SIR MUHAFIZI-MAVİ

By TamKalgar

39.6K 3.7K 1.7K

Atmacanın karanlıkta kayboluşunu izleyen yabancı "Artık beyaz şahin için endişelenmemize gerek yok" dedikten... More

Giriş ve Bilgilendirme
HARİTA
Bölüm 1/Muhafız
Bölüm 2/Geçit Korucuları
Bölüm 3/Ulu Kral
Bölüm 4/Altın Kraliçe
Bölüm 5/Sır Muhafızı
Bölüm 6/Avcı
Bölüm 7/Huran Yaylaları
Bölüm 8/ Arkona
Bölüm 9/ Altın Kraliçe
Bölüm 10/ Yetim
Bölüm 11/ Sır Muhafızı
Bölüm 12/ Kara Prens
Bölüm 13/Kristal Taşıyıcısı
Bölüm 14-Yaver
Bölüm 15/Kırmızı Kristal
Bölüm 16/ Demir Kral
Bölüm 17/ Akşehir
Bölüm 18/ Balay Beyin Oğlu
Bölüm 19/Çırak
Bölüm 20/Pays
Bölüm 21/ Fedaibaşı
Bölüm 22/ İmparator
Bölüm 23/ Arkona Kralı
Bölüm 24/ Huranlı
Bölüm 25/ Karaderili
Bölüm 26/ Altın Kraliçe
Bölüm 27/ Yüzbaşı
Bölüm 28/Çırak
Bölüm 29/ Dur Şehri
Bölüm 30/ Ulu Kral
Bölüm 31/ Mahkum
Bölüm 32/ Elvin
Bölüm 33/ Karaderili
Bölüm 34/ Çırak
Bölüm 35/ Kunawa
Bölüm 36/ Mahkum
Bölüm 37/ Avcı
Bölüm 38/Aybar
Bölüm 39/ Kara Prens
Bölüm 40/ Kraliçe
Bölüm 41/ İmparator
Bölüm 43/ Kale Lordu
Bölüm 44/ Çırak
Bölüm 45/Demir Kral
Bölüm 46/Kara Prens
Bölüm 47/Arkona Kralı
Bölüm 48/Kara Orman
Bölüm 49/Hisar Muhafızı
Bölüm 50/Altın Kraliçe
Bölüm 51/Huran Hanı
Bölüm 52/ Tam Kalgar
Bölüm 53/Aybar
Bölüm 54/Çırak
Bölüm 55/Dur Şehri
Bölüm 56/ Altın Kraliçe
YENİ KİTAP

Bölüm 42/ Sır Muhafızları

567 58 33
By TamKalgar

Bölüm 42

KARA ORMAN/ Sır Muhafızları

      Ulu ağaçların altındaki rahat patika, yaprakların arasından süzülen ışığın güçlenmesiyle daha belirgin bir hale gelmişti. Kara ormanın bu kısmında, insanoğlunun sessiz adımları tüm canlılar tarafından kanıksanmış gibiydi.

      Orman bu insanları kendinden kabul ediyor, hiç yadırgamıyor.

       Ağaçlarda yaşayan sincaplar, kuşlar, kurumuş dalları koklayan ceylanlar ve olmadık yerlerde önlerinden zıplayan iri tavşanlar, tek sıra halinde ilerleyen orman insanlarından ve onların misafirlerinden hiç etkilenmemiş gibiydiler. Yoğun yaprakların altında duyulan kuş sesleri, kendine özgü bir müzik gibi hiç kesilmeksizin devam ediyordu. Aybar en önde, Prenses Mivava ile birlikte yürüyordu. Boyu Huranlıdan kısa olmayan kızın her hareketinde, kendine duyduğu güvenin rahatlığı vardı. Hemen yanında yürümekte olan Mivava sık sık Aybar'a bakıp gülümsüyordu. Bir orman kızının bu kadar güler yüzlü olacağı kimin aklına gelirdi ki?

      "Gelmez elbet, onları hiç tanımıyoruz ki."

      Günün ilk ışıklarıyla aydınlanmış olan ormanda ilerleyen patika, daha önce onlarcasına rastladıkları başka bir su birikintisinin önüne uzanıyordu. Mivava burada dinlenmeleri gerektiğini söyleyerek grubu durdurdu. Orman insanlarının bedenlerinin üst kısmında koyu renkli kürk pelerinlerden başka kıyafet yoktu. Savaşçılardan farklı olarak, sadece prenses göğüslerini ancak örten deri bir kıyafet giymişti. Kıyafetlerdeki deri işçiliğindeki ustalık göz kamaştırıyordu, keza adamların sırtlarında taşıdığı dev kılıçlar da öyleydi.

      "Acıkmış olmalısınız Aybar Bey, biraz beklerseniz size yemek sunabiliriz."

      Kızın kısa bir talimatıyla adamlardan üçü ormanın içinde kaybolurken, başka birisi etraftaki kuru dal parçalarını toplamaya başladı. Eski insanlar ağaçların arasında inanılmaz bir hızla kaybolabiliyorlardı. Onları bir kere gözden kaybettikten sonra da, kendileri istemedikçe görmek imkânsız gibiydi.

      Toplanan kuru dallar ve ağaçlarla ateş yakıldığında, ormanın koyu gölgeli derinliğinde kaybolan adamlar ellerinde ganimetleri ile geri döndüler. Kızıl kürklü tavşanlar, hiç de ufak sayılmayacak sincaplar ve bir kaç iri kuş grubun sabah yemeği olacaktı. Aybar onların bu kadar kısa sürede nasıl avlanabildiklerini anlayamıyordu. Bilenmiş av bıçaklarını maharetle kullanan becerikli eller, avlanan hayvanları zaman geçirmeden ateşin üzerine konulacak hale getirdi. Aybar'ın şaşkınlığına gülen Mivava "Orman Tanrısı bize karşı lütufkârdır, onun hayvanları önümüzden kaçmaz, dilediğimiz kadarını avlayabiliriz, gerekenden fazlasını avlayarak onun sunduğu nimetlere nankörlük yapmayız" dedi.

      Orman insanlarına rastladıklarından buyana pek sesini çıkarmayan Usta Muramba, piposundan çektiği derin nefesi bıraktıktan sonra Tam Kalgar'ın atını gösterdi.

      "Hislerim bana bu atın sahibini bulabileceğini söylüyor, ama bizi takip edenlerin ellerine geçmesini de istemem, tamamen güvende miyiz Prenses?"

