SIR MUHAFIZI-MAVİ

By TamKalgar

39.5K 3.7K 1.7K

Atmacanın karanlıkta kayboluşunu izleyen yabancı "Artık beyaz şahin için endişelenmemize gerek yok" dedikten... More

Giriş ve Bilgilendirme
HARİTA
Bölüm 1/Muhafız
Bölüm 2/Geçit Korucuları
Bölüm 3/Ulu Kral
Bölüm 4/Altın Kraliçe
Bölüm 5/Sır Muhafızı
Bölüm 6/Avcı
Bölüm 7/Huran Yaylaları
Bölüm 8/ Arkona
Bölüm 9/ Altın Kraliçe
Bölüm 10/ Yetim
Bölüm 11/ Sır Muhafızı
Bölüm 12/ Kara Prens
Bölüm 13/Kristal Taşıyıcısı
Bölüm 14-Yaver
Bölüm 15/Kırmızı Kristal
Bölüm 16/ Demir Kral
Bölüm 17/ Akşehir
Bölüm 18/ Balay Beyin Oğlu
Bölüm 19/Çırak
Bölüm 20/Pays
Bölüm 22/ İmparator
Bölüm 23/ Arkona Kralı
Bölüm 24/ Huranlı
Bölüm 25/ Karaderili
Bölüm 26/ Altın Kraliçe
Bölüm 27/ Yüzbaşı
Bölüm 28/Çırak
Bölüm 29/ Dur Şehri
Bölüm 30/ Ulu Kral
Bölüm 31/ Mahkum
Bölüm 32/ Elvin
Bölüm 33/ Karaderili
Bölüm 34/ Çırak
Bölüm 35/ Kunawa
Bölüm 36/ Mahkum
Bölüm 37/ Avcı
Bölüm 38/Aybar
Bölüm 39/ Kara Prens
Bölüm 40/ Kraliçe
Bölüm 41/ İmparator
Bölüm 42/ Sır Muhafızları
Bölüm 43/ Kale Lordu
Bölüm 44/ Çırak
Bölüm 45/Demir Kral
Bölüm 46/Kara Prens
Bölüm 47/Arkona Kralı
Bölüm 48/Kara Orman
Bölüm 49/Hisar Muhafızı
Bölüm 50/Altın Kraliçe
Bölüm 51/Huran Hanı
Bölüm 52/ Tam Kalgar
Bölüm 53/Aybar
Bölüm 54/Çırak
Bölüm 55/Dur Şehri
Bölüm 56/ Altın Kraliçe
YENİ KİTAP

Bölüm 21/ Fedaibaşı

518 60 36
By TamKalgar

Bölüm 21

PAYS/ Fedai Başı

      "Elimizde hiç şahin olmaması ne kötü" diye düşünen Kuzlo, yanlarındaki son beyaz şahini üç gün önce Billas'a göndermişti. Aka'nın kaybolmasından sonra hiçbir şahine de alışamamıştı aslında. Kuzlo biliyordu ki Aka ölmüştü, yoksa kaybolması mümkün değildi. Üstelik bu kıymetli avcı kuşu bir hiç uğruna feda edilmişti. Kuzlo Aka'yı aylar önce, daha büyük çöldeyken en güvendiği adamı Duno'ya emanet etmişti. O günden bu yana sır muhafızını takip eden beyaz şahin Huran Diyarında sırra kadem basmıştı.

      Kuzlo kim bilir kaçıncı defa, "O kızıl saçlı kıza ve yanındaki Medanlıya bin lanet" diye düşünerek kendi kendine söylendi. Üstelik sır muhafızını da tamamen kaybetmişlerdi ve kısa sürede bulmaları mümkün değildi. Şu Huranlılar gerçekten zorlu adamlardı. Onların yüzünden kuzey bozkırlarına yeterince nüfuz edememişlerdi. Yine de on beş yıl öncesine kadar Tar ülkesinden öteye adım atmayı bile hayal edemezken, şimdi sınırlı da olsa Huran topraklarına girme şansları vardı. Kuzlo, Huranlılarla ve sır muhafızıyla bizzat kendisi ilgilenecekti, ancak şimdi zamanı değildi. Yönelmeleri gereken başka bir hedefleri vardı.

      Kızıl saçlı muhafızı kaybetseler de Tammu'nun Tanrıları onlardan henüz yüz çevirmemiş olmalıydı. Daha Arkona topraklarındayken, Prens Solhan'ın değerli konuklarını Kral Sama'ya götürme görevini yerine getirdiği sırada, Ulu Kral Korlan'ın kendi özel şahini yeni bir haber getirmişti. Tammu'nun Kara Bilgeleri mavi kristalin sır muhafızını bulmuş ve yerini bildirmişlerdi. Ulu Kral Korlan bu sefer Kuzlo'ya bizzat muhafızın peşine düşmesini emrediyordu. Kuzlo kısacık mesajı okurken bile Efendisinin memnuniyetsiz öfkesini hissetmiş, tüylerinin diken diken olmasına engel olamamıştı. Fedai Başının hissettiği korku, görevini yerine getirememenin yaşatacağı utancın yanında, açıkça Ulu Kralın gazabına birçok kez bizzat şahit olmasından da kaynaklanıyordu.

