bad guys | taekook

By R8AV5N

36.9K 3.5K 763

"kim taehyung, 20 yaşında. boy 1.68 kilo 57. annesi veya babası yok, öldürmüş." ben öldürmedim. "kapat çeneni... More

J-1
T-1
J-2
T-2
J-3
T-3
J-4
T-4
J-5
T-5
J-6
T-6
J-7
T-7
J-8
T-8
J-9
T-9
J-10
T-10
J-11
T-11
J-12
T-12
J-13
T-13
J-14
T-14
J-15
T-15
J-16
T-16
J-17
T-17
J-18
T-18
J-19
T-19
J-20
T-20
J-21
T-21
J-22
T-22
J-23
T-23
J-24
T-24
J-25
T-25
J-26
T-26
J-27
T-27
J-28
T-28
J-29
T-29
J-30
T-30
JM.1
YG.1
JM.2
YG.2
JM.3
YG.3
JM.4
YG.4
J-31
T-31
J-32
T-32
J-33
T-33
J-34
T-34
J-35
T-35
J-36
T-36
J-37
T-37
J-38
T-38
J-39
T-39
q&a w/th
q&a w/jk
J-40
T-40
J-41
T-41
J-42
T-42
T-43
J-44
T-44
Final
Jeon Jungkook & Kim Taehyung

J-43

108 10 5
By R8AV5N

*bu hayatı hiçbir zaman ciddiye almamıştım. insanları, acıları, gerçekleri ya da kuralları, hiçbir şey o kadar da mühim değildi gözümde. çok küçük yaşımda bunun ayırdına varabilmiştim. herkes ve her şey bencildi. senin de onlara karşı çok daha fazla bencil olman gerekiyordu, aksi takdirde köle oluyordun. zayıf ve acınacak bir insan, dönüştüğün şey tam olarak buydu. neyse ki ben, jeon jungkook, buna izin vermemiştim. çocukken her şeyle yeni tanıştığım dönemde biraz yalnız kaldığım olmuştu ama bana boyun eğdirmelerine asla izin vermemiştim. bu yönden ayrılıyorduk.

çocukken seni kendine nasıl terk ettiklerini ve anne babanın dahî seni acımasızca itelemesini anlattığında üzülmemiştim. tamam, senin için yaprak döken bir tarafım her zaman vardı. ama o an, gözlerimin içine pırıl pırıl gözlerinle bakıyorken öfkeliydim yalnızca. seni, kalbinin ışığını, eşi bulunmaz zekânı nasıl olur da yadırgarlardı? nasıl olur da böyle kirli bir zihniyetle senin gibi tertemiz bir akıldan korkarlardı? tümüyle cahillikti bu. ama cahil oldukları için onları affetmeyecektim. ben bu dünyada kimseyi affetmeyecektim. akıllarında durmaksızın akan bir bencilik nehri vardı. gerçekten, ihtiyaçları varsa herkes kendi sikik var oluşunu affedebilirdi.

kendi kendime gülüyorken dudaklarım aralandı ve yaklaşık bir saattir olduğu gibi titreyerek biraz daha sokuldum sana. düşünmeyi reddediyordum. o günden beri, psikiyatristin bakışlarını gözlerimin önünden silemediğim o günden beri zihnimin kapılarını mühürlemiştim. çünkü göğsümün içinde dehşet bir savaş dönüyordu, yalnız kaldığım an nefesim kesiliyordu ve tek yaptığım dolu gözlerimle titremek oluyordu.

şimdi de seni uykuya teslim etmiştim ama korku içerisindeyken gözlerimi bile kırpamıyordum. bir elimle sürekli yanağını seviyorken bir yandan da yüzümü sana biraz daha yaklaştırabilmek için çabalıyordum. tenime çarpan her soluğunla ben de nefeslenirken birkaç saniyelik bir kesintide bile bedenim baştan aşağıya titriyordu. gözlerimin içinde biriken yaşları tutmayı akıl edemeden bir anlık korkuya kapıldığım oluyordu. berbattı. içime tohumu ekilen bu korku büyüdükçe daha da berbat ediyordu her şeyi.