      Eski insanların güzel prensesi gülerek Muramba'ya cevap verdi.

      "Onlar ormanda kayboldular ve gece ağaçların heybeti gönüllerine korku saldı. Bizim bölgemizden çıktılar büyük usta, ağaçsız toprakların üzerindeler, Aybar Beyin obasına doğru gidiyorlar."

      Kızın değişik telaffuzu ve bazı cümleleri yarım bırakması, ona daha sevimli bir hava katıyordu. Aybar orman insanlarının her hallerinde şaşılacak bir sadeliğin duruluğunu görebiliyordu. Muramba, Tam Kalgar'ın güngörmüş aygırı Titemki'nin kulaklarına bir şeyler mırıldanıp hayvanın yelelerini okşadı.

      Hoşnut homurtular çıkaran cins aygır burnuyla Muramba'nın göğsüne sürtünüp yaşlı kâhine sevgisini gösterdikten sonra, ağaçların arasında kayboldu. Tam Kalgar can yoldaşına kavuştuğunda, Titemki'nin ruh halini okuyacak, böylece Aybar'ın ve diğerlerinin güvende olduğunu anlayacaktı.

      Grubun küçük molası fazla uzun sürmedi. Ateşte kızartılmış taze av etinden ibaret kahvaltılarını ağaçların arasına göllenmiş tatlı suyla tamamladılar. "Artık gitmek gerek" diyen Mimava'nın uyarısı duyulduğunda, itiraz etmeden orman prensesine uydular.

      Shapap dahil, diğer savaşçılar sessizce ilerlemeyi tercih ederken, sadece prenses sohbete hevesli görünüyordu. Mivava sürekli Aybar'la sohbet halinde olmakla birlikte, arada sırada Medan dilini kullanarak Kejdan'la da konuşuyordu. Kızın Medanlı avcıya "hoş geldin" deyişini anımsayan Huranlı, "Kejdan'a neden kardeşim diye hitap etin" diye sordu.

      Orman Prensesi ilk defa şaşırmış gibiydi. Kızın yüzündeki şaşkınlık, "Aybar Bey Eskil dilini nasıl biliyor?" diyen soruşuna da yansımıştı.

      Huranlı Mivava'nın sorusuna nasıl cevap vereceğini bilemedi, kristallerin sırrı eski insanlardan da korunmalı mıydı? Nedense Aybar'ın suskunluğu üzerinde durmayan Mivava, burnunun ucuyla Kejdan'ı gösterdi.

      "O bizim kandan taşıyor, bir kardeş gibi."

      Kejdan'dan sonra Medanlının yanında yürüyen Nola'yı işaret eden prenses "Aynı kandan onda da var, ama başka bir kan daha baskın" diye ekledi.

      Usta Muramba Medanlıların İskil soyundan geldiğini söylemişti. Orman insanları kendi atalarına Eskil diyordu. Bir süre konuşmayan Mivava içinde bir tereddüt varmış gibi duraksadıktan, sonra konuşmaya devam etti.

      "Biz seni çok izledik Aybar Bey, o yüzden sana hiç dokunmadık. Senin de içinde başka bir kan var, kızdakiyle aynı kan. Onunla kardeş gibisiniz. Biz uzun zamandır seninle tanışmayı umut ettik, bir gün senin kendiliğinden bize geleceğin insanlarıma vaat edilmişti. Bize vaat edilen günün işaretleri görülünce, babam seni bulmam için bizi en uzak nöbet kulesine gönderdi. Ben üç gecedir orman sınırında senin gelmeni bekliyorum."

      Aybar belki kızın anlattığı kadar kesin olmasa da, karşılaşmalarının tesadüf olmadığını, bir şekilde beklenildiğini anlamıştı zaten. Bu insanların kendisinden istediği bir şey olmalıydı. Haftalar önce, daha ilk karşılaştıklarında bile, bunu içten içe hissetmişti. Peki ondan istedikleri neydi?

      "Beni neden bekliyordunuz Prenses?"

      Mivava Aybar'a baktı, konuşmadan önce güzel yüzü geniş gülümsemesiyle aydınlanmıştı.

      "Babam bunları seninle konuşacak Aybar Bey, seni büyük bir heyecanla bekliyor, tüm sorularına cevap bulacaksın, şimdi aklında olmayanlara bile."

      Aybar kızın daha fazlasını söylemeyeceğinden emindi. Bu yüzden hiç zorlamamaya karar verdi. Garip bir şekilde ormanın eski insanlarını tanıdığını hissediyordu. Onlar söylemeleri gerekeni içinde tutmadıkları gibi, susmaları gerektiğinde de, bir kelime dahi söylemeyeceklerdi. Grubun arkadan gelen kısmına kaçamak bir bakış atan Mivava, belli belirsiz bir şekilde Erduga'yı işaret etti.

      "O senin kardeş mi? İkiniz hep birliktesiniz. Babam aynı rahimde büyümediyseniz bile, kardeşler kadar yakın olduğunuzu söylüyor."

      Aybar gülümsedi. Gerçekten onu izlemişlerdi.

      "Bir kardeşim olsaydı ancak Erduga kadar yakın olabilirdi bana, ama benim hiç kardeşim yok. Erduga Obamızın Ordu beyinin yeğenidir."

      Mivava başını sallayıp "Tam Kalgar" dedi. Bunu söylerken prensesin yüzünde ve sesinde bir takdir ifadesi vardı. Aybar bu insanların yaşlı kurdu tanıdığını ve ona saygı duyduklarını anladı.

      "Erduga da Tam Kalgar gibi mi?"

      Huranlı soruyu anlamak için Mivava'ya baktı. Genç kızın ırkına has güzel yüzünde, hafif bir pembeliğin izleri okunuyordu. Erduga'dan hoşlanmış olabilir miydi?

      "Evet, o tam olarak Tam Kalgar'ın yeğenidir."

      Yüzündeki pembelik seçilmesi zor bir mahcubiyetle birleşen Mivava, bundan sonra konuşmadı. Kendi dünyasına dalmış gibiydi.

      Güneş tepelerinde yükselirken Kara Ormanın ta kalbine doğru yaptıkları yürüyüşleri devam etti. Hiçbir Huranlı daha önceleri vahşi ağaçların bu kadar içlerine gelmemişti. En azından Aybar'ın bildiği kadarıyla durum böyleydi. Zira Huranlılar her ne olursa olsun, geceyi Kara Ormanın tekinsizliğinde geçirmezlerdi.

