SIR MUHAFIZI-MAVİ

By TamKalgar

39.6K 3.7K 1.7K

Atmacanın karanlıkta kayboluşunu izleyen yabancı "Artık beyaz şahin için endişelenmemize gerek yok" dedikten... More

Giriş ve Bilgilendirme
HARİTA
Bölüm 1/Muhafız
Bölüm 2/Geçit Korucuları
Bölüm 3/Ulu Kral
Bölüm 4/Altın Kraliçe
Bölüm 5/Sır Muhafızı
Bölüm 6/Avcı
Bölüm 7/Huran Yaylaları
Bölüm 8/ Arkona
Bölüm 9/ Altın Kraliçe
Bölüm 10/ Yetim
Bölüm 11/ Sır Muhafızı
Bölüm 12/ Kara Prens
Bölüm 13/Kristal Taşıyıcısı
Bölüm 14-Yaver
Bölüm 15/Kırmızı Kristal
Bölüm 16/ Demir Kral
Bölüm 17/ Akşehir
Bölüm 18/ Balay Beyin Oğlu
Bölüm 19/Çırak
Bölüm 20/Pays
Bölüm 21/ Fedaibaşı
Bölüm 22/ İmparator
Bölüm 23/ Arkona Kralı
Bölüm 24/ Huranlı
Bölüm 25/ Karaderili
Bölüm 26/ Altın Kraliçe
Bölüm 27/ Yüzbaşı
Bölüm 28/Çırak
Bölüm 29/ Dur Şehri
Bölüm 30/ Ulu Kral
Bölüm 31/ Mahkum
Bölüm 32/ Elvin
Bölüm 33/ Karaderili
Bölüm 34/ Çırak
Bölüm 35/ Kunawa
Bölüm 37/ Avcı
Bölüm 38/Aybar
Bölüm 39/ Kara Prens
Bölüm 40/ Kraliçe
Bölüm 41/ İmparator
Bölüm 42/ Sır Muhafızları
Bölüm 43/ Kale Lordu
Bölüm 44/ Çırak
Bölüm 45/Demir Kral
Bölüm 46/Kara Prens
Bölüm 47/Arkona Kralı
Bölüm 48/Kara Orman
Bölüm 49/Hisar Muhafızı
Bölüm 50/Altın Kraliçe
Bölüm 51/Huran Hanı
Bölüm 52/ Tam Kalgar
Bölüm 53/Aybar
Bölüm 54/Çırak
Bölüm 55/Dur Şehri
Bölüm 56/ Altın Kraliçe
YENİ KİTAP

Bölüm 36/ Mahkum

361 53 11
By TamKalgar

Bölüm 36

DUR ŞEHRİ/ Mahkûm

      Aybar üç gecedir aynı rüyayı görüyordu. Her defasında gördüğünün rüya olduğunun farkında oluyor, bir önceki gece bu rüyayı gördüğünü hatırlıyor, ancak yine de kendini rüyanın gerçekliğine bırakmaktan alıkoyamıyordu.

