EMARE SERİSİ

By asliaarslan

1.7M 105K 140K

"Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı Sırtlan'ın kül olan kalbi. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde... More

EMARE SERİSİ
EMARE, Maske (alıntı)
EMARE SERİ DUYURUSU
1. ESİNTİ
2. RÜZGAR
4. KASIRGA
5. GİRDAP
6. SİS
7. ÇİSENTİ
8. ŞİMŞEK
9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ
10. YAĞMUR
11. KIRAĞI
12. KAR
13. BUZ
EMARE PUSULA 1. GÜVEN SINIRLARI
EMARE PUSULA: 2. DOĞUM ve DÜĞÜM
EMARE PUSULA: 3. MELEZ
EMARE PUSULA: 4. TOHUM
EMARE PUSULA: 5. KORKAK ve CESUR
EMARE PUSULA: 6. UMUT GÜNEŞİ
EMARE PUSULA: 7. TÜCCARLAR ve ASİLLER
EMARE PUSULA: 8. KÜLÜN İZİ
EMARE PUSULA: 9. KIRIK PUSULA
EMARE PUSULA: 10. KUKLALARIN DANSI
EMARE MASKE: 1. CEHENNEM ESİNTİSİ
EMARE MASKE: 2. TERK EDENLER
EMARE MASKE: 3. ANILAR ve ŞARKILAR
EMARE MASKE: 4. KANLI SU
EMARE MASKE: 5. BODA
EMARE MASKE: 6. DÖNÜŞ
EMARE MASKE: 7. SAVAŞ
EMARE MASKE: 8. OYUN
EMARE MASKE: 9. SIRLAR
EMARE MASKE: 10. SÖZ
EMARE MASKE: 11. SIRLAR
EMARE MASKE: 12. ARAF
EMARE MASKE: 13. EMANET
EMARE MASKE: 14. SANRI
EMARE MASKE: 15. HİSLER
EMARE MASKE: 16. ASLANLAR ve SIRTLANLAR
EMARE MASKE: 17. KALP RİTİMLERİ
EMARE MASKE: 18. OYUNUN BAŞLANGICI
EMARE MASKE: 19. ANLAŞMA
EMARE MASKE: 20. KAFES
EMARE MASKE: 21. BALIKLAR
EMARE MASKE: 22. İNANÇ ve GÜVEN
EMARE MASKE: 23. ŞEYTAN TAŞLAMA
EMARE MASKE: 24. YANGIN
EMARE MASKE: 25. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ
EMARE MASKE: 26. GERİ SAYIM
EMARE MASKE: 27. KONSER
EMARE MASKE: 28. MAHKEME
EMARE MASKE: 29. PROMETHEUS'UN DİLİ
EMARE MASKE: 30. GERÇEKLER
EMARE MASKE: 31. KABULLENİŞ
EMARE MASKE: 32. KOREL EREZLİ
EMARE MASKE: 33. RUHUN ÖLÜMÜ
EMARE MASKE: 34. EDGARDO EREZLİ
EMARE MASKE: 35. YÜZLEŞME
EMARE MASKE: 35. ÖL veya UNUT
EMARE MASKE: AZAP (FİNAL)
ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR

3. FIRTINA

54.4K 3.2K 3.5K
By asliaarslan

Keyifli Okumalar

Şarkı: Boy Epic, Scars

Geniş bir havuzun içinde kurtuluş aramak için yüzdüğümü hissediyordum. Her bir kulacımda parmaklarıma dolanan ipler, yüzüme vuran zehir, gözlerimi açtığım zaman harelerimi yakan kezzap; kurtuluşumdan vazgeçmemi istiyor gibiydi.

Ne kadar derinde ya da ne kadar yüksekte olduğumu bilmiyordum. Belki de yukarıya doğru kulaç attığım zaman, derin bir nefesi içime çekecek ve kurtulacaktım. Diğer yandan, belki de daha derine yüzdüğüm zaman, parmaklarımı saran ipten, yüzüme ve gözlerime çarpan o yakıcı zehirden arınacaktım. Bunu düşünmeyi bırakmak, bana emanet edilen bir ödül değil, azaptı. İnsanın yüzmesi, atağa geçmesi, çabalaması güzeldi fakat ne için bunları yaptığını bilmemesi, çekilen her çileye ilaç olmuyordu.

Havuzun bitiş ya da başlangıç noktası yok gibiydi; ne zaman düştüğümü zihnimin bir köşesinde biliyor fakat bunu daha derinlere atarak kendimi yormayı tercih ediyordum. Yüzdükçe yoruluyordum, yüzdükçe bitiyordum, yüzdükçe siliniyordum; ellerime dolanan ipler parmaklarımı kanatmıyor, yok ediyordu.

Parmaklarıma dolanan iplerin ellerimi silmesinin sebebi, en güzel dokunuşun bıraktığı iz için miydi?

Gözlerimi yakan kezzap, görmeyi arzuladığım bir kumkumadan mı ibaretti?

İçine düştüğüm havuz kan kokuyordu fakat gözlerimin seçtiği kadarıyla bir damla kan yoktu. Kan kokusu, zihnimin parçalara ayrılan geçmişinden geliyordu; işte, emin olduğum tek nokta buydu.

Bazı geceler şiddetli bir baş ağrısıyla uyanıyor, sanki zihnimin içine yediğim darbelerle kan kusmak istiyordum; şimdi ise aynı ağrının daha âciz olanı, ellerimi bile uyuşturuyordu.

Parmaklarıma dolanan ipler, bana bir şeyleri anımsatmak is tiyordu fakat zihnim, gözlerimi o zehirli kezzapla yakarak beni kör ediyordu, geçmiş ise beni yok ederek intikam alıyordu.

Yavaş yavaş yok oluyordum. Hâlâ kulaç atabilmemin tek sebebi direnmek ve sonuna kadar yaşamak istememdi; zorladığım her düğümde kendim de katıldığım bir körlüğe yerleşiyordum ve başka bir düğümü de silik hafızamla ben ekliyordum.

Gözlerimi son bir kere açmak istediğimde sanki kezzap, harelerime bütün iğnelerini gönderdi ve ben ruhumun inlemesine kulak asmayarak yüzmeye devam ettim.

"Hey," diye bir ses duydum havuzun içinden. Derinlerden geliyor gibiydi ve bir erkek sesiydi fakat o kadar silikti ki beni defalarca kandıran zihnimin bir oyunu olabileceğini düşündüm; ellerimi yok etmeyi umursamadan, ipleri göz ardı ederek yüzmeye devam ettim. O saniye, sanki ipler biri tarafından çekildi ve daha güçlü bir ses duydum: "Beni duy."

Ses yaklaşıyordu; sesin içinde sakladığı nefes, yüzümde dans ediyor gibiydi fakat ben hâlâ acıyı tatmak istermiş gibi, kana susamışçasına yüzüyordum. Zehir, başımı o kadar çok ağrıtıyordu ki kulaklarım iflas edercesine uğuldamaya başlamıştı.

Yok olan ellerime dolanan hayali ipler sanki o sesin sahibi tarafından bir daha çekildi ve bana nefes olmak istermiş gibi, tutsak kaldığım havuzdan çıkarmak istedi. "Gözlerini aç. Beni duyuyor musun?"

İnadımın neye sebebiyet vereceğini bilmiyordum ve ne için bu kadar direndiğimi de bilmiyordum. İşlevsiz kalbime söz vermeyecek kadar kana bulanmıştım ve zihnimin kölesi haline gelmiştim; bu yüzdendir ki iplerden kurtulmak istediğim için yüzüyordum.

Soğuk bir elin alnıma değdiğini hissettiğimde kalbim ilk defa dizginleri eline aldı ve güçsüz bedenimi durdurarak havuzun içinde öylece kalmama sebep oldu. Ne batıyor ne çıkıyordum. Fizik kurallarına karşı gelebilecek kadar baskın bir yapım vardı ya da içine düştüğüm havuz, beni tamamen dibe çekmek için uğraşan bir karabasandı.

Soğuk avcu alnıma dayalı şekilde durduğunda yüzmeyi bıraktığım için, bileklerime bağlı iplerin beni yukarıya çektiğini hissettim; kurtuluş muydu? Madem o ipler benim kurtuluşumdu, neden acıyı özgürleştirip içinde bulanmaya göz yumuyordum? Sorularım kendime değildi, sorularımın yönü bile yoktu. Suçlayacağım biri bile yoktu, neyin içinde olduğunu bilmeyen bir mahkûmdum.

O el alnıma dayalı iken gitgide derinlerden yukarı çekildiğimi hissetmeye ve basıncın yok olduğunu fark etmeye başladım; bedenim sanki tepki vermeye başlamıştı.

"Hadi ama," dedi daha yakından gelen o erkek sesi; aksanlıydı, gırtlaktan, bir o kadar da sert. Artık derinden değil, havuzun dışından geldiğini hissediyordum. Soluğumu basınçtan dolayı kaybettiğimi şimdi fark ediyordum; dudaklarımın aralandığını hissettiğimde el baskısını artırıp, "Turuncu," diye fısıldadı. "Aç şu gözünü."

Yok olan bileklerime dolanan o iplerin sahibi beni sanki o kadar hızlı yukarı çekti ki bir anda nefesime taptaze bir nefes eklenmiş gibi oldu ve zehirli havuzdan kurtulduğumu fark ettim. Gözlerim korkusuzca aralanırken, iğnelerin yerini loş bir ışık almıştı. Kısık bakan gözlerim kamaşırken alnımdaki serin el bir anda uzaklaştı ve bakışlarım hafifçe sağa kaydığında onu gördüm: Korel Erezli.

Hemen yan tarafımda oturuyordu ve taksi diye düşündüğüm bir arabanın arka koltuğundaydık. Arabanın içini aydınlatan loş sarı ışık direkt onun yüzüne vuruyordu ve bakışları beni hedef alıyordu. Kehribarın en koyu tonuna dönen gözleri mevsimsizdi bu kez. Uzun kirpikleri üstten vuran ışıktan dolayı yanaklarına gölge düşürmüştü ve dudakları düz bir çizgi halindeydi. Çenesindeki yanık izi ise gölge tarafta kalmıştı.

Konuşmak için dudaklarımı araladığımda boğazımda sert bir yumru hissettim ve öksürmeye başladım; bunu fark eden Korel, arabayı süren adama dönerek, "Su," diye mırıldandı. Daha şiddetli öksürmeye başladığımda bir elimle dudaklarımı kapattım ve öne eğilerek dikiz aynasından taksiyi süren adamla göz göze geldim.

Adam sanki bir çıkmazın içindeymiş gibi yardım dilenen gözlerle bana bakıyordu; bir şeylerden korktuğu açıkça ortadaydı.

Ona rahat hissetmesi gerektiğini belli edecek bir bakış atmak istiyordum fakat maalesef boğazımda yer alan yumru daha fazla büyüyerek buna engel oluyordu.

"Ne bakıyorsun?" dedi Korel kaşlarını çatarak. Bakışları adamın profilindeydi. Bir eli oturduğum koltuğun arka tarafına dolanmıştı ve yan duruyordu, diğer eli ise kirli sakallarında dolanıyordu.

Korel'in kaşları daha fazla çatıldığında adam benim üzerimdeki bakışlarını Korel'e yönlendirdi; yüzü daha geniş bir korkuyla kaplanırken hızlıca torpido gözünü açtı. Korel bakışlarımın onun üzerinde gezindiğinin farkındaydı fakat bunu görmezden gelmeyi tercih ediyor gibiydi.

Sürücü koltuğundaki adam pet şişeyi bana uzattığında Korel sert bir hareketle adamın elinden şişeyi aldı ve arkamdaki elini çekerek şişeyi tek seferde açtı; adamın profilinden bakışlarını ayırdığında boş gözlerle yüzüme baktı ve şişeyi uzatarak, "İç," diye emir verdi.

Öksürerek başımı sağa yatırdım ve ciddi olup olmadığını sorgular gibi yüzüne baktım, o ise gözlerime bakmayı es geçerek boş gözlerle yüzümü tavaf ediyordu; yüzü adamdan bana döndüğünde sakinliğe kavuşmuştu fakat kaşları hâlâ çatıktı.

Titreyen elimle şişeyi parmaklarımın arasına sardığımda o da elini çekmedi fakat benimle temas etmemeye dikkat ediyor gibiydi; şiddetli öksürük krizini kesmek istermiş gibi şişeyi havaya kaldırdığında ona uydum ve suyu dudaklarıma yaklaştırdım. Birkaç yudum içeceğimi düşünürken, sanki çölde kalmışım gibi yudum yudum ılık suyu içtim. Korel ise hâlâ şişeyi tutuyordu; sebebi büyük ihtimalle titreyen elimdi. Boğazımda yer alan yumru yumuşamaya başladığında kana kana içtiğim suyu dudaklarımdan uzaklaştırdım ve kısık sesle öksürerek şişeyi Korel'e verdim. "Teşekkür ederim."