      Baş Fedai ve on adamı Büyük Hattilin denizi kıyısında ilerlemeye devam ediyorlardı. Kıyıya uygun şekilde kıvrılan yolun sonunda mütevazı Pays kasabası göründüğünde sonbaharın nemli sıcağı da iyice hissedilir hale gelmişti. Kuzlo bu anormal sıcaklardan sonra, günlerce yağacak yağmurla birlikte Hattilin kıyılarının iyiden iyiye soğuyacağını biliyordu.

      Pays kasabası çok eski bir şehirdi. Kasabanın çarşısı ve önemli şahsiyetlerinin evleri kesme taşlardan yapılmış eski surların ardındaydı. Bir zamanlar önemli bir kale olan bu surları koruyan herhangi bir asker yoktu. Pays Lordu yaklaşık üç mil uzaklıktaki kendi şatosunda kalıyordu. Surların etrafı yeterince derinliği olan, geniş bir kanalla çevrilmişti, Doğu ve batı girişi olmak üzere iki kapısı olan şehre, kanallar üzerindeki tek kemerli muntazam bir taş köprüden giriliyordu. Kuzlo daha önceki gelişlerinden köprünün bir eşinin de batı surların bulunduğu tarafta olduğunu biliyordu. Çiftçilerin, köylülerin ve önemsiz zanaatkârların evleri surların dışındaki geniş düzlüğe yayılmıştı. En güzel üzümlerin ve narenciyenin yetiştiği bu topraklarda çiftçiler hayatlarından memnun olmalıydılar.

      Kuzlo şehre girmeden küçük grubunu durdurdu. Kalabalık halde surların içinde görünmek işine gelmiyordu. Gerçi bu heybetli kalenin içinde kasabanın taş meydanındaki iki paralı askerden başka silahlı insan yoktu. Yine de sır muhafızının şehirde olması ihtimalini düşünene Kuzlo tedbirli olması gerektiğini hissediyordu. Muhafızın duvarlar içerisindeki bir evde saklanması işini hayli güçleştirirdi. Aslında muhafız kadın kendini bir kasabaya hapsedeceğine hiç ihtimal vermiyordu ama muhafız yaralıydı. Kuzlo'nun fırlattığı bıçak kadının bacağında koca bir kesik açmıştı. Öylesine bir yaranın muhakkak tedaviye ihtiyacı vardı. Bu nedenle muhafızın şehre sığınması az da olsa bir olasılıktı. Kuzlo bu olasılığa hiç bel bağlamasa da kadının en azından orda olup olmadığından emin olmalıydı. Duno'ya seslenen Kuzlo adam yanına gelince fedaiyi baştan aşağı süzdü. Tammu fedaileri isterlerse kendilerini çok kolay gizleyebilir, yaşadıkları topluma uyabilirlerdi. Tammu'nun cılız güneşinde yetişen fedailer kuzgun karası saçları ve nerdeyse süt gibi beyaz tenleriyle diyarda kolayca tanınabilirdi. Kuzlo'nun adamları saçlarını boyarken, tenlerinin rengini de, tarifini Kara Bilgelerin verdiği merhemlerle değiştirirlerdi. Usturaya vurulmuş saçları, kızıl renge boyanmış muntazam sakalı ve paralı askerlere has deri zırhları içerisinde buralarda çokça görülen kervan muhafızlarına benzeyen Duno, şehre göndermek için en uygun adamdı.

      Duno'ya bakmadan konuşan Kuzlo "Şehre gir, usulünce soruştur, sır muhafızı kasabaya girmişse gören birileri vardır mutlaka. İşin bitince bizi güneydeki tarlaların girişinde bul" dedi.

      Başını sallayarak emri anladığını belli eden Duno atını mahmuzlayacağı sırada Kuzlo adamını uyardı.

      "Sakın gerekenden fazla dikkat çekme"

      Bir süre Duno'nun taş köprüye dörtnala gidişini izleyen Kuzlo diğer adamlarıyla birlikte güney yoluna doğru at sürdü. Üç mil kadar ileride, Pays nehrinin üç beş kola ayrıldığı bir yerde serin gölgeli, büyük bir çınar ağacı biliyordu. Orası beklemek için en uygun yerdi.

      Kuzlo'ya göre sır muhafızı hiçbir şehre uğramayacak, anayollardan uzak daha sakin yolları izleyecekti. Tıpkı şimdi at sürdükleri bakımsız toprak yol gibi. Eğer kadını yaralamasaydı onu bulmak için en ufak bir ümidi kalmazdı. Muhafızın bacağındaki yara onu mutlaka durduracaktı. Bir sır muhafızı taşıdığı kristali güvene almadan, onun gerektiği gibi taşınıp lüzum olunca asıl sahibine ulaştırılacağından emin olmadan ölümü göze alamazdı. O zaman ya altın soydan sırrı taşıyabilecek birini bulacaktı, ya da hayatta kalacaktı. Hattilin ülkesinin bu sefil köşesinde Altın kadınlar görülmeyeli birkaç nesil geçmiş olmalıydı. Zavallı muhafızın yakınlarda Altın soydan gelen birini bulması imkânsızdı. Her ihtimali düşünmeye mecbur olan Kuzlo bu sefer kendi kendine endişelendi Belki de sır muhafızı şimdi dörtnala bir halde, bambaşka bir yöne doğru uzaklaşıyordu. Bu sabah kadını evinde sıkıştırdıklarında Kuzlo avlarını bu kadar kolay ele geçirecek olmalarına şaşırmıştı. Birçok kez yaklaştıkları sır muhafızları hep beklenmedik bir şekilde ellerinden kurtuldukları gibi, fedailerine de ağır kayıplar verdirmişlerdi. Mavi kristali taşıyan bu fedai ise sıradan bir taşra kasabasının yaşlı ama zengin tüccarlarından biriyle evlenmişti. Adamları tüccarın kafasını kesmeden önce zavallı ihtiyarın gördüğü son şey, kahverengi bir aygırla dörtnala kaçan genç karısı olmuştu. Kuzlo eve girdikleri sırada savunmasız ve çırılçıplak bir vaziyette yatağında uyuyan kadının nasıl olup da ellerinden kaçtığını halen anlayamamıştı.