      Tam bir gece ve yarım bir gün boyunca ilerledikleri ormanın bu kısmında kalın dallı ulu ağaçların gövdeleri yosun tutmuş, kabuklarında ve toprak diplerinde Aybar'ın daha önce hiç görmediği mantarlar büyümüştü. Orman savaşçıları yol boyunca bazı mantarları topladılar, bazılarına dokunmadılar. Birkaç saat aralıklarla verilen kısa molalar dışında hiç durmadan yollarına devam ettiler. Yerli savaşçıların bariz rahatlığı onların ormanın derinliklerinde kendilerini ne kadar güvende hissettiklerini gösteriyordu. İleriye doğru attıkları her adımda orman örtüsü seyreliyor, fakat seyrelen ağaçların boyutları büyüyordu. Öyle ki, akşam çökmezden hemen önce ulaştıkları noktada artık gökyüzü rahatça seçiliyordu. Kurumuş yaprakların üstünü örten kar bile erimiş, altından sarı ve yeşil tonlarda kısa çimler çıkmıştı.

      Nihayet gün batarken durduklarında, Mivava geceyi burada geçirebileceklerini söyledi. Adamlarına akşam hazırlığı için buyruk veren orman prensesi, "Günlerdir uyumamış gibi siz. Gri Kayaya daha uzun yol var. Orman burada güvenlidir, bu gece rahat uyuyun" dedi.

      Bulundukları yer, ulu ağaçların altında, şimdi iyice ortaya çıkmış otların üzerindeydi. Bozkırın sert kışında karla kaplı olmayan bir yer görmek neredeyse imkânsızken, orman içi kendi sıcaklığıyla bozkırdan çok daha ılıktı.

      Akşam yemeğinde taze av etine bu sefer mantar da eşlik etti. Aybar etin mi yoksa mantarın mı daha lezzetli olduğuna karar veremedi. Mivava'nın savaşçılarından biri ortaya yakılan ateşi besleyip büyüttü. Günlerdir kaçamak uykularla durmaksızın at sürmek, ardından neredeyse bir gündür aralıksız süren orman yürüyüşü bozkır insanlarını oldukça yormuştu. Soğuktan hazzetmeyen Mija, olabildiğince ateşe yaklaşıp uzandı. Bey obasındaki bir gece sohbetlerinde Kejdan, evcil ejderin üşümediğini ama kendini sıcakta çok daha mutlu hissettiğini söylemişti. Prenses Mivava'nın adamlarına kendi dilinde söylediği birkaç kelimeyi sadece Aybar anlamıştı. "Artık dinlenebilirsiniz." Prensesin icazetiyle orman insanları seri bir şekilde kalın gövdeli ağaçların yukarısına tırmandılar.

      Cambazlar gibi çevikler.

      Her biri dalların arasında kaybolan adamlar geceyi ağaç başında geçireceklerdi. Diğerlerinin aksine prenses hiç de ağaç dallarında yatacakmış gibi görünmüyordu. Kendi pelerinini yere seren Mivava işlenmiş derinin üzerine otururken, adamlarının neden ağaçlara tırmandığını açıkladı.

      "Benim insanlarım geceyi ağaçta geçirir. Bizler ateş aramayız. Sert toprak gün battıktan sonra daha soğuk olur. O yüzden onlar yukarıda sabahlayacaklar"

      Aybar, Erduga'ya kimsenin görmeyeceği bir bakış attı. Tam Kalgar'ın yeğeni bunun anlamını biliyordu, Aybar'dan yeni bir işaret alana kadar uyuyabilirdi. Sonrasında nöbeti kendisi devralacaktı. Huranlı bir kez daha, şu yetersiz kıyafetleriyle üşümeyen prensese hayret etti. Elindeki bir dal parçasıyla önlerinde yanmakta olan ateşi karıştıran Mivava, sanki yaz sıcağındaymışçasına rahattı. Öte yandan, Aybar bu orman içi yolculuğunun ne kadar süreceğini de bilmek istiyordu.

      "Ne kadar yolumuz kaldı Prenses?"

      Mivava oynadığı dal parçasını bir kenara bıraktı. Alevleri yükselmiş olan ateşten yayılan ışığın kızıllığı, kızın beyaz yüzünde parlıyordu. Aybar onun kolundaki deri bilekliğin üzerindeki işlemeleri ilk defa fark etmişti. Kendine has motifleri olan bu ince işlemelerle birlikte bileklik bir sanat eseri olmalıydı. Keza şimdi fark ettiği çizmeler de büyük bir el hünerinin eseriydi. Orman insanları deriyi bir kumaş gibi işleyebiliyorlardı. Mivava Aybar'ın kendisini inceleyen nazarından habersiz cevap verdi.

      "Sabah gün doğmadan yola çıkarsak gün batmadan Dingin Göle ulaşırız Aybar Bey, gölün kıyısında Küçük Köy vardır. Sabahı benim insanlarımın köyünde bekleyebiliriz, göl gece vakti tekinsizdir, yolcu kabul etmez. Konakladığımız gecenin sabahında gölün karşısına geçebiliriz, gün ortasında Gri Kaya'ya ulaşmış oluruz."

      Ne Aybar ne de diğerleri, özellikle Usta Muramba Mivava'nın bahsettiği bu yerleri bilmiyorlardı. Bu yüzden Usta Muramba çatılmış gür beyaz kaşlarının gölgesinde prensesin anlattıklarını dinledikten sonra söze girdi.

      "Diyarın tüm kadim kitaplarını gözden geçirdim saygıdeğer prenses, ancak sizin halkınızla ve şehirlerinizle ilgili bir kaç bilgi kırıntısından başka bir şey yok. Kehanet ilmi bile sizin varlığınızı yok sayıyor"

      Piposundan bir nefes çeken Muramba "Ben kehanet ustasıyım ama ne sizinle ne de insanlarınızla ilgili hiçbir öngörüde bulunamıyorum. Ömrümü verdiğim bu ilme göre sizin var olmamanız gerekir" diye ilave etti. Kehanet Ustası içinden çıkamadığı bir muammanın şaşkınlığındaydı.

      Ustanın şaşkınlığı Mivava'yı eğlendirmiş gibiydi, ancak Aybar artık onu tanıyordu. Kızın ona çok yakışan gülümsemesi karşısındakine duyduğu muhabbettendi. Prenses Muramba'yı sevmişti.