Cevap vermedi, elindeki şişeye baktı ve yarısına kadar içtiğim suya kaşlarını kaldırarak baktıktan sonra, "Biraz daha iç istersen," diye öneride bulundu. Benimle göz temasına girmiyordu fakat kaşlarının çatıklığında, o iki kaşının ortasında eğreti duran kaviste sıkıştığımı hissediyordum.

"Hayır," dedim, ardından bana bakan şoförle göz göze gelerek boğuk bir sesle, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım.

Adam orta yaşlardaydı ve evine ekmek götürmek uğruna bu işte çalışıyor gibiydi, başının belaya girmesinden korktuğu kesindi. Yüzüme sorgular cinsten bakınca göz ucuyla Korel'e bakmayı da ihmal etmiyordu, bana bir şey yapmış olabileceğini mi düşünüyordu?

Yüzüme sıcak bir gülümseme yerleştirdiğimde Korel'in gözleri yüzüme, ardından dudaklarımdaki o tebessüme kaydı ve kaşlarını daha fazla çatarak sırtını koltuğa yasladı; aramıza koyduğu belirgin mesafe, soğuk bir rüzgârın esmesine sebep olmuştu. Yüzüne afallamış bir ifadeyle bakarken, elinde tuttuğu şişeyi aramızdaki boşluğa yumuşak denmeyecek bir hareketle yerleştirdi ve başını yanındaki cama çevirerek cebinden sigara kutusunu çıkardı.

Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, derin bir nefes aldım ve burnuma dolan erkeksi kokuyla beraber üzerime baktım. Üzerimde Korel'e ait olan deri ceket vardı ve neredeyse dizlerime kadar kapatıyordu; onun iri cüssesi ve uzun boyuna yakışan ceket, bende o kadar bol durmuştu ki bir an ne giydiğimi düşünmek zorunda kalmıştım. Deri ceketinin boyun tarafından burnuma dolan kokuyla gözlerimi kapattım ve tekrar derin bir iç çektiğimde bu kokuya isim vermeye çalıştım.

İlk başta sigara kokusunu almıştım fakat bir kere daha kokladığımda yanık toprak kokusu o kadar gizemli geliyordu ki gözkapaklarıma tuhaf bir düşünce doğdu.

Yağan yağmur, su olarak değil ateş olarak toprakla buluşuyordu ve yakmaya çalışıyordu, yarısı kül yarısı canlı olan toprakta ise bütün o bitkilerin kokusu gizlenmişti.

Korel Erezli, yakmak için yağan yağmurun kül edemediği toprak gibi kokuyordu.

Korel Erezli, kabullenilmeyecek bir şekilde kül kokuyordu.

Bir metal sesi duyduğumda bakışlarım Korel'e döndü; elindeki koyu gri Zippo çakmakla sigarasının ucunu tutuşturduğunu gördüm, gözlerini kısmıştı ve bir eliyle siper almıştı.

"Beyefendi," dedi şoför homurdanarak. "Arabanın içinde sigara içmek..."

"Yani?" dedi Korel, dudaklarının arasına sıkışmış olan sigarayla. Kaşları tek bir çizgi halini almıştı; bir an şoförle göz göze geldiğimizde özür dileyen bakışlarımı adama gönderdim. Korel'in umursamaz tavrı, ucunu ateşlediği sigaradan açıkça okunuyordu.

Büyük bir nefesi içine çektikten sonra yan tarafındaki pencereyi açtığında içeriye soğuk hava doldu.

Yutkundum. Yüzünde ürkütücü bir ifade vardı. Üzerindeki koyu gri kazak onu ısıtamazdı; az önce alnıma değen avcu da tüm vücudunun üşüdüğünü gösteriyordu. Kusursuz burnundan aldığı sık nefesleri duyabiliyordum. Çenesindeki yanık iziyse solunda kaldığı için görünmüyordu.

"Bana ne oldu?" dedim şoförün duymamasını umarak. Ellerimi deri ceketinden çıkardım ve dağılan saçlarımı geriye atarak onu inceledim; bir cevap vermek yerine sigarasından daha uzun bir nefes çekti ve dışarıya üfleyerek sigara tuttuğu elinin başparmağını şakağına dayadı. "O adamlara ne oldu? Saat kaç?"

"Ne tarafa gideceğim?" dedi şoför, pişman bir sesle. O saniye nereye gittiğimizi merak ederek etrafıma baktım, evime doğru giden patika yoldaydık.

"Düz devam et."

Bakışlarım tekrar Korel'e döndü ve kaşlarımı çatarak, "Evimi nereden biliyorsun?" diye sordum.

Bir an dudakları yukarıya kıvrılır gibi oldu fakat bu o kadar kısa sürdü ki şaşkınlık bedenime uğramadan geldiği yere geri döndü. Gözlerini kapattı, başparmağıyla şakağını ovaladı. Bir cevap beklediğimin farkına varmış olacak ki, "Merkeze yakın oturduğunu düşündüm," diye umursamaz bir tınıyla cevap verdi. "Yanlış yolda mıyız?"

Kuruyan dudağımı ıslatarak, "Hayır," diye mırıldandım. "Doğru yoldayız." Kafasını bir kere aşağı yukarı salladı ve gözlerini aralayarak sigarasından bir nefes daha çekti, sigaranın ucundaki turuncu soluk ışık canlandı ve ardından normal haline döndü.

Çalışmayan aklım yavaş yavaş yerine geliyordu ve az önce içinde bulunduğum o görüntüler, yeni yeni gözlerimin önünde canlanıyordu. Gözlerim gitgide irileşirken, adamları merak eden bir tarafım, diğer tarafıma Korel'in nasıl bir adam olduğunu açıklıyordu.

Gözünü kırpmamıştı, her şeyin üzerine yemin edebilirdim, gözünü bir an bile kırpmamıştı ve o adamı motosikletin arkasında resmen sürüklemişti. Adamın bacaklarının parçalandığını gözlerimle görmüştüm. Diğer adama ise bütün soğukkanlılığıyla azap çektirecek vuruşlarını yapmıştı, sonrası ise silikti.

Bir kelime duyduğumu biliyordum fakat o an bunu maalesef hatırlayamıyordum ve Korel'e sormaya cesaretim yoktu; ondan korkmamıştım fakat cevapsız bırakılacağını biliyordum. O fazla soğukkanlıydı, her an böyle olduğunu düşünüyordum fakat soğukkanlı olmak bile bir tepki olduğu için ona yakıştıramıyordum; ifadesizlik maskesini seven bir adamın, gözünü kırpmadan birçok insana zarar verebileceğine emindim.

Hissettiğim başka bir duygu ise, takip edilme dürtüsünün Korel geldiği zaman anında yok olmasıydı. Beni takip edenin o olduğuna neredeyse yüzde yüz emindim ve bu bile aklımda birçok soru işaretinin oluşmasına sebep oluyordu. Gişe rekorları kıracak bir filmde yer almadığımız gibi, dünyanın en iyi kalpli insanı da değildim. Bu gece, o karanlık sokakta beni kurtaran adamın tesadüf eseri karşıma çıkmadığını biliyordum, diğer sebepler umurumda değildi.

Tesadüflere ve kadere inanmayan bir kızın mucizeye sırtını dayamasını kimse benden bekleyemezdi.

"Sağ taraftan," dedim pencereden dışarıya bakarak. Evime ulaşmama birkaç dakika kalmıştı ve Korel'in bakışları tekrar üzerime düşmemişti; bu durum ise kendime kızacak düzeyde merak etmeme sebep oluyordu.

Gözlerim dizlerime indiğinde acı içinde homurdandım ve elimi kurumuş kana bastırdım; dizlerim neredeyse parçalanmış ve tayt yırtılmıştı. Dirseklerimde de aynı acıyı hissediyordum; o adamlardan birinin kafa derimde sebep olduğu sızı daha fazla kendini göstermişti.

Evimi uzaktan gördüğümde amcamın sinirli yüzü gözlerimde, yüksek sesi kulaklarımda canlandı; yüzümü buruştururken, bir elimle dizimdeki kurumuş kanda elimi gezdiriyordum. "Canın çok mu acıyor?" diye sordu Korel. Gözlerimi ona çevirdiğimde kanla kaplı olan dizlerime baktığını fark ettim. Elinde tuttuğu sigarayı çoktan atmıştı fakat pencereyi kapatmamıştı ve bedenimin buz kesmesine sebep olmuştu.

"Çok değil." Kafamı iki yana salladım ve taksi evimin birkaç metre uzağına geldiğinde, "Durur musunuz!" diye seslendim. "Geldik."

Şoför yumuşak bir fren darbesiyle arabayı durdurduğunda Korel cebinden parayı çıkardı ve adama uzattıktan sonra bir şey söylemeden taksiden indi. Öylece kalırken, orta yaşlı adam da bana bakıyordu ve yüzünde hâlâ şüpheli bir ifade vardı.

"Kusura bakmayın," dedim sevecen bir tınıyla. "Teşekkür ederim."

Kapıyı açıp taksiden indim ve Korel'in arkası dönük bir şekilde evime baktığını gördüm; salonun ışığı yanıyordu ve bu demek oluyordu ki eve girdiğim zaman amcamla büyük bir tartışma yaşayacaktım.

Korel'in arkası dönük olduğu için ceketin boyun tarafını tekrar kokladım ve külle karışık erkeksi kokusunu içime çekerek fermuarı aşağı indirdim. "Ceket için teşekkür ederim."

Hemen yanına yaklaştım ve yandan ona baktım, gözlerini kısmış eve doğru bakıyordu. Boyu oldukça uzundu ve yüzünü tam anlamıyla görebilmek için başımı kaldırmam gerekiyordu.

Fermuarı tamamen açtığımda, "Kalsın," diyerek nefesini verdi ve gözlerini daha fazla kıstı. Çenesiyle evi işaret etti. "Üzerine giymiş olduğun kıyafetler yırtıldı, evdekine hesap vermek zorunda kalmana gerek yok."

Elim fermuarda kalırken, "Bu şekilde de hesap vermek zorunda kalacağım," diye mırıldandım tiz bir sesle. "Üzerimde bir erkek ceketi var ve çuval gibi duruyor."

Göz ucuyla bana baktıktan sonra kafasını iki yana salladı. Bedenini bana döndürerek baştan aşağı süzdü, bakışları bacaklarımdan başlayıp yukarıya tırmanırken yüzünde sanki alaylı bir ifade oluşmuştu. "Ceket sende kalsın," dedi düz bir sesle. "Çünkü senin de bir emanetin şu anda bende."

Kaşlarım çatıldı. "Anlamadım," diye mırıldandığımda gözle ri, dağılmış olan saçlarıma kaydı. Birkaç saniye bana düşünmem için süre verdi ama hiçbir yanıta ulaşamadım.

Elini pantolonunun cebine attıktan sonra geri çıkardı; siyah tokam elindeydi, açılan örgümü onunla tutturmuştum. "Ben sana ceketimi verdim, sen de bana tokanı. Nasıl anlaşma ama?" Duraksadım. "Ayrıca, yırtılan kıyafetlerinden çok, bir erkek ceketi daha az hesap vermene neden olur."

Haklılık payı vardı; üzerimdeki yırtılmış kıyafetlerle eve gitmem şimdiki halimden daha fazla dikkat çekecekti ve bu cekete herhangi bir yalan uydurabilecekken, kıyafetlerimin yırtılmış olmasına uyduracağım her yalan, amcamı öfkelendirecek, belki de endişelendirecekti.

"Sanırım haklısın," dedim ve fermuarı tekrar yukarıya çektim; direkt gözlerinin içine bakamıyordum çünkü vereceği her tepki bende kriz etkisi yaratıyordu. Ayağımla yerde küçük daireler çizmeye başladığımda bakışlarının ağırlığını üzerimde hissedebiliyordum; kollarım iki yana sarkmıştı ve ellerim görünmüyordu.

"Kötü görünüyorsun." Tınısı o kadar düzdü ki bunu öylesine söylediğini düşünüyordum; bakışlarımı yerden hafifçe kaldırdığımda yüzüme ve saçlarıma baktığını gördüm. Yutkunarak çenesindeki ize baktım; dövmesi boynundan devam ediyordu fakat iz açık bir şekilde ortadaydı. Bakışlarımın yönünü anlamış olacak ki o nefret kokan gözleri tekrar geri döndü ve kaşlarını çattı. "Burada beni süzerek daha fazla zaman kaybediyorsun, evine gitmen gerekiyor."

Yanmak. Korel Erezli yanmıştı; çenesindeki iz bunu açıkça kanıtlıyordu ve yüzü acının izlerini taşıyordu.

