

"Tekrar et," dedi annesi ve tam gözlerinin içine baktığında artık o bakışlar, sadece ve sadece birbirine benzeyecekti. "Prometheus."

"Prometheus," dedi çocuk ve kalbi son kez attı, nabzı atmaya devam etti.

Tanrı korkusunu alt etti, Tanrı'yı var etti, kendi cehenneminde yok ettiği Tanrı'nın ateşini kullandı, var olan güneşi kabullendi, geleceğe sırtını döndü; güneş ise çoktan battı.

Cennet iliklerinde dans ederken, ikisinin gözlerindeki çölde akşam olmuştu ve cesetler canlanmıştı.

Katiller ise güneşin doğuşunu bekliyordu.

😲

Vazgeçtiğimiz sessizliğimizi dolduran çığlıklar, görmediğimiz kişiliğimizin kurtuluş için yaptığı tek çağrıdır.

Vazgeçen her insanın bir öyküsü olduğuna inanıyordum ama vazgeçmesine sebep olan her olayın da bir sonucu olduğunu biliyordum; sonuçlar kör bir bıçakla kesildiğinde ele bulaşan sebepler boş bir fanusa dönüşürdü ve balıklar ölürdü.

Balıklarım ölmüştü ve fanusum paramparça olmuştu.

Vazgeçmemin sebeplerini bir kitap okuyormuş gibi biliyordum fakat sonuçlarımı kör bir bıçakla kesen tek şey, silik hafızamdı ve belki de balıklarla dolu olan o fanusa tekmeyi vuran yine bendim.

Kendimi suçlamak, bir başkasına fırsat vermeden kendimle savaşmak gibi bir şeydi ve her savaşımın galibiyetini ya da mağlubiyetini ben üstlendiğim için kimseye kazanma fırsatı vermiyordum.

Vazgeçmiştim: ne uğruna, ne için vazgeçtiğimi bilmiyordum ama vazgeçmiştim. Yaşamaktan değil belki yaşatılmaktan... Ölümden değil belki öldürülmekten... Kimsesizlikten değil belki kimsesiz bırakılmaktan... Bir şeylerden vazgeçmiştim ve bunun sonucunu bilmiyordum.

Başımı oturduğum yerden gökyüzüne doğru kaldırdığımda gözlerimi kapatmak zorunda kaldım çünkü şiddetli yağmur taneleri yüzüme çarpıyordu. Kıvırcık, turuncu saçlı kız fısıldar gibi oldu ve gözlerimi daha sıkı kapattım.

Yağmur, her damlasında gökyüzünden vazgeçmiyor mu, On dokuz?

Gülümser gibi oldum fakat duyduğum sesin kendi iç sesimden başka hiçbir şey olmadığını da biliyordum; o küçük kızın sesini duyamayacağımı, artık çok uzaklarda olduğunu da biliyordum. Belki zihnimin silinen bir tarafında belki de kalbimin parçalanan köşesinde; anlamak zordu. İzine rastlamak ise belki de imkânsızdı.

"Vazgeçiyor, kıvırcık kız," diye mırıldandım ağzımın içinde kendi kendime geveleyerek. "Söylesene, gökyüzü neden vazgeçmesine izin veriyor?" Sessizlik.

İşte bu noktada kendime vereceğim bir cevabım olmadığı için tek haneli yaşım bana cevap vermiyordu; benim kendime bir cevabım yoktu.

Vazgeçmeme izin veren kimdi?

Hem yağmurdan hem de hava artık kararmaya başladığından, gökyüzü koyu lacivert bir renk almıştı. Kaç saattir ormanda çamura oturmuş gökyüzünü izlediğimi bilmiyordum. Dakikaların peşine takıldığı saniyeler umurumda bile değildi; zamanla savaş içerisine girmek istediğim bu anlarda geceyi daha çok sevdiğimi hissediyordum çünkü gece, gündüzü getirmeden zamanı ikiye bölüyordu.

Üzerimdeki Korel'e ait olan deri ceket sırılsıklam olmuştu, saçlarımdan sular damlıyordu ve soğuk bir esinti yüzüme çarptıkça titrediğimi hissediyordum; üşüme gibi değildi, ürpertiyordu.

Sıkı bir yumruk yaptığım sağ elimi hafifçe açtım ve acı içinde inledim; elimde tuttuğum bilekliği yumruğumla sıktığım için avcumun içini kesmişti ve yer yer izler bırakmıştı. Gözlerim bilekliğe binlerce kere tekrar çarptığında yine başımda şiddetli bir ağrı ortaya çıktı ve sanki zihnimin duvarları uzun tırnaklarla kazınmaya başlandı. Kafamı iki yana salladım ve bilekliği gözlerime yaklaştırarak yakından inceledim, bileklik sanki vazgeçişi gösteriyordu ve bu düşünce başımı ağrıtıyordu.

Bu öğlen sanki birinin beni dürtmesiyle dikkat ettiğim Korel'in bilekliğinin aynısıydı fakat bir kadının bileğine uygundu. Ucunda ağır, metal bir parça vardı; oldukça şişkin duruyordu ve daire şeklindeydi. İçi dolu gibi görünse de açacak herhangi bir yer yoktu ve ağırlığını sanki içindeki herhangi bir şeyden alıyormuş gibiydi.

İstemsizce bilekliği burnuma yaklaştırdım ve gözlerimi kapattım, koklamak istedim; o an şiddetli bir şimşek çaktı ve gök aydınlandı. Zihnimin içinde Korel'in sesini duydum; aksanlı, keskin ve bir o kadar da baskın sesi bana tek bir kelime mırıldandı. Sesi o kadar net, söylediği kelime o kadar belirgindi ki gözlerimi hızlı bir şekilde korkuyla açtım ve bilekliği tekrar yumruğumun içine sıkıştırıp geriye doğru sürünerek kaçtım. Arkamda duran ağaca çarptığımda dudaklarımdan ince bir çığlık koptu ve o kelime tekrar zihnimin içinde, daha yüksek bir tınıyla seslendi:

"Emare."

Daha önce onun sesinden duymadığım bu mırıldanış zihnimin içinde o kadar netti ki korkuyla etrafıma baktım ve sanki onu görebileceğimi umdum, gerçek gibiydi; gerçeklikten öte, olduğu gibiydi.

Sağa sola bakarken, elimde tuttuğum bileklik sanki daha ağır gelmeye başladı ve gök yeniden kendini ikiye ayıracak şekilde yırtılarak çığlık attı, Korel Erezli'nin sesi ise gitgide uzaklaştı ve yok oldu, yerini ise alıştığım fısıltılara bıraktı.

"Neredesin?"
"Kaçıyor musun?"
"Hey, bize bak."
"Anne, anne! Gidiyorum."

Fısıltılar birbiri üzerine binerken, yumruk yaptığım ellerimi kulaklarıma yasladım ve kafamı iki yana sallayarak o seslerden kaçmaya çalıştım, imkânsızdı.

"Bana yaklaş," diye bir fısıltının ardından sanki biri kolumu kavradı. Korkuyla soluma baktığım zaman sanki karanlık bir gölge gördüm; hepsi zihnimin oyunuydu.

"Anne, anne! Ölmeyeceksin!" dedi sesini tanımadığım bir çocuk. Ensemde bir el hissettim; kurtulmak için öne doğru davrandığımda ayak bileklerime dolanan siyah bir gölge gördüm. "Bırakın!" diye bağırdım ellerimi kulaklarıma daha fazla bastırarak. Gökyüzü bir başka çığlığı benimle paylaştığında kendimi bir karanlığın ortasında fütursuzca yuvarlanıyormuş gibi hissediyordum, etrafımda dönen gölgelerin pusulası ellerimde gibiydi, elimde duran bilekliği ise hissedemeyecek kadar uyuşmuştum.

"Neden gidiyorsun?"
"Söyle, beni unuttun mu?"
"Ölmeyeceksin."

Duraksadım ve gözlerimi sıkıca kapatarak tamamen gölgelerden uzaklaşmaya çalıştım; gölgelerin elleri ensemdeydi, gölgelerin elleri bacaklarımdaydı, gölgeler vücudumun her noktasına bana çağrı yapıyormuş gibi dokunuyorlardı ve ben bunların en yücesini hissetmemek için kaçtığım bir karanlıkta gözlerimin haresinde onun yüzünü arıyordum, nedenini ise bilemiyordum.

"Ölmeyeceksin!" Bu fısıltı bir erkek sesine aitti ve o kadar yakından, o kadar içten geliyordu ki sanki yaslandığım ağacın bana seslendiğini hisseder gibi oldum, gözlerimi açtığımda tam karşımda karanlık bir gölgenin bana doğru hareket ettiğini gördüm, kaçmak yerine o gölgeye gözlerimi diktim.

"Ölmeyeceksin." Bu ses tekrar kulaklarımda can bulduğunda bir sessizliğin emanet ettiği zihnimde kurşun sesi yankılanır gibi oldu ve gözlerimi kaçırmadan bana doğru yaklaşan gölgeye baktım, heybetli bir gölgeydi ve simsiyahtı.

Kaçmak, bu yaşıma kadar öğrendiğim belki de en büyük ezberdi ve ben bu ezberin her zerresinde adım adım yürürken, ailem benim adımlarıma, "Daha fazla koş!" çağrısı yapmıştı.

Beynimin uyuştuğunu ve vücudumun hissetmem gereken bölgelerini hissedemediğimi fark ettim; öğlenden beri beklediğim krizin bana yaptığı bir anonstu ve bu anonsun asıl sebebi, avcumda tuttuğum bileklikti.

"Korkmuyorum," diye fısıldadım titrek bir sesle ve yalanımın arkasında emin bir tınıyla gölgeye bakarken.

Korkuyordum; kimden, neyden, neden korkuttuğumu bilmiyordum ama korkuyordum ve bu korkunun asıl sahibi ben değilmişim gibi hissetmemi sağlayan dürtü, beni yokluğumda varlığıyla yaşatan kişiymiş gibi geliyordu.

"Korkmuyorum!" diye inledim ve inleyişimle sesim ormanın her noktasında yankılandı. Tepemde duran birkaç kuşun havalandığını ve yağmurun şiddetini sanki artırdığını hisseder gibi oldum; o saniye bileğim yandı, bileğimde sessizliğimin yankısını hissettim.

Karanlık, gökyüzüyle birleşmeye başlıyordu; akşam, geldiğini haber veriyordu ve yağmur dur durak bilmeden damlalarını yeryüzüne ve benim çehreme döküyordu. Ormanı kaplayan toprak kokusu artık başımı ağrıtmaya başlamıştı ve duyduğum sesler onlarcaydı. Dizlerimi göğsüme doğru çektim ve kollarımı bacaklarıma doladım. Çenemi dizime yaslarken, karşımda duran gölge hareketi kesmiş, öylece bana bakıyordu. Yüzü yoktu, vücudu yoktu, sadece siluet gibiydi ve simsiyah bir geceyi anımsatıyordu.

"Neden gidiyorsun?" diye bir ses duydum onlarca fısıltının arasından, tekrar.

O kadar çok ses vardı ki artık ayırt edemiyordum. Başım bozuk bir saati aratmayacak şekilde dönüyordu, kendimi hissedemiyordum; öylece oturduğum yerde yağmur damlaları yüzüme tokat vururken kendimle savaştım ve bu durumun geçmesini bekledim, kendimi beni çağıran karanlığa emanet etmek istemiyordum.

"Minel!" diye birinin bana seslendiğini duyduğumda gerçeğe döner gibi oldum ve gözlerimi ormanın giriş tarafına çevirdim. Derin nefeslerim ciğerimi kılıç gibi kesiyordu, bir cevap verecek halde değildim.

"Minel, sesini duydum. Neredesin?" Bu ses Büge'ye aitti ve oldukça yakından gelmeye başlamıştı, hiçbir şey demeden gözlerimi tekrar karşıma çevirdiğimde siyah gölgenin yok olduğunu gördüm, zihnimdeki sesler ise hâlâ yerli yerinde dursa da üzerimde baskınlık kuramıyorlardı, şu an bunu istemiyordum.

"Minik Kuş!" Kaşlarımı çattım ve kendime gelmeye çalıştım, yumruk halinde sıktığım elimdeki bilekliğe bir daha bakmadan üzerimdeki deri ceketin cebine yerleştirdim ve sırtımı ağaca biraz daha yaslayarak başımı önüme eğdim. Ormanın giriş tarafından çamura saplanan ayak seslerini duydum, batan ayakkabıların çıkardığı seslere ilave olarak kurumuş yaprakların ezilme sesini de duyuyordum. Adım sesleri yaklaşırken bakışlarımı kesinlikle yerden ayırmadım ve zihnimde duyduğum seslere dikkat etmemek için özverili davranmaya çalıştım.

"Buradasın." Büge'nin bana doğru yürüdüğünü hissettim fakat şu an değil onun yüzünü görmek, sesini bile duymak istemiyordum. Kendimi ölmüş balıklarımın bulunduğu fanusun içinde yaşayan bir canlı gibi hissediyordum; işin kötü tarafı, ne başımı çevirmeye gücüm ne de ayağa kalkacak kuvvetim vardı.

"Minel," dedi ses yaklaştığında. Yaklaşık on metre ilerimde adım sesleri yavaşladı. "Küs müyüz, Minik Kuş?"

"Hayır." Verdiğim kesin cevapla sesim titredi ve korkunun tınılarıma çarpan o ezgisini duydum. "Neden geldin?"

Şu an Büge'yle hiçbir sorunu konuşacak durumda değildim; kendimi yeterince iyi hissetmiyorken onunla paylaşacağım hiçbir şeyin bana bir yararı olmayacağını da biliyordum. Büge duraksamadı ve yanıma gelerek önümde dikildi. Yüzüme baktığını biliyordum ama başımı kaldırmak istemiyordum, önümdeki çamur bile şu an daha fazla bakılmaya değermiş gibi geliyordu. Derin bir nefes aldı ve hemen yanıma çöktü. Çaprazımda bağdaş kurduğunda kaşlarımı daha fazla çattım.

"Bana kızgın mısın?" diye sordu.

"Sana kızgın değilim." Kızgındım, hiç olmadığı kadar kızgındım, beni büyük bir karmaşanın içinde kendi suçuyla başbaşa bırakmıştı ama onda suç bulmaya çalışmak, bir çölün içinde buz gibi su akıtan musluk aramak gibiydi.

"Minik Kuş, yapma ama," dedi çenemi tutarak. Biraz daha yaklaştı ve çenemi kaldırdı. Diretmeden gözlerinin içine baktığımda yüzünde masum bir ifade vardı. "Beni biliyorsun, böyle durumlarla uğraşamam ve kaçarım; biliyorum, seni zor durumda bıraktım fakat sen de beni anla."