      "Sizin ilminiz ne der bilmiyorum ama, ben karşınızda olduğuma göre gerçeğin ta kendisiyim Muramba Usta. Şüpheniz olmasın, Gri Kaya da, Dingin Göl de benim gibi gerçek. Yarın siz bunu gözlerinizle göreceksiniz. Ormanlar bizlerin yuvasıdır, bizi korur. Sırrımızı kimseye vermez. Biz de onun sırlarını koruruz. Büyük orman sizin sandığınızdan çok daha canlı. Bundan ötesini size ancak babam açıklayabilir. Gerisi için benim kelimelerim de, bildikleri de yetersiz kalır."

      Mivava, az önce ateş başından ayrılarak en yakın ağaç gövdesine yaslanmış vaziyette uyuyan Erduga'ya baktı. Yüzüne yine geçen seferki mahcup ifade yerleşen genç kız, kenara bıraktığı dal parçasını tekrar eline alıp ateşi karıştırmaya devam etti.

      "Aybar Bey Erduga'nın nöbetinin ne zaman başlayacağını söylerse, Mivava ona eşlik edecek. Ya da yorgun adamı bıraksın ki, güneşli sabaha kadar dinlenebilsin. Ormanda sizin için hiçbir tehlike yok."

      Prensesin bu dobra hali hepsini güldürmüştü. Aybar onun hiçbir şeyi gözden kaçırmayan dikkatini de takdir etmekten kendini alamadı. Mivava sadece güzel değil, aynı zamanda çok da zekiydi. Orman insanlarının Aybar'a ve yanındakilere çok değer verdiği belliydi ve sır muhafızı, bu önemli görevin neden Mivava'ya verildiğini anlamakta güçlük çekmiyordu.

      Muramba genç prensesin dokundurmasıyla hayli keyiflenmişti.  Piposunun kenarından kaçan yarım bir kahkahayla bu keyfini gösteren Usta Muramba, "Haydi Balay Bey'in oğlu, herkesi kendi haline bırak da rahat bir uyku çeksinler" dedi.

      Ateş başındaki yerinden kalkan Kejdan, orman adamlarının toplayıp az öteye yığdıkları kalın odun dallarından bir kaçını aldı. Huran demircilerinin kendisi için yaptığı yeni kılıcıyla dalları birkaç parçaya bölen Medanlı, kor haline gelmiş ateşi iyice besledi. Güçlü ateş gecenin büyük bölümünü ısıtacaktı. Gece o kadar soğuk değildi ama Aybar genç avcıyı anlıyordu. Medanlı evcil ejderi Mija'yı düşünüyordu.

      İyi bir uykuyla geçen orman gecesinin sabahı, kızartılmış balıkların insanın iştahını kabartan kokusuyla başladı. Ormanın bereketi Huranlıların aklını başından almaya devam ediyordu. Dünden farklı olarak Mivava'nın savaşçıları sanki biraz daha konuşkandı ama adamların bu konuşmalarını sohbet olarak nitelemek biraz abartı olurdu. Bozkırı kaplayan karın orman içinde hükmünü yitirmesiyle ortaya çıkan otlar ve çeşitli nebat, atların yiyecek sorununu bir parça çözmüştü. Ama ne yazık ki Kara Orman, bu kıymetli hayvanlara karşı insanoğluna olduğu kadar cömert değildi. Hayvanların yiyecek sıkıntısının Aybar ve Erduga'yı giderek daha çok endişelendirdiğini gören Mivava "Gri Kaya'da atlar için uygun yem var, ancak oraya kadar dayanmaları gerek" demişti. Prensesin bu vaadiyle avunan Huranlıların, atların dayanıklılığına güvenmekten başka çareleri yoktu.

      Kışın ortalarında olmalarına rağmen gökyüzü açık ve güneşliydi. Birkaç gün öncesindeki bozkırın çelik soğuğunu düşündükçe, ağaçların arasındaki bu neredeyse ılık iklim, Aybar'a hayli tuhaf geliyordu. Aybar Kara Oramın kendi kışını şekillendirdiği duygusuna kapıldı. Mivava daha dün gece ormanın sandıklarından daha canlı olduğunu söylememiş miydi? Belki de bu yumuşak iklim de bizzat ormanın kendi marifetiydi. Aybar her ne kadar akıl erdiremese de, bu durumdan şikayet edecek değildi. Tüm gün süren yürüyüşlerinden sonra ve henüz güneş batmadan önce, orman birden bire sona erdi. Bu tam bir sona eriş değildi, görebiliyorlardı halen çevreleri ulu ağaçlarla çevriliydi ama yaklaşık üç mil boyunca uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı. Düzlüğün sonunda ahşap kulübeleriyle Mivava'nın Küçük Köy dediği yer görülüyordu. Köyün ötesi ise lacivert bir dinginlikti. Derin bir sessizlikle önlerinde uzanan göle başka bir isim verilmesi düşünülemezdi zaten, Dingin Göl.

      Günlerdir geniş dalların ve sık yaprakların altında süren yolculukları, bozkırın uçsuz bucaksızlığına alışmış Huranlıları hayli bunaltmıştı. O yüzden kısa bir süreliğine de olsa ağaçların gölgesinden kurtulmak hepsine iyi gelmişti. Prensesin köylüleri ormandan çıkıp gelenleri fark etmiş, karşılamak için onların geldiği yöne doğru toplanmışlardı. Ahşap kulübelere yaklaştıkça Aybar yüzlerce, belki binlerce yıldır ilk defa, eski insanların evlerini, aile mahremiyetlerini kendilerinden olmayan insanlara gösterdiklerini düşündü. Dahası Kara Ormanın sakinleri ile bozkır insanları daha önce böyle bir buluşmaya da tanıklık etmemişlerdi. En azından Huranlılar için eski insanlar, kadim zamanlardan bu yana gerçekten korkulması gereken tek düşman olarak kabul edilmişti. Şimdi Dingin Göl kıyısındaki bu orman köyüne yaklaşan Huranlı grubun duyduğu heyecanın bir eşini Minava'nın köylülerinde de yaşıyor olmalıydı. Aybar bunu kendilerine bakan kadın, erkek ve çocukların gözlerinde görebiliyordu.

      "Bu köylüler savaşçı değildir Aybar Bey, sizin gelişinizden endişe duyuyorlar."

      Oysa Huranlılar için tüm eski insanlar kana susamış savaşçılardı. Aslına bakılırsa sadece savaşçı yüzlerini bildikleri bu insanları insandan çok vahşi yaratıklar olarak tasavvur ettikleri için onların kendileri gibi normal, sıradan bir hayatları olup olmadığını hiç düşünmemişlerdi.