Bir aptal gibi hâlâ onu süzüyordum ve bakışlarımı üzerinden çekmek istemiyordum, işin tuhaf yanı da buydu. Başka bir şey vardı, aramızda daha başka bir şey vardı. Gözlerini kısarak bana dikkatlice baktı, ardından bir tepki vermeden ellerini cebine yerleştirdi ve diğer tarafa gitmek için arkasını döndü, gidiyordu. Bir an şaşkınlıkla öylece kalırken, dudaklarım aralandı ve gergin sırtına bakakaldım.

Geldiğimiz yola doğru yürümeye başladığında, yönünü kaybetmiş bir gezgin gibi adım atıp atmamak arasında kaldım. İçimdeki o tanıyamadığım ve Korel'i gördüğümden beri açığa çıkan dürtü omuzlarımı sarstığında birkaç adım atıp, "Dur!" diye seslendim. Adımları bıçak gibi kesildi, öylece durdu, sırtı hâlâ bana dönüktü. Birkaç adım daha attım ve arkasına geçip, "Bir şey soracağım," diye mırıldandım.

Omzunun üstünden bana baktı ve kaşlarını kaldırarak sorumu beklediğini açıkça belli etti. Ceketin kollarını biraz daha çekiştirdim ve rahatsız bir şekilde, "O adamlara ne oldu?" diye sordum. Soracağım soru başkaydı fakat o an içimdeki dürtü diğer soru için hazırlık yapmamı söylüyordu.

Vücudunu bana döndürdü ve kollarını önünde bağladı; bakışları karanlığa yol alırken sonbahar diye tanımladığım gözlerinde kasırgalar oluştu ve sanki simsiyah bir boşluğun içine doğru yuvarlandım.

Nefreti hissedilir derecedeydi ve gözlerindeki öfkeli kasırgadan üşümeye başlamıştım; çenesi seğirdi ve üstdudağı tuhaf bir ifadeyle yukarıya kıvrıldı. "Evine gitmen gerekiyor."

Sesi bir katili anımsatıyordu ve yüzündeki o ifade ile yukarıya kıvrılan dudakları, bir caninin en gerçekçi maskesiydi. "Onlara ne yaptın?" Yüzü sanki daha fazla karardı, gözleri daha fazla perçinlendi, dudakları ölümün gülümsemesini anımsattı. "Polisi aradın mı?"

İlk başta kaşlarını kaldırdı, ardından yüzünü buruşturarak kendi kendine homurdandı ve kafasını iki yana salladı. "Ne?" Beni tekrar baştan aşağı süzdü ve diğer tarafı işaret etti. "Evine git, Turuncu, saçmalıyorsun."

Turuncu. Bu sefer yüzünü buruşturma sırası bendeydi. "Turuncu mu?" Bir elimi saçlarıma geçirdim ve anlamaz gözlerle bakarak kafamı kaşıdım.

Söylediğimi duymazdan gelerek çenesiyle tekrar evi işaret etti ve gitmem için emir verir gibi yüzüme baktı. "O adamlara ne olduğunu merak ediyorum," dedim, ben de onu görmezden gelerek. "O adamın..." Gözlerimi kapattım ve ellerimle yüzümü örttüm. "O adamın bacakları neredeyse parçalanmıştı. Diğer adamın ise..." Sustum. Gözlerimi açıp yüzüne baktım; söyle diklerim umurunda değilmiş gibiydi ve ikinci adamın kafasına kaskla vururken yüzünde oluşan o ifadesizlik yerli yerindeydi. "Bana söyler misin? Onlara ne olacak?"

"Kurcalamaya devam ettiğin konu, seni bambaşka yerlere götürecek." Biraz daha yaklaştı ve aramızda bir adım kalacak şekilde durdu; başımı kaldırıp bakmak zorunda kalırken, Korel de üstten üstten bana bakıyordu. "Bazı şeyler hak edilir, bazı insanlara hak ettiği verilir."

Öylece gözlerinin içine baktım. Korel'se nadiren gözlerimin içine bakıyordu. Çenesindeki yanık izini ilk defa bu kadar yakından görsem de şimdi incelemenin sırası olmadığını biliyordum çünkü rahatsız edici olurdu. Söylediklerine cevap vermek istedim fakat o kadar keskin bakıyordu ki dudaklarımın dikildiğini hissettim. Kirpikleri gür ve uzundu, kıvrık değil, ok gibiydi. Dudakları aralandı ve o da yüzümü inceledi; gözleri, farkında olmadan ısırdığım dudağıma kaydı fakat saniye sürmeden tekrar gözlerime ifadesizce odaklandı.

"Oraya nasıl geldin?" dedim asıl soruyu yönlendirerek. "Orası kuytu köşede kalmış bir sokaktı ve karşılaşma ihtimalimiz çok azdı."

Sol eliyle sakallarını kavradı ve bakışlarını benden kaçırarak arkama baktı. "Sürekli oralarda takılırım ve o adamları zaten tanıyordum, benim bulunduğum yere girmeleri yasaktı. Tesadüf bu ya, aslında onları ararken sen de karşımıza çıktın."

Kaşlarımı havaya kaldırdım ve alaylı gözlerle yüzüne baktım; Korel bana bakmak yerine, arkamda kalan patika yola odaklıydı. Beni hiçbir kuvvet hatta hiçbir yalan, tesadüf olduğuna inandıramazdı.

"Hayır," dedim kaşlarımı çatarak. "O kadar aptal değilim, böyle bir tesadüf sadece mucize olur."

Sonbaharı anımsatan harelerini bana çevirdi ve sakin bir sesle, "Ne düşünüyorsun?" diye sordu. "Tesadüf değilse nasıl karşılaştık?"

Yüzünde dolaşan ifade yine kıştı fakat gözleri sıcak bir sonbahar gününü anımsatmaya başlamıştı, küçük bir adım attım.

Saatlerdir beni rahatsız etmeyen gölgeler ve sesler değil, içimdeki bir dürtü beni takip ettiğini söylüyordu fakat bunu nasıl dile getirebileceğimi bilmiyordum, dile getirdiğim saniye Korel'in yüzünün nasıl bir şekil alacağını düşünemiyordum.

"Bilmiyorum," dedim yalana başvurarak. "Tek bildiğim, sana inanmadığım. Mucizelere inanan biri ise hiçbir zaman olmadım."

"Doğru söylüyorsun," dedi karşılık olarak. "Mucize, inancı yok olmuş insanlarda trajikomik bir espriden ibarettir ve ben mucize olacak biri değilim."

"Hah," diye bir ses döküldü dudaklarımdan. "İnancımın sorgusunu yapmıyoruz. Ne demek istediğimi çok iyi anladığını düşünüyorum. O adamları tanıman, tesadüf eseri karşıma çıktığını göstermez. Bu imkânsız.

Yüzüm göğsünün biraz aşağısına denk geliyordum ve aramızdaki yarım adımlık mesafeden dolayı bana bakmak için başını eğmesi gerekiyordu.

Başını biraz daha eğdi; gözlerini kısıp, "Turuncu," diye kısık bir sesle soludu. "İmkânsıza inandığın kadar tesadüflere ve mucizelere de inan, seni soru işaretlerinden kurtarır."

Üşüdüm, yüzüme vuran nefesinin arkasında sanki üşüdüm ve titrediğimi hissettim. Bakışları sanki bambaşka bir konudan bahsediyor gibiydi fakat ifadesizliği bu düşüncemi alt ediyordu. Gözüm bir an yanık izine kaydı fakat fazla oyalanmadan tekrar gözlerinin içine baktım.

"İnanmayacağım."

Sesim net ve otoriterdi. Artık kendi içimde itiraf ediyordum.

Bir şeyler vardı, bunu tarif edemiyordum fakat yıllardır onu tanıyormuşum gibi hissettiren bir şeyler vardı ve sanki Korel'in orada olacağına emindim, Korel'in beni kurtaracağına emindim. Bu fikre birkaç gün önce öylesine gördüğüm bir adam için kapılmam, kendimi ruh hastası ilan etmeme sebep olabilirdi fakat güvendiğim bir şeyler vardı.

Güvendiğim şeyler ise sanki Korel'in iki dudağının arasında gizliydi. Güvendiğim şeyler; Korel'in gözlerine uğrayan nefrette, çenesindeki yanık izinde, belki de dövmelerinde gizliy di. Korel'in bedeninde, kelimelerinde satır aralarına uğrayan her ruh belirtisinde bir şeyler gizliydi. Arkasına düşmemi isteyen, sorumsuz bir dürtüm; kafayı yediğimi hissettiren ise kayıp olan zihnimdi.

Korel gözlerini daha fazla kıstı ve dudaklarını ıslattı. "Emin ol," dedi net bir sesle. "Geceleri turuncu saçlı kızları koruyan, mucizelerle dolu bir adam hiçbir zaman olmadım ve olsam bile minnet duyman gerekirdi, beni sorguya çekmen değil." Yaptığım, nankörlük müydü? Belki de öyleydi.

"Yaptığının küçük bir şey olduğunu söylemedim."

Kaşlarını çattı ve kafasını iki yana sallayarak, "O karanlık sokakta adamlar seni sıkıştırdı," diye hatırlatmada bulundu. "Neredeyse hayatını altüst edecek bir şey yapacaklardı, sana dokunacaklardı. Bu birkaç saat önce oldu ve sen, şimdi benim karşıma geçerek orada nasıl bulunduğumu soruyorsun."

Bana bir aptalmışım gibi baktı; bakışlarının altında un ufak olurken gözlerimi göğüskafesine indirdim ve haklılık payını düşünerek korkuyla titrek bir nefes aldım. "Teşekkür etmemi mi istiyorsun?"

İşaretparmağını havaya kaldırarak beni susturdu. "Evine git, Turuncu." Geriye bir adım attı ve bakışlarını benden ayırarak karanlık caddeye baktı.

"Benim bir adım var," dedim yüzümü buruşturarak. "Minel."

Başını umursamaz bir tavırla sallayarak, "Falan filan," diye söylendi. Bakışlarını bana çevirdi ve son bir kere gözlerimin içine baktı. "İyi geceler, Turuncu."

Dudaklarımı cevap vermek için araladığımda arkasını döndü ve karanlık yola doğru yürümeye başladı; duruşu oldukça dikti ve güçlü bacaklarının attığı her adım birbirini takip ederken bir insanın kendine güvenerek nasıl yürüdüğünü görebiliyordum. Çok geriden gelen bir melodi, güzel bir ritim kulaklarımda can buldu ve yüzümde afallamış bir tebessüm oluştu. "İyi geceler," diye fısıldadım, Korel karanlığa karışırken.

Bir süre gittiği yolun arkasından bakakaldım ve soğuk titretene kadar öylece bekledim; neyi beklediğimi tam olarak bilmiyordum fakat sanki adım izlerini tek tek sayıyormuş gibiydim. Kafamı kurcalaması gereken şey, amcama ne söyleyeceğimi düşünmek olmalıydı. Derin bir nefes alarak ceketin yakasını burnuma yaklaştırdım ve eve doğru yürümeye başladım. Kül kokusu beni avuçlarının içinde hapsederken kaşlarımı havaya kaldırdım ve bu kokuda beni tam olarak neyin rahatsız ettiğini düşündüm, cevapsız bir başka soru daha vardı.

Evin kapısının önüne geldiğimde refleks olarak elim sırtıma gitti ve çantamı o sokakta düşürdüğümü fark edince inleyerek elimle yüzümü kapattım. Telefonum da yırtılan ceketimle o sokakta kalmış olmalıydı ve ben bunun hesabını amcama ne şekilde verebileceğimi henüz bilmiyordum. Ağırlığımı tek ayağımın üzerine verirken, titreyen elim zile doğru gitti, tiz ses evin içini doldurduğunda ceketin fermuarını biraz daha yukarıya çektim. Saniyeleri içimde sıralarken, şiddetli adım sesleri kulaklarımda can buldu ve amcamın sanki zihnimin içinde yürüdüğünü hissettim. Dehşetle yutkundum, tam beş saniye sonra kapı açıldı ve amcam gür bir sesle, "Neredesin sen?" diye bağırdı.

Sesi arkamdaki boş caddede yankılanırken dudaklarım aralandı fakat amcam bir cevap vermemi beklemeden kolumu kavrayarak beni içeriye soktu ve kapıyı sertçe kapatarak yüzüme baktı. Kaşları çatıktı ve sinirden gözleri kıpkırmızı olmuştu; dudaklarında yok olan renk, kaç kutu bira bitirdiğini sorgulama hakkını bana veriyordu.

"Amca," diye mırıldandım kısık bir sesle. Ceketin içinde kaybolan ellerimi dışarı çıkardım ve parmaklarımla oynamaya başladım.

"Neredesin sen, Minel?" Daha yüksek bir sesle bağırdı. "Bu saate kadar dışarıda olmaman gerektiğini bilmiyor musun? O telefonun nerede ve nasıl kapanıyor?"