      Uykusunda bile tehlikeyi sezen genç kadın, kaşla göz arasında uyanarak, fırlattığı iki meyve bıçağını ona yaklaşan fedailerin boğazına saplamıştı. Muhafız gözlerin takip etmekte zorlandığı bir hızla kıyafetlerini toparlamış ve bileğiyle ahşap zemine sert bir darbe indirmişti. Kuzlo Altın kadınların çok iyi eğitildiğini biliyordu ama daha önce böyle bir şey görmemişti. Kalın kerestelerden yapılmış ahşap zeminde muhafızın darbesiyle açılan delik, aynı zamanda onun kaçış yolu olmuştu. Bir insan için geçilmesi imkânsız gibi görünen parçalanmış zeminden zahmetsizce geçen kadın evin altındaki ahıra ulaşmıştı. Eğer Kuzlo'nun kendine has sezgileri olmasaydı sır muhafızı o anda hepsini atlatacaktı. Ancak çıplak kadın daha ahıra iner inmez Kuzlo dışarı fırlamış, çift tarafı keskin fırlatma bıçağını iri kahverengi aygırıyla kaçan muhafıza fırlatmıştı. Kuzlo'nun keskin bıçağı kadının bacağında derin bir yarık açarken, baş fedainin düşündüğü tek şey, az önce çıplak olan kadının hangi ara giyindiğiydi.

      Kuzlo sır muhafızını son kez at üstünde uzaklaşırken görmüştü. Atları ne kadar hızlı olursa olsun Baş fedai ve adamları altın kadına yetişememişler, hatta izini kaybetmişlerdi. Kuzlo bir kez daha "Kızın değil, atın bacağını kesmeliydim" diye düşündü ancak bıçağı fırlatırken amacı kızı yaralamak değil öldürmekti. O yüzden atı hedef almak hiç aklına gelmemişti.

      Kuzlo, Duno gelene kadar adamlarını dinlendirmeyi planladığı büyük çınar ağacını gördüğünde ağacın gölgesinde dinlenen birisi olduğunu da fark etti. Bir an ağacın kalın gövdesine sırtını verip yaslanan kişinin aradıkları sır muhafızı olmasını dilese de, gördüğü siluet altın kadının zarif hatlarından yoksundu. Muhtemelen kasabanın yerlilerinden olan adam gelen atlılardan haberdar olmuş, gözle görülür şekilde toparlanıp ayağa kalkarak onları beklemeye başlamıştı. Yolcuları karşılamaya hazırlanan kasabalıya yaklaştıkça Kuzlo ve adamları hızlarını düşürdüler. Baş fedai daha selam vermeden bu genç taşralıyı tanımıştı. Kısa kesilmiş kumral saçlar, henüz sakalı çıkmamış açık renk pürüzsüz ve sade bir yüz, yaşına göre fazla irileşmiş bir beden ve bedeninden daha iri duran becerikli eller. Kolundaki saatin bileğini kavrayan oturmuş sıkılığını hisseden Kuzlo, birkaç gün önce kayışı tamir eden çırağı görmekten nedense memnuniyet duydu. Hiç tanımadığı birilerine sır muhafızını sormaktansa az çok tanıdığı, işinin ehli delikanlıya güvenmeyi tercih ederdi. Kuzlo'nun karşısındakini tek bir bakışta ölçen gözleri, ruhu nadiren görülebilecek kadar saf kalmış bu delikanlıyı ilk gördüğü anda değerlendirmiş ve yaptığı işin hakkını veren ustalığını takdir etmişti. Oğlanın bir yetişkine göre bile cüsseli olan bedeni nedense onu daha bir çocuk gibi gösteriyordu. Genç çırak belki de yanındaki tüm fedailerden iriydi ama onda bir savaşçının sıkılığı yoktu. Kuzlo derici çırağının yaptığı işe hiçbir katkısı olmayan fazla gelişmiş bedeni için "Ziyan" diye düşündü.

      Nihayet yanına ulaştıklarında Kuzlo genç çırağın yüzünde endişe izleri okudu. Ancak tepeden tırnağa silahlı on süvarinin kendisine doğru at sürdüğü düşünülürse, sıradan bir kasabalının korkması çok normaldi. Hatta Kuzlo bu endişenin korkuya çok benzemediğini de çözebiliyordu. Atının dizginlerini tam oğlanın önünde çeken Kuzlo "Burada ne yapıyorsun çırak?" dedi.

      Derici çırağı, Kuzlo'nun hatırladığı kelimeleri yutan heyecanlı konuşmasıyla fedaiyi yanıtladı.