      "Ne düşünmesi bre, merak bile etmedik."

      Üstelik eski insanlar ormanla Dingin Göl arasındaki bu birkaç mil çapındaki açık alanda tarım yapıyorlardı. Kara Ormanın kendine has ılık iklimi toprağın kışın da kullanılmasını sağlıyordu. Gölün üzerindeki ince uzun kayıklar köylülerin balıkçılık yaptığını da gösteriyordu. Küçük Köyün bu tuhaf kayıkları, bozkır insanlarınınkinden farklı olarak, geniş ağaç gövdelerinin oyulup şekillendirilmesi ile yapılmıştı. Uzun ince kayıklar gölün içine sağlamca inşa edilmiş küçük ahşap bir iskeleye bağlanmışlardı. İskelenin sonunda ise garip bir deniz aracı vardı. En az otuz adım uzunluğundaki, sal şeklindeki bu araç on adım genişliğineydi ve her iki tarafında ikişer tane büyük çark vardı. Aybar deniz aracının bu çarkların hareketiyle ilerlediğini anlamıştı ama çarkların nasıl çalıştırıldığı konusunda hiçbir fikri yoktu.

      Aybar'ın bu tuhaf vasıtayı incelediğini gören Mivava "Gün doğduğunda bununla yola çıkacağız" dedi.

      Salı biraz daha inceledikten sonra Prensese dönen Aybar "Göl çok sakin görünüyor, neden sabahı bekliyoruz?" diye sordu.

      Aybar'ın sorusuyla Mivava'nın gülen yüzünde endişeli bir ifade belirdi. Orman kızı bir şeylerden korkuyor gibiydi. Korkmuyorsa bile, bu şey her ne ise, onu tedirgin etmişti.

      "Dingin Göl geceleri tekin değildir Aybar Bey. Göl canavarı gece avlanır ve ne avladığı konusunda hiç seçici değildir. Bir balık, bir kuzu, gaflet içinde balık arayan bir kartal veya Aybar Beyin bedeni, canavar ayırt etmez."

      Prenses bu konuda daha fazla konuşmak istemiyormuşçasına bakışlarını kaçırdı. Köylüler şimdi etraflarını doldurmuşlardı ama yine de belli bir mesafeden fazla yaklaşmıyorlardı. Mivava Köyün lideri olduğu anlaşılan yaşlı bir orman adamıyla konuştuktan sonra Huranlılara döndü.

      "Bu ulu kişi köy lideri Dulada'dır, babam Gri Kaya Hükümdarı Kral Tuptaya ile akrabadır ve hünkârımız onun bilgeliğine çok güvenir. Siz bu gece onun evinde kalacaksınız."

      Küçük Köy çok kalabalık değildi. Hepsi hepsi yirmi kadar ahşap kulübe vardı ve burada yaşayanların sayısı yüz civarında olmalıydı. Köyün ortasında geniş bir boşluk vardı ve kulübeler belli bir düzen içerisinde bu boşluğun etrafına sıralanmışlardı. Meydanın ortasındaki kömürleşmiş odunlar ve küller burada ateş yakıldığının işaretiydi. Nitekim az sonra ortaya odunlar yığılmaya başladı, insanlar bu gece ateşin etrafında olacaklardı. Belki de her gece böyle yapıyorlardı.

      Güneş batıp küçük ay yükselmeye başladığında, köy meydanındaki büyük ateş iyice harlanmıştı. Karşılarında oturan Şef Dulada yaşlıydı ancak dinç görünüyordu. Yanında oturan karısı Shalini de kocasına denk bir yaşta olmalıydı. Aybar eski insanların hangi yaşta ve cüssede olursa olsunlar, ne şişman ne de zayıf olduklarını fark etti. Hepsi sağlıklı ve güçlü görünüyorlardı. Özellikle erkeklerin yüzleri sertti ve hiç gülümsemiyorlardı. Kadınlar ise cana yakın ve güleçti. Dulada Huran dilini konuşabiliyordu. Şimdi de Aybar'a son büyük savaşta onun insanlarıyla nasıl savaştıklarını anlatıyordu.

      "Doğrusu ağaçsız toprakların insanları çok cesur. Onlarla savaşlar hep çetin geçti. Eğer Ormanın Tanrısını üzmeselerdi biz onlarla hiç savaşmazdık. Senin insanların yavrulu ceylanları avlıyor, en kutsal ağaçları kesiyor, ormanın düzenini bilmiyor. Orman Tanrısı üzüldüğünde bize yiyecek vermiyor. Aç kaldığımızda sizin köylerinize saldırdık çünkü açlığımızın sebebiydiniz. Ama sonradan size saldırmamız yasaklandı. Gri Kaya hükümdarı bizi bundan men etti. Şimdi ise bizim misafirimizsiniz. Ormanın işleri garip, çok garip."

      Yaşlı adam son cümlesinden sonra misafirlerine fırınlanmış kil bir kapta içecek ikram etti. Daha önce hiç tatmadıkları içkilerin sert ve buruk bir tadı vardı. İlk andaki burukluk geçtikten sonra, insanın damağında lezzetli bir tat kılıyordu. Aybar bu içecekten birkaç kupa daha içerlerse sarhoş olacaklarından emindi. Mivava usulca eğilip Aybar'ın kulağına yanaşarak "Ormandaki rüya ağaçlarından yapılmıştır, keyfini yerine getirecek ama kendinden geçmeyeceksin" dedi.

      Misafirlerine ikram ettiği içkilerin tadılmasını bekleyen Dulada, toprak kupalar boşaldığında hiç susmamış gibi konuşmasına devam etti.

      "Ancak sizin ağaçsız topraklarınızın Tanrısı da size karşı cömert davranmış."

      Dulada eliyle uzaktan koyun sesleri gelen ağılı gösterdi. Aybar koyunların eski insanların hayatına sonradan girdiğini anladı, belki de tahmin ettiğinden çok daha kısa bir süre önce. Köy şefi ellerini çırparak adamlarını çağırdı. Ateş başına koşuşturan genç köylüler, ellerinde kocaman deniz yaratıkları taşıyorlardı.

      "Balıklar Dingin Gölün lütfudur, sizin için tutuldular."

      Dulada'nın insanları yakılan ateşlerde çirkin suratlı büyük göl balıklarını pişirip ikram ettiler. Aybar onların denizden çıktıkları halini hatırlıyordu. Korkunç bir yüzü olan balıkların sert derileri kalın ve biçimsizdi. Gövdelerinin altından uzanan bir çift kanat neredeyse bir el gibi uzamıştı. Şimdi kızarmış et parçaları halindeki bu garip deniz canlısının tadı, neyse ki görüntüsünden daha iyiydi.