Boş gözlerle yüzüne baktım ve yalan söylemek yerine cevapsız kalmayı yeğledim; amcam ise hırlayarak nefes alıyordu ve her an beni kızgın yağın içine atacakmış gibiydi. Sorularının havada kaldığını fark edince sertçe kolumu kavradı; salona doğru çekiştirirken, "Amca, bırak," diye söylendim. Sakin olmamın sebebi, saatler önce o sokakta yaşadıklarımdan mı yoksa Korel'in ka demsiz sakinliğinden miydi, bilmiyordum.

Beni hızla salondaki üçlü koltuğa attı ve tam karşıma geçti. "Sana nerede olduğunu soruyorum, Minel!"

Afallamış bir ifadeyle yüzüne bakarak, "Ne yapıyorsun?" diye sordum. Sorumluluklarının farkında olan bir kızdım ve eve geç geldiğim nadir görülürdü fakat bu kadar geç geldiğim ilk defa olmuştu. "Danstaydım," dedim kaşlarımı çatarak. "Ve şarjım bitti, bunu sana söyledim."

Amcam alay edermiş gibi homurdandı ve ellerini saçlarına geçirerek, "Saat gecenin iki buçuğu," diye inledi. "Seni aradığımda on ikiydi!" Saçından birkaç tutamı çekiştirerek, "Hocanı aradım, çıktığını söyledi," dedi. "Bana ne yaptığını söyle, yoksa..." duraksadı, bakışları üzerime doğru kaydı ve cekete dikkatlice bakarak gözlerini açtı. "Bu ceket kimin?"

Bakışlarımı ondan kaçırdım ve yutkunarak arkasındaki televizyona odaklandım; belgesel açıktı ve amcamın saatlerdir izlemediğine adım gibi emindim. Saniyeler birbirini kovalarken amcamın derinleşen nefeslerini hissedebiliyordum. Saniye dakikaya kucak açtığında üzerime eğildi ve çenemi sertçe kavrayarak yüzümü zorla kendine çevirdi. "Bu ceket kimin? Bana cevap ver!"

Çenemi tutuşundaki sıkılık canımı yakarken, "Bırak," diye inledim boğuk bir sesle. Ardından tepki vermesini beklemeden elimi bileğine sardım ve olanca gücümü vererek elini çekmesini sağladım.

"Bir daha sormayacağım," dedi ölümcül bir sesle. "Ya bana bu ceketin kime ait olduğunu söylersin..." Gözlerini kıstı, bir süre yüzüme baktı. "Ya da söylersin."

Elimin içini çimdiklemeye başladığımı acısı çıkınca fark ettim. Amcamın gözlerinden bana doğru yol alan lavlar sinirlerimi tetiklerken, "Ne yaparsın?" diye sordum. Zaman kazanmaya çalıştığımı fark etmemesi için bir elimi çeneme yerleştirdim ve yüzümü buruşturdum.

"Bu saate kadar kiminleydin ve neredeydin?" dedi dişlerinin arasından. "Bu erkek ceketi kime ait?"

Yalan söylememeyi sadece bir an düşündüm fakat bunun sonuçları yalan söylememden daha fena patlardı ve dansa, tutkularıma arkamı dönmek zorunda kalırdım; diğer yandan Korel'e ait olduğunu söylesem bile hiçbir şeyden kurtulamayacaktım, arkasına daha fazla düşecekti.

"Barış'ın," dedim kekeleyerek. Ses tonumu düzelttim ve yüzüme dürüstlük maskesini yerleştirerek yüzüne baktım. "Danstan çıktıktan sonra Barış'la karşılaştık ve acıkmış olduğum için bir yerlere oturup yemek yedik. Üşüdüğüm için de ceketini bana verdi.

Bir çırpıda söylediğim yalan beni bile şaşkınlığa uğratırken amcam düz bir ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti ve gözlerimden doğruluk testini geçirdi. Merkezdeki arkadaşlarımın hepsini tanıyordu; amcam hayatıma giren kim olursa olsun hepsini tanımak zorundaydı çünkü bana karşı koyduğu kurallardan birisi de buydu. Barış'ı da tanıyordu; sevdiği söylenemezdi fakat özel olarak nefretini dile getirmemişti. Asıl gerçek ise amcamın kimseyi sevmediğiydi.

"Barış'la?" dedi kaşlarını kaldırarak. İnanmadığını belli eden ifade yüzüne yerleşirken kollarını önünde bağladı ve omuzlarını kaldırarak derin bir nefes aldı. "Sen beni aptal mı sanıyorsun?" Kafasını iki yana salladı. "Diyelim ki öyle, senin bu saatte evde olman gerektiğini bilmen lazım; ayrıca telefonun nerede, çantan nerede? Ne haltlar dönüyor?"

Gözlerim amcamın kızarmış gözlerinden ayrılırken, masanın üzerindeki boş bira kutularına bakışlarım takıldı ve gözlerimi devirdim. Beni bu kadar umursayan bir insanın, şefkatin güzel tadını bana çok görmesi de inançlarımı köreltiyordu. Kendi doğruları, kendi bildiği, kendi inançları için hareket eden bir adamdı ve sırf bunlar yüzünden, umursamadığı yeğenini bile alt etmek istiyordu.

"Ben yirmi yaşındayım," diye mırıldandım bakışlarımı ona çevirerek. "İstediğimi yapma hakkına sahibim ve seni de inandırmak zorunda değilim. Telefonum kapalı olduğu için üzgünüm, bir dahaki sefere şarjım olacaktır. Çantamı takside unuttum, Barış yarın getirir."

Koltuktan sakince kalktım, amcamın hemen yanından geç mek için hamle yaptığımda bu sefer diğer kolumu tutup, "Ne?" diye soludu. "Bir dahaki sefer mi? Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" Kolumu tutuşu sıkılaştı. "Bir dahaki sefer diye bir şey olmayacak çünkü o dans kursuna bir daha gitmeyeceksin!"

Damarlarımdaki kanda dolaşan sakinlik bir anda buz kesti ve zehirli bir neşterin boğazımdan aşağı doğru hareket ettiğini hissettim. "Yeter!" Kolumu tutan elini itekleyerek geri geri gittim. "Yeter! Beni her tartışmada dans kursuyla tehdit etmekten vazgeç artık! İyi misin, diye sordun mu amca? Hayır! Çünkü benim hangi erkekle olduğum, nasıl olduğumdan daha önemli, değil mi?"

Acı içinde gülümsedim. "Ne istiyorsun? Kuklan olmamı mı?"

Çatık kaşlarının arasındaki çizginin ve gergin bakan gözlerinin bir an silindiğini görür gibi oldum; bu, neşteri yok etmek için bir ümit olurken, aynı ifade tekrar yüzüne yerleşti. Gözleri yüzümden vücuduma doğru kaydı ve baştan aşağı süzdükten sonra, "İyi misin?" diye sordu.

Yüzüne ciddiyetle bakarak dalga geçip geçmediğine odaklandım fakat o kadar düz, o kadar yalın bakıyordu ki herhangi bir dalga belirtisine rastlamadım. Dudaklarımdan mutluluktan uzak bir kahkaha döküldü. "Hadi oradan!" diye homurdandım. Neşterin acısı artar gibi oldu ve önemsenmeyişimin en âciz hali, tam karşımda bana boş gözlerle baktı. "Lanet olsun, amca. Bu kadar olamazsın."

Hayal kırıklığı yaşamaya doyumsuz bir bünyem vardı ve her seferinde daha kötüsünü yaşasam bile tırnaklarıma resmen acıyı kazıyordu. Kucağına yerleştiğim keder, beni şu an için asla terk etmeyecekti ve kendi benliğimden başka ait olduğum bir yer yoktu; bir amcaya sahip olmak bile bu ev içerisinde bana cehennemi yaşatıyordu.

"Buraya gel," diye seslendi amcam, ben arkamı dönmüş merdivenlere doğru yürürken. Peşimden gelmiyordu fakat sesi kesindi. "Konuşmamız henüz bitmedi, bana bu saate kadar ne yaptığını söyleyeceksin, yalanlarını dinlemeyeceğim."

Merdivenin ilk basamağına adım attığımda başımı çevirip yüzüne baktım. "Biliyor musun amca? Sanırım nefretinin sebebini biliyorum." Derin bir nefes aldım ve ellerimi iki yana açarak çenemle kendimi işaret ettim. "Ama üzgünüm, bugün de yaşıyorum ve benden kurtulamadın." Diğer basamağa adım atıp yukarı çıkacağım sırada, "Ha, bu arada..." diyerek duraksadım. "Sana hesap vermeyeceğim, inanmak istemiyorsan inanmayabilirsin."

Kin adımlarıma güç verirken merdivenleri tırmandım ve amcamın arkamdan, "Minel!" diye haykırmasını umursamadan hızlandım. "Minel! Buraya gel!"

Annemin ve babamın hayatta olduğunu düşündüğüm zamanlar, nasıl bir tat vereceğini ayırt edemiyordum. Bu gece, eve geç gelişimde annemi gözleri yaşlı, beni merak ediyor bir şekilde bulabilirdim belki; fakat babamı, amcamın başka bir formunda karşımda görürdüm. Birbirlerine benziyorlardı; ikisinin de aklında oluşturdukları kuralları, tabuları ve koşulları vardı. Kendileri de dahil olmak üzere bu kumkumanın içerisinde kaybolmuşlardı. Bir insanın, karşısındaki kişiden önce kendi kurallarını önemsemesi en büyük bencillikti ve ben o kurallara kendi isteğim dışında her uyduğumda bir başkasının bencillik bıçağı boynuma saplanıyordu.

Bir başka konu ise şuydu: Artık içten içe amcamın benden kurtulmak istediğini düşünmeye başlamıştım; bugün bana karşı olan inanılmaz hırsı ise gözlerimde hâlâ canlı bir şekilde kendini gösteren yaşam belirtisiydi. Sevgisini, şefkatini, önemsediğini hissetmediğim birinin bu tarz duygular beslediğini fark etmem beni şaşırtmıyor; aksine, kendi içime daha fazla kapanmama sebep oluyordu. Kaçmaya alışıktım, kaçmayı ailem küçükken bana öğretmişti ve zihnime kanlı harflerle yazılan en büyük paradoks buydu. Kaçıyordum, kaçtığım yerde ise başa dönüyordum.

Bacaklarımı karnıma doğru çekerken dizlerimdeki yaralar canımı daha çok yaktı ve dudaklarımdan acılı bir inleme döküldü. Sıcak bir duş, gerilen vücuduma iyi gelmişti ve o lanet adamların kalıntılarını temizlediğini hissetmiştim fakat aynı şeyi dizlerim için söyleyemezdim. Suyun değdiği her nokta sızlamıştı ve kurumuş olan kanı temizlemek için büyük bir çaba sarf etmiştim.

Hâlâ nemli olan saçlarımı kurutma ihtiyacı hissetmeden ken dimi yatağın diğer tarafına attım ve gözlerimi kapatmadan önce hemen karşımdaki koltukta yer alan deri cekete gözlerimi diktim. Penceremden içeriye sızan ışıkta ceketi seçebiliyordum ve sanki odanın her yerinde misk bir kül kokusunun dolandığını hissediyordum. O sokaktan nasıl ayrıldığımızı, bana ceketi nasıl giydirdiğini ise hatırlamıyordum.

Beni taşımış mıydı? Zihnimi bayılmadan önce söylediği kelimeye odaklamaya zorladım fakat kocaman bir boşluktan başka hiçbir şey yoktu, zihnim beni yanıltmıyordu. Halbuki kelimeler onun dudaklarından çıkıp benim kulaklarımda can bulduğunda ona cevap verme ihtiyacı hissetmiştim; işin tuhaf tarafı, vereceğim cevabı da şu an hatırlamıyordum.

Hayatı boyunca her şeyden kaçmış bir kız olarak, Korel'in orada nasıl bulunduğunun peşine düşmem bir an beni de şaşırttı ve yüzümü buruşturdum. Sahi, niye peşine düşüyordum bir şeylerin? Korel haklıydı. Eğer bu gece o sokakta olmasaydı hayatımdan izi silinmeyecek olaylar yaşayacaktım ve belki de bu hayatın bana son zehri olacaktı.

Tezat olansa içimdeki bir sesin, peşine düşmem gerektiğini söylemesiydi ve bu hisse, kendime güvenmediğim kadar çok güveniyordum: Korel Erezli, bu gece, o sokağa tesadüf eseri gelmemişti.

Kanıtlayacağım bir dosyam, peşine düşeceğim bir ipucum bile yoktu; bu sadece histen ibaret olan bir detaydı ve ben buna tamamen inanıyor, peşini bırakmak istemiyordum. İlk defa tezatlığın tadına varmak, kaçmak yerine, peşine düşmeyi seçmek istedim.

Uykuya dalmadan önce son düşündüğüm şey ise, Korel sayesinde ilk defa kaçmayacağım ve sonbaharı anımsatan altın sarısı gözlerindeki gizli detayları çözmek için her şeyin peşine düşeceğim oldu. Çünkü bir şeyler vardı, o gözlerde daha önce kaçmama sebep olan bir şeyler vardı ve ben bunu, bu gece hissettiğim somut korku kadar net hissediyordum.