Koyu gözlerinin içine baktım ve omzumu silktim. Umurumda değildi, bir şekilde Korel sayesinde zaten olaydan yırtmıştım. "Sorun yok, Büge." Derin bir nefes aldım ve çenemdeki elini tutarak uzaklaştırdım. "Halledildi, eminim seni de sorgulamayacaklardır."

"Halledildi?" dedi Büge sorgular gibi. "Bu konunun peşini bırakmazlar gibi geliyordu, nasıl halledildi?"

Verecek herhangi bir cevap düşündüm fakat söylediğim her yanıtın sonu Korel'e varıyordu ve onu zor durumda bırakmak bir yana, şu an Büge'nin sorgularını çekecek durumda bile değildim.

"Halledildi işte. Baş psikiyatrist bana bir şekilde inandı." Doğan Yankı'nın yüzü aklıma geldiğinde, bulanan midemin daha kötü bir hal aldığını hisseder gibi oldum, o saniye fark edemediğim detaylar şu an aklımda dönüyordu. Bir sapıktı ve bana bakışlarını şimdi düşündüğümde aslında amacını anlayabiliyordum; bu düşünce midemi ağzıma getirirken, bir elimi ağzıma yasladım ve gözlerimi Büge'den kaçırarak hemen arka tarafına baktım. Korel odaya girdiğinde verdiği tepki o saniye şaşırtmamıştı ama şu an anlayabiliyordum.

Merkez insanları iyileştirmek içindi ama kötüleştirmek için kullanıyorlardı.

"Nasıl?" dedi Büge şaşkınlıkla. Başını sağ omzuna düşürdü ve yüzünü buruşturdu. "Hiç iyi görünmüyorsun, çok mu kızdılar?"

"Ne önemi var Büge?" diye terslendim sesimi yükselterek. Fısıltılar oldukça sessizleşmişti fakat fiziksel açıdan iyi hissetmiyordum. "Gelmedin, yalnız bıraktın ve tek başıma hallettim. Başımdan aşağı kaynar su bile dökmüş olsalar ne kadar umurunda?

Merak etme, başın yanmayacaktır." Olduğum yerden kalkmak için hamle yaptığımda bacaklarımı hissetmediğimi fark ettim ve derin bir nefes alarak arkamdaki ağaca tutundum.

"Anlıyorum," dedi Büge ağzının içinde geveleyerek. "Üzgün olduğumu söylemek isterdim fakat..."

"Hissetmiyorsun," dedim gözlerimi devirerek. "Biliyorum Büge. Şu an buraya da üzgün olduğunu hissettiğin için hatta beni düşündüğün için gelmedin, tek amacın yalnız kalmamak ve tek arkadaşını kaybetmemek." Büge'nin yüzüne baktım, kırgınlık duygusunu bile hissetmemesine minnet duydum, umarım hissetmiyordu. "Şimdi bana yardım edebilirsin ve beni buradan kaldırabilirsin, çamura batmış gibiyim."

Ona kırılmıştım, ona kızmıştım hatta; benim şu an böyle olmamda büyük bir payı vardı fakat bu yüzden onu suçlamak istemiyordum, herkesin yaptığı hatalar kendi yanına kâr kalırken, insanların yaptığı hatalardan vazgeçmesi umurumda olmamalıydı. Bir şekilde suçun bir kısmına dahildim ve bu suçun cezasını çekerken yanıma yandaş arayacak biri hiç olmamıştım.

Büge hiçbir şey söylemeden oturduğu yerden kalktı ve elini bana uzatarak yardım etmek istedi, duraksamadan ve yüzüne bakmadan elini tuttum. Yağmur hızını azaltmıştı fakat Büge de ıslanmıştı.

Tamamen ayağa kalktığımda bacaklarımın yarısını hissetmiyor gibiydim ve desteksiz yürüyemeyecek haldeydim, neden böyle olduğumu biliyordum; krizini kovmak adına verdiğim her savaşın sonucu, bünyemin gücünü sömürmekle sonuçlanıyordu. Bazı zamanlar ellerimi, bazı zamanlar kollarımı, bazı zamanlar bacaklarımı, bazı zamanlar bütün vücudumu hissetmiyordum ve adil bir savaş olmuyordu. Tek amacım, hissettiğim beynimi kaybetmemek içindi fakat vücudumu kaybediyordum.

Hiçbir şey söylemeden Büge'nin koluna girdim ve yürümesi için birkaç adım atmaya çalıştım, adımlarım sarsaktı. "Güzellik kapsülü, sen iyi değilsin," dedi, sesi üzgün geliyordu. O saniye gerçekten üzülmesi gerektiğini hissettim. "Çok fena ıslanmışsın ve titriyorsun."

Bir cevap vermeden koluna daha sıkı tutundum ve yürümeye çalıştım; bacaklarımda büyük bir hissizlik vardı, sanki günlerdir uyumuyormuş gibi yorulmuştum, gözlerim yanıyordu. Midemin bulantısını gitgide artıyordu, bakışlarımı gökyüzüne kaldırdığımda ise karanlık bulutlara doğru ulaşan ağaçların daire şeklinde döndüğünü fark ettim.

İyi değildim.

"Üşümüyorum," dedim titreyen bir sesle. Gerçekten üşüdüğümü hissetmiyordum; bu tuhaftı, üşümekten öte ürperme gibiydi.

"Ceket güzelmiş." Sesi kıkırdar gibi çıktığında göz ucuyla ters ters ona baktım ve gözlerimi devirdim, esprilerini kaldırabilecek durumda değildim.

Neredeyse ağırlığımın çoğunu Büge'ye veriyordum. Ormandan çıkarken ayakkabılarım tamamen çamura batmıştı ve duştan çıkmışım gibi sırılsıklamdım. Gökyüzü ise akşamla sevişmeye başlamış, karanlığı kucağına diğer günlerdeki gibi davet etmişti.

Kapının önüne gidene kadar sessizce yardım ederek benimle yürüdü, ağzını bıçak açmadı; benim ise dilimin üzerinde kızgın yağ varmış gibiydi, konuşursam kusabilirdim fakat yaktığı yerler hoşuma gidiyordu sanki.

"Bana kırgınsın, değil mi?" diye sordu kapının önüne yaklaştığımızda. Evin ışıkları yanıyordu ve amcam evdeydi, bu kötü haberdi. Bir şekilde merkezden yürüyerek geldiğimi söyleyecektim ve inancağından oldukça şüpheliydim. "Minel." Kolumu sıktı. "Sana söylüyorum, bana kırgınsın, değil mi?"

Yüzüne baktım ve derin bir nefesle kendimi test ettim. Kırgındım, evet; kırgınlığı hissediyordum, evet; fakat nedense kırılmamam gerektiğinin farkındaydım ve ona kötü bir şey söylemek istemiyordum.

"Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Bugün yanımda olmanı ve suçun için kendini savunmanı isterdim." Omzumu kaldırıp indirdim. "Hepsi bu."

Büge sadece başını salladı ve beklemediğim bir anda boynuma sarıldı, boyu benden uzun olduğu için eğilmek zorunda kalmıştı ve gerçekten sarılması içten görünüyordu. "Haklısın, bir şey diyemiyorum fakat beni anlamanı istiyorum." Başını geriye çekti ve elleri omuzlarımda bana baktı. "Bir şekilde kendimi sana affettirmek istiyorum, Minel."

"Sen?" dedim tek kaşımı kaldırarak. "Kendini affettirmek?" Güler gibi oldum ama sesim acılı çıkıyordu. "Kendini affettirmek mi dedin sen?"

"Evet, Minik Kuş," dedi dudağını büzerek. "Yediğim bok için bir şey yapamam ama senin için bir şeyler yapabilirim."

Kaşlarım kalktı ve o saniye aklıma gelen düşünce kendime daha fazla şaşırmama sebep oldu. İsteyeceğim şeyi beynim özümsediğinde dilim söyleyip söylememek arasında zihnimle savaş içerisindeydi ve bunu neden istediğimi anlasam da anlatabilecek durumda değildim. Büge ise sorgulamayı seven biriydi.

"Peki," dedim parmaklarımı çıtlatarak. "Senden bir şey isteyeceğim fakat bu sebep uğruna değil, yani seni suçladığım için değil. Sadece yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Sorgulamayacağına söz verir misin?"

Bazı şeyler tam anlamıyla benim düşüncelerim tam tersi istikamette yol alıyordu ve ben bunu durduramıyordum, ters istikamette yol aldıran dürtü kalbim miydi?

Büge gülümsedi. "Sorgulayacağım ama içimden." Elini havaya kaldırdı ve izci selamı vardı. "İzci sözü." Kıkırdadı. "Hep bunu yapmak istemiştim, bu zamana denk geldi."

İster istemez ben de gülümsedim ve başımı iki yana salladım. Nedense hayatımda yer almış olan ve değer verdiğim insanlara kızamıyordum, kızsam bile kıyamıyordum. Herkesin bir sebebi olduğuna inanan biriydim ve bu sebepleri hatalar yapan, değer verdiğim insanların üzerine serpiştirirken kendime kalmıyordu, sorun değildi.

"Bir motosiklet yarışının nerede olduğunu bulabilir misin?"

"Anlamadım?" Büge'nin yüzü ilk önce ifadesizleşti, ardından kaşları kalktı.

Evet, az önce vazgeçtiğimi söylerken şimdi onun peşine düştüğümü biliyordum fakat sebeplere sonuçlardan daha fazla güvenen tarafım, ben bilekliği gördükten sonra baskın çıkmıştı. Korel defalarca hayatımı kurtarmıştı ama bütün hayatımı kurtardığı zamanlar da dolaylı yoldan ondan geçiyordu. Bunun dışında, özellikle yanımda motosiklet yarışının konusunu açması bir davetti, bunu anlayabiliyordum.

Bilerek yapmıştı. En azından ben bunu istiyordum. Bir oyun oynamak istiyorsa ona oyununda eşlik edebilirdim.

İçimden bir ses her şeyi kafamda kurduğumu söylese de bu sese kulak vermedim.

"Minel," dedi Büge beni dürterek. İçinde bulunduğumuz zaman dilimine tekrar döndüğümde bakışlarım yüzüne kaydı ve kendimi oldukça yorgun hissettim. "Motosiklet yarışı derken?" Kaşlarını çattı. "Sen iyi misin?" Kafamı aşağı yukarı salladım.

"Korel Erezli'nin yarın gideceği motosiklet yarışı hakkında bilgi almanı istiyorum." Duraksadım ve yutkundum. "Onun gittiği barda tanıdıkların olabileceğini düşünüyorum. Öğrenebilir misin?" Büge'nin yüzündeki ifade, neyin peşinde olduğumu öğrenmeye çalışıyormuş gibiydi. "Sorgulamayacağına söz vermiştin Büge."

Bir tepki vermek yerine ilk önce düşünüyormuş gibi yaptı. Aklından binlerce soru geçtiğine emindim fakat hangi birini bana soracağını ya da sorduğu zaman ne tepki vereceğimi bilmediği için başka yöntemlere geçiyordu. "Hım," diye mırıldandı ve gülümsemeye çalıştı. "Yani hiçbir şekilde sorgulamayacak mıyım?" Tek kaşımı kaldırıp ona baktım ve beklediği cevabı verdim; evet, sorgulamaması gerekiyordu.

"Tamam," dedi başka bir yöne bakarak. "Yarınki motosiklet yarışı." Altdudağını yaladı. "Öğrenmeye çalışacağım ve öğreneceğim, sana mesaj olarak atarım."

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım; kapının önüne ilerlediğimde beni durdurdu.

"Üzerindeki ceket Korel'e mi ait?" Dik dik gözlerinin içine baktığımda masum bir şekilde gülümsedi. "Kızma yahu, merak ediyorum sadece."

"Etme." Net bir sesle cevap verdikten sonra girdiğim kolundan çıktım ve zile uzandım. Verdiğim gergin cevabın farkındaydım, yapmak istediğimin bu olmadığını da biliyordum fakat Korel hakkında ne düşündüğünü az çok anlayabiliyor ve sırf bu yüzden bir daha kalbimi kırmasını istemiyordum.

"Yapmasana," dedi homurdanarak. "Ben senin yakın arkadaşınım. Merak ediyorum sadece." Altdudağını büktü ve gözlerini irileştirdi. "Neler oluyor?"

Tereddüt etmeden zile bastım. "Yakın arkadaşım mı?" Yorgun ve hissiz bir kıkırdamayla Büge gibi dudağımı büktüm. "Yakın arkadaşım dediğim kişi bugün az kalsın başımı yakıyordu ve sözümona hislere kapalısın ama merak almış başını gidiyor."

"Üzgünüm," dedi hızlıca. Ardından kafasını iki yana salladı. "Üzülmeliyim. Üzgün olmalıyım. Sana kendimi affettireceğim ve o yarışların nerede olacağını bulacağım."

Zile bir daha basmak için elimi attığımda kapı açıldı, başımı çevirdiğimde gördüğüm yüz bir şekilde sinirlerimin gerilmesine sebep olmuştu fakat belli etmemek için başımı Büge'ye çevirdim. "Senden haber bekliyorum." Büge'nin bakışları kapıda gördüğü kadındaydı.

Hazal Hanım.

Onu uzun zamandır tanıyordum ve bir türlü uyuşmayan kafalarımız bir yana, ikimiz de zıt karakterlerdik. Amcamla aralarında ne olduğunu çözmek isteyecek kadar bile umursamıyordum. Anımsadığım tek şey, senelerdir amcamın yanında olduğu ve ona tahammül ettiğiydi.

"Hoş geldin, Minel," dedi Hazal Hanım soğuk bir sesle. Bakışlarının odağında Büge vardı. "Arkadaşın yemeğe mi davetli?" Amcama benziyordu. Bu tuhaftı. Onun gibi samimiyetsiz ve net cevapları vardı, bir insanın kalbini kırmaktan asla çekinmiyordu. "Hayır," dedim kısa bir cevap vererek ve Büge'ye el salladım. "O da şimdi gidiyordu."

Hazal Hanım kafasını salladı ve hiçbir şey söylemeden içeriye geçti, ardına kadar açık olan kapıdan iç çekerek mezarım haline gelen eve baktım.

"O sülük kılıklı sümüklü kadın da kimdi be?" dedi Büge kaşlarını çatarak. "Amcanın uzatmalı sevişgeni mi?"

"Büge," dedim uyarır gibi. Kendimi iyi hissetmiyordum ve ayaküstü dedikodu yapacak, amcamı çekiştirecek durumda değildim.