      Rüyasında birbirinden değerli halılarla döşenmiş bir çadır içindeydi. Çadırın direklerine asılmış ateş lambaları geniş çadırı gün gibi aydınlatıyordu. Aybar altın bir tahtın üzerinde oturuyordu ve üzerinde bilmediği kumaştan zengin bir kaftan vardı. Çadırda yalnız olduğunu sanırken ayaklarının ucunda, yere oturmuş olan prenses Hilio'yu fark ediyordu. Prenses her defasında başka bir kıyafet giymiş oluyordu ama dizlerinin dibindeki, Aybar'a en tatlı gülümseyişiyle bakan hali değişmiyordu. Sonra içeriye üzerleri meyveler, yiyecekler ve içkilerle dolu tepsilerle birlikte Tar kızları giriyordu. Aybar onları Prenses Hilio'ya benzeyen ama asla onun kadar güzel olamayan yüz hatlarıyla Huran kızlarından ayırabiliyordu. Kızlar da efendileri gibi daima gülümsüyorlardı. Sonra içinden bir his ona çadırın uzak bir köşesine bakmasını söylüyordu. Aybar o tarafa bakmak istediğinde ise Hilio sır muhafızının yüzünü zarifçe tutuyor ve uzak köşeye bakmasını engelliyordu. Prenses Hilio daha sonra önlerine konulmuş olan tabaklardan, daha önce hiç görmediği meyveleri kendi elleriyle Aybar'a yediriyordu. Meyveler o kadar tatlıydı ki, Aybar bir an tüm benliğiyle bakmaya çalıştığı köşeyi unutuyordu. Ancak kısa süre sonra Aybar tekrar o tarafa bakmayı deniyordu. İkinci bakışında Huranlı genç, köşede ayakta duran ve kendilerine bakan bir kadın silueti görüyordu. Prenses Hilio bu silueti daha fazla görmesine izin vermiyor, tekrar ama biraz daha kuvvetlice Aybar'ın yüzünü kendisine çeviriyordu. Hilio'nun gözleri öylesine küskün bakıyordu ki, Aybar sebepsiz yere derin bir pişmanlık duyuyor, hemen gülümseyen Hilio'nun elinden bir başka meyve yemeye razı oluyordu. Bu meyve diğerinden daha lezzetli, Prensesin gülümsemesi bir öncekinden daha tatlıydı. Aybar bu lezzetin ve gülümsemenin sarhoşluğunda köşedeki kadını unutur gibi olsa da, biraz sonra tekrar oraya bakma ihtiyacı duyuyordu. Üçüncü bakışında yüzü gölgede kalmış olan kadının endamını görebiliyordu. Zarif ve ince bir beden, omuzlara dökülen muhakkak ipeğimsi, gölgede kalmış uzun saçlar ve insanı büyüleyen tarif edilmez güzellikteki yasemin kokuları. Hilio köşedeki kadına daha fazla bakmasına izin vermiyor, bu sefer sertçe Huranlının yüzünü kendine çeviriyordu Şimdi Aybar'a bakan gözlerde büyük bir öfke vardı. Odadaki diğer kızlar da durmuş, buz gibi bir öfkeyle Aybar'a bakarken, sanki sıcak çadır içi bile buza kesmişti. Sır Muhafızı bu bakışlardan korkuyorsa da, bir an içinde çadır ısınıyor, Hilio yine sımsıcak, tüm tatlılığıyla Aybar'a gülümsüyor, kızlar eskisinden daha neşeli bir şekilde hizmet ediyorlardı. Bu sefer Hilio'nun elinde bin bir türlü parlak taşlarla süslenmiş atlın bir kadeh vardı. Prenses kadehi kendi elleriyle Aybar'a içiriyordu. Sır muhafızı daha önce böyle lezzetli bir şey içtiğini hatırlamıyor, sunulan içkinin mi, yoksa kendisine bakan güzel gözlerin etkisiyle mi bilinmez, tüm benliği Hilio ile doluyordu. Bu halde ne kadar zaman geçirdiğini bilmezken içini bir keder kaplıyor ve tekrar köşedeki kadına bakmak istiyordu. Bu son bakışında Aybar sadece kederli, çaresiz umutsuz yalvaran gözler görüyordu. Ne renk olduğu belli olmayan, ama ölümüne güzel gözler.

      Hilio bu sefer hırlıyor, uzamış tırnaklarıyla pençeleşmiş eli Aybar'ın yüzünü tutarken, tırnakları yüzüne saplanıyordu. Kırmızıya dönmüş gözleriyle çılgın bir öfkeye kapılmış olan Hilio Aybar'ın gırtlağını parçalarken, diğer kızların her biri kurtlar gibi sivrilmiş dişleriyle Aybar'ın üzerine atlıyorlardı. O an Aybar bütün rüyası boyunca ellerinin ve ayaklarının altın tahta bağlanmış olduğunu fark ediyordu. Sıcak çadır içi bir kez daha buza keserken, kurtlaşmış Tar kızları dişlerini Aybar'ın sıcak bedenine geçiriyorlardı. Hayvanlar bedenini parçalarken Aybar büyük bir umutsuzlukla köşedeki kadına bakmaya çalışıyordu.