Korel Erezli'de kaçmama sebep olan bir karanlık vardı ve doğduğundan beri kaçmaya, saklanmaya alışık olan o küçük kızdım; bu gece ise, ilk defa karanlığa saklanmak yerine, aydınlığı ortaya çıkarmak için yemin ettim ve küçük kızı susturdum.

*

Üzerimdeki koyu mavi tişörtün etek tarafını aşağı indirirken, bakışlarım aynadaki görüntümde geziniyordu. Gece oldukça geç bir saatte uyumuştum ve gözaltımdaki mor halkalar bunu kanıtlıyordu. Genişçe esnedim ve kurutmadığım için kabaran saçlarımı yarım toplayarak yerdeki ayakkabılarıma eğildim.

"Minel!" Kapının ardından gelen amcamın sesiyle tek kaşım havaya kalkarken ses çıkarmadım ve siyah pantolonumun altına giydiğim siyah spor ayakkabılarımın bağcıklarını bağlamaya devam ettim.

"Kahvaltı yapacağız," dedi kapıya bir kere vurarak. "Hazır mısın?"

Odaya son bir kere göz gezdirdiğimde sokakta unuttuğum sırt çantamı ve telefonumu anımsadım, dudaklarımdan kısık bir homurtu döküldü. Yanıma hiçbir şey almamayı tercih ederek odadan çıkmadan aynaya baktım. Yüzümdeki yorgunluk açık bir kitap gibi okunuyordu ve merkeze gittiğim zaman Büge'nin defalarca soracağını biliyordum.

Odamın kapısını açtığımda kapıyı çalmak üzere olan amcamın eli havada kaldı ve kaşlarını kaldırarak bana baktı. "Hazır mısın?" Sadece kafamı aşağı yukarı salladım ve yanından geçerek merdivenlere doğru yürüdüm. "Kahvaltı edeceğiz." Arkamdan yürüdüğünü hissediyordum. "Hem dün yarım kalan mevzumuzu konuşuruz."

Omuzlarımı silkerek merdivenlerden hızla indim ve mutfağa bile dönüp bakmadan dış kapıya ilerledim. "Minel," diye seslendi amcam bıkkın bir sesle. "Buraya gel, henüz gidemezsin."

Dış kapıyı açarak, "Gittim bile," dedim ve omzumun üstünden Ferit amcama baktım. "Merkezde bir şeyler atıştırırım, konuşacak başka bir şey yok."

Bir tepki vermesini ya da önüme geçerek beni durdurmasını bekledim fakat sessizlikten başka hiçbir karşılık vermedi; sırtımdaki gözlerini hissedebiliyordum. Dış kapıyı tamamen açtım ve dışarıya çıkıp amcamın yüzüne bakmadan sertçe örttüm.

Görüntüsünü tahmin edebiliyordum fakat defalarca görmek is teyeceğim bir tablo olmadığı için bakma ihtiyacı hissetmemiştim.

Hava düne göre fazla sıcak değildi; merkeze yürüyerek gitmek her zaman beni mutlu etse de bugün eksik hissediyordum çünkü kulaklığım yanımda değildi, cüzdanım bile yoktu. Bütün eşyalarım çantamın içinde kaybolmuştu ve amcamdan para isteyemezdim, çoğunlukla ondan para almazdım. Anne ve babamın banka hesabında bana bıraktıkları çok da yüklü olmayan bir miktar para vardı ve kendi ihtiyaçlarımı oradan gidermeyi seviyordum.

Şimdi ise o banka kartım da dahil hepsi kimliğimle beraber cüzdanımın içinde kalmıştı. Uğraşacak birçok işimin olduğunu fark edince sinirle yanaklarımı şişirdim ve nefesimi sesli bir şekilde dışarıya bıraktım.

"Minel!" Arkamdan gelen sesle başımı çevirdiğimde Barış'ın bana doğru geldiğini gördüm; üzerinde beyaz bir tişört, altında koyu renk bir kot pantolon vardı. Elini saçlarına geçirdi ve sevecen bir ifadeyle gülümsedi. Düz düz yüzüne baktıktan sonra beklemeden yürümeye devam ettim ve Barış'ı arkamda bıraktım.

"Beklesene, kızım," dedi, adımlarını hızlandırdığını fark edebiliyordum. Omzumun üzerinden arkama baktım ve kaşlarımı çattım. "Seni evden almaya geliyordum fakat çıktığını gördüm." "Neden geliyorsun?" diye sordum umursamaz bir sesle.

Dizimi büktükçe yara pantolonuma sürtüyordu ve bu canımı daha fazla yakıyordu.

Barış hemen yanıma geldi ve başını sağa yatırarak, "Benimle konuşmuyor musun?" diye sordu. Sesinde pişmanlık, biraz da alay belirtisi sezdim. Uzaktan merkezi görebiliyordum ve oraya gidene kadar sessiz kalmam ikimizin de canını sıkardı.

"Minel," dedi, ardından durdu. "Bir bakar mısın?"

"Ne istiyorsun?" dedim bıçak gibi kesilerek. "Merkeze geç kalmak falan mı?"

Kaşlarını alayla havaya kaldırdı. "Hadi ama; bana merkezi taktığını söyleme." Önüme geçti ve elini yumruk yaparak hafifçe omzuma vurdu. "Dün söylediklerim yüzünden bana kırgın mısın?"

Bakışlarımı gözlerinden çekip merkeze doğru bakarken, "Hayır," diye kesin bir dille cevap verdim; parmaklarım ben farkında olmadan birbirine geçerken, Barış'ın beni izlediğini biliyordum.

Tekrar omzuma vurdu. "Gözlerini kaçırma benden; kırıldın, biliyorum." Kaşlarım çatıldı fakat yine de yüzüne bakmadım. "Bak, haklısın. Ağır konuştuğumun farkındayım fakat o yaralı yüze..."

Sol elimi havaya kaldırarak onu susturduktan sonra, "Kırılmadım," diyerek gülümsemeye çalıştım. "Sabah hiçbir şey yemedim ve çok açım. Biraz daha burada durmaya devam edersek bayılacağım."

Kahkaha attı.

Barış çok çabuk gülebilen ve pozitif enerjisi olan bir insandı. Ona kırgınlıktan daha öte duygular besliyordum fakat dün yaşadıklarımdan, amcamla tartışmamızdan sonra başka bir olayı, başka cümleleri kaldırabilecek durumda değildim.

"Pekâlâ," dedi ve başıyla merkezi gösterdi. "Gidelim de şu aç kızın karnını doyuralım."

Merkezin kapısının önüne geldiğimizde düne göre daha az kalabalık olduğunu gördüm; bunun sebebi ise büyük ihtimalle merkeze erken bir vakitte gelmiş olmamızdı.

"Merhaba," diye mırıldandım bıkkınlıkla. "Bugün de günaydın."

Barış'ın da homurdandığını duyar gibi oldum fakat aldırış etmeden yemekhaneye doğru yürümeye başladım; gözlerim ben farkında olmadan etrafı tararken, aslında asıl aradığım kişinin kim olduğunu az çok biliyordum. Park edilen iki üç tane motosiklet vardı fakat bunların hiçbirinin arasında onun koyu gri, kendisi gibi güçlü motosikleti yoktu. Yüzüm soğuk bir hal alırken, Barış yemekhanenin kapısını açtı ve benim de geçmem için yol verdi.

"Tost yaptırayım sana, otursana." Boş masayı ve sandalyeleri gösterdi. "Hemen geliyorum."

Arkasını dönüp kalabalık olmayan sıraya doğru yürürken ağzım açık baktım. Normalde kendi tostumu kendim alabileceğimi söylerdim fakat şu an cebimde beş kuruş para yoktu ve açlıktan midem ağrımaya başlamıştı.

Boş sandalyeye yerleştim ve tost sırasında olan Barış'tan bakışlarımı ayırarak yemekhanenin içini taradım. Ona dair hiçbir şey yoktu. Bakışlarım yemekhanenin arka masalarında oturan bir çocuğa odaklanırken çocuk da bana baktı ve dudaklarını oynatarak parmaklarını ısırmaya başladı; o kadar seri yapıyordu ki gözlerimi ondan ayıramamıştım.

Barış, masanın üzerine sıcak tostu bıraktı ve yanına da meyve suyunu koydu. Yanımdaki sandalyeyi çekip otururken, bakışlarımın izlediği yolu takip etti ve o da arka taraftaki çocuğa baktı.

"Ne yapıyor be bu?" Barış'ın yüzünü buruşturduğunu hissettim.

"Ne mi yapıyor?" Sıcak tostu kâğıdıyla elime aldım ve hoş kokusunu içime çekerek gülümsedim. "Bu merkezdeki çocuk ne yaparsa onu yapıyor."

Barış yine kahkaha attı ve meyve suyumun kapağını açıp önüme koydu. "O kadar da değil. Babamlar bugün de beni gönderirken zekâmı ölçüyormuş gibi baktılar."

Kafamı aşağı yukarı salladım ve tosttan bir ısırık alarak ağır ağır çiğnemeye başladım; o sırada çocuk, parmaklarını ısırma işlemini bırakarak tırnaklarını önündeki masaya sürtmeye başladı. Kendinden geçtiği ve hipnotize olduğu belliydi; rahatsızlığını bir an düşünsem de hemen vazgeçtim çünkü bu merkezdeki herkesin rahatsızlığını düşünmeye kalkacak olursam ömrüm yetmezdi.

"Böyle olanları gördükçe bu merkezin beni hak etmediğini düşünüyorum," dedi Barış iç çekerek. "Benim arkadaşlarım da tam olarak öyle düşünüyor zaten." Bakışlarımı ona çevirdiğimde iki yanındaki boşluğu işaret etti ve göz kırptı.

Hayali arkadaşları.

"Ah," diye mırıldandım portakal suyumdan içerken. "Senin şu arkadaşların benim hak ettiğimi düşünüyor mu?"

Bakışları bir an derinleşti ve yüzündeki gülümseme soluk renginden kurtularak canlı bir renge boyandı. "Sen bu merkezi hak edecek son kişi bile değilsin." Yüzünü ciddiyet kaplarken, hızlıca çiğnemekte olduğum tostu yavaşlattım ve yüzüne baktım. "Yani," dedi, yutkundu ve aptal gibi gülümsedi. "Arkadaşlarım öyle söylüyor."

Lafı değiştirmek istermiş gibi, "Söylesene," diye mırıldandım. "Babanlar neden seni normal bir doktora göndermek yerine bu merkeze gönderdi?"

Barış kaşlarını kaldırdı. "Seni neden?" diye sordu.

Bir an duraksadım. "Çektiğim bıçağı bana doğrultmuşsun gibi oldu ama bu," diye ona takıldım. "İlk ben sordum."

Barış ilk başta cevap verip vermemek arasında kaldı fakat ardından, "Asosyal biriyim," diye yanıt verdi. "Bana göre burası daha iyi olacaktı ve arkadaşlar edinecektim. Babam burada çalışan birçok psikiyatristi tanıdığını söylüyor ve şizofreni hastası olmadığım konusunda kararlı."

Bakışlarımı ondan kaçırarak, "Hım," diyerek konuyu alaya almak istedim. "Bunu bir de arkadaşlarına sormaları gerekiyordu."

Barış'ın yüzündeki gerginlik uzaklaşırken, "Hiç sorma," diye karşılık verdi. "Ben asosyalim ama çıplak kadınlar hep çevremde dans ediyor, muamma."

Kısık sesle kıkırdadım ve tostumdan büyük bir ısırık daha alarak aç midemi doyurmaya çalıştım. Ağır ağır tostun tadına varırken bakışlarım tekrar yemekhanenin içinde dolandı.

O sırada yemekhanenin büyük kapısında beklediğim ve umduğum yüzü görmemle Korel'in bakışları da direkt benimle buluştu, ardından yanımda oturan Barış'a kaydı. Bir anda onu görmemden dolayı boğazıma ekmek takılırken, bakışlarım ondan ayrılamadı.

Korel'in üzerinde asker yeşili bir kazak, altında siyah bir pantolon vardı. Yine uzun kollu giyinmişti ve onun da gözlerinin altında mor halkalar oluşmuştu, kumral saçları daha fazla dağılmıştı, gözleri ise fersiz bakıyordu. Duruşunu dikleştirdi, bakışlarını bana döndürdü ve yürümeye başladı.

Elinde tuttuğu çantamı gördüğümde şaşkınlıkla gözlerimi açtım ve o dakika gerçekten nefes almak için boşta olan elimi boynuma sardım; Korel bizim masaya yaklaşırken ne yapacağımı bilmiyordum. Sonunda bizim masanın önüne geldiğinde Barış'ın yüzüne boş gözlerle baktı ve kaşlarını çattı; iki kaşının ortasında oluşan, bir harfi anımsatan kıvrımı elimle düzeltme ihtiyacı hissettim.