"Tamam, tamam," dedi Büge yanağımdan makas alarak. "Görüşürüz, Minik Kuşum." Onu seviyordum. İçtenlikle gülümsedim ve evin kapısından içeriye girerken son bir kere el salladım, Büge ise aklındaki sorular yüzüne yansımaya devam ederken bana el salladı ve hızlıca dönerek yola doğru ilerledi.

"Yemek yiyecek misin, Minel?" Kapıyı kapattığımda mutfaktan duyduğum Hazal Hanım'ın sesiyle beraber amcamın öksürdüğünü duydum, o da buradaydı.

"Teşekkür ederim," dedim kendi kendime homurdanarak. "Ben sanırım yiyemeyeceğim ve hemen uyumak..."

"Buraya gel." Amcamın emir cümlesiyle merdivene ilerleyen adımlarım durdu ve göz ucuyla mutfağa baktım. İkisi beraber masada oturmuş beni bekliyor gibilerdi, gözleri benim üzerimdeydi; özellikle amcamın bakışları benim yüzümden daha çok üzerimdeki deri cekette geziniyordu.

Karşı koymak yerine çamurlu ayakkabılarımı yere sürüye sürüye mutfağa ilerledim. "Aç değilim."

Pervazda durduğumda amcam baştan aşağı son bir kere beni süzdü ve yüzüne karanlık bir tonun nefreti simgeleyen darbeleri indi. "Ceket hâlâ sende."

"Evet," dedim hemen. "Merkezden gelirken yağmur yağıyordu ve yürümek istedim, Barış bana tekrar ceketini verdi."

Hazal Hanım kızıl saçlarını geriye attı ve ayağa kalkarak tek kaşı havada tabaklara yemekleri koymaya başladı, mutfağı saran güzel koku açlığımı hissetmeme sebep oluyordu fakat ağzıma aldığım ufacık bir lokmada kusacak gibiydim.

"Barış mı?" dedi amcam dalga geçermiş gibi. Gözlerimiz kesişti ve ikimiz de yalan söylediğimin farkında olduğunu belli eden bakışlarla anlaşmaya çalıştık. Göz ucuyla Hazal Hanım'a baktı ve karşısındaki tabağı gösterdi. "Ona da yemek koy, yiyecek."

Amcam ve verdiği emirler... Alışmıştım, alışmak zorunda bırakılmıştım ve vazgeçmek mümkün değildi. Tartışmam gerekiyordu fakat kendimde o gücü bulamıyordum. Hiçbir tepki vermeden tekrar ayaklarımı yere sürüye sürüye masaya doğru ilerledim ve benim için ayrılan sandalyeye oturdum. "Günün nasıldı, Minel?"

Hazal Hanım'ın sorduğu soru, klasik Hazal Hanım sorusuydu. Bildiğim kadarıyla özel dedektif olarak çalışıyordu. Gözlerimi ona çevirdiğimde beni izlediğini fark ettim. Omuzlarına kadar gelen düz kızıl saçları vardı. Gözleri grinin koyu bir tonuydu ve maviyi paylaşıyordu, dudaklarına kırmızının en koyu tonunu sürmüştü. Yüzünde ağır bir makyaj olmasına rağmen güzel bir kadın olduğunu tekrar hatırladım.

"İyi." Önümdeki tabağa koyduğu et yemeğine baktım, midem kaldırabilecek durumda değildi bu yüzden direkt salataya yöneldim.

"Sevindim," dedi ve sandalyesine yerleşirken o meşhur sessizlik tekrar ortamı ele geçirdi.

Herkes sessizce yemeğini yerken ben önümdeki salatayla oynuyor, amcamla göz göze geldiğim zamanlar ağzıma tıkıyordum. Benim yanımda hiçbir zaman konuşmazlardı. Aralarındaki ilişki duygusal olabilirdi ama amcamın duygusal olarak birine bir şeyler hissedebileceğine neredeyse inanamıyordum.

Hazal Hanım işi gereği daima ciddi ve sorgulayan bir yapıya sahipti fakat amcama karşı daha hassas davrandığını görebiliyordum. İşini iyi yapan bir kadındı, hiçbir zaman merak etmesem de duyduğum kadarıyla birçok davaya çözüm getirmişti. "Daha ister misin, hayatım?"

Başımı kaldırıp gözlerimi Hazal Hanım'a çevirdiğimde sevecen bir ifadeyle amcama baktığını gördüm fakat amcam hızla kaşlarını çattı ve bana bakarak âdeta beni işaret etti. Hazal Hanım kendine gelirken yutkundu ve kırdığı potla beraber sustu. Açıkçası umurumda değildi, bunu anlamıyorlardı. Kimin, neyi, neden paylaştığı beni ilgilendirmezdi; ikisinin arasındaki ilişkinin bana zarar vermediği sürece en derine kadar gidebileceğine emindim.

"Afiyet olsun," dedim ve elimdeki çatalı bırakarak masadan kalktım. Bakışlarım amcama kaydı. "Birazdan dans için hocamın yanına gideceğim, çalışmamız gerekiyor." İhtiyacım vardı. Bacaklarımdaki belirgin hissizlik hâlâ yerli yerindeydi ve kendimi toplayabilmiş değildim; alışkın olduğum gibi bir şeylere kaçmam gerekiyordu ve burada devreye giren dans oluyordu. Hayır, dansı aslında bir kaçış olarak görmek istemiyordum.

Dans benim için kurtuluştu.

Amcamın karşı çıkmasını bekledim fakat Hazal Hanım'la bakışları kesiştiğinde baş başa kalmak istediklerini hissettim. "Tamam," dedi düz bir sesle. "İki saate evde olacaksın."

Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken yanıt vermedim ve son bir kere Hazal Hanım'a dönüp samimiyetsiz bir ifadeyle gülümsedim, aldığım karşılığın aynı tonu yani samimiyetsizliği beni çepeçevre sararken onlara arkamı döndüm ve merdivenlere ilerledim. Bacaklarımdaki sızının sebebini bilmiyordum fakat beynimin bir komutuymuş gibi kendimi yorgun zihnimde bir salıncakta sallanıyormuş gibi hissediyordum, bunun sebebi krizi kovmamdı.

Odama girdiğimde hemen sırt çantama dansta giyeceğim kıyafetleri tıkıştırdım ve bale ayakkabılarımı elime alarak üzerimi bile değiştirmeden odadan çıktım. Zamanımın azaldığını, vaktimin hiç olmadığı kadar çok daraldığını hissediyordum.

Merdivenlerden inerken mutfaktan yükselen sessiz fısıltıları ve amcamın kızgın tonunu duyuyordum fakat umurumda değildi; her şey bir yana, amcamın özel hayatıyla zerre ilgilenmiyordum. "Ben çıktım," diye seslendim ve dış kapıyı seri bir hareketle açarak kendimi dışarıya attım.

Yağmur dinmişti ve gökyüzü karanlığa gömülmüştü. Ay ve yıldızlar görünmüyordu; onları saklayan bulutların arkasında kendilerini gizliyorlardı. En son dans kursuna gittiğim zaman olanları hatırlamamla ürperdiğimi hissettim, o sokağa karşı hissettiğim korkuyu tarif edemiyordum.

Taksiye bindiğimde başımı cama yasladım. Radyodan gelen ağır şarkıya eşlik eden taksi şoförü kırklı yaşlarındaydı. Türk sanat müziğinin eşsiz melodisine aşinaydım çünkü babam ben küçükken sürekli bu şarkıları dinler ve bana ezberletirdi. Şimdi ise kulaklarıma dolan bu sesin sahibi Zeki Müren'den başka kimse değildi.

"Sesini biraz daha açar mısınız?" dedim gülümsemeye çalışarak. Taksi şoförü sevecen bir ifadeyle gülümsedi ve çalan şarkının sesini yükseltti. Dudaklarımla sessizce mırıldandığım şarkının notalarında ruhum dans ediyordu ve dansın eşsizliğine darbe vuran tek şey içimde oluşan ölüm sessizliğiydi.

Bazı şeylerin sonsuzluğunda ve sonbaharın ılık esintisini hissettiğim gözlerde benliğimi kaybettiğimi düşünüyordum; bu düşüncenin sahibi ise şu an bulunduğum kız değil, sesini duyamadığım küçük Minel gibiydi. Seslendiği zamanlar yüzüne bakmadığım küçük kızın şimdilerde izine rastlamak için uğradığım sokaklar, çıkmaz bir yola dönüşüyordu, ruhumun bir parçası beni kabullenmiyordu. Geri atıyordu, attığı yerde sarsılarak kendime çarpıyordum, çarptığım yerde ise sonbaharın kurumuş yapraklarını anımsatan o gözlerle kesişiyordum.

Korel Erezli'nin kim olduğu hakkında ufacık bir bilgim olmadığını fark ettim.

Rahatsızlığı hakkında bir bilgim yoktu; bundan öte yaşı, adı ve soyadı dışında hiçbir bilgiye sahip değildim; tek bildiğim, seneler önce merkezde bulunduğuydu, hep gittiği bardı ve bu engin bilgiyi bana veren kişiler ise yine onun hakkında hiçbir şey bilmiyor, gizemli haline çekiliyorlardı.

Bir ailesi var mıydı? Çelişkili bir soruydu, Korel Erezli en büyük çelişkiydi. Harelerine çizilen çelişkinin her adımında ayak tabanlarıma bulaşan kan, onun geçmişinin bir parçası gibiydi.

"Sağda durur musunuz?" Daldığım düşüncelerden arındığımda dans ettiğim atölyenin önüne gelmiştik, şoför hafif bir fren darbesiyle arabayı durdurduğunda sırt çantamdan parayı çıkarıp uzattım. "Şarkı için teşekkür ederim." Kafasını salladı ve göz ucuyla bana baktı. Göz teması kurmadan taksiden indim ve hâlâ üzerimde olan Korel'in deri ceketinin yakasını kaldırarak birkaç adımda kapıya yetiştim.

İçeriden yükselen ses, hocamın beni hazır beklediğini gösteriyordu. Kapıyı çalmadan kulpu çevirerek içeriye girdim. "Merhaba!" diye seslendim ve ardımdan kapattım. Atölyenin içini loş bir ışık kaplamıştı, hocamın nerede olduğu hakkında herhangi bir fikrim yoktu. Soyunma odasına yönelirken hafif bir müzik asıl benliğime çağrı yaptı, gülümsedim. İçimde dans eden bir ruh, dışımda kendini tutan bir beden vardı.

Tam bu anda, şarkının melodisi içimi doldururken, ruhum ve bedenimin aynı anda anlaştığı tek konuyu fark ettim: dans.

İkisi de müziğe tutkulu, dansa âşıktı. İkisi de aç bir yırtıcı hayvan gibi şarkının etlerini kopararak özümsüyor ve beni kendimden uzaklaştırarak dans eden bir robota dönüştürüyorlardı. Bu robotun kendini belki de insan olarak hatta canlı olarak hissettiği tek zaman, dans ettiği zamandı.

Altımda bir tayt, üzerimde yarım atlet vardı.

Boynumdaki izler çürük rengine bürünmüştü. Amcam hiçbir zaman yaralarımı umursamazdı. Bale ayakkabılarımı ayağıma geçirirken, parmak uçlarımın ayakkabıdan dolayı yara olduğunu fark ettim.

"Minel!" diye seslendi dans hocam içeriden. "Hoş geldin güzelim."

Gülümsedim ve soyunma odasından çıkıp dans pistine doğru yürümeye başladım; dans hocam her zamanki yerinde, aynanın tam karşısında duruyordu. Güzel bir kadın olduğu kadar zarifti de, aynı zamanda oldukça başarılı ve yetenekliydi.

"Merhaba," dedim gülümseyerek. "Nasılsınız?"

Hülya Hoca içtenlikle gülümsemeye çalışsa da yüzü oldukça yorgun ve halsiz görünüyordu. "Teşekkür ederim. Başlayalım mı?"

Kaşlarımı çattım. "İyi misiniz?"

Bir süre öylece baktı, ardından omuzlarını bir kere kaldırıp indirerek altdudağını büktü, cevapsız kalan soruma ise müzikçalara doğru ilerleyip sesi yükselterek karşılık verdi. "Geçen seferki gibi çalışmamızı ister misin?"

Gözlerimi kapattım ve şarkıyı hissetmeye çalıştım; şarkı ılık bir ilkbahar akşamında serin bir esintinin yüzüme çarpması gibi bir etki yaptığında altdudağımı dişledim. "O yarışmada iyi bir derece yapmak istiyorum, hocam."

Birkaç ay sonra yapılacak olan yarışmada tek başıma bir şansım olmayacağını elbette ki biliyordum fakat sanatın iki kişilik oluşturulan tutkudan tek kişilik canlandırılan şehvete dönüşebileceğini düşünüyordum, hocam ise bunun imkânsız olduğundan emindi.

"Hım," dedi Hülya Hoca hayal kırıklığı kokan bir sesle.

"Gerçekten başarılı bir dansçısın fakat sen tek olduğunda..."

"Hocam," dedim keskin bir tınıyla. "Yine aynı konuya gelmek istemiyorum. Tanımadığım biriyle eş olmam ve asla dans etmem."

"Peki," dedi hocam yenilmiş bir sesle. "Bugün farklı bir yöntem deneyeceğiz o halde." Bana yaklaştı ve oldukça zarif bir hareketle etrafında döndü. "Tek başına iki kişi olmanı istiyorum Minel Karaer. Tek başına o iki kişinin tutkusunu yansıtmanı istiyorum. Tek başına biriyle dans etmeni, tek başına o tutkuyu bana vermeni istiyorum."

Yutkundum ve öylece hocamın yüzüne baktım, nasıl yapacağım hakkında ufacık bir fikrim olmasa da kulağa hiç kötü gelmiyordu. "Anladım," dedim kendi kendime mırıldanarak. "Peki bunu nasıl yapacağım?"

Hülya Hoca'nın tek kaşı havaya kalktı. "Herkesin çift olduğu bu tutku dansına tek başına devam etmek isteyen sensin." Kafasını iki yana sallayarak gözleriyle beni işaret etti. "Bunu en iyi sen bilirsin. Aklının içi, Minel..." Gözlerini kapattı ve parmağını kaldırarak müziği işaret etti. "Şehvet, tutku, arzu hatta seks bile aklının içinde. Hadi güzel kızım, müzikle seviş, kendini ada."

İlk önce durdum ve içimdeki baş eğmeyen, inatçı bale elbiseli ruhumun kıvrak hareketlerle kıvrılışını hissettim; gerisinde müziğin sesinin damarlarımı genişlettiğini fark ettim. Altdudağımı yalayarak gözlerimi kapattım ve elimi boynuma

yerleştirerek kabarıklıklara dokundum. O saniye gözkapaklarım da çizili duran adamın yüzü zihnimde bir portre gibi canlandı; ürkmem gerekiyordu fakat onun yüzünü görmem, bende tarifsiz bir gülümsemenin oluşmasına sebep oldu.