      Her defasında Aybar'ın uyanışı bu umutsuzluğa oluyordu. Zindan her zamankinden daha soğuk ve rutubetliydi. Aybar'ın gördüklerinin rüya olduğunu anlaması kolay olmuyordu. Neden her gece bu rüyayı görüyordu? Köşedeki o kadın kimdi? Annesi mi? İçinden bir ses o kadını hiç tanımadığını söylüyordu ancak bir o kadar da tanıdık olduğunu. Aybar rüyasının boş olmadığından emindi, en azından Hilio ile ilgili kısmının bir anlamı olmalıydı. Obasının yaşlı kocakarısı Nungu nine olsa, dökülmüş dişlerinin marifeti olan tıslayan sesiyle bu rüyayı yorumlardı muhakkak. Aybar, Hilio ve kızları onun bedenini parçalarken tek bir damla kan akmadığını hatırlıyordu.

      "Kan rüyayı bozar."

      Nungu nine böyle demişti bir seferinde. Rüyasından uyandıktan sonra Aybar artık gecenin sonu boyunca uyuyamıyordu.

      Hilio'nun ziyaretinden sonra hücre şartlarında gözle görülür bir iyileşme olmuştu. Gerçi halen ayağında ağır bir pranga vardı ancak prenses gittikten birkaç saat sonra yan yana çakılmış enli beş altı tahtadan ibaret bir yatakla eski ve kirlenmiş bir battaniye hücresine konulmuştu. Devasa gardiyanı hücresindeki meşale yuvasında yanan bir ateşi eksik etmiyordu ve yemekleri anladığı kadarıyla günde iki öğüne çıkarılmıştı. Oldukça doyurucu olan porsiyonları getiren gardiyan küstahça gülümsemiş ve "Ölümden kurtuldun say Sagu Beyin torunu" dedikten sonra iyice yavanlaşan sırıtışıyla eklemişti.

      "Ama ölüm belki bundan daha yeğdir ha? Seni Tammu'nun yüzünden kan çekilmiş acımasız fedailerine verecekler. Yolculuğa dayanabilesin diye de işte böyle besliyorlar. Kesilecek bir kurban gibi semirtiyorlar seni Aybar Bey."

      Adamın konuşması sonunda öfkeli bir kahkahaya dönüşmüştü. Bir süre kendi kendine gülen adam neden sonra ciddileşiyordu.

      "Eğer istersen seni bu esaretten kurtarayım Aybar Bey. Kaçmaya çalış, bana saldır. Seni öldürmek zorunda kalayım ki sen de kurtulasın. O da sırf Sagu Beyimin hatırı için."

      Aslında bu seçeneği Aybar seve seve kabul edebilirdi. Ancak içinde engelleyemediği bir his vardı, beklemesi gerekiyordu. Kendini olayların akışına bırakmalıydı ve ne olacaksa olmalıydı. Harekete geçeceği zaman geldiğinde, nasıl olacaksa onun doğru zaman olduğunu bilecek ve yapması gerekeni yapacaktı.

      Devasa gardiyan o gün de iki defa yemek için uğramış ve değişmeyen somurtkan haliyle Aybar'ın tepsisini hücresine bırakmıştı. Artık sönmeye yüz tutmuş meşaleyi de değiştiren gardiyan, Aybar'a şöyle bir baktıktan sonra çıkmıştı. Günde ikiye çıkan öğünler en çok hücresini paylaştığı fareleri memnun etmiş gibiydi. Aybar hücreyi paylaştıklarını düşünüyordu ama yemekler dışında bu iki yaratık her nerede vakit geçiriyorlarsa orada oluyorlardı. Son üç gündür Aybar gece ve gündüzü hissetmeye başlamıştı. Her zaman aydınlatılmaya muhtaç hücresinde gün ışığını görmek mümkün değildi ancak, kendi içindeki zamanda Diyar üzerindeki günü ve geceyi yaşıyordu. Dahası ilk günlerin aksine artık zindandaki zamanı sonsuz bir boşluktan ibaret değildi. Usta Muramba'nın derslerini hatırlayan Aybar, istediği an kendini bozkırın temiz havasına bırakıyordu. Kimi zaman Asar ile geniş düzlüklerde koşturan Aybar, kimi zaman Erduga ile sessiz kılıç talimleri yapıyordu. Zihninde yaşattığı dünyası Aybar'ı zindan hayatından çekip alıyordu. Bir tek karnını doyuramadığı bu zihinsel dünya, onun her türlü ihtiyacını karşılıyordu.