dudaklarımı birbirine bastırdım ve o an, dudaklarıma çarpan yeni bir soluğunda kaskatı kesilmiş olan bedenim biraz gevşeyebildi. titreyen elimi göğsüne bastırıp kalp atışlarını hissediyorken o gün tanrı'ya dua etmeye başlamıştım. durmaksızın, dakikalarca, saatlerce, elimden bu hissi almasın, zihnimin içinde dönüp duran sesin bir an olsun kesilmesin diye yalvarmıştım. sonra uyuyakalmıştım. bir anlıktı, belki beş dakika bile sürmemişti ama gözlerimi açtığım an, zihnimde şimşekler çakmıştı. nasıl olur da uyuyup kalırdım? delirmiştim ben. kendime söz vermemiş miydim, seninleydim daima. daima seninle kalacaktım, sen de daima benimle kalacaktın.

korkudan ötürü tutmuştum nefesimi. elimi titreye titreye yanağına götürüp dokundum sonra. dünyanın kirinden haberin yokmuş gibi, sanki seni hiç incitmemişler gibi huzurla uyumaya devam edip de bana soluklarını armağan ettiğinde göğsümün ortasında bir bıçak yarası açılmıştı. kendimi tutamayıp ağlamaya bıraktığım yerden devam ediyorken yüzümü çaresizce uzaklaştırmıştım senden. uyandırmak istemiyordum. beni bu hâlde görmeni hele hiç istemiyordum. güçlüydüm. güçlü duracaktım daima. güçlü olduğumu görmen lazımdı. bu kadar kolay yenilmeyeceğimizi sana kendim kanıtlayacaktım.*

jimin, yok yere telaşlandırıyor taehyung'u. eğer doğru düzgün uyaracaksan uyar onu yoksa ben ağzının payını vereceğim.

*jimin'in evinde, jimin'e duyduğum öfkemi yoongi hyunga emir verir gibi dillendiriyorken yoongi hyung, buna hiç güceniyor gibi görünmüyordu. aksine yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı ve beni başıyla onaylıyorken bir an için odadaki büyük olan benmişim de küçük olan oymuş gibi hissetmiştim.

gece boyu uyumadığım gibi bir de sabahın köründe alacaklı gibi kapımıza dayandıkları için yeterince tatsızdım. üstüne üstlük bir de gelip dehşet içerisindeki hâlini bize gösteren jimin'e sinirlenmiştim. ağzı torba değildi ki büzeyim, göğsümün içindeki ağırlığın üzerine bir kat daha ağırlık ekleyerek ne denli korktuğunu iliklerime kadar hissettirmişti. ama sorun bu da değildi. sorun, bunu hissediyorken yalnız olmayışımdı. sen de hissetmiştin ve zihninde dönenleri henüz bilmiyorken bir de seni telaşlandırmaya gelmiş olan bu bacaksızı orada lime lime etme isteğim artmıştı.*

"uyumadın mı sen? kötü görünüyorsun."

uyudum.

*tereddütlü ifadesini anlayışla gizlemişti. gözlerimi onun gözlerinden çekip etrafta gezdiriyorken dizimi sallamaya başladım. çünkü senden uzak kalmak işime gelmiyordu. her ne kadar yanında jimin'in olduğunu bilsem de ben de olmalıydım. bu şekilde içim rahat etmeyecekti.*

"jungkook-"

şuradaki gitar, yeni mi? yoktu daha önce.

*dediğimi duymazlıktan gelip yeniden konuşmaya çalışacağını anladığım an ayağa kalktım ve gitara doğru yürümeye başladım. askısından kavrayıp elime alıyorken gitarın göbeğinde minik harflerle "yj" yazdığını görmüş ve ilk kez o an gülümsemiştim.*

sen bayağı romantik bir adamsın, hyung. ama ben daha romantiğim tabii ki. hazır konusu açılmışken tae'yi özledim ben. gidelim hadi.

"jungkook. otur şuraya. konuşacağız, itiraz etme."

*gitarı yerine bırakıyorken kararlı sesine karşılık duraksamıştım bir süreliğine. duyacaklarımın neler olduğunu az çok tahmin ediyordum. kuru kuru saçmalayacaktı. halbuki seni özlemek konusunda ciddiydim, kalbim kıyılıyordu.

isteksiz bir tavırla az önce oturduğum yere döndüm ve donuk donuk yüzüne bakmaya başladım.*

"bak, ben... nasıl hissettiğini tahmin edebiliyorum. bu, hafife alınacak bir mevzu değil. tavrını da anlayabiliyorum ama yardımcı olmamıza izin ver. sana kalsa dün kan bile aldırmayacaktın gerçekten."