      "Dedem için suyun başını bekliyorum efendim"

      Sonbaharın nemli sıcağında terlemiş atlara bakan çırak, "İsterseniz atlarınızı buradan sulayabilirsiniz, su temizdir" diyerek sözlerini tamamladı.

      Kuzlo'nun işareti ile fedailer atlarından inip kısa kampları için hazırlanmaya başladılar. Sabahın ilk ışıklarından bu yana, dur durak dinlemeden sır muhafızını kovalayan fedailer, tozlanmış kıyafetlerini çırpıp su başında ellerini, yüzlerini yıkadılar.

      Kuzlo da atından ineceği sırada, suyun karşısında duran, kendine uygun bir taşın gölgesine kıvrılmış haldeki yılanı gördü. Sadece bir göz açımı sürede fırlatma bıçağını kemerinden çekip fırlatan fedai başı gafil hayvanın başını gövdesinden ayırdı. Kuzlo'nun hızı karşısında yılanın en ufak bir şansı olmamıştı. Kendisine mi öyle geliyordu, yoksa genç çırak ölen yılan için buruk bir hüzün mü duymuştu, Kuzlo anlayamadı.

      Fedailerden biri atlarla ilgilenirken, diğerleri eyerlerine asılı küçük çantalardan yiyecek çıkarmaya başladılar. Adamların hazırlıklarını gören derici çırağı mahcup bir tavırla, "Size sunabileceğim hiçbir şeyim yok efendim ancak isterseniz ilerdeki bahçemizden sizin için portakal getirebilirim" diyerek eliyle güneydeki bahçelerden birini gösterdi.

      Kuzlo gösterilen yere bakarken de "Gerçi henüz portakallar tam olgunlaşmadı ama yenebilecek kadar tatlılaştılar" dedi.

      Çocuğun telaşını kendilerini misafir etmekten kaynaklanan heyecanına veren Kuzlo yılanı unutmuştu bile. Baş fedai "O kadar vaktimiz yok çırak, birazdan yola çıkacağız" diyerek çınarın geniş gölgesine, az önce oğlanın oturduğu yere oturdu. İki kaşını havaya kaldırmış, çocuk bir merakla kendisine bakan çırağa eliyle yanına gelmesini işaret eden Kuzlo, "Hem yemeğin çok önemi yok, gel şöyle karşıma otur, sana birkaç sorum var" dedi.

      Çırak uysal bir tavırla iri bedenini Kuzlo'nun karşısına getirip oturdu. Fedailerden biri Kuzlo'nun önüne kurutulmuş et ve su koyarken, adamının gözlerinin içine bakan Baş fedai "Delikanlıya da getirin" dedi. Çırağın itiraz etmesine fırsat kalmadan Kuzlo'ya ikram edilenden daha fazla yiyecek çocuğun önüne konulmuştu bile.

      Kurutulmuş et sertti ve kokusu çırağın alıştığından farklı olmalıydı. Kuzlo oğlanın sert yemeğiyle boğuşmasını izlerken "Kibarlık yapmıyor, bu koca oğlanın karnı aç" diye düşündü. Bir yudum su içen Kuzlo, küçük bir parça eti ağzına attıktan sonra sordu:

      "Ne kadar zamandır su başında bekliyorsun delikanlı?"

      Derici çırağı ağzına doldurduğu sert et parçalarını çiğnemeye çalışırken irileşen gözleriyle cevapladı.

      "Gün ışıdığından bu yana buradayım efendim, Dedem bahçeyi suluyor ben de suyu bekliyorum."

      "Oldukça makul" diye düşünen Kuzlo, çocuğun bir süre daha yemesine izin verdikten sonra, çok önemsiz bir şeyden bahseder gibi tekrar sordu.

      "Buradan geçen bir atlı gördün mü? Bir kadın süvari, sarı saçlı ve üzerinde kırmızı bir kıyafet var."

      Fedaibaşı oğlanın yediği lokmanın boğazında düğümlendiğini görebiliyordu. Kuru et azar azar, su veya başka bir içecekle birlikte yenmeliydi. Kasabalı çocuğun yaptığı gibi ardı ardına ağzına tepersen, lokmaların boğazına takılması kaçınılmazdı. Yoksa oğlan bir şeyler gizliyordu da onun heyecanıyla mı tıkanıyordu? Ancak Kuzlo güneşte leke var deseler inanırdı da, karşısındaki çocuğun yalan söyleyebileceğine inanmazdı. Neredeyse boğulacak gibi olan çırak, güçlükle boğazındaki lokmayı yuttuktan sonra "Hayır efendim, sabahtan bu yana ne atlı, ne de yaya, hiç kimse geçmedi" dedi.

      Kuzlo uzun uzun oğlana baktı. Önceleri Kuzlo'nun bakışına cevap veren çırak, fedai başının insanın içine nüfuz eden bakışları karşısında gözlerini kaçırıp başını öne eğmek zorunda kaldı. Artık önündeki yemeği de yiyemeyen çırağın hali Kuzlo'nun hoşuna gitti. Tekrar önündeki yemeğe dönen fedai başı bir parça daha kurutulmuş eti ağzına attığı sırada, kasaba tarafından dörtnala gelen Duno'yu fark etti. Kalan yemeğine artık dokunmayan Korlan'ın fedaisi ayağa kalkıp Duno'nun yaklaşmasını bekledi. Ulu çınar ağacının gölgesine yetişen Duno, atından inmeden komutanını selamlayarak bilgi verdi.