Korel elinde tuttuğu sırt çantamı sertçe masanın üzerine koydu ve Barış'ın üzerinde olan bakışlarını bana çevirdi. Gözlerim onun sonbahar gözleriyle kesiştiğinde parçalanmış gibi hissettim çünkü fersiz bakan gözlerinde gri gölgelerin ışığı vardı; gitgide sönüyordu fakat Korel'i bırakmıyorlardı.

"Ne oluyor?" dedi Barış, bakışlarını bana çevirerek. Korel saniyenin onda biri kadar Barış'ın yüzüne baktıktan sonra fazla oyalanmadan bana baktı. "Minel," dedi Barış, bana doğru eğilerek. Yüzündeki renk gitmişti ve oldukça şaşkın bakıyordu. "Bembeyaz oldun, iyi misin?"

Cümlesi son nokta olurken, birden öksürmeye başladım ve elimdeki tostu masaya koydum. Dakikalardır nefesimi kendi isteğimle tuttuğumu yeni fark edebiliyordum ve bu bile daha fazla öksürmeme sebep oluyordu. "Korel," dedim öksürüğümün arasından.

Barış'ın kaşları daha fazla çatılırken, Korel umursamaz bir tavırla elini saçlarına geçirdi ve dağınık görüntüsünü daha fazla dağıttı. "Telefonunu da çantanın içine koydum, Turuncu."

Barış ağzının içinde bir şeyler geveleyerek, "Turuncu mu?" diye sordu. Bakışları Korel'e döndü fakat o direkt bana bakıyordu; çenesindeki yanık izi sanki bugün pembeye dönmüştü ve daha belirgin bir hal almıştı.

Son bir kere daha öksürerek portakal suyundan birkaç yudum aldım ve kekeleyerek, "Anladım," diye mırıldandım. "Teşekkür ederim."

Korel'in kemikli yüzündeki elmacıkkemikleri belirginleşti ve düz kaşından bir tanesi havaya kalktı. Ok gibi olan gür kirpikleri, güzelliğinden ödün vermeden direkt beni isabet alıyordu ve gözlerindeki sonbaharı, kendisi her gün kışa çeviriyor gibiydi. Ellerini masaya yasladı ve Barış'ı tamamen görmezden gelerek hafifçe bana doğru eğildi.

"Teşekkür ederim?" Sorgular cinsten yüzüme baktı ve gözleriyle gözlerimi istila ederken, dün gece yaşadıklarımızı sanki ikinci defa bana yaşattı. "Teşekkür ederim mi dedin sen?" Bir an gülümseyecek sandım fakat o, boş bir ifadeyle dudaklarını yukarıya kıvırarak portakal suyunu tam önüme koyup, "Geç gelen bir teşekkür oldu," diye mırıldandı. "Afiyet olsun, Turuncu."

Ondan fersah fersah esen kül kokusu tam burnuma doldu ve gözlerindeki imanın sebebini anladığımda altdudağımı dişledim. Gözleri çok kısa bir an dudaklarıma kaydı fakat çok durmadan duruşunu dikleştirdi ve ellerini birbirine vurarak silkelemeye başladı. Benim üzerimde olan bakışları Barış'a doğru kaydı, dudakları aralandı, alaylı ve küçümseyici bir ifadeyle baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp yemekhanenin diğer çıkış kapısına doğru yürüdü.

Gözlerim odağının peşine takılan bir kurt gibi arkasından bakarken, yüzümdeki afallamış ifadenin okunduğunun farkındaydım. Ona teşekkür etmem tuhaf bir şekilde garibine gitmişti; bunun sebebi de aramızda esen, dün gecenin soğuk rüzgârıydı. Korel Erezli'yi anlayabilmek adına bir çabanın içerisine giriyordum. Aklıma gelen diğer soru ise, çantam dün takside neden yanında değildi?

"Neler oluyor?" dedi Barış, ardından üzerime doğru eğildi. Gözlerim hâlâ yemekhanenin çıkış kapısında takılı kalırken, "Gitti," diye homurdandı. "Bu çantanın onda ne işi var, Minel?"

Kafamı iki yana sallayarak önümde duran portakal suyundan bir yudum daha aldım ve kesilen iştahımla beraber tostla bakışmaya başladım. Verecek herhangi bir cevabım yoktu ve gereksiz yere yalana başvurmak istemiyordum.

"Gençler!" Büge'nin kıvrak sesi yemekhanenin içini doldururken başımı kaldırdım ve Korel'in çıktığı kapıdan Büge'nin girdiğini gördüm. Yanımıza hızlı adımlarla yaklaşırken, yüzünde her zamanki eğlenceli ifadesi vardı ve oldukça mutlu görünüyordu. "Nasılsınız bakalım?" Barış'ın yanağından makas alarak, homurdanmasına karşı sırıttı. Yüzü bana döndüğünde gözleri irileşti. "Hey! Senin bu halin ne yine?"

Masayı sessizlik kaplarken, bir an Barış'la göz göze geldik ve çatık kaşlarla bana baktığını gördüm. Büge üzerindeki siyah, göğüs dekoltesi olan tişörtünü aşağı doğru indirdi. "Neler oluyor? Dilinizi mi yuttunuz?"

"İyidir," dedi Barış, bana bakmayı sürdürerek. "Yardımsever insanları izleyip duruyoruz."

Gözlerimi devirerek son bir kere portakal suyundan birkaç yudum aldım ve masanın üzerine sertçe koyarak, "Ben gruba gidiyorum," diye mırıldandım. Az önce Korel'in bana geri verdiği sırt çantama uzanırken Büge benden önce davrandı ve sırt çantamı eline alarak kafasını iki yana salladı.

"Ne?" dedim yüzümü buruşturarak. "Gitmem gerekiyor."

"Hayır," dedi Büge. "Neler oluyor size? Her sabah prenses gibi uyanıyorum, sonra sizi görüyorum ve cadıya dönüşüyorum. Barış, sen Minel'le değil misin gruplarda?"

Söylediğine başka bir zaman diliminde belki gülebilirdim fakat şu an bunu yapabilecek kafayı bile kendimde bulamıyordum. Korel'in gözlerinin içinde yer alan nefret tohumları, onu gördüğümden beri beni himayesi altına almıştı.

"Bugün girmeyeceğim," dedi sert bir sesle Barış.

Kendi kendime homurdanarak Büge'nin elinde tuttuğu sırt çantamı çektim ve ayağa kalktım. "Gerçekten gitmem gerekiyor." Barış'la bir defa daha göz göze gelmeden çıkış kapısına doğru yürümeye başladım fakat aynı anda Büge'nin beni kolumdan çektiğini hissettim.

"Kızım, cidden sinirleniyorum artık. Neler oluyor?" Kaşlarını çattı ve kolumdan sürükleyerek beni yemekhaneden çıkarmaya çalıştı, bu istediğim bir şey olduğu için karşı koymadan ona ayak uydurarak peşinden ilerledim.

Grupların olduğu odaların bulunduğu yer gitgide kalabalıklaşmıştı.

"Şimdi," dedi Büge, adımlarını yavaşlattığında. Tam karşıma geçti ve ellerini omuzlarıma yerleştirerek yüzüme tuhaf bir ifadeyle baktı, ayaklarındaki topukludan dolayı benden daha uzun olmuştu. "Neler olduğunu söyle bana, seni dinliyorum."

Bakışlarımı ondan kaçırarak ellerimle oynamaya başladım. "Bir şey yok." Başını eğdi ve kaşlarını çatarak yüzüme inanmadığını belli eden bir ifadeyle baktı. "Gerçekten bir şey yok," dedim kafamı iki yana sallayarak. "Sadece Barış'ın bazı hareketleri sinirlerimi bozmaya başladı."

Büge, "Öyle mi?" dedikten sonra gözlerini devirdi. "Hadi ama ufaklık, Barış hep böyleydi. Başka bir şey var, bana güvenmiyor musun?" Güven.

Bu kelimenin anlamının benim için ne olduğunu bilseydi kullanmayacağını biliyordum. İnsanlara beslediğim güven duygusunu sömüren bir kan emici içimde yaşıyordu ve kendimi bazı şeyler için ne kadar zorlarsam zorlayayım insanlara inancım tükenmişti.

İçimdeki o lanet dürtü, ilk defa iyimser bir tonla bana bir defaya mahsus yirmi yaşında bir kız gibi davranmamı söyledi ve Büge'nin gözlerindeki samimiyet ise bunu destekledi, güvenmek adı altında yapacağım bir şey yoktu fakat gerçekten açıkça fikir almaya ihtiyacım vardı.

"Sadece," diye mırıldandım ve bakışlarımı ellerime indirerek altdudağımı yaladım. Cümleye nasıl başlayacağımı bilemediğim için birkaç saniye oyalanırken, Büge sessiz ve sakin bir şekilde ne diyeceğimi bekliyordu. Bakışlarımı ellerimden uzaklaştırdım ve Büge'yle göz teması kurdum. "Korel'in nefret dolu bakışlarına hiç denk geldin mi?"

Büge kaşlarını çatarak düşünüyormuş gibi yaptı. "Korel?" Gözlerini havaya kaldırdı, ardından dudaklarını aralayarak yüzüme baktı. "Motosikletli gizemli adam?"

Kafamı aşağı yukarı sallayarak onu onayladım ve vereceği cevabı merakla bekledim. Büge oldukça iyi bir gözlemciydi ve gözünden hiçbir şey kaçmayacağını biliyordum. Bir süre yüzüme baktı, neden sorduğumu merak ettiğini biliyordum fakat bunu eşelememesi gerektiğini anlayabileceğinden emindim.

"Onu sadece uzaktan görüyordum," dedi kendi kendiyle konuşuyormuş gibi. "Çok dikkat etmedim fakat gördüğüm zamanlarda da hiç göz göze gelmedik. Yani bilemiyorum, o..." Altdudağını dişledi. "Fazla umursamaz görünüyor. Nefret edermiş gibi bakmaya bile üşenir. Ayrıca..." Kaşlarını çattı. "Sana nefret edermiş gibi mi bakıyor?"

Yutkundum, ardından aceleci bir şekilde, "Hayır," diyerek cevapladım. "Sadece, bilemiyorum. Rahatsızlığını merak ediyorum, ondan olabilir."

"Sen," dedi şaşkın bir tınıyla. Gözleri irileşti, bakışları daha şaşkın bir ifadeye büründü. "Sen birinin rahatsızlığını mı merak ediyorsun? Hem de bu nefret ettiğin merkezde?"

Merkez içerisinde kimsenin rahatsızlığıyla ilgilenmemiştim ve bu konu hakkında tek bir yorum bile yapmamıştım; kendi rahatsızlığımı gizleme eğiliminde olan birisi değildim fakat fazla dallanıp budaklandırmaya gerek olmadığı görüşündeydim.

"Sanırım." Tek bir cevaba bütün soruları sığdırırken, Büge daha anlaşılmaz bakmaya başladı ve yüzümdeki samimiyeti ölçmeye çalıştı.

"O adamın," diye mırıldandı, iç çekti. "Değil bir kıza, bir insana dahi nefret ederek bile bakacağını düşünmüyorum. Böyle bir şeyi sana yaptıysa da yanlış anlamışsındır. Onun derdi bence bu merkezin kurucularıyla, sen öylesine birisin. Hepimiz öyle."

Gözlerinden geçen ifade sinirlerimi bozarken, omuzlarımı silktim ve ellerinin düşmesine sebep oldum. "Aklından geçeni biliyorum, Büge. Öyle bir şey düşünmüyorum, bana özel bir nefret değil."

Tam olarak bana özel bir nefret olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum, Büge'nin ise düşüncesiyle tamamen örtüşüyordu. Dışarıdan çoğu insanın görebileceği gibi umursamazdı fakat ben gözlerindeki volkan patlamalarına şahit olduğuma bizzat emindim, ayrıca o ortaya çıkınca belirginleşen adım seslerinin başka bir açıklaması olamazdı.

"Sakin ol," dedi ellerini havaya kaldırarak. "Ben sadece zamanını boşa harcama diye söylüyorum; o adam fazla derin, fazla gizemli."

Zamanımı nasıl ve neye harcamam gerektiğine uyumadan önce karar vermiştim ve tam olarak bunun arkasından ilerleyeceğimi biliyordum. Bir nefret, bir kin, bir his... Peşine düştüğüm bir kumkuma... Hepsinin nedenlerine ulaşmak adına kendi benliğimden çıkacak, hep kaçan kızdan kurtulacaktım.

Büge'ye hiçbir şey söylemeden kafamı salladım ve elimi havaya kaldırıp selam verdikten sonra odalara doğru ilerledim.