      Köyün çocukları ilk anlardaki çekingenliklerini üzerlerinden atmış olmalılar ki, ağaçların dünyasında daha önce hiç görmedikleri çöl ejderi Mija'yı inceliyorlardı. Asar sinirli homurtular çıkarsa da çocukların yaklaşmasına izin verdi. Cins Aygır yabancılardan hoşlanmasına rağmen, içinde bulundukları durumda bu ilgiye katlanması gerektiğini biliyor gibiydi. Elbette ki bu katlanış çok da gönüllü değildi. Asar'ın aksine Mija çocukların kendisine dokunmasına izin veriyor, hatta onlarla şakalaşıyordu. Köy çocuklarının yabancısı oldukları bu hayvanlara olan ilgisine bir süre daha ses çıkarmayan Prens Shapap, savaşçılardan birini hayvanların yanına gönderdi. Çocuklar Gri Kaya'nın pek de sevimli olmayan savaşçısına direnmediler. Adamın anlayışlı bir görüntüsü olmadığı aşikârdı.

      Prenses Mivava iki günlük yol arkadaşlıkları boyunca fırsat buldukça Kejdan'la sohbet etmeyi adet haline getirmişti. Şimdi de hevesli bir şekilde Dulada'nın ikramı olan akşam yemeğiyle ilgili bir şeyler anlatıyordu. Aybar tanıştıkları günden bu yana, ilk defa Kejdan'ın bir şeyleri dinlerken bu kadar istekli olduğunu görüyordu. Yakılan büyük ateş neredeyse tüm meydanı aydınlatırken Huranlının gözleri Nola'ya takıldı. Usta Muramba ile sohbet eden kızıl saçlı sır muhafızının aklı sanki başka yerlerdeydi. Kızın engel olamadığı bakışları sık sık Kejdan'la orman prensesini gözlüyordu. Aybar kendi kendine gülümsedi, hatta gülümsemesi yüzünde genişledi. Aynı anda sanki üzerinden bir yük kalkmış gibi hissetti. Balay Beyin öksüz yetim büyüyen oğlu, gönül işlerinde hiç tecrübeli değildi. Ancak şimdi Nola'nın kalbindeki burukluğu saklayamayan bakışlarını görmüştü ve bu burukluk Kejdan içindi. Aybar obalarına geldikleri ilk günlerde bile Kejdan'ın Nola'ya karşı boş olmadığını anlamıştı. Nola ise o günlerde sanki sadece Aybar Bey'le ilgiliydi. Huranlı için için kızın kendisinden hoşlandığını düşünmeye başlamış ve bu karşılıksız aşkta kimse üzülmesin diye elinden geldiğince dikkatli olmuştu. Kızıl saçlı sır muhafızı, belki de kendi hislerinden emin değildi bu akşama kadar. Yabancı bir kızın Kejdan'la ilgilenmesi onun içindeki duyguları fark etmesine sebep olmuş olabilir miydi? Aybar Mivava'nın bir gece önce söylediklerini düşündü. "Senin de içinde başka bir kan var, kızdakiyle aynı kan. Onunla kardeş gibisiniz."

      Genç Huranlı Dur zindanlarını düşündü. O iğrenç lağımlarından geçerek kendisini bulan kızın içten sarılışıyla gönlünde uyandırdığı hisler birşeyler anlatıyordu aslında.  Öksüz yetim büyümüşlüğün beslediği, özlemle hasretini çektiği bir kardeş sıcaklığı değil miydi bu? Mivava bunu ilk bakışta anlamıştı ama ne Nola, ne de Aybar aralarındaki bağı işte şu ana kadar çözememişlerdi.

      Sır Muhafızı bu kavrayışla mutlu olduğunu hissetti. Orman pensesi ne tuhaf bir kızdı, ayrıca ne kadar da harika. Sanki aklından geçenleri anlıyormuş gibi Aybar'a bakan Mivava gülümsedi. Bunları bilinçli mi yapıyordu?

      Gece yarısına doğru Şef Dulada'nın evine çekildiler. Eski insanların evleri birbirine geçirilmiş düzgün tomruklardan yapılmıştı. Ağaçların yüzeyi onları parlak gösteren bir maddeyle kaplanmıştı ve aralarına bir çeşit harç konulmuştu. Evler tek bir odadan ibaretti. Çadır içi gibi eşyasız ve sadeydi. Yerlerde minderler, birkaç minderin yanında deri örtüler vardı. Kıyafetlerdeki deri ustalığı minder başlarına konmuş örtülerde de vardı. Aybar bu insanların sadece dinlenmek için kulübelerini kullandıklarını tahmin ediyordu. Yemek, içmek eğlenmek gibi şeyleri hep birlikte meydanda yapıyor olmalıydılar. Huran çadırlarının bile öteberi konulan yerleri, mutfak bölümleri olduğu halde, tomruk kulübelerde bunlardan eser yoktu.

      Gün doğumuyla birlikte Küçük Köy'ün şefi Dulada son kez onları ağırladı. İskeleye bağlanmış garip deniz aracı onları yolculuklarının sonuna götürecekti. Geniş sal hem onları hem de hayvanları, hatta daha fazlasını alacak büyüklükteydi. Vahşi yaşamda olduğu gibi, ehlileştirildikten sonra da Huran Atları belli bir hiyerarşiye sahiptiler. Bu yüzden sinirli bir şekilde su aracının ahşap tabanını yoklayan Asar'ın, Aybar'a uyup sala binmesinden sonra diğer atlar da sorunsuz şekilde onu takip ettiler. Aybar'ın tahmin ettiği gibi büyük sal çarkların yardımıyla ilerliyordu. Su değirmenlerine benzeyen her bir çarkın kendine has oturağına oturan orman savaşçıları, garip bir düzenekle çarklara bağlanmış ahşap kolları çevirmeye başladırlar. Göl aracı şaşılacak kadar hızlı bir şekilde ilerlemeye başlarken, çarkları çeviren savaşçılar pek de zorlanmıyorlardı.

      Dingin Göl etrafını çeviren sonsuz güzellikteki orman manzarasıyla insana tarif edilmez bir huzur veriyordu. Aybar şaşılacak kadar berrak suyun altında oynaşan deniz canlılarını görebiliyordu. Gölün içi balık doluydu.