      "Kasabada hiç kimse muhafızı görmemiş efendim, tek tek tüm dükkânlara ve meydandaki askerlere sordum, kimsenin bir şeyden haberi yok."

      Kuzlo aldığı haberlerle düşünmeye başladı. Belki de sır muhafızı bambaşka bir yöne gitmişti Belki de daha en baştan geriye doğru bir yay çizip, doğuya doğru yol almıştı. En son bu sabah batı yönüne doğru at sürerken gördükleri kadın, belki de peşindekileri şaşırtacak bir manevra yapmıştı. Kuzlo hiddetten kaynamasına rağmen kendini tutarak bir şey belli etmedi. Bundan sonrasında adamlarını mutlaka gruplara ayırıp her yerde sır muhafızını aramalıydı. Kadının tedavi olmadan çok uzaklaşması mümkün değildi. O yüzden geriye dönerek, her yeri tekrar gözden geçirmek en iyisiydi.

      "Herkes hazırlanıp at binsin"

       Bir anda duyulan Kuzlo'nun gür sesi fedailerin telaşla hazırlanmasına sebep oldu. Atına ilk binen de Kuzlo'ydu. Koyu renk aygırını çırağın üzerine süren Kuzlo, eyerine asılı çantasından yarım kulaç uzunluğunda bir fişek çıkardı.

      "Bunun ne olduğunu biliyor musun çırak?"

      Derici çırağı belli ki böyle bir şeyi ilk defa görüyordu. Kuzlo oğlanın şaşkın gözlerine aldırmayıp anlatmaya başladı.

      "Bu bir işaret fişeğidir çırak. Eğer tarif ettiğimiz kadını görürsen, akşama kadar bekle. Güneş battığı zaman bu fişeği yere sapla ve ucundan sarkan fitili ateşle. Kısa zamanda biz sana ulaşırız."

      Fişeği çırağa uzatan Kuzlo bir süre oğlanın aptallaşmış halde elindeki nesneyi incelemesini seyretti. Bir müddet daha Medme'yi gözleyen Kuzlo, kamçıladığı atını gerisin geriye çevirerek güneşin batığı yönün tersine, sır muhafızını ilk kaybettikleri yere doğru sürmeye başladı.

*****

      Saatlerdir at süren Kuzlo, az bir umudu olsa da gökyüzünde parlayacak işaret fişeğini belemekten kendini alamadı. Çeşitli yerlere ikili gruplar halinde gönderdiği fedaileriyle Geyikli Han'da buluşmak üzere anlaşmışlardı. Adamlar kendilerine verilen yerleri araştırdıktan sonra en geç gece yarısı hana geleceklerdi. Zaten gece yarısından sonra kasaba tavernaları da kapandığından, bir yerlerden bilgi almaları mümkün değildi. Karanlığın içinde pencerelerinden taşan sarımtırak mum ışıklarıyla büyük bir fener gibi duran hanı gördüğünde, Kuzlo yorgun aygırını ahıra doğru sürdü. Nerden çıktığını anlamadığı hanın yamaklarından biri Kuzlo daha atından inmeden dizginlere yapışmıştı. Göz ucuyla ahıra bakan baş fedai, tımarlanıp yemlenmiş kış atlarını tanıdı. Adamlarının hepsi kendisinden önce gelmiş olmalıydı. Yorgunluğuna rağmen canlı bir şekilde yere sıçrayan Kuzlo "İçerisi kalabalık mı yamak?" diye sordu.

      Daha önceki gelişlerinden Kuzlo'yu tanıyan yamak "Boş odalarımız ver efendim, Han her zamanki gibi kalabalık" dedi.

      "Atın bakımını ihmal edersen kulaklarını keserim" diyen fedai arkasına bakmadan hanın aşınmış büyük ahşap kapısına doğru yöneldi. Yamağın ata iyi bakacağını biliyordu. Üç yıl önce yine bu handa atına bakmayı ihmal eden eski yamak şimdi her neredeyse, kulaklarından yoksun bir hayat sürüyordu. Kuzlo'nun boş tehditler savurduğunu kimse söyleyemezdi.

      Geyikli Han yamağın söylediği gibi kalabalıktı. Zevkten yoksun tahta masaların etrafında, üçerli dörderli gruplar halinde içkilerini içip bir şeyler yiyen yolcular vardı. Kuzlo'nun daha önceden aşina olduğu hancının muazzam kilolu karısı, yıpranmış mandoliniyle bu civarda bilinen eski şarkıları söyleyip konuklarını eğlendiriyordu. Bizzat Ulu Kral Korlan'ın hediyesi olan saatine bakan fedai başı, gece yarısına daha iki saat olduğunu gördü. İsli meşalelerin aydınlattığı loş salon, akşamdan bu yana içilen pipolar yüzünden dumanlanmıştı. Geniş salonun en ucundaki iki masaya oturmuş olan adamlarını gören Kuzlo, onlara gözüyle selam verip köşedeki boş kalmış tek masaya oturdu. Kısa bir süre sonra karısı kadar olmasa da, hatırı sayılır bir göbeği olan hancı telaşla Kuzlo'nun hizmetine koştu.

      "Buyurun efendim ne emredersiniz, fırında halen sımsıcak kuzumuz var. Şarap isterseniz hemen mahzenden getirteyim. Dilerseniz Hanne'yi masanıza çağırayım, sizin için şarkı söylemekten büyük zevk alacaktır."

