Yıldız Tozu*

642K 27.7K 286K
                                    

🎲

8 Mart 2020...

"Onu seviyorsun... Bunu ona da söylememi ister misin?"

İki fotoğraf. Tek bir soru. Cevabı basit: Hayır.

Zaten cevabından ziyade, soruyu kimin sorduğu önemli. Ve ben bunu arıyorum. Uzun zamandır. Bu iki fotoğrafın, dayanağım olmasını çok isterdim ama değil. Tehdit ediliyorum. Beni tehdit eden kişi, -ki Mehmet Şahindağ olabilir- karşılığında benden ne istiyor, bilmiyorum. Bilmediklerim, bildiklerimden -iki tane fotoğraf- böylesi baskınken, yapabileceğim hiçbir şey yok. Ben kendimi bildim bileli, böylesi çaresiz kalmamıştım.

Denizin dalgaları dahi, fotoğrafın sesini bastıramıyor. Duyuyorum. Benimle konuşuyor. "Beni neden sevmedin?" diye soruyor. Verdiğim cevabı dinlemiyor. Zaten dinlemeyi sevdiği söylenemez. O konuşmayı sever. Hiç susmuyor. Hiç susmaz. Sadece öptüğümde. Onu öperek susturmayı o kadar seviyorum ki. Seviyordum ya da. Nasıl bahsetmem gerektiğini de bilmiyorum artık. Dilbilgisi kurallarına göre, muhtemelen geçmiş zaman. Zaten, sadece zaman geçiyor. Zaman ne kadar geçerse geçsin, o, benden geçmiyor.

Sesi kulaklarımdan, kokusu burnumdan, boynu dudaklarımdan, gitmiyor. Gözlerimi kapattığım an, gözleri gözlerimin önünde beliriyor. Şu an yanımda olmaması, şimdiki zamanımda olmadığı anlamına gelmiyor. Kalbi ellerimdeyken, kalbim geçen zamanı hissetmiyor.

Ah, nazlı sevgilim benim!

Nasılsın?

Bana ihtiyacın var mı?

Neredesin?

"Kıbrıs'tayız," dedi Selim. Kiminle konuştuğu hakkında bir fikrim yok. "Bilmiyorum. Galiba iyi değil. Saatlerdir güvertede, gökyüzüne bakıyor boş boş."

Gökyüzüne baktığım doğru, ama ben boş boş demezdim. Saymak için olmayan yıldızları izliyorum. Belki o da izliyordur. Kesin sayıyordur. Şu an gökyüzünde kaç yıldız sayabildiğini bilsem, dünyayı ayağa kaldırır, nerede olduğunu öğrenirdim herhalde. Bazen, bir yıldız sayısından bile iz bulunabilir. Hiçbir iz bulamayacak kadar çaresiz kaldığında, görebildiği yıldızların sayısı bile yeter, bazen. Her şeyi yapabilecek noktadayım ama bir şey yapabilmem için gerekli ipucum yok. Bu korkunç bir azap.

Üç yıl önce bugün, bana geldi.

Maça kızının hep yaptığı gibi.

8 Mart 2017'de.

Fakat ben onu kaybettim.

"Annem, babam ve anneannem kaybolmadılar ki, öldüler. Neden herkes, 'Kaybettik' diye bahsediyor onlardan?" diye sormuş Eren'e, bir keresinde. Bunu duyduğumda, belki de sarhoş olduğum için, saatlerce kahkaha atmıştım. Çocuk aklı, o kadar haklıymış ki! Ben de yitirdiklerimden, kaybettim diye bahsederim. Bence aklın, öldüklerini kabul etmeme hali bu. Fakat gelgelelim, en büyük gerçek şu ki, Nazlı'yı da kaybettim ben. Bu gerçekle yüzleşmek çok ağır olsa da doğrusu bu.

Ve hep şunu soruyorum kendime:

Bir yerlerde, yaşıyor olduğunu sadece umut ettiğin birinin, bir ölüden farkı var mı Bora?

Belki yoktur ama yaşadığına tutunarak, ben de yaşayabiliyorum. Buna ne kadar yaşamak denirse. Nazlı'nın, yitirdiklerimden çok büyük bir farkı var; bir gün, onu bulacağım. Ne pahasına olursa olsun. Nazlı ölmeyecek. Benden önce, ölmeyecek. O benim kaderim. İçimde bir his var. Nazlı'nın iyi olduğundan emin olacağım. Bugün değilse, yarın. Er ya da geç. Zaman zaman düşeceğim, ama her düştüğümde kalkacağım. Onu bulmadan pes etmeyeceğim. İyi olduğundan emin oluncaya kadar, savaşmaya devam edeceğim. Kafama sıkmıyorsam, ona olan borcumu ödemek zorunda olduğumdandır.

Maça Kızı 8Où les histoires vivent. Découvrez maintenant