Sanki Korel Erezli'nin yüzü, kendi ruhumu tam anlamıyla hissettiğimden beri gözkapaklarıma çiziliydi. Her şeyiyle... Uzun kirpikleri, sonbaharı anımsatan gözleri, kalın kaşları, kemikli yüzü ve dolgun dudaklarıyla sanki hep oradaydı ve şu an ortaya çıkması şaşırılacak bir durum değilmiş gibiydi; Korel'in parmaklarının boynuma dolandığını düşündüm.

Sıkı değildi fakat gevşek de değildi, parmakları damarlarımın üzerinde hareket ediyordu; onun gözleri açık, benimki kapalıydı. Boynuma sarılı olan parmaklarımı sıkılaştırdım ve onu hissetmeye çalıştım, yüzümdeki tebessüm yayıldı ki hocamın, "İşte böyle," diye fısıldadığını duyar gibi oldum.

Bir elim hâlâ boynumda duruken diğer elimi havaya kaldırdım; Korel'in eli havada duran parmaklarıma dolandığında kendi etrafımda döndüm. Korel arkamı döndüğümde boynumdaki elini enseme yerleştirdi ve geriye çekerek beni göğsüne yerleştirdi.

Boynum geriye çekilirken birkaç adım attığımda saçlarım aşağı süzüldü. Onun sert göğsünü hisseder gibi oldum, bu dansı onunla daha önce yapmışım gibi hissettim ve bu düşünce kendimi daha fazla kaybetmeme sebep oldu. Gökyüzünün ikiye ayrılırken oluşturduğu o mucizevi görüntüyü şu an eklemlerimden ruhuma kadar kendime işliyordum, bu eşsizdi.

Onun sırtına yaslı dururken Korel ensemdeki elini saçlarıma geçirdi. Nefesinin yüzüme yaklaştığını hissettim, kapalı gözlerimdeki bu düşünce benliğimi oluşturan dürtüyü tetiklerken saçlarım yeri süpürene kadar arkaya eğildim, beni tutan tek şey Korel'in ensemdeki eli gibiydi.

"Evet, Minel," dedi hocam bir kere alkış tutarak. "Devam et."

Saçlarım yerin yüzeyinde dans ederken Korel'in arkamdaki varlığı bir an yok oldu ve kendimi farkında olmadan boşluğa bıraktım; bunu isteyerek yapmamıştım ve sırtımda acıyı hissetmiştim, yüzüm buruşurken yere tamamen uzandım. Kapalı olan gözlerimi açmak hatta beceremeyeceğimi söylemek için hamle yaptığımda bu sefer ılık esintisinin ve kül kokusunun varlığını üzerimde hissettim.

Elleri bedenimin iki yanında dururken üzerime eğilmişti; bir eli çeneme kaydığında yüzümü geriye çekerek çenemi havaya kaldırdım. Ellerimi teslimiyetimin bir çağrısıymış gibi havaya kaldırdığımda Korel bir bacağımı kavradı ve havaya kaldırarak kendi beline sardı. Dizimden bükülmüş sol bacağım hayali bir bedenin beline sarılı dururken, kalçamı birkaç kere havaya kaldırıp indirdim ve elimi sanki onun ensesine yerleştiriyormuş gibi saçlarını kavradım, parmaklarım hızlıca hareket etti.

Korel duraksamadı; yüzüme yaklaşırken geriye doğru sürünerek ilerledim, olduğum yerde yüzüstü dönerken bacaklarımı omuzlarıma yaklaştırdım.

Ondan gizlenen bir kadının yapması gereken bir hareketmiş gibi o üzerimdeyken ikiye katlandım ve olduğum yerde bir top gibi dönerek dizlerimin üzerinde yüzüne baktım. Yüzü yoktu, evet, yüzü yoktu. Zihnimin içinde bir gölgeden ibaretti ve oldukça karanlıktı. Tek bildiğim, karanlığı paylaştığım tutkulu adamın Korel Erezli olduğuydu.

Bacaklarımı önüme uzattığımda Korel hızla onları ikiye ayırdı ve belimden tutarak beni kendine çekti. Tek elim yerden destek alırken, diğer elim havaya kalktı. Başımı geriye yatırarak bacaklarım ayrık bir şekilde belim kavislenerek kalçamı indirip kaldırdım; şarkı o saniye hızlandı.

Arkamı döndüm ve kalçamı havaya doğru dikerek birkaç kere hareket ettirdim ve saçlarımı savurarak arkama baktım, kapalı gözlerim onun karanlık gölgesini gördü.

Yüzünde bir sırıtma ifadesi olmalıydı.

Bir daha saçlarımı savurduğumda belimden tuttu ve beni havaya kaldırarak bulunduğum yerden havalanmama sebep oldu. Duraksamadan parmaklarımın ucunda yükseldim ve olduğum yerde zıplayarak tek bacağımı havaya kaldırdım. İlk önce tamamen dik kaldırdığım bacağımı ardından dizimden kırdım ve kendi etrafımda dönerken bunu tekrar ettim, Korel'in eli belimdeydi.

Korel'in zihnimdeki o karanlık gölgesi geriye çekilirken ellerini bana uzattı, ellerimi tereddütsüz ona doğru uzattım, ellerimin hareketsiz temasıyla tekrar ayak parmaklarımın ucun da durduğumda Korel tek bir elimi havaya kaldırıp beni kendi etrafımda döndürdü.

Parmak uçlarımın üstünde, tek elim havada, tek elim onun soğuk gölgesinin sıcak avuçiçlerinde dönerken kendi rüzgârım saçlarımı uçuşturuyordu. Müzik ağır ağır yavaşladığında kendi etrafımdaki dönüşüme son verdim ve öne eğilerek avcumun içindeki elini koklamak istedim. Burnum elime yaklaşırken, geriye doğru yere sürünerek ağır ağır yürüdüm ve onu da kendimle beraber çektim.

İmkânsızın kokusu alınır mıydı? İşte şimdi, şu zaman diliminde ben imkânsızlığın ve bir hayalin kokusunu alıyordum.

Korel Erezli'nin kendi kafamda oluşturduğum gölgesiyle tutkulu bir şekilde dans ederken onun kokusunu duyumsamaya çalışıyordum, bu imkânsızdı. Kaşlarım çatılırken ellerimle onu ittim ve geriye doğru kaçmaya devam ederek duvara sokuldum; kafamın içindeki o gölge bana doğru hızlı hızlı gelirken duvara yaslanarak kaçmaya başladım, takip ediyordu.

Evet, aklımın içindeki Korel'in gölgesi beni takip ediyordu ve duraksamıyordu.

"Bu hep böyleydi," diye fısıldadığını duydum; kendi içimden yükselen sesten başka hiçbir şey değildi. Acı çektiğimi hissettim; acı, rengini siyahtan değil beyazdan aldı ve beyazı lekeleyen aklımın içindeki o karanlık, Korel'in eşsiz gölgesi oldu.

Acımın rengi olan beyazı lekeleyen, Korel'in zihnimin içindeki varlığından başka hiçbir şey değildi.

Şarkının yavaş yavaş yok olmaya başladığını hissettiğimde kaçmaktan vazgeçtim ve son bir kere ellerimi havaya kaldırarak onun gölgesini avuçlarımın içine aldım, şarkıyla beraber o karanlık siyah gölge de griye dönüyordu ve gözlerimi açtığım saniye yok olacaktı, acıyı bu sefer beyazla değil, neşterle hissettim.

Ellerimi yumruk yaptım ve onun yok olan gölgesini avuçlarımın içine hapsettim. Ellerim yumruk şeklinde havada dururken yavaş yavaş yere çöktüm; yumruğumu sıkıca kapattığımdan tırnaklarımın avuçlarımın içine battığını hissettim. Acı, avuçlarımın içinde hissettiğim tırnak izlerinden daha öteydi; tuhaf bir şekilde sanki onu ikinci defa kaybediyormuş gibi hissediyordum.

"Hayır," diye fısıldadım inliyormuş gibi ve dizlerimin üzerine çökerek yumruk yaptığım ellerimi karnıma yaklaştırdım. Başım öne eğilirken müziğin son notasına eşlik eden ruhum, bir parça olarak önüme düştü ve o parçanın en nadide kısmı olan kimsesizliğim sanki o gölgenin içinde dağıldı. Yumruklarım karnımın üzerinde, başım dizime yaslı iki büklüm yerde durduğumda etrafı büyük bir sessizlik kapladı; net hissettiğim gri gölge bembeyaz olurken, yumruk yaptığım elimi açtım ve avcumun içindeki sızıyı umursamadan parmaklarını doladığı bileğimi tuttum.

Bembeyaz bir acı. Hissetmemem gereken her duyguya gebeydim.

Tuhaf bir şekilde Korel'e farkında olmadan çekiliyordum ve bu çekimin tek bir seferlik olmadığına emindim. Artık açıkça itiraf edebiliyordum: Korel'i önceden tanıyormuş gibi hissediyordum.

Bu yanlıştı.

"Minel," diye bir ses duydum ve omuzlarımda baskı hissettim. "Minel, iyi misin?" Sarsıldığımı hissettiğimde kapalı gözlerimi açtım; harelerim yanıyordu ve bu yangın gibi değil, kül gibiydi.

Dudaklarımın kuruduğunu ve nefesimi tuttuğumu hissettiğimde doğrulmaya çalıştım, hocam omuzlarımdan kavrayarak bana yardımcı oldu.

Saatlerdir zor tutan bacaklarıma rağmen ayakta durmaya çalıştığımda bir elimle hocama tutundum. "Su verebilir misiniz?"

Elinde hazır tuttuğu şişeyi dudaklarıma yaklaştırdı. "Yaklaşık iki dakikadır sana sesleniyorum fakat duymadın. İyi misin?"

Kafamı aşağı yukarı salladım ve şişeyi kavrayıp suyu yudumladım; dudaklarımla beraber boğazım da kurumuştu.

Bu yanlıştı.

Yanlışın en büyüğüydü. Yanlışın en beyaz tonuydu. Yanlışın en zehirli haliydi. Benim ona çekilmem demek, büyük bir yanlış anlama olmalıydı.

"Bu..." Hocam ne diyeceğini bilemezmiş gibi gözlerini ka çırdı. "Minel Karaer..." Ellerini kollarıma yasladı ve gözlerimin içine baktı. "Aklının içindeki her ne ise, bu mükemmeldi kızım." Beni sarstı. "Tutku ve şehvet değil, arzuydu. Arzuya saplanış değil, arzudan kaçıştı. Tutkuyu tek eline alırken, korkusuzca şehvetin karşınına dikilmekti. Kızım, sen muhteşemsin."

Boş bir ifadeyle yüzüne baktım. Kendimi hissedemiyordum, sanki dakikalardır bu atölyede olan ben değil, bir başkasıydı. Dans eden ben değildim, bir başka Minel'di.

Geçmişteki Minel'di ya da geçmişi hatırlayan Minel'di.

Bu yanlıştı.

"Bana bir cevap ver," dedi endişeli fakat memnun bir sesle. "Bunu nasıl yaptın?"

"Hiçbir şey yapmadım," dedim omuzlarımı silkerek. "Sadece hissettim." Hissetmek...

Bu yanlıştı.
Doğrusu olmayan bir yanlışa koşuyordum.
Bu yanlıştı.

Korel'i hissetmek, doğruluğunu görmediğim bir paradoksa balıklama atlamak ve bulduğum her sonucun yanlış çıkmasıydı. Kendime sinirliydim, kendime az önce tek başıma yaptığım dans ve hissettiklerim yüzünden sinirliydim.

"Bu yanlıştı," diyordu iç sesim. "Yanlıştı. Unut. Yanlış. Unut. Doğru değil. Unut."

"Devam edelim o halde?" deyip tekrar müzikçalara doğru ilerlediğinde kolunu kavrayarak onu durdurdum.

"Hayır." Sesim tedirgin çıkmıştı. "Bugün istemiyorum." Bacaklarım hissizliğe bir kulaç daha attığında kolunu sıkı sıkı tuttum. "Beni evime götürebilir misiniz?" Avuçlarımın içindeki tırnaklarımın acısı, zihnimde yaşattığım geçmişimin yankısının yanında hiçbir şeydi.

"Elbette," dedi. Bulunduğum yerden bir adım atmak için hamle yaptığımda sendelediğimi fark edip koluma girdi. "İyi görünmüyorsun, kızım."

Kafamı aşağı yukarı salladım. "Hayır, iyiyim. Halledeceğim." Yutkundum ve yüzümü buruşturdum. "Halledeceğim. Yanlıştı. Halledeceğim."

Yanlış; kurtuluş olan dansa kaçarken, aklımın içinde Korel Erezli'nin karanlık gölgesiyle arzuyla dans etmem, onu hissederken kendi benliğimi bembeyaz bir kâğıt gibi ortaya çıkarmamdı. Korel'i bir daha gördüğümde bu hayal ettiklerimle yeniden kızaracağımı biliyordum.

"Tansiyonun çıkmış olmalı," dedi kendi kendine mırıldanarak. "Doktora gitmek ister misin?"

"Hayır," dedim. "Sabahtan beri bir şey yemedim, ondan olsa gerek. Beni sadece eve götürseniz ve sorgulamasanız? Eğer siz götürmezseniz bir taksiye bineceğim."

Hülya Hoca ilk başta yüzüme inceleyerek baksa da sonrasında sadece kafasını aşağı yukarı salladı ve kapıya ilerleyip soyunma odasından sırt çantamı aldı. Dış kapıyı açtığında yüzüme vuran soğuk rüzgâr, doğru olanı, yani kendimi hissetmeme sebep oldu.

Yanlış, dans ederken kendimi değil, Korel'i hissetmemdi.

Arabasına bindikten sonra gazı alevlendirdiğinde emniyet kemerimi takacak halim bile yoktu, Hülya Hoca'nın üzerinde büyük bir sakinlik olsa da benim için endişelendiğini biliyordum. Dudaklarımı aralayıp onu teselli edecek halim bile yoktu, kendimi yeterince kötü hissederken bir de ona da bulaştırmak istemiyordum.

"Başım dertte gibi görünüyor," dedi Hülya Hoca yaklaşık beş dakika sonra. Anayolda ilerleyen araba kayıyor gibiydi. "Amacım lafı değiştirmek ve kafanı dağıtmak. Çok belli ediyor olabilirim ama kaç gündür polislerle uğraşıyorum."