      "Göl çok derindir Aybar Bey, ancak ölüler gölün dibine ulaşabilir. Suyun dibinde hiç görmek istemeyeceğin canlılar yaşar ve geceleri suyun yüzeyine çıkarlar. Kadim zamanlarda gece vakti Dingin Göl'ün mahremiyetini bozan cesur orman insanları olmuş. Atalarımız onların hiç birinin geri gelmediği söylerler."

      Gölde ilerledikleri ilk saatin sonunda, Aybar suyun bittiği yerde yükselen Gri Kaya'yı gördü. Orman insanlarının bilinmeyen şehri tüm heybetiyle karşılarında duruyordu. Orman savaşçıları şehrin görünmesiyle, çarkları çevirmek için yer değiştirdiler. Aybar bu nöbet değişiminden yolu yarıladıklarını anladı, bir saat sonra Mivava'nın şehrine varmış olacaklardı.

      Çarklı sal yaklaştıkça Gri Kaya'nın ayrıntıları da belirginleşmeye başladı. Aybar eski insanların orman içindeki şehirlerine neden bu ismi verdiklerini anlayabiliyordu. Üzerinde ahşap evlerin bulunduğu bu muazzam kütle, huniyi andırır şekilde yükselen, koyu yeşile çalan gri renkli, yekpare bir taştan ibaretti. Taşın parlak yüzeyinde güneşin ışıkları oynaşırken, göl kıyısına bakan yüzeyinden dökülen muhteşem bir şelale, gölün dinginliğiyle buluşuyordu. Kayanın üzeri düzgün şekilde teraslanmış ve böylece kat kat yükselen bir yapı ortaya çıkmıştı. Taşın her katına sıra sıra evler inşa edilmişti. Yukarılara çıktıkça evlerin ihtişamı artıyordu. Taştan dökülen şelale devasa bir çarkı çeviriyordu ve çarkın bağlı olduğu mekanizma kayanın dik olan yüzeyine kurulmuş asansörü çalıştırıyordu. Sağlam halatlara bağlanmış ahşap platformlardan ibaret asansörler ağır ağır taşın zirvesine doğru yükseliyor, zirveye ulaştıktan sonra aynı şekilde aşağı iniyordu. Sürekli devridaim eden asansör katları insanları, hayvanları ve yüklerini taşıyordu.

      Aybar'ın omuzunu kavrayan Muramba "Uzun ömrümde böyle bir şehir ne gördüm ne duydum Balay Beyin oğlu" dedi. Yaşlı kehanet ustası da diğerleri gibi hayret içerisindeydi. Ormanın eski insanları, kayanın katlarına yaptıkları evlerinin etrafını geniş saksılarda yetiştirdikleri ağaç ve çiçeklerle süslemişlerdi. Bazı yerlerde taşın oyularak, toprakla doldurulmuş küçük bahçelere çevrildiği görülüyordu. Uzaktan bakınca bile sertliği anlaşılan kaya kütlesini hangi güç, hangi azim böylesine şekillendirmişti? Aybar çarklı sal kıyıya yaklaştıkça daha da belirginleşen, çiçek ve ağaçlardan kaynaklanan renk cümbüşüne hayran olmuştu.

      Mivava Huranlıların şaşkınlığına gülümserken "İşte burası kadim Eskil şehri Gri Kaya" dedi. Artık kıyıya adamakıllı yaklaşmışlar ve şehrin limana benzer iskelesinde kendilerini bekleyen insanların yüzlerini bile seçer olmuşlardı. Gri Kaya'nın diğer kısımlarına göre daha dik olan tarafı göle bakıyordu. Meyilli olan kısmı ise Kara Ormanın en uzak köşelerine doğru iniyordu. Şehrin etrafı çok yüksek olmayan, uçları sivriltilmiş kalın tomruklardan oluşan bir duvarla çevriliydi. Aybar ilk defa bu insanların sahip olduğu tek taşın üzerinde yaşadıkları Gri Kaya parçası olduğunu fark etti. Ormanın yumuşak ve verimli toprağı en ufak taş parçasından bile yoksundu. Kaya çok geniş değildi ve şehir duvarların dışındaki geniş düzlük boyunca devam ediyordu. Ormanın Dingin Gölden sonraki kısmı temizlenmiş, geniş tarım alanları açılmıştı. Yine de ulu ağaçların başladığı yer buradan bile seçiliyordu.

      Çarklı salın limana yanaşmasıyla kıyıya çıkan Huranlıların etrafını orman insanlarının kalabalığı sardı. Eskillerin ağaçsız topraklar dediği bozkırdan gelen bu yabancılar onlar için büyük bir merak konusu olmalıydı. Etraflarını saran insanlar meraklı ancak taşkınlıktan uzaktı. Mivava önlerine düştüğünde insanlar büyük bir saygıyla kenara çekildiler. Huranlıların genç prensesi takip etmekten başka çaresi yoktu.

      Yürüdükleri yol boyunca çevrelerini saran kalabalık hiç azalmadı, ancak onların ilerleyişini aksatacak hiçbir olumsuzluğa da yol açmadılar. Mivava asansöre hiç bakmadan taşlara oyulmuş yola yönelirken "Atları ve yaratığı Shapap'a teslim edin" dedi.

      Her katın yolu düzdü ve katlar arasına dar, dik bir merdiven koyulmuştu. Herhangi bir hayvanın bu merdivenleri çıkması çok kolay değildi. Belli aralıklarla katları birbirine bağlayan merdivenlerden doğruca kayanın tepesine ulaşılırdı ancak Mivava her katın en uzağındaki merdivene kadar yürüyerek onları dolaştırıyordu. Aybar neden asansörleri kullanmadıklarını, dahası neden yolu uzattıklarını bilmiyordu ama bunun bir çeşit tören olduğu hissine kapılmıştı. Mivava pek çok sefer olduğu gibi, sanki Aybar'ın düşüncelerini duymuştu.

      "Törelerimize göre bir yabancı şehrin her yerini görmelidir ki gerektiğinde kendi başına gitmek istediği yere gidebilsin. Bu yüzden kayaya ilk defa gelen kişi, eğer misafirimizse onları bu şekilde her yeri göstererek Yüksek Saraya götürürüz."

      Aybar prensesin anlattıklarını düşünürken Nola hırçın bir tavırla "Ya gelen yabancılar misafiriniz değilse?" diye sordu.

      Mivava Nola'nın aksilenmesine hiç aldırmadı, hatta yüzüne anlayışlı bir tebessüm yerleştirdi.