      Kuzlo her zaman aldığı hizmetin karşılığını ödeme konusunda adil olmuştu. Ancak hancının yaltaklanması sikkelerin sıcaklığından çok fedai başına duyduğu korkudan kaynaklanıyordu. "Kadının söylediği şarkıların canı cehenneme" diye içinden geçiren Kuzlo "Kuzu yeterli, yanında da soğutulmuş su olsun. Şaraplarını başka zamana sakla Hancı" dedi.

      "Baş üstüne efendim" diyen hancı geldiğinden daha telaşlı bir halde kirli tezgâhının arkasına geçti. Tıknaz adamın gitmesini bekleyen Duna, masasından kalkıp Kuzlo'nun yanına gelerek ayakta bekledi.

      Alacağı cevabı bildiği halde, baş fedai "Hiç iz var mı?" diye sordu.

      Başını olumsuz anlamda sallayan Duna, "Hayır efendim" diyerek Kuzlo'yu yanıtladı.

      Dün gece çok az dinlenebilmişlerdi ve bu gün de tan yeri ağarmadan önce yola çıkmışlardı. Tüm gün ve gecenin bu vaktine kadar süren arayışları adamlarını epey yormuştu. Belki de kayıp muhafız bir köşede kendi kendine ölmüştü. Hiç ilgisi olmayan birinin cesedi bulup kristali alması şüphesiz en kötü ihtimal olurdu.

      "Odaları ayarladınız mı?"

      Duna bu sefer evet anlamında başını sallayarak soruyu cevapladı.

      "Yan yana iki oda efendim, gece boyu koridorda bir kişi nöbet tutacak."

      Kuzlo usulca "Pekâlâ" dedi. "Adamları yukarı çıkar Duna, gün doğmadan aramaya devam edeceğiz. Ancak iki nöbetçi bırakın, biri fişek için gökyüzünü kontrol etsin."

      Hancı Rufa yeniden ısıtılmış kuzuyu yanında haşlanmış patates ve bir parça ekmekle birlikte getirdiğinde, Kuzlo'nun adamları odalarına çıkmışlardı bile. Rufa hiç göstermese de, tekinsiz konuğunun rahatsız edilmek istemediğini anlayacak kadar zekiydi. Hanın büyük salonu artık boşalmaya başlamış, hancının karısı Hanne mutfağın arkasındaki yatak odalarına gitmişti. Doğrusu eğer Rufa yatmak için acele etmezse Kuzlo bunu kolaylıkla anlayabilirdi. Ancak iyice duman altı olmuş salon boşalıp da sadece fedai başı kaldığında hancı usulca Kuzlo'ya yanaştı. Fedai'den besbelli çekinin Rufa "Başka bir emriniz yoksa ben yatabilir miyim efendim?" diye sordu.

      Kuzlo başını belli belirsiz sallayarak hancıya yatması için izin verdi.

      Aslında Kuzlo'nun da uykusu vardı ama nedense biraz dinlenebileceği yatağına gidemiyordu. Altın kadınlar gerçekten esaslı düşmanlardı. Fedai başı ister istemez bir türlü ele geçiremedikleri sır muhafızlarına saygı duyuyordu.

      Aylar önce buldukları kırmızı kristalin muhafızı çelimsiz bir kız çocuğu olmasına rağmen, yüzlerce adamının arasından kaçmayı başarmıştı. Bu sabah yatağında çırılçıplak uyurken buldukları altın kadın da akıl almaz bir şekilde ellerinden kurtulmuştu. Prens Solhan'ın Ak Kraliçeye olan saklanmış aşkını hatırlayan Kuzlo, genç prensi anlamakta zorluk çekmiyordu. Altın kadınlar hayran olunacak insanlardı.

      Bin yıldır muhafızları arayan fedailer içerisinde onlara en çok yaklaşan kendisi olmasına rağmen, Kuzlo bunda övünülecek bir yan olmadığının farkındaydı. Sır muhafızlarının bu kadar sıklıkla görülmeye başlamaları tesadüf değildi. Kara bilgelerin bildirdiğine göre efsanevi kehanette bahsedilen kurtarıcı Diyara gelmişti. Sır muhafızları da artık emanetlerini sahibine, yani mavi gözlü çocuğa teslim etmeye hazırlanıyorlardı. O yüzden fedailer gibi muhafızlar da sırrın sahibini arıyorlardı. Tüm olumsuzluklara rağmen aslında Kuzlo da en çok da buna bel bağlıyordu. Muhafızlar kristalleri teslim etmek için beklenen kurtarıcıyı bulmak zorundaydılar. Mutlaka tekrar ortaya çıkacaklardı.

      Bundan öncekilerin aksine, bu gece Hattilin denizinden gelen esinti adam akıllı soğuktu. Sonbaharın bu son sıcak günleri Tammu insanları için cazip olmaktan çok uzaktı. Hancının odasına çekilirken açık bıraktığı pencerelerden giren hava salonun pusunu dumanını dağıtırken, Kuzlo bedenini canlandıran bir ferahlık hissetti. Oturduğu masadan kalkan fedai batı ufkuna bakan pencerelerden birinin yanındaki masaya oturdu. Serin esinti ferahlık getirmiş olsa da hava halen nemliydi ve bulutsuz gökyüzündeki yıldızlar puslu bir perdenin arkasındaydı. Kuzlo'nun gözlerinin önüne, hayal meyal hatırladığı öz memleketinin nemli yaz akşamlarının görüntüsü geldi. Sırtını dağlara yaslamış yeşil ormanların önüne serilmiş derin mavi sular Kuzey Osliyalı bir çocuk için yaz günlerinin en büyük eğlencesiydi. Kuzlo ne annesini, ne babasını ne de varsa eğer kardeşlerinin yüzünü hatırlıyordu. Ancak çılgın bir keyifle oynarken boğazına kaçan deniz suyunun acı tadını unutmamıştı. Bir de köylerinin ateşler içerisindeki halini.