Başımı yanımdaki cama yasladığımda umursamaz bir tınıyla, "Neden?" diye sordum. Kesinlikle merak etmiyordum ve şu an ilgilenmek isteyeceğim bir konu bile değildi.

"Birkaç gün önce atölyenin yakınlarında gece vakti iki tane adamın kaybolduğuna dair konuşmalar vardı." Derin bir nefes aldı ve vitesi değiştirdi. "Birinin ailesi polislere ulaşmış. En son benim atölyemin karşısındaki barda görülmüşler. Olay gece vakti bir ara sokakta yaşandığı ve o saatlerde tek açık yer benim atölyem olduğu için polisler sürekli benimle iletişime geçip soru soruyor lar." Başımdan aşağı kaynar sular dökülürken hızla ona döndüm, kaşlarını çatarak başını bana çevirdi. "Sahi, o gün senin atölyemden geç çıktığın gündü. Herhangi bir şey gördün mü?"

Dehşet içinde dudaklarım aralanmış Hülya Hoca'ya bakarken, o gecenin baş karakteri olan kendimi ve kurtarıcı olarak rol alan Korel'i düşündüm, başımın içinde pençeleri hisseder gibi oldum.

"O adamlara..." Sustum ve yutkunmaya çalıştım. Gözlerimi sıkıca kapatırken bazı şeylerin artık ağır gelmeye başladığını hissettim. "O adamlara ne olmuş?"

Ellerini havaya kaldırdı ve kafasını iki yana salladı, gözlerini korku kapladı. "İlk başta kayıp bildirildikten sonra gizli kameralara bakmışlar fakat kameraların yüksek bir ısıyla eritildiğini görmüşler; zaten kameralar sokağın sadece giriş kısmını görüyormuş. Sonrasında iz aramışlar ve adamlara dair o sokakta tek bir iz bulamamışlar." Burnunun kemerini sıktı ve gözlerinin önünden bir görüntüyü silmeye çalıştı. "Ta ki dün geceye kadar."

Yüzünün renginin değiştiğini arabayı kaplayan karanlığa rağmen fark edebiliyordum; gözlerinde saf bir korku vardı ve teni bembeyaz kesilmişti. "Ne oldu?" dedim tamamen ona dönerek.

Duyacaklarımdan hoşlanmayacağımı söyleyen bir tarafım vardı, elbette bu tarafımı dinlemeyecektim.

"Dün gece atölyeden çıkmadan önce kapının önünde bir ses duydum fakat aldırış etmedim." Sesi titremeye başladı. "Yarım saat sonra atölyeden çıktığımda ayağım bir şeye takıldı. Başımı yere eğdiğimde," derin bir nefes aldıktan sonra elini boğazına sardı, "siyah bir poşet gördüm. İlk başta çöp sandım fakat sonrasında gelen o leş koku..." Eliyle ağzını kapattı ve dolu gözlerle arabayı sağa çekti. "Minel, ben..." Hırıltılı bir nefes aldıktan sonra elleri direksiyonu sıkıca kavradı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. "Çok kötüydü."

Ellerim ve ayaklarım buz keserken öylece yüzüne baktım ve başımın gövdeme ağır geldiğini hissettim. "Ne gördünüz?"

Hocam kafasını iki yana salladıktan sonra direksiyona yasladı ve daha sesli ağlamaya başladı. "Sadece poşetin bağlanan yerini açtım ve karşımda gördüğüm adamın gözleri..." Ardı ardına kafasını iki yana sallayarak görüntüyü aklından silmeye çalıştı. "Gözleri eritilmiş gibiydi. Yüzünün yarısı bir mum gibi erimişti." Tırnaklarını yüzüne geçirdi ve başını bana çevirdi, yaşlar dur durak bilmeden yanaklarından süzülüyordu. "Çığlık çığlığa telefona sarıldım ve polisi aradım, sonrasında ise korkudan bayılmışım." Gözlerindeki korku vücuduna yansırken titremeye başladı. "Polisler konuşurken duydum, vücudunun bazı bölgeleri eritilmiş. En kötüsü... Çocukları ve eşi bile onu tanıyamamış. Adam orta yaşlardaydı ve tarif edilen kişiye uyuyordu. İnanabiliyor musun? O uzun saçları olmasaydı ailesi bile onu tanımayacaktı."

Kaynar suların içine değil, buz kütlelerinin üzerine fırlatılmış gibi hissettim. Bedenimi kaplayan soğuk, ellerime ve ayaklarıma dikenlerini batırırken gözlerim bir an odağını kaybetti ve o saniye o arabadan çıkıp kaçmak, koşmak ve kendimi derin bir suyun içine bırakmak istedim. "Diğer adam," diye fısıldadım yutkunmaya çalışarak. "O bulundu mu?"

Hocam sadece kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı ve sessizce ağlamaya devam etti.

Uzun saçlı adam...

Adamın yüzü zihnimde canlanırken, artık tam arkasında çocukları ve eşi görünüyordu, bu adil değildi. Buz kütlesi boğazımdan aşağı kayarken başımın tepesine çığın düştüğünü hisseder gibi oldum; saplandığı yerden kan değil, düşüncelerimin zehri akıyordu. Korel'in o gece gözlerinden akan cani zehir, şimdi benim zihnimin içinden akıyordu ve sonu yoktu.

Sorumlusu Korel'di.

Korel miydi? Ellerimi saçlarıma geçirip gözlerimi kapattım ve kafamı iki yana salladım; hayır, o kadar ileri gitmezdi. Eminim o gece onları bırakmıştı ve sonrasında psikopat biri gelip o adama bunu yapmıştı,

Korel o kadar cani değildi.

Korel cani değil miydi?

Lanet olsun, hiçbir şeyden emin olmadığım gibi beynime saplanan çığ daha derine gömülüyordu ve neredeyse iç organlarımı bile zedeliyordu.

"Üzgünüm," dedi hocam elini omzuma yerleştirerek. "Sen zaten kötüydün, bir de ben bu şekilde konuşarak..." Sustu,

arabayı çalıştırdığını duydum, gözlerim hâlâ kapalıydı. "Sadece, etkisinden çıkmak mümkün değil, o adama bunu yapan psikopat her kimse oldukça zeki görünüyor ve bütün izleri ortadan kaldırmış fakat elbet bir yerden yakalanacaktır, için rahat olsun."

İçim rahat mı olmalıydı? Vücudum buz kesmişti. Ellerimi hissettiğim soğuktan dolayı hareket ettiremiyordum; bu korku değil, korkudan öte bir duyguydu. Sanki bedenim saatlerce karların içinde gömülü kalmıştı ve beni çıkardıkları zaman bütün hislerimi kaybetmiştim, gözümden akacak yaş hatta titreyecek ellerim bile donmuştu.

Sessizliği bozmadan ve başımı yanımdaki pencereden ayırmadan evime gidene kadar sadece yolu izledim; hocamın iç çekişleri tamamen yok olmadı ama o da artık konuşmuyordu. Yeminini bozmayan sessizlik, gördüklerimin pençe izlerini boğazımda bırakmasına sebep oluyordu; bu pençeler beni en dibe sürüklemeye çalışıyor, hastalığımın, krizimin en uç noktasında keskin bir bıçağın ucunu vücudumda hissetmeme sebep oluyordu.

Bıçağın ucu ellerimdeydi, kollarımdaydı, bacaklarımdaydı, yüzümdeydi, en çok da gözlerimdeydi. Bıçağın keskin ucu gözlerimin irislerine çizgiler çekiyor, gördüklerimin ince sızısını zihnime aşılıyordu; iyi olmadığımı hissediyordum.

"Minel." Dalgın olan gözlerim bıçağın keskin ucunu köşeye iteklediğinde eve geldiğimizi fark ettim. Hocam boş gözlerle bana bakıyordu. Evimin önünü aydınlatan beyaz ışık yüzüne vurduğunda burnunun kızardığını seçebiliyordum, oldukça etkilenmişti.

"Teşekkür ederim," dedim tepkisiz ve buz gibi bir sesle. Yüzüne dahi bakmadan hemen arabadan indim ve koşar adımlarla eve ilerledim. Işıklar yanmıyordu, amcamın uyuyor olması ya da odasına çekilmesi şu an için benim açımdan iyiydi.

Odama girdiğimde ölü balıkları anımsatan gözlerimle yatağın köşesine oturdum ve pencereden dışarıya baktım; karanlığın gizlediği gökyüzünde yıldızlar belirsizdi, yağmur yıldızları eritmişti.

Penceremin sağında kalan saate baktığımda zamanın hızlı ve başımı döndürecek şekilde ilerlediğini fark ettim; beynimin içinde dönen tiyatroların ve tek kişilik gösterilerin yanında akrebin yelkovanla savaşması hafif görünüyordu.

Zaman ilerledi.
Zaman hiç olmadığı kadar hızlı ilerledi.

Saniyeler içimde, zihnimde, o gece zaman her yerde ilerlerken, koca geceyi sadece pencereden dışarıya bakarak geçirdim. Gözlerim yanıyordu, içi keskin bıçağın izlerinin bıraktığı sızıyla kanıyordu. Uykuya ihtiyacım olduğunu biliyordum fakat şu an için uyumak mantıklı gelmiyor, en büyük hatayı üstleniyormuş gibi hissettiriyordu.

Geceydi.
Ben vardım.
İki tane adam vardı.
Korkudan titreyen ve adamların zehrini hisseden ruhum vardı.

Korku damarlarımın içinde çağlayan bir nehir gibi aktığında karşımda o geceyi tekrar yaşadım, hiç olmadığı kadar kötüydü. Yıldığım ya da pes ettiğim sırada işittiğim o ses bir motosikletten gelmiş olsa da kanat çırpan bir meleğin yardım çağrısı gibiydi. Tuhaf olan, o gece Korel'in bir şekilde beni kurtaracağından eminmiş gibi hissetmemdi, sanki o hep kurtarırdı ve kurtarıyordu.


Gözüm akrebin üzerine devrilen yelkovana takıldığında şafağın sökmeye başladığını fark ettim; şafak sökerken, içimde taşıdığım sırların kilidine tekmeyi vurmuştu ve o karanlık gecenin aydınlık gerçekleri zihnime doğdu.

Geceydi.
İki adam vardı.
İki adamın elleri kirliydi.

İki adamın kirli elleri ruhumu sömürecekti.

"Korel," diyerek derin bir nefes aldım. Midem bulanmaya, kulaklarım uğuldamaya ve başım bozuk bir saat misali kendi etrafında saniyeyi umursamadan dönmeye başladı.

O adamları en son gören kişi ben değil Korel'di. Onlara ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, Korel bu konuyla alakalı hiçbir şey söylememişti fakat o gece gözlerinden akan sıcak, kanlı caniyi unutamıyordum. İfadesizliğin bir melodisi olsaydı Ko rel'in gözlerindeki yaprakların rüzgârda bıraktığı uğultu olurdu.

Yapmış olabilir miydi?

Karnıma sancı girdi, kollarımı sardım. İhtimali bile kanımı dondurmuyor, alevlendiriyordu. Her şeyin ötesinde şu bir gerçekti ki o adam eğer Korel'in ellerinde öldüyse bile bu benim yüzümdendi.

Kaşlarımı çattım ve gözlerimi sıkıca yumdum, yanlış bir şeyler vardı. Herhangi bir insanın başka bir insanı öldürme ihtimali bile beni şaşkınlıktan kör ederken, neden Korel'in birine böyle bir şey yapması durumunda şaşkınlık yerine endişe hissediyordum?

Hava tamamen aydınlandığında oturduğum yerden sakince kalktım ve banyoya gidip ılık bir duş aldım. Banyodan çıktığımda amcam kapımı çaldı ve ilk uyandırma eyleminde bulundu.

"Uyanığım," dedim kısık bir sesle. Ense kökümden saç diplerime tırmanan şiddetli bir baş ağrısı olmasaydı belki daha iyi hissedebilirdim.

"Şaşırtıyorsun beni," dedi amcam homurdanarak. "Ben çıkıyorum, işlerim var, kendine tost yap."

"Tamam." Adım sesleri duraksadı ve bir şey söylemek istiyormuş gibi derin bir nefes aldı. Havluyla saçlarımı kurularken gözüm kapalı olan kapıdaydı. Amcam ise her zamanki gibi vazgeçti ve merdivenlerden inen adım seslerini takip eden kapının çarpma sesi geldi.

Ben de hızla siyah bir kot pantolon ve yarım kollu, bol, siyah bir tişört giydim; onun üzerine de siyah bir sweatshirt. Deri ceketi ise evde bıraktım.

Dışarıda serin bir hava vardı, gökyüzünde güneş kendini göstermiyordu ve yağmurun izleri hâlâ geçmemişti. Bu havaları sevdiğim için olsa gerek merkeze yürüyerek gitmeyi tercih etmiştim; kulaklıklarımda ise canımı yakacak kadar sert bir parça çalıyordu, düşüncelerden uzaklaşmak için verdiğim bu savaşın asıl galibi ben değil, unutmaya çalıştığım tarafım oluyordu. Kendimi iyi de kötü de hissetmiyordum; kendimi bugün hissetmiyordum.

Merkeze girdiğimde bakışların direkt bana döndüğünü hissettim fakat aldırış etmedim. Yemekhane tarafına yürürken sanki merkez hiç olmadığı kadar kalabalıktı ve insanlar karınca yuvasından fırlamış gibi ortalıkta koşturarak dolanıyordu.

Yemekhanenin teras tarafına ulaştığımda birkaç adım daha attıktan sonra polis arabalarını park yerinde gördüm ve kaşlarım çatıldı, aynı anda bakışlarım sol tarafta motosikletine yaslanmış duran Korel'e odaklandı; bana düz fakat hiç olmadığı kadar merakla bakıyordu. Ne zamandan beri beni izlediğini bilmiyordum fakat ben onu, onun beni gördüğünden daha geç fark etmiştim.

Yemekhanenin önündeki masalarda oturan insanların bakışları bana dönerken, beklenen misafir gelmiş gibi çoğu insan parmakla beni gösterdi, tek göstermeyen kişi Korel gibiydi. Kaşlarım daha fazla çatılırken iPad'imde çalan şarkıyı kıstım ve tek kulaklığı çıkararak yemekhanenin giriş tarafına, polis arabalarının olduğu yere doğru yürüdüm.

Biri kolumu kavradı, başımı çevirdiğimde Barış'ı gördüm. "Kızım sen neredesin? Defalarca aradım, telefonun kapalı."

"Şarjı bitmişti, evde bıraktım," dedim düz bir sesle ve gözümle etrafı göstererek somurttum. "Yine ne olay olmuş? Polisler neden burada?"

Polisler merkeze gelmeye alışıktı, genelde hep olay çıkardı, çok umursadıkları söylenemezdi fakat önemli bir şey olduğu gün gibi açıktı.