*dizimi tekrar sallamaya başladığım sırada lafını bitirsin diye saygısız bakışlar da atmaya başlamıştım. dinlemiyormuş gibi, umurumda değilmiş gibi. fakat sadece saçmaladığını göstermek istiyordum. anlamak mı? evet, eminim.*

"jungkook. inanmak istemiyorsun, biliyorum. korktuğunu da biliyorum. ama bu şekilde davranarak taehyung'u da üzüyorsun. omuzları düşüyor seni öyle görünce. biraz daha-"

*lafı telefonunun sesiyle kesildiği zaman duraksayıp aramayı yanıtlamıştı. bense yutkunmuş ve ismini duyduğum andan itibaren boğazıma oturan yumruyu gidermeye çalışmıştım. bir şey yaptığım yoktu benim. sadece inandırmak istiyordum sizi, iyi olacaktık. iyi olacaktın. biz çok daha zor şeyleri atlatmıştık. bunu da atlatacaktık işte. anlamayan sizdiniz. benim tarafıma gelseniz işler çok daha kolaydı.*

"anladım, seokjin. jungkookların evine gel, orada buluşuruz."

*seokjin hyung... birkaç saniye içerisinde bizim eve geçtiğimizi, seokjin hyungun geldiğini ve bir sorun olmadığını söylediğini hayal ediyorken kalbim heyecanla çarpmıştı. benim yaptığımda ne vardı ki? iyi olanı düşünmek hiçbir zaman yanlış değildi.

bana kalsa test yapmaya bile gerek yoktu. dün gelip yok yere tadımı kaçırmıştı mesela ama sen, bunu istediğini bana gösteriyorken bir şey diyememiştim. önemli olan sendin ya, seni dinleyecektim her zaman. herkese sağır olurdum ama sana karşı kulaklarımı kapamamam gerektiğinin farkındaydım.*

eh, ne duruyoruz? hadi gidelim de hiçbir şey olmadığını öğrendiğinizdeki surat ifadelerinizle bir güzel dalga geçeyim.

*samimiyetten uzak bir hâlde gülümsüyorken yoongi hyungun sıkıntıyla nefesini bıraktığını duymuş, bakışlarının altında yatan üzüntüyü seçebilmiştim. gözlerimi devirip ayaklandım ve kapıya yöneldim. sorun olmayacaktı. şimdi elimin altında hissettiğim kalp atışlarım gibi her şey sorunsuz ilerleyecekti.

-

jimin'in evinden ayrılmış, bizim eve gelmiştik. sizi yalnız bıraktığımızdaki o sinir bozucu hava yok olmuş gibiydi ve senin yanına ulaştığımda benim içimdeki sinir bozucu hava da biraz olsun geri çekilmişti. doğduğum andan beri duyduğum bir ihtiyaçmış gibi sana sarılıyorken ya da seni öpüyorken başıma bir ağrı saplanmıştı. ve bunun tek sorumlusu ahmak jimin ve onun kadar ahmak olan yoongi hyungdu. kimse beni rahat bırakmıyordu. kimse bana izin vermiyordu ki ben, tek başıma bu inancı taşıyabilirdim. iyiyi düşünen bir tek ben olabilirdim, sorun yoktu bunda ama rahat bırakmıyorlardı ki o ahmak beyinleri saçma sapan ihtimallere kapılıyordu.

tadım kaçtığı için sessizce sana ayak uydurmuş, hazırlanmış olan kahvaltı masasına oturmuştum. ortamdaki sessizlik son bulana kadar, hatta yoongi hyungla konuşmaya başladığında da başımı tabağımdan kaldırmamıştım. bir ara bana dönmek durumunda kalmıştın. evet, belki o an seni ve ifadeni görebilmek için bakmıştım sana ama yine de aklımı toparlayabildiğimi söyleyemezdik. her an kapı çalacakmış gibi tetikte bekliyordum ve düşündüğüm şey de tam olarak buydu. içim sıkılmaya başlamıştı.

zaten, sonrası da aynıydı. seninle yakınlaşmamızdan bahsediyordunuz, öpüştüğümüz ilk günden bahsediyordunuz. kendimi katılmaya zorlamış, gülümsemeye çalışmıştım. ama oraya kadardı.