      O zamanlar kendisine hangi isimle sesleniyorlardı bilmiyordu ama köylerini ateşe veren derin deniz korsanları ona sadece "çocuk" diyorlardı. Yangından öncesini neredeyse hiç anımsamayan belleği, her nasılsa korsanların kendisini kaçırmasından sonraki her şeyi tüm detaylarıyla hatırlıyordu. Deniz haydutları doğuya doğru yelken açmışlardı ve Kuzlo birçok yakılan köyle birlikte, güverteye alınan yeni çocuklar görmüştü. Kaldıkları kamara havasızdı ve kötü kokuyordu. Haydutlar ise her şeyden kötü kokuyordu. Kurtlanmış ve neredeyse çürümüş, kurutulmuş etten oluşan öğünlerini yerken, Kuzlo kendini leş yiyormuş gibi hissediyordu. Pek çok kaçırılmış çocuk yolculuğu tamamlayamayıp deniz canavarlarına yem olmuştu. Belki o seferde gemiye alınan ilk çocuk olmasından, belki de hiç ağlayıp sızlamayışından, Korsanlar bir tek Kuzlo'yu kamaraya hapsetmeyip güvertede işe koşuyorlardı. Tüm tutsakların ismi onlar için "çocuk"tu ama, Kuzlo için "çocuk" dediklerinde, haydutlar kimin kastedildiğini biliyorlardı.

      Uzun seferleri doğudaki büyük Valin liman kenti Tisla'ya kadar sürmüştü. Kuzlo o güne değin hiç bu kadar çok gemiyi bir arada görmemişti. Köle limanına demirlemiş gemiler o kadar çoktu ki, denizin üstü yelken direklerinden oluşan bir ormanı andırıyordu.

      Haydutların kaptanı Kuzlo'yu satıp satmamak konusunda epey tereddüt etmişti. Kaptanın gönülsüzlüğü ise alıcı köle tüccarını daha çok cezbetmişti. Nihayet içlerinden biri, bu özel çocuk için korsan kaptanın reddedemeyeceği bir teklifte bulunmuştu. Böylece küçük Kuzlo'nun esareti sonu meçhul bir köleliğe dönmüştü.

       Kuzlo, kendisini satın alan köle tüccarı Lios'u hiç sevmemişti. İnsanın alıp verdiği nefesi bile hesaplayan bu habis tüccar Kuzlo'yu asla dövmemişti. Ancak adamın her daim memnuniyetsizliğini homurdanan sivri dili katlanılacak gibi değildi. Lios en çok Kuzlo'ya değer veriyor ve en çok da Kuzlo'dan nefret ediyordu. Eski kölelerden oluşan öğretmenleri Kuzlo'ya okuyup yazmayı, diyar tarihini, yay ve kılıç kullanmayı öğretiyordu. Kuzlo her konuda yetenekliydi, kendisine öğretilen herşeyi kolaylıkla kavrıyor ve giderek sahibinin gözündeki kıymetini arttırıyordu.

      Orada kaldığı yıllar sonunda çocuk köleyi karşısına alan Lios, "Seni Mittan'a gönderiyorum, orada ya bir zevk oğlanı ya da büyük bir savaşçı olacaksın" diyerek Kuzlo'yu batı kervanıyla Mittan'a yollamıştı.

      Uzun bir yolculuk sonunda ulaştıkları Mittan'da Kuzlo sadece birkaç saat kalabilmişti. Çocuk köle Mircelle'nin taş limanında yeni sahibini beklerken uzun boylu, kuzguni siyah saçlı, siyahlar içerisindeki bir adam tam Kuzlo'nun önünde durmuştu. Çocuğun on yaşındaki temiz yüzünü tek eliyle kavrayan yabancı, Kuzlo'yu kara gözlerinin derinliklerine bakmaya zorlamıştı. Lios'un köleleri teslim etmekle görevli emektar kölesi Zeya telaşla adama yaklaşıp yaltaklanmaya başlamıştı. Zeya'nın hürmetine hiç aldırmayan adam "Nereli bu çocuk?" diye sormuştu. Adam karşısında daha çok eğilip bükülen Zeya "Onu bize satan Korsanlar Osliya'lı olduğunu söylemişlerdi saygıdeğer efendimiz" diyerek izahatta bulunmuştu. Başka hiçbir şey söylemeyen adam, Zeya'ya dolgun bir kese verdikten sonra Kuzlo'nun elinden tutup kendi gemisine bindirmişti.