Barış'ın yüzü gergin bir hal alırken, birinin, "Minel Karaer geldi," diye seslendiğini duydum ve Barış diğer kulağımda takılı olan kulaklığı çıkardı.

"Neler oluyor?" dediğimde üç polis de bana dönüp baktı.

Herkesin bakışları net bir şekilde bana doğru dönerken, yemekhanenin önünü kaplayan ağır sükûnetin odağında ben vardım. Bakışlarım Korel'e kaydığında kaşlarının düz bir çizgi halini aldığını gördüm, polislerin hemen arkasında duruyordu.

Üzerindeki koyu gri gömleğin manşetlerini bileğine kadar kapatmıştı.

Korel'e baktığımda ölümün ruhsuz maskesini görüyormuşum gibi hissettim.

Barış, "Polisler senin için burada," dediğinde bir polis me muru bana doğru yürümeye başladı ve aynı anda Korel'in de kimseye fark ettirmeden polis memurunu takip ettiğini gördüm. "Ne?" diye fısıldadım kısık sesle ve kaşlarım havaya kalktı.

"Azra'ya ne yaptın?" Sağ taraftan duyduğum ince, tiz kız sesine döndüğümde gözlerinin dolu olduğunu fark ettim, bu kızı tanımıyordum.

"Öldürmüş olmalı," dedi sol taraftaki iri bir adam; merkezdeki insanlar bana dehşet içinde bakıyordu. "Ufacık boyuna rağmen neler yapmış olabilir ki?"

Kafamı iki yana sallayarak bakışlarımı Barış'a çevirdim. "Ben bir şey yapmadım," diye fısıldadım. Barış'ın bakışlarında inanç vardı.

"Biliyorum." Bir elini koluma yerleştirdi ve hafif hafif okşadı. "Bir yanlış anlaşılma olmalı, onlarla gayet sakin konuşmalısın."

Polis memuru birkaç adım ileride durduğunda hemen arkasında Korel direkt bana bakıyordu. Düne göre biraz daha toparlanmıştı ve gözlerinin altındaki mor halkalar kaybolmuş gibiydi, o an bile bu durumun beni mutlu ettiğine inanamıyordum.

"Minel Karaer," dedi orta yaşlardaki sarışın polis memuru.

"Benim." Duruşumu dikleştirdim ve elimde tuttuğum müzikçaları çantama attım. "Ve siz sormadan söyleyeyim: Azra Dinçer'le hiçbir ilgim yok."

Polis memuru kaşlarını kaldırdı ve omzumun üstünden bizi dinleyen Barış'a baktı; tek kaşı havaya kalkarken, diğer polis memurları birbirleriyle bakıştılar. Kendisine yönelen, uzaklaşmasını emreden bakışlarından sonra durmak istemeyen Barış hızlıca yanımızdan uzaklaştı.

"Azra Dinçer?" dedi sorar gibi. "Anlayamadım?"

Algılamada güçlük çekerken bakışlarım Korel'e kaydı. Yüzü o kadar düz, o kadar yokuşsuzdu ki ne düşündüğünü kestiremedim fakat geride dursa bile konuşmaları dinlediğini biliyordum; sonbaharı anımsatan gözleri sadece benim üzerimdeydi, sanki her ifademi çözmeye çalışıyordu, yanımıza yaklaşmıştı.

"Beni neden arıyorsunuz?" dedim yutkunarak ve iç çekerek.

"Evinize gittiğimizde sizi bulamadık, kimse yoktu, merkeze gelmek zorunda kaldık." Polis memuru bir adım daha yaklaştı. "Soner Tokel cinayeti hakkında sizinle konuşmamız gerekiyor."

Yüzümü buruşturdum ve tanımadığım isim karşısında polis memuruna anlamsız anlamsız baktım. "Anlamıyorum," dedim âdeta yardım dilenerek. "Daha açık konuşur musunuz?"

"Bunu polis merkezinde..."

"Lütfen," dedim tedirginlikle. "Ne oluyor?"

Polisler birbirine baktı. "5 Eylül gecesi, saat 01.05 sularında dans okulundan çıkmışsınız ve en son o civarlarda, o saatlerde görünen Soner Tokel'e bir daha rastlanmadı."

Bana kim olduğunu açıklaması üzerine gözlerimdeki o anlamsızlık anında silindi ve yorgun, buz kütlesini anımsatan gözlerim Korel'i buldu; bakışlarında satırlar olduğunu fark ettim.

Parmakları çenesine doğru giderken, hızlı bir şekilde işaretparmağını dudağına yaklaştırdı ve yarım saniye bana sus işareti yaptı; yutkundum, yutkunduğum yerde dikenler çoğaldı.

Bana bunu neden yapıyordu?

"Bu isimde birini tanımıyorum," dedim Korel'in yüzüne bakarak. Sesim o kadar kısık, o kadar yorgun çıkıyordu ki her an içimdeki buzları Korel'in gözlerindeki ateş eritecek ve olduğum yerde sıvılaşarak yok olacakmışım gibi hissettim.

"Bunu bize anlatmayın," dedi polis memuru başıyla çıkışı göstererek, ardından, "Gidelim, Minel Hanım," deyip kolumu tuttu fakat birden olduğum yerden geriye doğru çekildim ve büyük bir dikkatle Korel'in yüzünü inceledim, çözmeye çalıştım. Ne yapıyordu, ne yapmaya çalışıyordu ya da ne yapmaya çalışmıştı?

"Tamam," dedim Korel'in yüzüne bakarak. "Geleceğim, zorla götürmenize gerek yok."

Korel yaprak sarısı gözlerini kıstı ve kafasını bir kere aşağı yukarı salladı. Bu da neyin nesiydi? Borcumu böyle mi ödeyecektim? Gökyüzünün yeryüzüyle yer değiştirdiğini hisseder gibi olduğumda zihnimin içinde zil sesi yankılandı; Korel o adamın sorumlusu muydu?

İki polis memuru yanımda yer alırken, bu sefer kolumu tutmadılar fakat yürümemi beklediler.

Korel'in yüzüne bakmaya devam ederken sadece dudaklarımı oynatarak, "Neden?" diye mırıldandım. Gözleri dudaklarıma kaydı ve tekrar gözlerime tırmandığında bu sefer ifadesiz değil, düz değil, tümsekli bir yoldu. Ormanını ağaçlar kaplıyordu, ok yanus dalgalanıyordu; bir amacı var gibiydi. Tuhaf bir şekilde, tanımadığım bu adama güvenmiştim ve bir yalanı devam ettirebilecek gücü kendimde bulmuştum.

Polis aracına bindim, iki yanıma da memurlar oturdu ve araba hareket etti, herkesin gözünün üzerimde olduğunu biliyordum. Araç hızla ilerlerken arabanın içinde sessizlik hâkimdi; tek ses polis telsizinden geliyordu, telsizden gelen hışırtılı seslerden ise hiçbir şey anlamıyordum. Başımı arkama yasladım, gözlerimi yana çevirdiğimde dikiz aynasından arkadan gelen motosikleti fark ettim; gözlerim açılırken, olduğum yerde döndüm ve arka camdan baktım.

Korel takip ediyordu.

Kaskının arkasında gizli olan gözleri keskin bir şekilde polis aracına bakıyordu, camdan beni gördüğünü biliyordum. Hiçbir tepki veremedim, vermek istesem de veremeyeceğimi fark ettim. Korel'in yüzündeki ifadesizliği eleştirirken kendimi bir noktada unutuyordum.

Ellerim karıncalanmaya başladığında polis telsizindeki sesler sanki yükseldi ve şiddetli bir baş ağrısıyla beraber zihnimin içinde koşar adım ilerleyen bir anıyı yakalamaya çalışan gözlerim acımaya başladı.

Nefesim kesilirken, kendimi yine bir polis aracının arkasında gördüm, hemen önümdeki koltukta babam oturuyordu. Anının detaylarına inmek istediğimde bir an babamın bakışlarının arkaya döndüğünü ve bana bakıyormuş gibi olduğunu gördüm; zihnim zorlandığı yerden sanki iplerini sıktı ve başıma kendimi zorladığım için o kadar şiddetli bir ağrı girdi ki dişlerimi sıkarak gözlerimi kapattım ve ellerimle yüzümü örterek kendimi gizledim. Anı yok olduğunda babamın arka koltuğa bakan gözleri aynı şekilde gözkapaklarıma çizilmişti. Beynimin hissetmediğim tarafının devreye girdiğini fark ettiğimde bu anıyı sanki daha önce hiç yaşamamış gibiydim, sanki zihnimden bu detay vakumla çekilmişti ve benim uydurmamdı.

Yüzüme örttüğüm ellerim titremeye başladığında kapalı gözlerimi açmak için zorladım ve o kriz anını tekrar kovmaya çalıştım. Birkaç saniyelik yaşadığım bu durumu kimse fark etmemişti; hoş, fark edilse de kimsenin umurunda olmazdım, bunu biliyordum.

"O adamın ismini bilmiyordum," dedim ince bir sesle yanımdaki polis memuruna. Bakışları bana döndü. "Ama o adamı sanırım hatırlıyorum. Yine de..." Derin bir nefes aldım. "O cesedi görmek ve emin olmak istiyorum."

Polis memuru kafasını salladı. "Bunu zaten yapacağız. Şu an hastaneye gidiyoruz, sizden örnek alınacak çünkü cesedin üzerinde bir kadına ait saç telleri bulundu, ayrıca başka birine ait parmak izleri ve kan lekeleri var."

"İlk önce ifademin alınması gerekmez mi?" diye sordum kısık bir sesle.

Sessizlik. Kafam karışmaya başladığında gözlerini benim üzerimden çekti ve ben de kaşlarımı çattım. Bir şeyler normal işleyişin dışında gelişiyor gibiydi ya da ben her şeye hâkim değildim. Amcamı aramayı ve yardım istemeyi düşündüm, elbet onun avukatı vardı ama düşündüğüm an bile bu düşünceden vazgeçtim çünkü onun bana yaşatacağı psikolojik baskıyı atlatamazdım.

Ayrıca bunu neden istediğimi bilmiyordum fakat o cesedi görmeye ihtiyacım varmış gibiydi, bazı şeyler sanki o cesedi gördükten sonra kesinleşecekti.

Kendimi tutamayıp, "Neden ben?" diye sordum polis memuruna. Bir cevap vermemesi ve soruşturmaya sadık kalması gerekirdi lakin o bakışlarını yeniden bana çevirdiğinde kendimi bir kez daha büyük bir oyunun içinde bulur gibi oldum.

"Cesedin cebinden size ait olduğu kesinleşen bir kolye çıktı," dedi. Kaşlarım havalandı, ardından devam etti. "Bir solanahtarı."

Duraksadım, gözlerim irileşti, dudaklarım aralandı. Öyle bir kolyem vardı, bu doğruydu. Hülya Hoca hediye etmişti fakat...

"Benim olduğundan nasıl bu kadar eminsiniz?"

Polis memurları birbirine baktı. "Dans hocan kendisinin hediye ettiğini söyledi."

"Ben..." dedim ama daha fazla konuşmak istemediğim için sustum ve o gün, o kolyeyi takıp takmadığımı düşünmeye başladım.

Adımın Minel olduğu kadar emindim, o kolyeyi takmamış tım fakat o kolyeyi evde de tutmazdım amcam sorgulayacağı için. Bu yüzden daima yanımda, cebimde, çantamda taşırdım.

Çantamda...

Çantamı Korel getirmişti, yerde bulduğunu söylemişti ve şimdi, o çantanın içinde duran kolyem, cesedin üzerinden çıkıyordu.

Bu ne demekti? Bu nasıl bir oyundu? Bütün suç benim üzerime kalacak şekilde ayarlanmış bir oyun muydu yoksa bambaşka bir savaşın içinde miydim?

Yeniden sükûnete döndüğümde bu kez korkunun yanına kalbimin acısı da eklenmişti. Başım çok büyük bir belada olmalıydı ve ben öylece dururken, aslında nasıl bir cehennemin içine dahil olduğumun farkında bile değildim.

😁

Hastanenin önüne geldiğimizde bacaklarımın tutmadığını hisseder gibi oldum; polis memurları araçtan indiklerinde derin bir nefes alarak ben de beton zemine adım attım ve arkama bile bakmadan polis memurlarıyla yürümeye başladım. Büyük hastanenin kasvetli havası ve kokusu burnumu sızlatıyordu, her adımımda yerin beni içine çektiğini hissediyordum; ya yer ya da ayaklarım eriyordu. Her ikisinin aynı anda olma olasılığı da vardı.

"Polis!" dedi o ses. Korel'in aksanı belirgin, kalın ve sert vurgulu sesi adımlarımı durdurdu. Polisler de durduğunda bakışlarımızı Korel'e çevirdik. Takip ettiğini biliyordum ama bu kadar çabuk peşimizde olduğunu belli edeceğini düşünmemiştim.

Elinde tuttuğu kaskı motosikletinin üzerine yasladı, o gece taktığı kask değildi; bu detayı nasıl olur da atlardım?

"Evet?" dedi sarışın polis tek kaşını kaldırarak.

"Soner Tokel için geldiğinizi duydum." Korel hiçbir şekilde yüzüme bakmıyordu. "Onun yakın bir aile dostuyum ve neredeyse her sırrına kadar bilirim; Soner'e bunu yapanların kim olduğunu az çok anlayabiliyorum fakat ölüsünü görmeden de inanamıyorum." Sesi o kadar hüzünlü, o kadar içten geliyordu ki bir an ben bile inanır gibi oldum. "Ailesiyle beraber gelemedim, şehir dışındaydım."

Polis memurları bakıştı ve kısa boylu, tıknaz olan esmer polis öne çıktı. "Madem bir şeyler biliyorsun, neden direkt ifade vermeye..."

"O benim dostumdu," diye lafını böldü Korel ve başını yere eğdi. Şaşkınlıkla dudaklarım aralanırken hızla kapatıp başka bir yere baktım. "Her ne olursa olsun, ölüsünü görmeden onun sırlarını ortaya dökmem. Bana inanmıyor musunuz?"

Polis memurları tekrar bakışırken Korel birkaç saniyeliğine gözlerini bana çevirdi ve başını bir kere salladı; beni rahatlatmaya mı çalışıyordu, anlamıyordum.

"Kimliğini görelim," dedi kısa boylu olan.

Korel tereddüt etmeden cebindeki cüzdandan kimliğini çıkardı ve polis memuruna uzatarak kaşlarını çattı. Bunu neden yapıyordu? Kendini açık edecekti ve o saniye her şey daha da kötüye gidecekti; öte yandan hissetmem gereken duygu öfke olmalıyken ben daha çok endişe hissediyordum.