sonra zil çalmıştı, aynı anda kalbimin teklediğini hissetmiştim ve nefesimi tutmuştum. çok hızlıydı. yoongi hyung kapıyı açmıştı, seokjin hyung içeri girmişti. gelip yanımıza oturmuştu, yüzündeki çizgileri takip ediyordum o sırada. güzel şeyler söylemeyecekti. belliydi yani. o an bunu zaten anlamıştım ama duymak istememiştim yine de. elini tutmak istemiştim, kulaklarımı kapamak istemiştim. kaçmak istemiştim. mümkün değildi ama o an, beklemek istememiş ve duyacaklarımdan bin mil öteye gitmek istemiştim.*

'bunu... senin gibi gencecik parlayan gözlerle bana bakan birine söylemek gerçekten... zor. maalesef, en fazla bir ayın var. senin için çok üzgünüm.'

*en fazla bir ay, ha. en fazla bir ay. bir ay. hangi aydayız, şubat. yirmi dokuz gün. dört hafta. sadece dört hafta. beynim o an, biraz daha ileriye gitmişti. saatleri hesap ediyordum. dakikaları ve de saniyeleri. uyu, uyan, yemek ye ve tekrar. tekrar tekrar tekrar. sonra da yirmi dokuzuncu gün. ya da dur biraz. ne demişti o? en fazla. en fazla bir ay. belki yirmi gün, belki on beş. belki de sadece beş gün. en fazla bir ay.

sana sarılmışım. sonra bir bakmışım, sana sarılama- hadi oradan.*

'bak. jungkook.'

*derin bir nefes almaya çalıştım. aptal jimin ağlıyordu yine. ilgi manyağı aptalın teki. yoongi hyung, geçecek diyordu. ne geçecekti? neyi geçiriyordu sormak istemiştim o anda. içimden geçmesin diye fısıldıyordum kendi kendime. neden geçsin ki? geçmesin. geçmemeli. geçerse o gün gelir. hayır.*

'ağlıyorum. gözlerime bak.'

*tabağımdaki yeşilzeytinle bakışmaya o an bir son vermiştim. o yeşilliğin yerini parlak kahveler almıştı ama bu sefer farklı parlıyorlardı. o parlaklıklar bir bir düşüyordu göz bebeklerinden sonra. içimden ağlama diye fısıldamıştım senin için de ama bunu asla seslice söyleyemezdim sanırım. ne de güzel ağlıyordun. o an bir espri yapıp böyle güzel ağladığın için mi saklıyordun gözyaşlarını demek istemiştim. espri sayılır mıydı ki? şu an beynim çalışmıyordu.*

'korkma sakın. dünya zaten pis bir yer, çok daha güzel bir yerde birlikte çok mutlu olacağız. inan. tamam mı? bana inan. seni öyle seviyorum ki jungkook. birazcık bile üzülme o yüzden.'

*elbette, bir şakaydı. yani, tabii ki de böyle güzel bir şeyin son bulması ihtimalini kabul edemezdim. hadi ama, ıslak kirpiklerin yan yana dizilmişken, her parçan yüzüne ayrı ayrı yerleştirilmişken ne yani... simsiyah bir toz mu olacaktı? tch. inanmıyordum. inanmamak bir kenara, bu elbette gerçek olmazdı. her şey bu kadar güzelken, her şey bitmişken, tam da yaşamaya başlayacağımız anda. o anda.

sakince yutkundum ve sandalyemin en ucuna kadar kaydırdım kendimi, sana biraz daha yaklaşabilmek, mümkün olsa bu evrende var olacak, bizi ayırma cüretini gösterecek en ufak bir mesafeyi bile yok etmek istemiştim.

gözlerinden boncuk boncuk akan gözyaşlarını izlemeye devam ederken bir yandan da ellerimi yanaklarına çıkarmıştım. ama dikkat ediyordum. hiçbir gözyaşını silmemeye, onların çizdiği yola engel olmamaya, sana saygısızlık etmemeye. sadece dediğim gibi, ellerim süs niyetine yanaklarının kenarında duruyordu, ben gözyaşlarını izliyordum. ha, elbette gülümsüyordum da. hiç umursamamıştım göğsümün içinde açılan delikleri. hiç düşünmemiştim o an o delikleri senin yaşlarının açtığını.*

taehyung...