Odaya girdiğimde herkesin yerinde oturduğunu gördüm; küçük adımlarla ilerlerken beyaz sıralara göz gezdirdim ve onun da boş sıranın hemen yanında oturduğunu gördüm. Elinde tuttuğu kâğıt parçasıyla oynarken kirpiklerinin arasından göz ucuyla kapıya doğru baktı ve beni gördüğünde hiçbir tepki vermeden kâğıda bakmayı sürdürdü.

Yavaş adımlarla boş sıraya doğru ilerledim. Odanın içinde çok fazla ses yoktu hatta kendi nefes sesimi duyabiliyordum; Korel'e bakmayı es geçerek yanındaki boş sıraya yerleştim ve daire şeklinde oturan insanların tek tek yüzlerine bakmaya başladım. Herkes kendi halinde bir şeylerle ilgilenirken sırtıma attığım çantadan telefonumu çıkardım ve düğmesine bastığımda şarjının tam olduğunu fark ettim.

"Şarj ettim," diye mırıldandığını duydum ve başımı çevirdiğimde elimde tuttuğum telefona baktığını gördüm. "Telefonunun kapalı olması dikkat çekermiş gibi geldi."

"Sorun yok," dedim hızlıca. "Dün bir şekilde toparladım.

Neden takside çantamı vermedin?"

Omuzlarını silkti. "Sonradan bulduk."

Başımı aşağı yukarı salladım ve ekran kilidini tekrar kapattığımda içeriye giren eğitmen psikoloğu gördüm; dün gelen kadındı. Odadaki herkesle göz göze gelirken Korel'in oturduğu yeri pas geçip yüzüne yapay bir tebessüm kondurarak bir sandalye çekti ve hemen karşımıza oturdu. "Bugün nasılsınız?"

Odada birkaç ses yükseldi fakat Korel de ben de bir tepki bile vermemiştik.

Gelişigüzel bir şekilde odadaki birkaç kişiyle sohbet etmeye başladı ve bu sohbet, genelde kendini tamamen açan ve bütün sırlarını ortaya döken insanlar üzerinden oluyordu. Konu kendini tanıtma kısmına geldiği zamanlar daima geri planda duran ve ne dediğini hiçbir zaman bilemeyen birisi olduğum için hiçbir konuşmaya dahil olmuyordum ve neredeyse dinlemiyordum, bazen gözüm yanımda oturan Korel'in elinde oynadığı ufak kâğıt parçasına kayıyordu fakat ne yazdığını tam anlamıyla okuyamıyordum.

Eğitmen psikolog boğazını temizledi. "Çoğunuz kendinizi tanıtmak konusunda yetersizsiniz," diyerek özellikle Korel'in yüzüne baktı; Korel ise onunla göz teması kurmuyordu. "Bu yüzden kâğıtlara düşüncelerinizi dökebileceğinizi düşündüm ve sizin için kâğıtlar, kalemler getirdim." Kucağında tuttuğu kâğıtları ve kalemleri eline aldı, bize doğru salladı. "Şimdi hepinize bunlardan bir tane vereceğim ve kendinizi tanıtıp geçmişinizi, şimdinizi, geleceğinizi yazmanızı isteyeceğim fakat bu çok farklı bir şekilde olacak."Korel'in derin bir nefes alarak alayla soluduğunu duydum.

Eğitmen psikolog bunu duysa da duymazdan geldi. "Hepinizin zihninin içinde yeni bir dünya yaratmasını istiyorum, bu dünyada her şey olabilir ve kendinizi dünyanın bir parçası olarak tanıtacaksınız. İster bir karınca olun, ister bir kaplan, ister bir ejderha, ister bir böcek, ister hayali bir kahraman, ister bir eşya, ister bir duvar, isterseniz soyut olan her şey... fark etmez. Tek istediğim, kendinizi nasıl gördüğünüz ve nasıl tanımladığınız. Geçmişinizin nerede olduğu, şimdinizi nasıl gördüğünüz ve geleceğinizi nasıl istediğinizi okumak. Kendinizi küçümseyin ya da yüceltin, önemli olan benim anladıklarım olacaktır. En çok geçmişi merak ediyorum. Hayal gücünüzün sınırlarını zorlayın, ben sizin elinizden zamanlarınızı ve o zamanlardaki sizleri okumak istiyorum."

Ayağa kalktı ve elinde tuttuğu kâğıtları hepimizin önüne koymaya başladı; Korel'e geldiğinde hızla ve sertçe kâğıdı önüne koyarak kalemi de uzattı. Korel kalemi alırken eğitmenin yüzüne baktı ve kaşlarını alayla kaldırdı. Küçük kâğıt parçasını eğitmene doğru uzattığında, "Bildiğim numaralar," diyerek fısıldadı. "Benim verebileceğim tek kâğıt bu."

Eğitmen sertçe Korel'in elinden kâğıdı aldığında başımı çevirerek, "O kâğıtta ne yazıyordu?" diye sordum. "Ne yapacağını nereden biliyordun?"

Korel başını dramatik bir şekilde iki yana salladı. "Bu merkez hakkında bilmediğim tek bir şey yok," diye karşılık verdi. "Kâğıtta ise bu eğitmenin rahatsızlığı yazıyor."

Kaşlarım havaya doğru kalktı. "Nereden," diye mırıldandığım sırada kelimeyi yuttum. "Neden yaptın?"

Korel başını yavaşça bana çevirdi ve düz bir ifadeyle baktıktan sonra, "O neden yapıyor?" diye sordu. "Bazen insanlara ayna olman gerekir, eğer olmazsan boş camdan dışarıya bakarlar. Ben sonradan kırılacak bir ayna olmayı bile kabul ediyorum."

Gözlerim kısıldı ve eğitmenin ellerini birbirine çarpmasıyla olduğum yerde irkilerek önümdeki kâğıda döndüm. Parmaklarım kurşunkaleme uzandığı sırada aynı şekilde Korel'in de kurşunkaleme uzandığını gördüm ve onun da bir şeyler yazacağını anladığımda şaşkınlığım arttı.

İlk başta boş kâğıtla bakıştım, ardından parmaklarımı birbirine geçirerek diğer insanlara baktım. Bir şeyler yazmaya başlamışlardı bile ve yüzlerinde tuhaf bir ifade vardı. Göz ucuyla Korel'e de baktığımda sol elinde tuttuğu kalemle kâğıda bir şeyler yazdığını gördüm fakat kâğıdın üzerine öyle bir eğilmişti ki yazdıklarını okuyabilmek imkânsızdı.

Kalemi elime aldım, derin bir nefes verdim ve gözlerimi sıkıca yumdum.

Gözlerimi kapattığım yerde kendimi hissettim, parmaklarımdaki yağmurlar yanmaya başlar gibi oldu ve gözlerimi araladığımda elimde tuttuğum kalem, kâğıtta ilk darbesini bıraktı ve gerisi öyle bir aktı ki kendimi hâlâ gözlerimi kapattığım yerde gibi hissediyordum.

Gözlerim geçmişimdeydi.

Eğitmenin tekrar ellerini birbirine çarpmasıyla bir süredir önümde yazdığım kâğıda baktığımı bile fark etmedim; benimle aynı şekilde olan biri daha vardı ve o kişi Korel Erezli'den başkası değildi.

Eğitmen yavaş yavaş kâğıtları toplamaya başladı ve bir an Korel'le göz göze geldiğimizde ikimizin de aklından aynı şeyin geçtiğini fark ettim. Eğitmen Korel'in önüne geldiğinde kâğıdı çekmek için hamle yaptı fakat Korel kâğıdı sertçe elinden aldı. "Sana verdiğim kâğıt yeterliydi," diyerek karşı çıktı. "Daha fazlasını istersen, daha fazlasını deşerim." Eğitmenin kaşları çatıldı, yutkundu ve kâğıdı bırakıp dişlerini kenetledi. Korel kâğıdı katlayıp cebine koydu ve tekrar bana bakmadan ayağa kalkarak odadan çıkmak için yürümeye başladı.

Eğitmen Korel'e bakmadan bana doğru eğildiğinde ilk önce Korel'in arkasından baktım, ardından benim de yapmak istediğimin bu olduğunu fark ederek hiçbir şey söylemeden kâğıdı elimde tutup ayağa kalktım ve hızla odadan çıktım, yürürken kâğıdı çantamın içine attım.

Korel Erezli şimdiden bana da cesaret vermeye başlamıştı.

Birkaç adım önümde yürüyordu. Merkezin içindeki sıcaklık tişörtüme rağmen beni terletirken, onun kazakla nasıl dolaştığını sorgulamaya başladım. Bu düşündüğüm şey ise onca şeyin arasında öncülük etmemeliydi.

Dizginleyemeyeceğim bir akılsızlık edip, "Hey!" diye seslenerek adımlarımı ona yetişmek için hızlandırdım. Durmadı fakat uzun bacaklarının aştığı yolları yarıladığını ve yavaşladığını hissettim. Tam yanına yaklaştığımda bir anda durdu. Bu tepkisiyle beraber alnım sert sırtına çırptı ve inlemeyle karışık bir ses çıkararak geriye kaçtım.

Bana doğru döndüğünü hissettim; bir eli ensesine giderken, yüzünden ilk defa samimiyet dolu alaycı bir ifade geçti ve yüzüme baktı. Bir elimle alnımı ovalarken vücudundan bana doğru esen kül kokusu sanki başımı döndürmüştü. "Birden ne duruyorsun öyle?" Yüzümü buruşturdum. "Duvara çarpmış gibi oldum."

Sonbahar rengi gözlerindeki alaycı ifade silinmedi ve hafifçe altdudağını dişleyerek yüzüme bakmaya devam etti; gülmüyordu fakat o esnada içten içe benimle dalga geçtiğini hissedebiliyordum. Bir cevap vermeyeceğini anladığımda, "Her neyse," diye homurdandım. Elimi alnımdan çektim ve önüne geçtim. "Konuşabilir miyiz?"

"Kâğıdı neden vermediğimi mi soracaksın?" dedi net bir sesle.

"Hayır," dedim tereddüt etmeden. "Neden yaptığını anlayabiliyorum çünkü aynı şeyi ben de yaptım. Konuşacağım başka şeyler."

"Falan filan," dedi omzunu kaldırıp indirerek ve bana arkasını döndü. "Ne konuşacağını ve ne soracağını az çok biliyorum." Sonra hiçbir şey olmamış gibi yürümeye başladı ve beni arkasında bıraktı.

"Bekler misin?" dedim arkasından yürürken. Onun uzun bacakları adım atıyor olabilirdi fakat ben resmen koşuyordum.

"Bana vermen gereken yanıtlar var."

Omzunun üstünden bana baktığını fark ettim. Kafasını iki yana sallamaya devam ederken kantinden içeriye girdi. Kahve makinesine ilerledi ve sonunda durduğunda neredeyse tekrar sırtına çarpacaktım. Cebinden bozuk para çıkarıp makineye attı. Seçeneklerden en acı olan kahveyi seçmesi kaşlarımı çatmama sebep oldu. Ben genelde sütlü kahveyi tercih ederdim.

Karton bardağa kahveyi doldurdu, ardından bir kez daha para attı ve bu kez sütlü kahve seçeneğine dokundu. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken karton bardağa dolan sütlü kahveyi bana uzattı. Şaşkınlıkla bardağı alırken, "Nereden biliyorsun sütlü içeceğimi?" diye sordum.

"Tahmin sadece," dedi ama yüzüme bakmadan çoktan boş masalardan birine ilerlemeye başlamıştı. Duraksamadan peşinden ilerledim. Sırtını rahat bir şekilde yaslarken, bir ayak bileğini diğer bacağının dizine yasladı ve elinde tuttuğu kahveden birkaç yudum aldı.

"Oturabilir miyim?" dedim gözlerinin içine bakarak. Boşlukta olan bakışlarını bana çevirdi ve dudaklarına dayalı olan karton bardağı çekerek diliyle hafifçe dudağını yaladı. Cevap vermeyeceğine emin oldum ve gözlerimi devirerek karşısındaki sandalyeye oturdum. Sırtımda asılı duran çantayı masaya sertçe koydum. "Kaba adamsın."

Kaşlarını kaldırdı. "Ne istiyorsan hemen söyle, Turuncu." Yüzünde yine o umursamazlık maskesi asılıydı ve oldukça rahat görünüyordu. "Ayrıca kaba olan bir adam sana kahve ısmarlamazdı."

Burnumu kırıştırdığımda, "Makineden çıkmasaydı içmekte tereddüt ederdim," dedim.

Gülmekle gülmemek arasında kararsız kaldı. "Zehir koyacağımı mı düşünürdün?"

Bu kez yanıtsız kalma sırası bendeydi ve onda olan bakışlarımı çekip kantinin içine göz gezdirdim. Tam karşı masadan bize doğru bakan Barış'la göz göze geldim. Kaşları çatılmıştı, dudakları aralıktı ve şaşkınlığı açıkça ortadaydı. Hemen bakışlarımı Korel'e geri çevirdim ve çenesindeki ize bakarak derin bir nefes aldım. "Ben teşekkür etmek istiyorum. Dün şaşkınlıktan olsa gerek, sana samimi bir şekilde teşekkür edemedim."