"Emre Demir," dedi polis memuru kaşlarını kaldırıp Korel'e bakarak.

Şaşkınlık damarlarımı tıkarken göz ucuyla polis memurunun elindeki nüfus cüzdanına baktım ve yeni bir şok bedenimi sarstı. Korel'in vesikalık resmi vardı; adı Emre, soyadı Demir diye geçiyordu.

Nasıl? Yüzümün renginin attığını hissettiğimde polisler kendi aralarında konuşmaya başladı ve bir tanesi arabanın içinden bir dosya alıp karıştırmaya koyuldu; bakışlarım Korel'e odaklı dururken, o bana bakmayı reddediyordu.

Bu adam kimdi? O adamları tanıyor muydu?

"Emre Demir," dedi polis memuru. "Evet, ailesinin verdiği bilgilerde Emre adında yakın bir arkadaşı olduğu yazıyor, hatta..." Durdu ve Korel'e tekrar baktı. "O gece onunla birlikte miydiniz?"

Korel başını aşağı yukarı salladı. "Evet, belli bir saate kadar eğlendik, bir süre sonra alkolü fazla kaçırdığım için ben onun yanından ayrıldım."

"Tuhaf," dedi polis memuru kaşlarını kaldırarak. "Sizin de kayıp olduğunuzu düşünüyorlardı ve ailenizden kimse bizi aramadı."

"Bir ailem yok," dedi Korel kesin bir sesle. "Beni neden sorguya çekiyorsunuz? O geceden sonra şehir dışına çıktım ve bu sabah geldim, geldiğim gibi de haberi aldım. Dostumun ölüsünü gösterecek misiniz yoksa ben bildiklerimle gideyim mi?"

Oyun oynuyordu. Zekice planlanmış bir oyun oynuyordu ve amacını hiçbir şekilde anlayamıyordum, benim bu olayda ne işim vardı? Beni neden bulaştırıyordu?

"Tamam," dedi polis memurları bir süre daha sessizce bakıştıktan sonra. Bir tanesi beni gösterdi. "Bu küçük kızı tanıyor musunuz?"

Korel'in çenesini sıktığını gördüm. "Tanımıyorum. Bu kim?"

"Her neyse," dedi polis duruşunu dikleştirerek. "İkinizin de cesedi gör..." Polis duraksadı ve Korel'e üzgün bir ifadeyle baktı. "Vefat eden adamı görmeniz gerekiyor. Ama söylemeliyim ki dostunuzu en son sapasağlam bırakmışken bu şekilde görmeniz sizin için hiç iyi olmayacaktır."

Korel'in gözlerinin içinde şeytanın ayak izlerini ve bıraktığı kan lekelerini gördüm, buz gibi ürpertiyordu. Ateşi değil, kanı donduruyordu.

"Evet," dedi düz bir sesle. "Onu en son gördüğümde gayet iyiydi."

Başka hiçbir şey söylemedi, polis memuru da bir cevap vermek yerine hastanenin kapısına ilerledi. Diğer polisler iki yanıma geçerken, Korel önümde yürümeye başladı.

Kendimi sönmekte olan mum gibi hissediyordum; eridiğimi ve eridiğimde geride kalan mumun kalıntılarıyla tekrar oluşturulduğumu ve tekrar bittiğimi, tükendiğimi düşünüyordum.

Sönmeye yaklaşırken daha canlı bir alevle tekrar yanıyordum ve rüzgâra karşı koymaya çalışıyordum.

Hissettiğim tek tuhaf şey ise ben mum iken Korel yanmama sebep olan ateş gibiydi; onun yüzünden tükendiğimi hissettiren neydi bilmiyordum fakat düşüncesi sırtımda binlerce kamçı hissetmeme sebep oluyordu.

Hastaneye girdiğimizde sevmediğim o hijyen kokusuyla yüzümü buruşturdum. Yanımdaki polis memurları kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlarken beni görmezden geliyorlardı, kendimi bu şekilde daha güvende hissediyordum.

"Soner'i ne zamandan beri tanıyorsun?" Yanındaki polis memurunun kendisine yönelttiği soru üzerine Korel derin bir nefes aldı ve mutsuz bir ifadeyle kafasını iki yana salladı.

"Çok uzun zamandır. Biz lise arkadaşıydık, o zamandan beri hiç ayrılmamıştık. Onu son gördüğümde kaçtığı birilerinin olduğunu hissetmiştim." Polis memurları birbirine baktı ve Korel'i o saniye elmas gibi gördüklerini anladım; Korel'in, adının Soner olduğunu öğrendiğim adam hakkında birçok şey bildiğini düşünüyorlardı ve sözümona çok yakın arkadaşlardı(!).

Asansör kabinine geldiğimizde Korel göz ucuyla bana bakarak işaret etti. "Bu kim?"

Kaşlarımı çattım. Yüzümün aldığı şekli gören Korel, içine düştüğüm durumdan zevk alıyormuş gibi görünüyordu. Polis memuru kaşlarını kaldırdı. "Bu konu hakkında bilgi veremeyiz."

Korel diretmedi ve hep beraber asansöre bindik, karnımdan boğazıma tırmanan gerginliğin asıl sebebi korkunun tohumlarını yutmuşum gibi hissetmemdi; belki de o adamın ölüsünü görmem hiç iyi olmayacaktı fakat görmek istiyordum. Artık kaçmayacağıma dair günler önce kendime bir söz vermiştim ve bu sözün arkasında durmak niyetindeydim. Gördüklerimden ya da göreceklerimden kaçmak demek, kendimden ya da bazı doğrulardan kaçmak demekti.

Artık doğrulardan kaçmayacaktım, bu korkaklıktı. O adama yapılan işkenceyi görmek beni doğrulara itecekti, diğer yandan saatlerdir oldukça hissizdim ve beni etkilemeyeceğini düşünüyordum. Bir kat aşağı indiğimizde yerin altında olduğumuzu fark ettim. Morga gidiyorduk.

Morg.

Soğuktu ve ölülerin çürümemesi için oluşturulan sistemden başka hiçbir şey değildi benim için. Boğuk bir nefesi ciğerlerimden dışarıya bıraktığımda polis memurları önden çıktı ve geride Korel'le ikimiz kaldık.

Geldiğimiz kat diğerlerine göre daha karanlıktı ve pencereler yoktu; bembeyaz duvarların gerisinde kalan yüzlerin birazdan açığa çıkıp beni geniş bir bataklığın içine sürükleyeceğinden emindim. "Ağzını açmayacaksın."

Korel'in kısık uyarısıyla başımı ona çevirdim fakat o bana değil, tam karşısına bakıyordu. Yan yana yürüdüğümüz için başımı kaldırıp ona bakmak zorunda kalmıştım, çatık kaşlarının ortasında oluşan kalın çizgi gergin olduğunu belli ediyordu.

"Ne yaptığını sanıyorsun?" diye fısıldadığımda polislerden biri bize dönüp inceledi. Duyup duymadıklarından emin olmak için gözünün içine baktığımda bana düz bir ifadeyle bakıp başını çevirdi.

"Gerekeni," dedi sadece dudaklarını oynatarak. Kısık sesle konuşuyordu fakat sesi sanki kulaklarımda yankılanıyor, bu karanlık katta beni alaşağı ediyordu. Tekrar bir derin bir nefes aldığımda, külün kokusu bir çiçeğin ölümünü anımsatıyordu, yanmış bir çiçeğin külü gibiydi.

Bir odanın önünde durduğumuzda kapının köşesindeki MORG yazısına karşı nefesimi tuttum; diğer taraftan yaşlı, doktor kıyafetli bir adam bize doğru yürüyordu. Görevli bana bakıp kaşlarını çattı. "On sekiz yaşından küçükleri morga sokmuyoruz, hastanemizin kuralıdır."

Korel tek benim duyabileceğim bir sesle homurdandı, güldüğünü hissettim. Ona ters bir bakış attığımda yüzü sabitti.

"Yirmi yaşında," dedi polis memuru.

Görevli bir süre daha bana baktıktan sonra omzunu silkti ve umursamaz bir tavırla morg odasının kapısının kilidini açtı; geriye adım atmak hatta kaçmak istedim fakat bir şekilde kendime hâkim olarak durdurdum. Bu sefer değildi, bu sefer kaçmayacaktım. Bunu kendime yapmak istemiyordum.

Fakat bu kadar kolay morga girmemiz, hiçbir şekilde kural kaide dinlemememiz ve işlerin tuhaf bir şekilde ilerlemesi kafamı karıştırıyordu.

Orta yaşlardaki sarışın polis memuru içeri girerken diğerlerine döndü. "Siz kapının önünde kalın," diyerek onlara emir verdi. Ardından bizi eliyle içeriye davet etti. Görevli, polislerin ona uzattığı kayıtlara bakarak odanın içinde ilerledi.

Girmemeyi, öylece kapının önünde beklemeyi düşündüm fakat o esnada Korel bana gözlerinden geçen o ufak alay kırıntısıyla baktığında, "Geleceğim," diye mırıldandım ve pervazdan içeriye girerek kollarımı önümde bağladım. "O adama ne olduğunu görmek istiyorum."

Polis memuru omzunu silkti, Korel'se bana bakmayı sürdürdü. Kötü göründüğümü biliyordum, artık adımlarımı bile hissetmiyordum fakat bu Korel'in umurunda değil gibiydi.

"209 numara," dedi görevli düşünceli bir sesle. "Soner Tokel." Sesi tuhaf çıkmıştı ve bir adım daha attım. "Açık konuşmak gerekirse on iki yıldır bu işi yapıyorum ve ilk defa böyle bir cesetle karşılaştım."

Polis memuru boğazını temizledi ve göz ucuyla Korel'i gösterdi, oldukça düşünceli bir polisti. "Yakınlarından biri." Korel'in yüzü düzdü. "Görmek istiyor."

Görevli kafasını aşağı yukarı salladığında tamamen odaya girmiş bulunuyordum; buz gibi soğuk, yüzümle beraber bütün bedenime çarptı. Dizili numaralar çekmece gibi görünüyordu, odaya açık mavi bir ışık hâkimdi. Donuk bakışlarım odanın her noktasına çarparken, zihnimin içinde bir anı acıtarak kalem darbelerini indirdi ve sanki ilk defa morga girmiyormuşum gibi hissettim.

Babamın sesini duyar gibi oldum fakat ne dediğini anlamıyordum; sırtımda bir el hissettiğimde dehşet içinde arkama baktım fakat kimse yoktu.

Ellerim karıncalanmaya başladığında iç sesim gür bir sesle bana bağırdı:

"Kaçmayacaksın."

Gözlerimi birkaç saniye kapattım ve geri açtığımda kendimden emin durmaya çalıştım. Nefesimi tutup 209 numaraya doğru yürüdüm; görevli o küçük çekmeceyi açarken etrafıma göz gezdirmek istemiyordum çünkü gördüğüm her şeyin beni etkileyeceğini biliyordum.

Korel sağ tarafımdan arkama geçti ve tam arkamda durdu, kokusunu hissedebiliyordum. Birkaç adım daha attığımda o da bana eşlik etti ve 209 numaranın önünde durduk.

"Hazır mısınız?" dedi görevli dalga geçermiş gibi. O kadar soğuk ve alışıktı ki benim nefesimi kesen, ölülerle dolu bu odada hiç çekinmeden uyuyabilir hatta sıkılmadan her ölüyü tek tek inceleyebilirmiş gibi geliyordu.

Korel'e bakmak istedim fakat şu an bunun bana iyi gelmeyeceğini biliyordum. Ellerimdeki karıncalanma gitgide artarken, yumruk yaptığım elimde parmaklarımı hissetmiyordum; tırnaklarım avcumun içine batıyor fakat tüy gibi geliyordu.

Görevli çekmeceyi açtı; beyaz çarşafa sarılı bir beden önüme serilirken, ayak parmağında takılı olan kâğıt gözlerimin önünde parladı. Elim direkt boğazıma giderken nefes alamadığımı hissettim ve başka bir anı bu sefer kezzap etkisiyle zihnimden geçtiğinde babamın yüzünü görür gibi oldum. Bir morg odasında hemen arkamda duruyordu ve omuzlarımdan tutmuştu. Geriye bir adım attığımda omuzlarımda el hissettim ve olduğum yerde sarsılarak hızla arkamı döndüm, Korel tutuyordu.

Kaçtım, omuzlarımı silktim ve korkuyla ellerimi yanaklarıma yasladım. Kulaklarıma fısıltılar dolarken, nasıl olduğumu sadece Korel'le ikimiz biliyorduk. Gözlerimiz kesişirken, ikimiz de sözsüz bir şekilde iletişime geçtik. Karanlık gölgelerin morgun havalandırmalarından içeriye girdiğini gördüm.

Babamın yüzü daha da belirginleşti ve omuzlarımı sımsıkı tutarken sanki beni bir ölüye doğru itti, aynı şekilde Korel de beni omuzlarımdan tutup hafifçe öne iterken, çığlık atmak hatta olduğum yerde yere çökerek yardım çağırmak istedim.

Kafamı iki yana salladım ve titreyen bir çeneyle, "Hayır," diye fısıldadım, artık sesim çıkmıyordu. "Gideceğim." Tek duyan kişi Korel'di. "Gitmek istiyorum." Omzumu tutan ellerinden kurtulmaya çalıştım fakat daha sıkı tuttu. Babamın gözlerindeki öfkeyi zihnimin içinde, hatırlamadığım anılarda gördüm; parmakları omuzlarımı daha fazla sıkmıştı. "Görmek istemiyorum," diye kısık bir sesle inlediğimde sanki kimse beni duymuyordu, kimseye ulaşamıyor gibiydim.

"Göreceksin," diye bir ses duydum zihnimde; bu fısıldama babama aitti.

Özlediğim ve güvendiğim babamın sesiydi. Karanlık bir gölge Korel'in arkasına geçerken, "Göreceksin," dedi Korel dudaklarını oynatarak ve o saniye, zaman diliminden geriye doğru kaydığımı ve bir morg odasında babamla tek başıma olmadığımı anımsadım sanki.

Zihnimin içinde sesler yükseliyordu. Babamın sesi vardı, benim vardı. Geriden birinin daha sesi geliyordu; haykırıyor gibiydi, bir şeyler söylüyordu fakat duyamıyordum. Dizlerim zangır zangır titremeye başladığında kafamı iki yana salladım ve sesleri gitgide yükselirken ellerimi kulaklarıma yasladım; beyaz duvarlarda yüzler belirdi, gölgelerin elleri vücudumun her yerinde dolaştı.