*ismini mırıldanırken gözlerimi yitip giden gözyaşlarından ayırdım ve gözlerine çıkardım. farklı bakıyordun. her zamankinden çok daha farklı bakışlardı bulduklarım ama sanırım, ben de farklıydım o an.

biraz daha büyüttüm gülümsememi. sonra başımı iki yana salladım.*

olmaz.

*bu sana ilk kez karşı çıkışım mı oluyordu? belki daha önceden de olmuştu ama bu seferkinde sana kırılmak üzereydim. kendimi zor tutuyordum.*

olmaz çünkü beni bırakamazsın. bırakmayacaksın.

*söyleyebildiğim için rahatça bir nefes alıyorken seslice gülmüştüm bu sefer.*

bu kadar çabuk pes edecek olman beni neredeyse üzüyordu ama hiç merak etme, izin vermeyeceğim. başaracağız. duydun mu beni? hiçbir şey bu kadar kolay değil. hiçbir şey.

*çok kararlıydım o anda. çok rahattım. çok neşeliydim. çok umut doluydum. içimde kocaman bir dünya yerle bir olmuştu ama bunu asla düşünmüyordum. en ufak bir tereddütte bile bizi bulabilecek olan o mucize kaçabilirdi bu yüzden, sımsıkı sarılmıştım o an sana. ruhuna. beni bırakamayacağını değil de, beni bırakmaman gerektiğini hissettirmek istiyordum. bu kadar basit bir şekilde kaybedemezdik çünkü. sen de biliyordun ki kazanmayı istemek bizim hakkımızdı.

sonra gülümsemeye devam etmiştim. kimseden çıt çıkmamıştı ama ben, gülümsemeye devam etmiştim. artık ağlamanı istemediğim zaman da uzanıp gözyaşlarını öpmüştüm. zaten, beni yormak istemezdin sen. ağlamayı bırakmıştın sonra da. ben de mutlu mutlu yanağını öpmüştüm, sanki bu, geriye kalan öpücüklerimin sondan bin milyonuncusuymuş gibi bir rahatlıkla.*

"günaydın, jungkook."

günaydın, bayım. bugün nasılsınız?

"yağmur yağacak herhalde bugün, dizlerim ağrıyor."

yürüyen hava durumu oluşunuz beni güldürüyor.

"bu romatizmanın iyi olan tek yanı, jungkook. söyle bakalım, bugün arkadaşın nasıl?"

iyi. gün geçtikçe çok daha iyi oluyor.

"öyle mi? her gün ona bir sürü şey alıyorsun tabii. o çok şanslı."

ben şanslıyım, bayım. emin olun, şanslı olan benim.

*bay harper, başını sallayarak gülümsüyorken manzarasını izlemeye kaldığı yerden devam etmişti. ben de ona selam verip hastanenin kapısına yönelmiştim.

yaklaşık bir haftadır hastanedeydik. seokjin hyungun sözünü dinliyorduk yani. bir gün tek başıma dışarıda oturuyorken gelmişti, bay harper. avrupa'da doğmuş ama âşık olduğu kadın için kore'ye taşınmış. uzun bir süredir de hastanede yatıyormuş. tanışıp arkadaş olmuştuk kısacası. yaşlı bir adamdı ama tanımadığım biriyle konuşma düşüncesi birkaç gündür iyi geliyordu.

o günden sonra tam iki hafta geçmişti. yorucu bir iki hafta. saniyelerin kopmuş bir kolye ipine dizili boncuk taneleri gibi dökülüp gittiği bir iki hafta. iki avucunuzu da birleştirseniz bile bütün boncukları toplayamayacağınız gibi bir iki hafta.

derin bir nefes aldım ve elimdeki poşetle beraber gülümseyerek hastane kapısından içeriye girdim. her sabah olduğu gibi ortalık sakin ve temiz görünüyordu, sabahın ilk saatlerinin sağladığı o dinginlik hâkimdi her tarafta. ezberlediğim yolu adımlıyorken gülümsememi korumaya devam ediyordum. enerjik olmalıydım ki bu enerjimi de sana yansıtabilirdim böylece.

koridorun sonunda kalan odanın kapısı gözüme çarptığında kesik bir nefes almış, ama oraya yönelmeden önce yanındaki kapısı aralık odaya yaklaşmıştım. hepimiz buradaydık. jimin bile buradaydı. seokjin hyung, bizim için özel odalar ayarlamıştı. şimdi önünde durduğum oda da yoongi hyung ile jimin'in odasıydı. genelde yanına gelmeden önce onların yanına uğrardım.

