Bölüm 48/Kara Orman

Start from the beginning
                                    

      Aybar'a böylesine gönülden bağlanan Eskil halkı, Huran'ın ateş başı hikâyelerinde anlatılan o acımasız vahşi insanlara hiç benzemiyordu. Tersine, bu kadim halkın yaptığı her şeyde büyük bir zarafet, disiplin ve sanki Aybar'ın idrak edemediği başka bir yöneliş, soylu bir gaye vardı.

      "Eskil insanları."

      Kendilerine bu ismi vermişlerdi ve Aybar onların diyarın ilk sahipleri olan İskillerin soyundan geldiğini biliyordu. Kendine özgü bir düzeni olan Gri Kaya'da, büyük küçük herkesin, önemli veya önemsiz bir işi, uğraşı vardı. Kral Tuptaya hiç kimsenin bu sakin ve uyumlu düzen dışında bırakılmadığı şehrinde yirmi bin orman insanın yaşadığını söylemişti. Kara ormanın tümüne yayılan Tuptaya'nın insanlarının sayısı ise yüz binden fazlaydı. Eskiller de Huranlılara benzer şekilde obalar halinde yaşıyorlardı ve vahşi ormanın derinlikleri sayısız küçük oba ve köyle doluydu. Neredeyse Huran diyarı kadar büyük olan ormanda Gri Kaya'dan başka bir şehir de yoktu. Gri Kaya dışındaki tek şehir, terkedilmiş olan Saklı Limandı.

      Tuptaya yola çıkmadan bir gece önce bahsedene kadar hiçbiri Saklı Limanın varlığından haberdar değildiler. Usta Muramba dahi böyle bir yeri hiçbir kaynakta duymamış, işitmemişti. Aybar artık bunu yadırgamadı. Belki de diyar üzerindeki en marifetli kehanet ustası olan Muramba, Orman halkı söz konusu olunca adeta kör, sağır ve dilsiz oluyordu. Ustanın kehanet ilmi, sanki Kara Ormanda körelmişti.

      Kuzeyde, ağaçların bittiği yerde inşa edilmiş olan Saklı Liman, en korkusuz gemicinin bile rotasını çevirmeye cesaret edemediği, güçlü akıntıların ağzına gizlenmişti

      Şüphesiz ki Saklı Liman Orman insanlarının en kutsal, en mahrem mekânıydı ve bu gizemli yer hakkında konuşmak dahi bir çeşit tabuydu. Aybar bu belirsiz patikanın sonunda olduğu söylenen kayıp şehri merak etmekle birlikte aslında terkedilmiş eski bir mabedin neden yaşlı Kral için bu kadar önemli olduğunu anlamaya çalışıyordu. Saklı limanın canlı olduğu günler o kadar geride kalmıştı ki, şu an diyar üzerinde yaşayan hiç kimse o şaşalı günleri görmemiş, o günlerden bu yana hiçbir iz kalmamıştı. Bulundukları yerde iyice çığırından çıkmış ağaçlar bir başka başına buyruklukta ormanın derinliğini doldurmuşlardı. Gökyüzüne yayılan dalları birbirine geçmiş görkemli çınarlar, geniş gövdeli ulu sedir ağaçları, henüz çiçek açmış yaban armutları ve şimdiden hoş kokular salan uzun ıhlamurlar bu ağaç bolluğunun en göze batan figürleriydi. Ormanın bu saf ve bakir toprakları büyümek için birbiriyle yarışan ağaçlara ve yabani hayvanlara bırakılmış gibiydi. Uzaklardan ve derinden gelen kimi zaman keskin, kimi zaman tiz ama hep gizemli kuş sesleri, bu terk edilmişlik hissini adeta pekiştiriyordu.

      Hiç sırası değilken,belli ki ormanın insanın üstüne gelen dal, çiçek, yaprak fışkırmasından bunalmış olan Erduga "Daha çok yolumuz var mı Majesteleri" diye sordu.

      Dönüp geriye bakan Prenses Mivava, Tam Kalgar'ın yeğenine anlayışla gülümsedi. Kral Tuptaya sanki soruyu duymamış gibi bir süre cevap vermedi. Dışardan bakan biri gerçekten de Kralın Erduga'yı duymadığını düşünebilirdi ama ilerlemiş yaşına ve yaşadığı yılları gösteren duruşuna rağmen, Tuptaya çevresinde olan biten her şeyi, tüm duyularıyla algılayabiliyordu.

      Atı üzerindeki yorulmuş duruşunu bozmayan Orman Kralı "Bunu ben de bilmiyorum Efendi Erduga, zira bu yolu sizlerle birlikte ilk defa kullanıyorum, Saklı Liman ve Sır Mabedi aklına estiği zaman, sebepsiz gelebileceğin yerlerden değildir" dedi.

      Sözlerine sadece bir an ara veren yaşlı Kral, yüzünden hiç eksilmeyen ciddiyetine aykırı bir gülümsemeyle arkasına baktıktan sonra, "Eğer bir orman kızına talip olduysan Erduga Bey, Eskil insanlarının adetlerini, geleneklerini ve inançlarını da iyi öğrenmelisin, hele ki talibin olduğun benim kızımsa daha bir iyi bellemelisin" diye sözlerini tamamladı.

SIR MUHAFIZI-MAVİWhere stories live. Discover now