      Önünde oturduğu pencereden dışarı bakan Kuzlo, Küçük Ay'ın batmış, Büyük Ay'ın da alçalmaya başlamış olduğunu gördü. "Neredeyse sabah olacak" diye düşünen baş fedai, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamamıştı. "Halen fişek yok." Zaten olmayacağını biliyordu. Derici çırağı işinin ehliydi ama çok da gözü açık sayılmazdı. Büyük ihtimalle daha Kuzlo oradan ayrılır ayrılmaz kendi dünyasına dönmüştü ve şimdi uykuların en derinindeydi. Baş fedai yorgunluğunu tüm kemiklerinde hissederken uyku bedenini sardı. Kuzlo bu saatten sonra odasına çıkmayı anlamsız buldu. Önündeki masaya eğilip başını kolunun üzerine koyan fedai, gözlerini yumarak beklemeye başladı. Uyku vefalı bir dost misali koşarak fedaiyi bulurken Kuzlo yarı uyur vaziyette kendinden geçti. Rüyasında, kendi elleriyle gömdüğü Baş Fedai Falha, tıpkı gençlik yıllarındaki eğitimlerde olduğu gibi başına dikilmişti. Üzerinden hiç çıkarmadığı siyah yün tuniğiyle daha bir heybetli görülen eski fedai başı ejderha derisi kırbacıyla öğrencilerinin yanlışlarını düzeltiyordu. Öğrencileri ejderha derisi kırbaçtan çok, Falha'nın buzla kaplı avluda yankılanan gür sesinden korkuyorlardı. Kuzlo'yu satın aldığı günden bu yana geçen beş yılda, fedai başı sanki daha bir irileşmişti. Herkesi tek tek yanlışlarıyla eleştiren Falha "Sen" diyordu Kuzlo'ya, "Bunların içerisinde bir tek sen gerçek bir fedai olacaksın." Diyordu. Kuzlo karşısındaki eğitim arkadaşını tahta kılıcıyla perişan ederken, bu övgünün arkasından mutlaka bir azar geleceğini biliyordu. Gür sesi gibi dolgun balgamını yere tüküren Falha "Tek eksiğin kendine çok güvenmen, yeteneklerinin seni kör etmesine izin vermen" diye ekleyerek kırbacıyla tek hamlede Kuzlo'nun eğitim kılıcını elinden alıyordu. "Olmaz gibi görünen hiçbir ihtimali göz ardı etme çocuk, tedbiri ihmal etme. Tanrın sana yetenekler bahşetmiş, ancak sen bunları sorgulamaktan geri durma"

      Falha'nın kırbacı bu sefer yüzünde şaklarken, Kuzlo sıçrayarak uyandı. Saatlerce uyumuş olabilirdi, belki de sadece bir saniye gözlerini kapamıştı. Beyninde çakan bir şimşeğin aydınlanması gibi zihni aydınlanan Kuzlo, "Derici çırağı" diye düşündü. Ona neden bu kadar güvenmişti ki, yalanın zerresini barındırmayan gözleri yüzünden mi? Yoksa deriyi işlemekteki maharetinden mi? Bunların hiçbiri yeterli değildi. "Ustam hep haklıydı."

      Kuzlo koşarak ahıra girdi ve atını eyerleyip dörtnala Pays'a doğru at sürmeye başladı. Büyük çınar ağacına vardığında güneş doğu ufkunda henüz görünmese de, ortalık aydınlanmıştı. Üstelik Büyük ay da henüz kaybolmamıştı. Neredeyse çatlamak üzere olan atının dizginlerini, hayvanın ağzını yırtacak kadar sert bir şekilde çeken Kuzlo, yere inmeye gerek görmeden etrafını kolladı. Burada bir şey bulamayacağını bilen Kuzlo tereddüt etmeden çırağın dün öğleden sonra gösterdiği portakal bahçesine doğru at sürdü.

      Bahçenin etrafı harçsız yığma taş bir duvarla çevrelenmişti ve duvarın ortasında fazla yüksek olmayan ahşap bir kapısı vardı. Atından inen Kuzlo, tek bir kılıç darbesiyle kapıyı tutan demir zinciri keserek içeri girdi. Bahçenin iç duvarı boyunca ilerleyen fedai, kapıya göre en uzaktaki köşeye geldiğinde suyun başında serpilmiş büyük bir dut ağacına yöneldi. Adımlarını sıklaştırarak ağacın altına gelen Kuzlo, yerdeki otlara bulaşmış kan lekelerini gördü. Sır muhafızı her neredeyse onu derici çırağı saklamıştı. Yerdeki kurumuş otlara hırsla bir tekme savuran Kuzlo, ne sır muhafızını, ne de derici çırağını artık Pays'ta bulamayacağını biliyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

62.5K 4.1K 35
|Hera'nın Kızı'nın ikinci kitabıdır.| Onun gözleri denizlerden daha mavi. Onun saçları güneşten daha sarı. Onun teni incilerden daha parlak. O, Apoll...
202K 15.2K 20
Bir kız düşünün. Onu yaşıtlarından ayıran tek özelliği farkındalığının yüksek olması. Bu farkındalığın ona hissettirdiklerini tahmin edin bir de. Düş...
1M 68.1K 84
Hiç bilmediğiniz bir yerde, tanımadığınız varlıkların arasında bir şeytana bağlı olduğunuzu öğrenseniz, ne yapardınız? Üstelik tüm varlıkların soyu s...
9.7K 2.1K 64
Doğmaması gereken maskelerin ardında saklanan bir prenses, yalnız bir prens, olmaması gereken bir savaş, imkansız bir aşk, ihanet, intikam, büyük bi...