      "Misafirimiz olmayan bir kimse düşmanımız olsa gerektir Leydi Nola, hiçbir düşman kayanın kutsallığını kirletemez, daha duvarlara varamadan öldürülür."

      Mivava'nın sesindeki uyarı yüzündeki tebessümden çok daha baskındı. Ancak bu sertlik Nola'ya karşı değil, bahsi geçen meçhul düşmana karşıydı. Nitekim Mivava "Aybar bey kadar olmasa da, bizim oklarımız da uzaklara ulaşır" derken, sesi bir hayli yumuşamıştı.

      Kayanın yükselen her katıyla birlikte manzara daha bir güzelleşiyor, ormanın insanı kötü hissettiren basık havası, daha bir ferahlıyordu. Dördüncü katta etraflarını saran Kara Ormanın uçsuz bucaksız genişliği gözler önüne serildi. Kayanın doğusunda, ağaçların gözle görülebildiği son noktada belli belirsiz dağların yükseltisi seçiliyordu. Dağların bulunduğu yönü gösteren prenses "Demir dağlar" dedi. Üç günlük mesafedeki dağlarda en kaliteli çeliğin yapıldığı demir damaları vardı. Taş üzerinde yükseldikçe kayanın eteklerindeki şehir daha da ufalıyordu. Aybar sürülmüş tarlaların kenarında bekleyen öküz arabalarını fark ettiğinde şaşırdı, eski insanların sığırları kullandıklarını hiç duymamışlardı. Yine aynı hayıflanmayı içinde duyan Aybar "Onlar hakkında duyduğumuz ne var ki?" diye düşündü.

      Gri Kaya dokuz katlıydı ve son kat insan eliyle düzlenmişçesine pürüzsüzdü. Taşın içine oyulmuş ve evlerin önündeki minyatürleri gibi içi toprakla doldurulmuş bahçelerde çeşitli meyve ağaçları vardı. Son merdivenden Yüksek Saraya uzanan kaya yolun etrafına Aybar'ın daha önce hiç görmediği beyaz gövdeli ve kan kırmızısı yapraklı ağaçlar yerleştirilmişti. Ağaçlarla süslenmiş yolun sonu Yüksek Sarayın geniş kapısına uzanıyordu. Orman İnsanlarının sarayı simsiyah orman abanozundan yapılmıştı ve cilalanmış tomruklar bir taş gibi parlıyordu. Tomrukların üzerine işlenmiş olan türlü renklerdeki, harikulade geometrik desenler, ağacın siyah gövdesinin koyuluğuna adeta neşe katmıştı.

      Şehirde yaşayan ne kadar orman sakini varsa, sanki Yüksek Sarayın insan elinden çıkma düzlüğünü doldurmuştu. Mivava babasının konağına doğru misafirlerini götürürken kalabalık da onları takip etti.

      Gri Kaya Hükümdarı Tuptaya, onları sarayının geniş salonunda karşıladı. Eski insanların Kralı savaşçıları gibi çıplak değildi. Pantolonun üzerinde beyaz deriden kaftanı ve onun üzerine giydiği beyaz pelerini vardı. Kral yaşlıydı, Aybar onun kaç yaşında olduğunu tahmin edemedi, yaşlılığı hükümdarın bir zamanlar şüphesiz heybetli olan bedenini ele geçirip güçten düşürmüştü. Buna rağmen Tuptaya onları beyaz renkli asasının yardımıyla ayakta bekliyordu. Salonun içerisinde, dışardaki kalabalıktan farklı bir topluluk vardı. Aybar onların Eskil ırkının soyluları olduğunu tahmin etti. Halkın sıradan kalabalığı sarayın girişinde durmuş içeriyi gözlüyordu.

      Aybar yabancısı oldukları bu değişik insanların hükümdarını nasıl selamlayacaklarını bilmediğinden, yardım ister gibi Muramba'ya baktı. Balay Beyin oğlunun sıkıntısını anlayan yaşlı kehanet ustası genç Huranlının yanında durdu. Ancak Kral Tuptaya beklenmeyeni yaparak salon zemininden iki basamak yukarda olan tahtından inip, yaşlılığını gizlemeyen sarsak adımlarla doğrudan Aybar'ın önüne geldi. Yılların hırpaladığı bedeni bu haliyle bile Aybar'dan daha yapılı olan Kral, ne anlama geldiği anlaşılamayan bakışlarını ilkin Huranlının boynundaki siyah kristale yönelttikten sonra, doğrudan Aybar'ın gözlerine çevirdi. Gri Kaya Hükümdarının feri sönüp parlaklığını kaybetmiş solgun gözleri Aybar'da kilitlenmiş gibiydi. Kral Tuptaya ve Aybar'ı izleyen onca kalabalığa rağmen, taş zeminli Yüksek Sarayın büyük salonunda çıt çıkmıyordu. Sanki göklerin ve yerlerin tüm sesleri kesilmişti. Beyaz renkli asasına dayanarak ayakta duran Tuptaya büyük bir gayretle dayandığı sopayı bırakıp dizlerinin üzerinde yere çöktü. İki büklüm halde yere kapanan yaşlı hükümdar, eski insanların boğuk sesiyle Aybar'ı selamladı.

      "Hoş geldiniz Efendimiz"

      Yüksek Sarayın büyük salonunda ve avlusunda toplanmış Kara Ormanın eski insanlarının tümü, Krallarını takip ederek Aybar'ın önünde yere kapandılar.

Continue Reading

You'll Also Like

35.4K 1.9K 61
Çocuk olmak yerine anne olmuş bir kadın, annesiyle arasında sadece on üç yaş olan ve bu yüzden çocukluğu cehennem gibi geçen, kendini yabancılardan s...
88K 9K 55
[Fantastik türde 2019 Watty ödüllü] Son ejderha, uyandığı yeni çağı tanımak için bir insan yavrusu olarak yeniden doğar... Savaşları, aşkları ve giz...
242 63 9
Ateşi elinde kavlandı ve ufak çatırtılarla kızarıp avucunu kızıla boyadı. "Hazır mısın?" Ateşten neredeyse görünmeyen avucunda dolanan bakışlarını...
ZAMAN TRENİ By Ceyda

Science Fiction

217K 19.4K 59
2082 yılında suçluları taşıyan, onları tarihin en kötü zamanlarına terk eden bir trende kaderleri görünmez bir iple bağlanmış iki mahkumun hikayesi. ...