      Kendi iç dünyasından hücresinin soğukluğuna dönen Aybar, buradaki zamanının sona ermek  üzere olduğunu hissediyordu. Tar fedaileri yaklaşmış olmalıydı. Vakit artık iyice ilerleyip gece tüm karanlığıyla zindanın dışındaki Diyara çökerken, Aybar sebepsiz bir titremeyle kendine geldi. Uyuyakalmış olmalıydı. Meşalesi henüz sönmemişti ama neredeyse sönmek üzereydi. Aybar'ın artık kokusunu hissetmediği bok çukurunda sanki beklenmedik bir hareket vardı. Sabah yemeğine kadar görünmemesi gereken yağmacı fareler telaşla delikten çıkarak kapının olduğu köşeye gittiler. Bu saatte yemek gelmesi mümkün müydü? Aybar bu duruma anlam veremezken çukura açılan delikten belli belirsiz sesler gelmeye başladı. Sürünmeyi andıran seslerin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışan Huranlı ismini fısıldayan ihtiyatlı sesi hemen tanıdı.

      "Aybar?"

      Ayağındaki prangayı sürüyerek deliğe yaklaşan Huranlı tedbirli bir sesle karşılık verdi.

      "Buradayım"

      Bir an olanlara inanamayan Aybar "Nola, sen misin?" diye sormadan edemedi. Hâlbuki gelenin Nola olduğundan şüphesi yoktu.

      Lağım çukurundaki genç kız küçük bir sevinç çığlığı attı.

      "Seni buldum sonunda şükürler olsun."

      Aybar halen Nola'nın burada olmasına inanamıyordu. Ancak işte genç kız şu iğrenç delikten kendisine bakıyordu.

      "Geri çekil Aybar Bey" diyen genç kız, ufak bir taşla lağım deliğinin kenarını köşesini kırdı. Delik bu haliyle bile çok ufaktı ama, biraz zorlukla da olsa kafasını içeri sokan Nola, büyük bir kıvraklıkla delikten yukarı çıktı. Aybar başka hiç kimsenin bu delikten geçemeyeceğinden, dahası altlarında uzanan bu iğrenç labirentte kendisini bulamayacağından emindi. Ama işte Nola bulmuştu ve buraya gelmeyi başarmıştı. Berbat bir halde görünen kız perişan haline ve tüm pisliğine aldırmadan Aybar'a sarıldı.

      "Seni bulamayacağım diye çok korktum."

      Aybar kollarına atılan bu minik ama sıcak bedeni kucaklarken ailesiz, tek başına geçirdiği tüm yıllar boyunca, ilk defa bir kardeşin sıcaklığını hissetti. Ne kadar sürdüğünü bilmediği bir zaman sonra Nola bir şeyler hatırlamış gibi heyecanlandı.

      "Çok vaktimiz yok Aybar Bey, Usta Muramba fedailerin gece yarısından birkaç saat sonra burada olacaklarını söyledi. Seni hemen dışarı çıkarmalıyız."

      Huran işi binici pantolonun üzerine giydiği kalın elbisesinin belini tutan kemeri çözen Nola, kıyafetinin içinden bir kese çıkardı. Kesenin içindeki, Aybar'ın daha önce hiç görmediği ufak tefek aletleri alan Nola, hemen Huranlının ayağına yanaştı.