Zaman o kadar hızlı ilerlemeye başladı ki oda etrafımda döndü; görevli beyaz çarşafı açarken bir tek onun elleri yavaş ilerliyor gibiydi.

"Hayır," diye fısıldadım ve omzumdaki ellerin ne kadar sıkı tuttuğunu o saniye hissettim; anılarıma eklenen yeni tohumlar canımı yakarken, beni orada tutan ellere sığınmak istermiş gibi sırtımı Korel'in sert karnına ve göğsüne yasladım. Kaçmaktan alıkoyan ellere sırtımı yaslıyordum.

Sırtım alev aldı, sırtım buz kesti; sırtım devrilen anıların olduğu ormanda yangın çıkarken, aynı anda kar yağmasına sebep oldu. Güven duygusu toz bulutlarına dönüşürken, babamın çocuksu kahkahalarıma eşlik eden gülümsemeleri zihnimin içinde döndü.

Sırtımızı bir duvara yasladığımız zaman bile güvende hissedemezken, şu an beni sıkı sıkıya tutan ellere yaslanıyordum ve bu adama hiç tanımadığım halde güvendiğimi hissediyordum.

Babama güvendiğim gibi.

Oda etrafımda dönerken görevli o beyaz çarşafı açtı ve geriye çekilirken, Korel aynı anda beni öne itti. Görmek istemesem bile bulanık bakan gözlerim netleşmeye başlamıştı ve oda ne kadar dönmeye devam etse de ölünün durduğu yer sabitti, beni tutan eller sabitti, beni iten eller sabitti.

Öne eğildiğimde polis memuru dudaklarını oynatarak bir şeyler söyledi fakat kulaklarım artık sesleri duymuyordu, odayı kaplayan mavi ışık yok oluyor gibiydi ve tek gördüğüm, o yüzdü.

Dengemi kaybeder gibi olduğumda beni o eller tuttu, o eller beni daha kötü yapmak için tuttu ve midem ağzıma geldi.

Geceydi.
İki adam vardı.
İki adamdan uzun saçlı olan bana doğru yürüdü.
Gözleri ruhsuz bakıyordu. Gözleri ruhumu emmek istiyormuş gibi bakıyordu.

Morgdaydım.
Tek bir adam vardı.
Uzun saçlı adam beyaz çarşafın altında ölüydü.
Yüzünün yarısı bir mum gibi erimişti ve derisinin altından kemiği görünüyordu.

Ruhsuz bakan gözlerinden biri erimişti ve boştu. Damarları ortadaydı. Açık duran ağzının bir tarafı erimişti, çığlığa gebeyken öldürülmüş gibiydi. Diğer gözü açıktı. Diğer gözünde korku hâlâ canlıydı.

Morgdaydım.
Adam ölmüştü. Adam yoktu. Adam eritilmişti.

Morgdaydım.
Babam arkamdaydı.
Bir yüze bakıyordum.
Yüz solgundu, yüz ölüme emanet edilmişti.

Geçmiş şu an canlı bir şekilde zihnimde dönüyordu.

Nefes alamadığımı hissettiğimde görevli çarşafı biraz daha indirdi ve kalbinin üzerine denk gelen yere çizilmiş olan çarpı işaretini gördüm. Kafamı iki yana sallarken, ölü adamın tek eli bulunduğu sedyeden aşağı düştü ve düşerken bacaklarıma sürtündü.

Geceydi.
Adamın elleri vücuduma dokunmuştu.

Morgdaydım. Adamın bana dokunan elinin yarısı kemikleri görünene kadar yanmıştı.

Morgdaydım. Babamın beni tutan elleri beni bırakmıştı.

Morgdaydım. Beni tutan eller, beni tutmaktan vazgeçti ve sırtımı yasladığım zemin uzaklaşır gibi oldu.

Görevli çarşafı biraz daha açmaya başladığında, "Hayır!" diye bağırdım ve odanın karanlığa gömüldüğünü fark ettim; artık hiçbir şey net değildi, her yer etrafımda dönüyordu, polis memuru bana dönmüş bir şeyler söylüyordu. Görevli beni izliyordu. Herkes beni izliyordu. Gölgeler beni gösteriyordu. Gölgelerin elleri vücudumdaydı.

Geriye bir adım attığımda kulaklarımda çığlıklar can buldu; gölgeler boğazımı sıkmaya başladı ve hissetmediğim ellerime kırbaçlar vurdu, tek güç bacaklarımdaymış gibiydi.

Durmadım, geriye bir adım daha attım. "Baba!" diye bağırıp koşmaya başladım. Bedenimdeki bütün güç bacaklarıma ulaşırken, arkama bile bakmadan ilerliyordum ve kulaklarımda sadece işittiğim çığlıklar vardı.

Morg odasının kapısının önüne geldiğimde bir polis memuru önüme geçti ve beni durdurmaya çalıştı, olduğum yerde çırpınarak, "Nefes alamıyorum!" diye haykırdım. Polis memuruna baktığımda suyun içinde insanların yüzüne bakıyormuş gibiydim, memur bana değil hemen arka tarafıma bakıyordu. Birkaç saniye sonra biriyle sözsüz bir konuşma gerçekleştirdikten sonra kafasını sadece bir kere aşağı yukarı salladı ve önümden çekildi.

Morg odasından çıktığımda etrafıma bile bakmadım ve koşmaya devam ettim. O kadar hızlı koşuyordum, zaman o kadar hızlı ilerliyordu ki zihnim kendi içinde savaş veriyordu, anılar devrildikleri yerlerde zihnime dişlerini geçiriyordu.

Gündüzdü.
Evimdeydim.
Küçüktüm.
Babamla oturuyorduk.

"Baba!" diye bağırmaya devam ettiğimde bulunduğumuz kat bomboştu, merdivenlerden yukarı çıkmak yerine öylece boşluğa doğru koridorda koşmaya devam ettim. Nereye çıkacağını bilmediğim bir odaya doğru koşuyordum, boğuluyordum.

Ellerim babamın avuçlarının içindeydi ve el kızartmaca oynuyorduk. Sürekli babama yeniliyordum.

"Baba!" Ellerimi kulaklarıma bastırdım, çığlıklar kulaklarımda çoğaldı, ölü yüzler sanki saç diplerimi çekiştirdi. Gölgeler beni geriye çekmek için bacaklarıma dolandı. "Kurtar!"

Küçük ellerim babamın o büyük avuçlarının içindeydi. Tedirginlik içinde elime vuracağı zamanı bekliyordum, biliyordum kıyamıyordu fakat kaybetmek yerine elime en hızlı şekilde vurmasını isterdim.

Karşıma çıkan ilk odaya girdiğimde etrafıma baktım ve başka bir geniş koridora girdiğimi fark ettim, bu sefer çığlık attığımda kulaklarımdaki sesleri bastırmıştım.

"Gözlerimin içine dikkatlice bak cimcime," demişti gülümseyerek; o gözlerinin renkleri ışıldıyordu. "İzleyeceğim yolu gözlerimin içine bakarak çözmeye çalış ve ona göre hareket et."

"Kurtar beni!" diye inledim ve koşmaya devam ettim, önüme çıkan gölgelerin içinden geçiyordum; duyduğum tek ses kadın ve erkeklerin çığlıklarıydı. Zihnimin içinde yangın vardı, çatırdamalar duyuluyordu. Bir ev yanıyor gibiydi, bir bina kül oluyordu, bir orman alev alevdi. Zihnimin içinde insanlar ölüyordu. Zihnimin içinde insanlar yardım istiyordu.

Sessizce babamın gözlerini izlemeye devam etmiştim ve tam bir dakika sonra sol eliyle elime sertçe vurmuştu oysaki ben sağ elime vuracağını düşünmüştüm. Çok sert vurmuştu, çok acılı ya da; kalbim sızlamıştı, bilemiyordum. "Kandırdın!" diye inlemiştim elimi ovuştururken. "Oynamayacağım bir daha seninle."

"Baba, beni kandırdın!" diye bağırıp bir odanın kapısını daha açtığımda içerisi karanlıktı, kapı arkamdan kapandı ve odanın köşesine doğru koştum. Bir şeylerden kaçıyordum, yine kaçıyordum fakat neden yaptığımı bilmiyordum.

Kahkaha atıp beni o atışını çok sevdiğim kalbinin üzerine yaslamıştı ve kahkahasının arasından, "Canın yanmadan gerçeği göremezsin," diye fısıldamıştı.

Canım yanıyordu. Canım kalbimin içinde parçalanıyordu ve zihnimin içindeki orman yangınında ateşler içinde koşuyordum. Anılarım yanmıştı, anılarım kül olmuştu, anılarım kül kokuyordu fakat o külü tekrar kokladığımda her şeyi hatırlıyordum.

Sonra ne mi oldu?

Babamın avuçlarının içi nasırlaşana kadar benim ellerime vurmaya devam etti fakat ben en sonunda bir insanın gözlerinin içine baktığım zaman hedefini görmeyi öğrendim. Artık sol elime vuracağı zaman onu çekmeyi öğrendim, gerçeği bir insanın gözlerinin içine bakarak ölçmeyi öğrendim.

Odanın köşesine vardığımda duvara sürtünerek yere oturdum ve dizlerimi göğsüme doğru çekerken ellerime baktım.

Ellerim hâlâ çocukluğumdaki gibiydi; babamın o büyük avuçiçlerine sığabilirdi. Yaşım on dokuzdu, o zamanlar kadar küçük değildim fakat ellerim hâlâ ufaktı.

Her şeyin bir sebebi var ise benim ellerimin küçük olmasının sebebi de bu muydu?

"Söyle," dedi babamın zihnimin içindeki sesi ve diğer çığlık sesleri sustu. Karanlık odanın kapısı açılırken kendime biraz daha sokuldum.

Kıvırcık küçük kız babama karşılık verdi. "Nasırlı avuçiçlerine yaslanan o soğuk, küçük ellere fısılda." Ellerimi kulaklarıma yaslarken zihnimdeki sesle aynı anda fısıldadım: "Öldüm de."

Karanlık odanın arka tarafından vuran ışıkla bana doğru yaklaşan kişiyi hissettim; sesler sadece zihnimin içindeydi. "Fısılda," dedi babam güçlü bir sesle. Küçük kız hıçkırdı.

"Sıcak avuçiçlerinde yok olan, sana muhtaç o küçük ellere seslen."

O küçük kızın ve babamın kalın, tok sesi sesi sanki odada yankılandı; sesim yükseldi: "Ölmedim de."

"Seslen," dedi babam nefret kokan bir tınıyla. Küçük kız zihnimin içinde geriye doğru kaçtı, ellerimi kalbimin üzerine koydum. "Nasırlı, sıcak avuçlarının içine sana muhtaç olan o soğuk, küçük elleri al ve kokla." Küçük kız yanıma sokuldu, bana doğru yaklaşan adımlar yavaşlar gibi oldu. Seslendik: "Öldüm de ölmedim de."

Kendime biraz daha sokulduğumda arkamdaki duvar sırtıma bıçakları indiriyor gibiydi. "Kokla," dedi babam keskin bir sesle. "On yaşındaki bir kız çocuğunun cesedini kokla," dedi küçük kız.

"Öldürüldüm de," diye inledim ellerimi kalbime bastırarak. "Küçük kızımın avuçlarının içine bulaştırdığım ölüm değil," dedi babam acılı bir tınıyla ve oktavları kalbimin üzerinde ilerledi. "Yalan de," diye hıçkırdı kıvırcık turuncu saçlı kız ve korkuyla geri çekildi. "Kaçış de," diye mırıldandım.

Biri tam karşımda dururken artık tamamen kendimi hissetmiyordum, gücüm tükenmişti.

"Bak," dedi o korkak ve sürekli kaçan küçük kıvırcık kız. Ellerimi açtım ve o karanlıkta avuçlarımın içine baktım. "Küçük ellere ve o yaralara bak." Babamın ellerinin varlığını hissedemiyordum.

"Söyle, fısılda ve seslen," dedi babam acımasız bir sesle.

"Ölmedim." İnledim ve yutkunmaya çalışarak zihnimdeki o küçük kız evlatla aynı şeyi fısıldadım: "Yalandı de."

Odaksız bakışlarım tam karşımda duran kişiye kaydığında onu gördüm ve karanlıkta görünmeyen gölgeler boğazıma sarıldı; elleri bedenimi ele geçirirken, havada tuttuğum elimi bir kere bile düşünmeden ona uzattım. "Kaldır beni ayağa," diye ondan yardım dilendim.

Dudaklarıma mühür vurulurken, içimdeki kıvırcık turuncu saçlı kız ise karanlığa dönmeden ve içimde tekrar ölmeden son cümlesini ağlayarak haykırdı:

"Dokun bana kül adam; kimsesiz yaralarımın, parmak uçlarındaki yetimlere ihtiyacı var."

Karanlık oldu. Karanlık tamamen zihnimin üzerine çöktü ve gözlerim kapanırken küçük elimde, yaraların üzerinde külün sıcaklığını hissettim.

...

Söyle,
Nasırlı avuçiçlerine yaslanan o soğuk küçük ellere fısılda, Öldüm de.

Fısılda,
Sıcak avuçiçlerinde yok olan, sana muhtaç o küçük ellere seslen, Ölmedim de.

Seslen,
Nasırlı sıcak avuçlarının içine sana muhtaç olan o soğuk küçük elleri al ve kokla,

Öldüm de ölmedim de.
Kokla, on yaşındaki bir kız çocuğunun cesedini kokla,

Öldürüldüm de,
Küçük kızımın avuçlarının içine bulaştırdığım ölüm değil, Yalan de.

Bak,
Küçük ellere ve o yaralara bak, Söyle, fısılda ve seslen: Ölmedim, yalandı de.

Dokun bana kül adam;
Kimsesiz yaralarımın, parmak uçlarındaki yetimlere ihtiyacı var.

Savaşımıza :)

Continue Reading

You'll Also Like

7.3K 1K 25
[TAMAMLANDI] Minho: İmkansıza inanmam demiştim. • • • Han Jisung okulun ilk haftaları gözünün sadece onu göreceği biri ile tanışır. Onunla sevgili ol...
68.6K 5 2
Yarın, hayatında yeni bir sayfa açacağı ilk gündü; yaratıcının bambaşka hesapları olabileceğini nereden bilebilirdi ki?
908 63 14
Burda denk gelip bunu ciddiye alıp okuyan olacağını sanmam ama yine de açıklama yazma ihtiyacı hissettim. Bu lisedeki arkadaş grubumla yaptığım bir g...
131K 17.2K 35
[omegaverse] jisung, minho'nun gözlerine bakmaya devam ederse işlerin yokuş aşağı gideceğini ve bunun geri dönüşünün olmadığını biliyordu. ama o göz...