Bardaktan büyük bir yudum aldı ve gözlerini gözlerimden çekmeden acı kahveyi içti. Âdemelması kavisler çizerek hareket ettiğinde bakışlarım boynuna doğru devam eden dövmelerine takıldı, elinin tersinde de buna benzer dövmeler vardı. Bardağı yavaşça masanın üzerine koydu ve omuzlarını hafifçe silkti.

"Tamam." Düz bir ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettim ve bakışlarım tekrar çenesindeki o ize kaydı. İz, kusursuz boynuna doğru devam ediyordu fakat dövmelerden dolayı silik görünüyordu. Kaşlarını çattığını hissettim, burnundan büyük bir nefes verdi. "Başka bir şey yoksa kalkabilirsin."

Ellerimle oynamaya başladım; onun da bakışlarının ellerime, hareketlerime kaydığını hissettim. "Aslına bakarsan iki gün içinde sana çok defa teşekkür ettiğimi fark ettim." Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına itekledim ve masanın üstüne bakarak konuşmaya devam ettim. "Eğitmenin sorgusundan beni kurtarmıştın. Bilmiyorum, benim için büyük bir şeydi." Bakışlarımı sonbaharı anımsatan gözlerine çevirdim ve samimiyetle gülümsedim. "Gerçekten çok teşekkür ederim."

Gözleri gülümsememde oyalandı. Elinde tuttuğu bardağın kenarlarıyla oynuyordu. Bir süre öylece baktı; hissiz ve ifadesizdi, nefret yoktu. Gözlerim istemsizce tekrar yanık izine kaydığında yutkunduğunu ve burnunu kırıştırdığını hissettim, gözlerindeki o güzel ifade silindi ve kara kışta kalmışım gibi titrediğimi fark ettim. Nefretin tonu açıkça sesine yansırken, "Önemi yok," diye yanıtladı beni. "Kim olsa aynı şeyi yapar, seni kurtarırdı. Diğer konu hakkında ise konuşmak istemiyorum."

"Hayır," diye karşı çıktım. "Birçok insan korkar ve beni kurtarmak yerine geri geri kaçardı."

Derin bir nefes aldı ve söylediklerimi cevapsız bıraktı. Haklıydım, insanlar korkularıyla bir mahkemeye çıktığı zaman çoğu kez kendilerini kurtarmayı seçerlerdi.

Hayatımın hiçbir döneminde hislerimi gurur gibi bir duygunun üzerine yıkmamıştım veyahut onun arkasına saklanmamıştım fakat şu an, en net hissettiğim şey gururdu. Gözlerindeki nefret, gururuma çentik atmama sebep oldu.

"Hissediyorum." Yutkundum, masanın üzerinden ona doğru eğildim ve avuçlarımı masaya yasladım. Kafasını iki yana salladı. Kalın kaşları düz bir çizgi halini almıştı. "Bu sana komik gelebilir," dedim sessizce. "Ya da yapın gereği umursamayabilirsin. Fakat gözlerinin içinde bana karşı bir nefret var, kimseye böyle bakmıyorsun." İtirafıma ben de hazırlıksız yakalanmıştım.

Sonbahar rengi gözlerinin kenarından gözbebeğine ulaşan siyah sislerin daha fazla genişlediğini gördüm, bakışları derinleşti ve ok gibi olan kirpikleri birleşmeye çalıştı. Gözlerini kısması ona daha fazla gizem katarken, dizinde duran ayağını indirdi ve masanın üzerinden o da bana doğru eğildi. Önüne düşen birkaç tutam saça gözlerim kaydı, iki kaşının ortasında yine o çizgi oluşmuştu, işaretparmağımın sızladığını hissettim.

"Sana," dedi, gözlerini daha fazla kıstı. "Nefret edermiş gibi baktığımı mı düşünüyorsun?" Başımı aşağı yukarı salladım. Dudakları aralandı ve eliyle çenesini sıvazladı, yanık izinin olduğu yere başparmağını bastırırken sonbahar rengi gözleri sanki siyahlaştı.

"Şu anki gibi," dedim yutkunarak. "Sanki benden nefret ediyormuş gibi bakıyorsun. Bu seni ilk gördüğüm andan beri böyle."

Çenesinde yer alan kirli sakalıyla oynamaya başladı. "Hayalperest misin?" Gözlerindeki siyahlığı kovdu, yüzündeki nefret bir anda silindi ve geriye giderek sırtını sandalyeye yasladı. "Yani rahatsızlığın bu mu?"

Şaşkınlıkla gözlerimi açtım ve yüzüne tuhaf tuhaf baktım. Bir saniye içerisinde başka bir adam iken, bir saniye sonra başka biri olmuştu. "Ne?" diye tek bir solukta cevap verdim. "Hayalperest falan değilim."

Bana fazlasıyla tanıdık olan bir ifadeyle baktı ve başını sol omzuna yatırarak üstdudağını altdudağına gizledi. "Turuncu, ne istiyorsun? Neredeyse seni kurtardığıma beni pişman edeceksin."

Gururumun kırıldığını hissettim. Bakışlarımı masanın üzerine çevirdim. Beni izlediğine ve bakışlarının üzerimde gezindiğine emindim. "Senin gibi birine borçlu kalmak istemiyorum," dedim tok bir sesle. "Teşekkürümü geri alıyorum, borcumu nasıl ödeyebilirim?"

Masanın üzerinde duran karton bardağı hızla aldı ve sıcak olmasına aldırış etmeden kafasına dikti, ardından son yudumunu içip bardağı indirdi. Gözlerim uzun parmaklarını izlerken bardağı ezdi ve geniş avcunda yok ederek masanın üzerine fırlattı. Ben daha ne olduğuna anlam veremezken ayağa kalktı ve oturduğu sandalyeyi sertçe itekledi.

"Borç mu?"

Bakışlarımı yüzüne çevirdim ve oturmaya devam ederken alttan alttan ona baktım. "Evet, borç. Bunu nasıl ödeyebilirim?"

Bir cevap verme gereği duymadan yürümeye başladı, duraksamadan ayağa kalktım ve önüne geçerek ellerimi havaya kaldırdım. "Kendimi kötü hissetmeye başladım. Bu borcu ödemeliymişim gibi hissediyorum."

Yüzüme boş bir ifadeyle baktığında bacaklarımın titrediğini hissettim ve soğuk bir fısıltı kulağıma seslendi; aşağıdan yukarıya yükselen açık gri bir gölge aramızda gezinirken, fısıltının sesi gitgide yükseldi ve yüzümü buruşturmak zorunda kaldım. Korel dudaklarını hareket ettirerek bir şeyler söyledi fakat onu duyamadım ve yüzümü daha fazla buruşturdum; kulağımdaki fısıltının ne dediğini anlayamıyordum, bildiğim bir dil değildi. Farkında olmadan bir elimi alnıma bastırırken, Korel'in gözleri yüzümde geziniyordu. Zihnimde geçmiş, fotoğraflar gibi gezinmeye başladı; içlerinde Korel'in de yüzü vardı.

"Korel," dedim yutkunarak. İlk defa adıyla seslendiğimden olsa gerek, dudakları aralandı ve anlayamadığım bir ifadeyle bana baktı. Sesim sanki başka bir sesle karışırken, "Bir şeyler var," diye fısıldadım. "Sende bir şeyler var."

Başıma şiddetli bir ağrı girdi; kulağımdaki fısıltılar sessiz çığlıklara dönüştü. Yaslanma ihtiyacı hissettiğimde elimi havaya kaldırdım fakat Korel boş boş bakmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Saniyeler birbirini takip ederken yutkunmaya çalıştım fakat boğazımdaki yumrunun şiştiğini hissediyordum.

"Bende ne var?" dediğini duydum Korel'in. Sesi sanki kulağımdaki fısıltılara hançeri geçirirken, kaçmak için bir delik aradı ve nefesimi kesen o daraltıdan beni çıkardı. Tekrar yutkunmaya çalıştığımda daha rahat nefes alıyordum ve yumrunun varlığı uzaklaşmış gibiydi. Birkaç dakika süren bu durum, Korel'in sesiyle son bulmuştu ve kimse farkına bile varmamıştı. Onun farkına varıp varmadığını bilmiyordum fakat gözlerinde sorgulayan bir ifade vardı.

"Bir şeyler var," dedim, kısık ve titrek bir sesle. "Dün gece, mucize ya da tesadüf eseri orada olmadığına adımın Minel olduğu kadar eminim. Başka bir şeyler var, daha gizli."

"Tesadüftü," dedi hızlıca. Aramızdaki boy farkı o kadar fazlaydı ki boynumun acıdığını hissediyordum. Başparmağı ve işaretparmağıyla burnunun kemerini sıktı. "Ve ben seni inandırmaya çalışmayacağım."

Başımı iki yana salladım. "İnanmayacağım ve peşini bırakmayacağım. Çünkü bu imkânsız. Başka bir şeyler var, buna eminim."

Dalga geçen bir ifadeyle yüzüme baktı fakat gözlerinde daha başka bir şey vardı, benim daha önce tanımlayabildiğim fakat şu an adını koyamadığım bir şey gibiydi. "O halde," dedi üzerime doğru eğilerek. "Benim bir mucize olmadığımı da bilmen gerekiyor? Bu sana nasıl hissettiriyor? Tesadüftü, ötesi yok. İzlediğin filmlerin fazla etkisinde kalmış gibisin."

Yüzümü buruşturdum ve ellerimi iki yana açarak gülümsedim. "Buradan bakınca tesadüflere inanan bir adam gibi görünmüyorsun, şimdi benden bir tesadüfe inanmamı mı bekliyorsun?"

Bir adım attı ve siyah botu ayakkabıma değdi. Yanında daha ufak görünmemi sağlayan bu hareketi başımı kaldırmama sebep olurken, fırtınalı bakan gözleri kuru yapraklarını süpürmüştü ve siyah sisler yeniden gözlerine ulaşmıştı.

"Mucizelere ve tesadüflere inanan biri değildim, her şey imkânsızdı," dedi fısıltılı bir sesle. Bu fısıltı fazlasıyla tanıdık geldi. "Ta ki tesadüfler ve mucizeler, bana her şeyimi kaybettirene kadar." Gözleri donuklaştı, baştan aşağı beni istila etti. "Mucizeler güzeldir fakat her zaman değil."

"Her şeyini kaybetmek?" dedim sorgulayan bir sesle. "Ne demek istiyorsun?"

Bana doğru biraz daha eğildi, gözlerinden senelerimi vereceğim yine o tanıdık ifade geçti ve nefesimi tuttum. Başparmağını yeniden yanık izine bastırdığında bu sefer öylesine değildi, açıkça bana gösteriyordu.

"Bu yanık izi hayatımdaki en güzel ve en kötü mucizenin ödülü, Turuncu." Bakışları derinleşti, gözlerini kıstı. Bana bahsettiği en güzel ve en kötü ödül olduğumu hissettiren neydi? "Ve bir mucize bana zaten en büyük borcunu bıraktı, asla ödenmeyecek bir borç." Az önce ödemek istediğim borç, yineleniyordu sanki. Başparmağını daha fazla bastırdı ve dişlerini kenetledi. "Mucizeler, can yakıyor biliyorum; bu yüzden tesadüflere inanmak daha doğru," dedi yanık izini göstererek. "Bu yüzden tesadüfe inan, mucizeye inanırsan senin de canın yanacak çünkü içine düştüğün çukurdan asla kurtulamayacaksın, bu kez ben de kurtarmayacağım."

...

EMARE hakkında sık gelen iki soruya cevap vereyim.

Birincisi daha önce basılan eserle yeni eser arasında çok büyük farklar yok, iyileştirmeler var.

İkincisi kapaklarda çok büyük değişiklikler olmayacak, bu yüzden ilk iki kitabı elinde olanlar gidip bir de değişen kapaklar için yeni baskıyı almayacaklar.

Desteğiniz için sonsuz teşekkür ederim.

Instagram-Twitter: asliarslaan

Savaşımıza :)

Continue Reading

You'll Also Like

398 53 10
İlk kitabım hoşunuza gitme dileğiyle...❤️
1.6M 57.9K 56
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Lavinia: Sana vermem gereken bir ceza vardı. Defne: Tobe hasa Defne: Ben ned...
68.6K 5 2
Yarın, hayatında yeni bir sayfa açacağı ilk gündü; yaratıcının bambaşka hesapları olabileceğini nereden bilebilirdi ki?
MİMOZA By Ecrin

Teen Fiction

3.5K 69 12
"Etrafımdaki tüm ışığı alsalarda elimden, gözlerime bak ve alamayacakları tek ışığa tanıklık et" Leyla Mimoza Sungur lisedeyken yanlış bir insana güv...