      "Önce şu prangadan kurtulalım."

      Kızıl muhafız pranganın kilidiyle çok fazla uğraşmadı, belli ki bu aletleri kullanmak konusunda maharetliydi ve birkaç dakika içinde pranganın bilekliği açılmıştı bile. Yüzüne memnun bir gülümseme yerleşen Nola, hiç zaman kaybetmeden hücrenin demir kapısına yöneldi. Dökme demir kapıyı açmadan önce bir şey hatırlamış gibi üzerini yoklayan genç kız, kıyafetinin içine sakladığı iri bir bıçağı Aybar'a uzattı.

      "Daha büyük bir silah sokamadım Aybar Bey ama hiç yoktan iyidir."

      Tam Kalgar'ın enli av bıçağını tanıyan Aybar, koca savaşçının sırf Aybar'ın yanında olduğunu göstermek için kendi bıçağını gönderdiğini anladı. Bu sefer daha büyük bir alet kullanan Nola, birkaç dakika içinde hücrenin kapısını da açmıştı.

      Yüzündeki zafer gülümsemesiyle Aybar'a dönen genç kız, "Haydi, çabuk gidelim" dedi.

      Ancak Aybar'ın bu şekilde gitmeye niyeti yoktu. Kızın gidelim demesine karşın olumsuz anlamda başını iki yana salladı.

      "Sen hiçbir yere gitmiyorsun Nola, buradan çıkmak için seni tehlikeye atamam. Geldiğin yol en güvenli çıkış. Kolayca delikten dışarı çıkabilirsin. Benim oradan çıkmama imkân yok ama merak etme bir şekilde dışarı çıkarım."

      Nola öfkeyle ayağını yere vurdu.

      "Ne kadar kalın kafalısın Aybar Bey, bunun için zamanımız var mı sanıyorsun? Hiçbir güç beni o pis deliğe tekrar sokamaz. Sen istesen de istemesen de beraber çıkacağız. Hem bensiz hiç şansın yok. Kilitli kapıları nasıl açacaksın?"

      Nola o kadar şiddetle itiraz etmişti ki Aybar kızın vazgeçmeyeceğinden emin olmuştu. Aybar'ın yeterince ikna olmadığını düşünen muhafız kız bu sefer "Hem ben nasıl çıkacağımızı da biliyorum, Usta Muramba bana çıkış yolunu iyice öğretti" dedi.

      Nola'yı arkasına alan Aybar dökme demir kapıyı açarak koridora adım attı. Koridorun bu kısmı karanlıktı ancak ileride, yaklaşık seksen adım mesafede, karşılıklı yakılmış iki meşale, bir başka demir kapıyı aydınlatıyordu. Koridor boyunca Aybar'ın ki gibi hücreler sağlı sollu sıralanıyordu ama hiç birinde hayat belirtisi yok gibiydi. Koridorun havası zindana göre nispeten daha ferahtı ama aynı rutubet, idrar ve bok kokusu buraya da sinmişti. Aybar koridor boyu sessiz adımlarla koşmaya başlarken hareketsizlikten uyuşmuş bacakları çılgın bir şekilde isyan ediyordu. Henüz koridoru ortalamışlardı ki karşılarındaki demir kapı telaşla açıldı.

      "Usta Muramba söylemişti, her kapıda bir çift nöbetçi var."

      İçeri giren muhafızlar Huran gardiyanları değildi, tepeden tırnağa silahlı Tar savaşçılarıydı. İhtimal Huranlı bir gardiyanın Aybar'a muhabbet duyacağından endişe eden Togu Han, kıymetli esirini ancak Tar askerlerine emanet edebilmişti. İmparatorluk savaşçıları iki insanın ancak yan yana yürüyebileceği genişlikteki dar ve basık koridoru tutmuşlardı. Aybar ustası Tam Kalgar'ın bıçağını eline alıp Nola'yı arkasına gizlemeye çalışıyordu ki, genç kız bir ok gibi yerinden fırladı. Çılgın bir hızla askerlere doğru koşan Nola, koridorun zemininden sıçrayıp yan duvarlara basarak hasımlarının üzerine gitti. Daha ne olup bittiğini anlayamadan aradaki mesafeyi kapatan kızıl muhafız, bir hamlede soldaki askerin boğazını keserken kendini ikinci askerin arkasına attı. Arkadaşı yere yığılan Tar muhafızı arkasına dönemeden, Nola aile yadigârı bıçağını adamın tam kalbinin üstüne saplamıştı.

      "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun Nola?

      Aybar'ın deli öfkesine rağmen Nola'nın yüzünde masum ama şımarık bir kız çocuğunun gülümsemesi vardı.

      "Benim yardımıma ihtiyacın olduğunu söylemiştim sana. Haydi somurtma, hızlı hareket etmemiz lazım."

      Kızgınlıkla kafasını sallayan Aybar Nola'yı izlemekten başka çare bulamadı. Tar Savaşçılarından birinin enli ve hafif kısa kılıcını eline alan Aybar, şimdi kendini daha iyi hissediyordu.

      Nöbetçilerin beklediği kapı dik bir merdivene açılıyordu. Dönerek yukarı çıkan merdivenin sekiz on adım ötesi görünmüyordu. Aybar Nola'yı arkasına alıp dar merdivenleri tırmanmaya başladı. Merdiven ateş lambalarıyla iyice aydınlatılmıştı ve aşağıya göre bir nebze olsun daha sıcaktı. Belki de hareket ettikleri için Aybar'a daha sıcak geliyordu, Huranlı bunu bilecek durumda değildi. Kısa sürede merdivenleri tırmanan iki sır muhafızı alt kattakine benzer başka bir koridora çıktılar. Düzenli bir şekilde ateş lambaları ile aydınlatılmış uzun koridor, ileride karanlık bir mağara ağzı gibi görünen ve kapısı olmayan başka bir merdivende sonlanıyordu.

      "Koridorun sonunda ne olduğunu biliyor musun?"

      Nola evet manasında başını salladıktan sonra açıkladı.

      "Merdivenlerin sonunda kilitli bir kapı daha var, orası gardiyanların ve muhafızların odalarına açılan bir koridora çıkıyor. İşin en zorlu kısmı orada. Kimseye görünmeden bir üst kata geçebilirsek gerisi o kadar zor değil. Muramba doğruca kanalizasyon çıkışına gelen gizli bir yoldan bahsetti. Onu bulmamız gerekiyor. Bizi gizli geçidin açıldığı yerde bekliyorlar"

      Kaybedecek zamanları olmadığını hisseden Aybar, yaklaşan tehlikeyi seziyordu. Tammu fedaileri Kızıl saraydaydılar. Aybar Togu Han'ın her yıl bağlılığını sunduğu Akşehir'e nasıl olup da ihanet etiğini anlayamıyordu. Genç Huranlı bir anda Togu Hana kızamadığını, kızamayacağını anladı. Her türlü entrikasını bilmesine rağmen Prenses Hilio işte onu, büyük kehanette geleceği bildirilen Akşehir'in varisini bile neredeyse kandırmak üzereydi.

      "Hilio ile hesaplaşacağımız zaman da gelecek."

      Aybar bunu sadece içinden mi geçirmişti, yoksa mırıldanarak da olsa dillendirmiş miydi bilmiyordu, ikisi de olabilirdi. Aybar daha fazla zaman kaybetmemek üzere koridora dalıyordu ki, dar geçidin sonunda, bir haftadır yalnızlığına ortak olan devasa gardiyan belirdi. Düşünceli ve ağır adımlarla taş koridora giren gardiyan, ilkin firarileri fark etmedi. Taş duvarların arasını dolduran cüssesiyle tam bir devi andıran gardiyan, neden sonra şaşkınlıkla Aybar'ı gördü. Tuhaf bir şekilde sır muhafızına bakan adam, Aybar'ın arkasına gizlenen Nola'yı ilkin görememişti.

      "Demek öğüdüme uyup kaçmaya karar verdin Sagu Beyin torunu, ama o zindandan nasıl çıktın?"

      Aybar kılıcını iyice elinde tartarak adama doğru birkaç adım attı. Ancak o zaman pisliğe bulanmış Nola'yı gören Gardiyan "Vay vay vay, demek bir de küçük faremiz varmış dedi."

      Aybar'ın savaşmaya hazırlanışını görmesine rağmen gardiyan hiç oralı olmamış, sadece devasa cüssesiyle koridoru kaplamaya devam etmekle yetinmişti. Aybar bu sefer Nola'nın kendini ileri atmasına izin vermeyecekti. İki Huranlı koridorun tüm uzunluğu boyunca bir süre birbirlerine baktılar. Dev gardiyan o zamana kadar Aybar'ın fark etmediği, bir yarısı topuz, diğer yarısı balta olan silahını sırtından eline aldı.

      "Bu yoldan çıkman mümkün değil Sagu Beyin torunu, geliyorlar."

      Adamın sesi meydan okumadan çok bir uyarı gibiydi ve iri gardiyan hiç de Aybar'la savaşacak gibi durmuyordu. Ancak koridorun sonundaki merdivenlerden gelen sesler dev adamı harekete geçirdi. Ağır gövdesinden beklenmeyen bir çeviklikle Aybar'a doğru koşmaya başlayan gardiyan, koridorun üçte birini kat etmişti ki durdu. Silahının topuz tarafını çeviren adam, olanca gücüyle koridorun duvarına vurmaya başladı. İlk iki darbeye dayanan taş duvar, üçüncü darbeyle birlikte çatırdamaya başladı.

      Topuzunu savurmaya devam eden Gardiyan "Buraya gelin Aybar Bey, çabuk olun" diyerek sır muhafızlarını çağırdı.

      Aybar gardiyanın ne amaçladığını az çok seziyordu ve bu beklenmedik yardıma şaşırmıştı. Elinden tuttuğu Nola'yı adeta sürükleyen Balay Beyin oğlu bir kaç adımda dev adamın yanına ulaştı.

      O sırada önde Prenses Hilio olmak üzere, Tammu Fedaileri ve Tar muhafızları merdivenleri inip koridorda görünmeye başlamışlardı. Gardiyanın olanca hızıyla vurduğu son darbe duvarda orta boyda bir gedik açmıştı. Omuzundan tuttuğu Aybar'ı açtığı deliğe doğru iten adam "Durma artık Aybar Bey, deden Sagu Bey'e bir can borcum vardı, kaç ki torununun canıyla borcumu ödemiş olayım, kaç ki Sagu Beyin yanına yüzüm ak varayım" dedi.

      Aybar'dan bir cevap beklemeyen adam, süratle geriye dönerek, koridora doluşan kalabalığa kendini siper etti. Nola'yı deliğe sokan Aybar'ın koridorda gördüğü son şey, Tammu Fedailerine saldıran gardiyanın ardından bakan Prenses Hilio'nun inanmaz gözleriydi. En tatlı hallerini gördüğü büyük siyah gözler, şimdi rüyalarındakinden daha koyu bir öfke içindeydi.

Continue Reading

You'll Also Like

4.2K 5 1
İlk yaratılandan sonra yüzyıllardır doğan fakat kuyruklarında hiçbir zaman kavuşamayan Bölge Efendileri, sonuncu doğan Marise Hilal ile yeni dönemine...
88K 9K 55
[Fantastik türde 2019 Watty ödüllü] Son ejderha, uyandığı yeni çağı tanımak için bir insan yavrusu olarak yeniden doğar... Savaşları, aşkları ve giz...
14.6K 1.7K 28
*Fantastik değildir.* Her hikaye bir kahramanla, birçok hikaye ise budala bir kahramanla başlardı. Herkesin güçsüz gördüğü o beceriksizden bir kahra...
1M 68.1K 84
Hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız varlıkların arasında bir şeytana bağlı olduğunuzu öğrenseniz, ne yapardınız? Üstelik tüm varlıkların soyu s...