şimdi de bunu yapmak ve pastayı haber vermek istemiştim ama kapının önünde durmama sebep olacak diyalogları duymuştum. birinden bahsediyorlardı.*

"uyumuyor. hiç. kontrol ediyorum arada."

"biliyorum ama konuşturmuyor ki, güzelim."

"yoongi, haftalardır böyle. çöktü resmen. tanrım. onu böyle görmek beni çok üzüyor."

"biliyorum, meleğim. ama-"

*sanırım, benden bahsediyorlardı. o an bunu anlamıştım ama bu konuşmaya gizlice kulak misafiri olduğum için bir an ne yapacağımı bilememiştim. enseme kadar yandığımı hissediyordum. bu, utanmak mıydı? utanmak değildi. bu kadar telaşlanmış olmamın tek sebebi, konuydu. düşünmeyi reddettiğim konu.

derin bir nefes aldım ve sanki hiçbir şey duymamışım gibi gülümsemeye çalışıp içeriye daldım.*

taehyung'a en sevdiği pastayı aldım!

"jungkook..."

*jimin'le göz göze gelmiştik. her şey şu sıralar gerçekten garipti. az önce benim için üzüldüğünü duymuştum mesela ve bunu duyduğumu o bilmiyor olsa da gözleri de bunu saklamak istiyor gibi görünmüyordu. dolu doluydu yine. ona ağır hakaretler ettiğim günkü gibi.*

"geçenki maçı kim kazanmıştı, izleyemedik o gün ya..."

"niye hyung?"

"jiminle s- sana ne? jaehyun. tanrı aşkına. bak işine."

"taehyung. fark ettin mi? neredeyse sevişiyorduk diyecekti. tanrım."

*jaehyun'un hamlesine yarım ağız sırıtıyorken bir yandan da tabaklara fırında yaptığımız yemeği dağıtıyordum. jiminlerin evindeydik. jimin, yanımdaydı. o da tezgâhta başka bir şeyle uğraşıyordu. çünkü iddia kaybetmiştik. yemeği hazırlama görevini bize vermişlerdi.*

"jungkook, bu tavrının doğru olduğunu düşünmüyorum."

*bakışlarım fırın tepsisinde gezinirken bir an için duraksamış, jimin'in sessizce söylediği şeyi düşünmüştüm. sonra da ona dönmüştüm hemen.*

tabakları hazırladın mı? acayip acıktım ben.

"jungkook-"

*kendi hazırladığım tabakları alıp sizi yanınıza geliyorken jimin'i umursamamıştım. birkaç gündür ortam yeterince gergindi ve olur olmadık yerlerde bana öğüt vermeye kalkışıyorlardı. hayır, komik olansa o an onları dinlemiyordum bile, üstüne üstlük bundan haberleri dahî yoktu.

tabakları orta sehpanın üzerine bıraktıktan sonra birkaç saniyeliğine sana uzandım ve yanağını, yanağından sonra da dudaklarını öptükten sonra yeniden mutfağa doğru yöneldim.*

"baksana bana. dinlemiyorsun hiç beni-"

aynen, o yüzden kapa çeneni jimin.

"jungkook. bu aptal tavırların yüzünden her şeyi daha da berbat eden sensin. kendine gel ve elinde kalan günleri değer-"

kapa çeneni dedim, duymadın mı sen?

*sesimi âniden yükselttiğim için dikkatinizi çekmiştik elbette. konuşmalar bir anda yok olmuştu ama o an, sınıra dayanmış hâldeyken kendime hâkim olmak aklıma gelmemişti bile.*

sakatsın, bir de üstüne sağır mı oldun?

"jungkook!"

*yoongi hyungun bağırışıyla alay dolu bir gülüş dudaklarımdan fırlamıştı ama umurumda bile değildi o şu anda.*

"ben sadece yardımcı olmak istiyorum... böyle olmaya-"

senin yardımına ihtiyacım yok. anlıyor musun? kendini bir bok sanma. sen sadece yarım bir insansın. boyundan büyük işlere kalkışma, jimin.

*yoongi hyung, anında yanımıza gelmişti. beni sertçe çekiştirip jimin'in yanından alıyorken öfkeyle omuzlarımdan itmişti. jimin'in gözleri dolmuştu, muhtemelen birazdan ağlamaya başlardı. bense umursamaz bakışlarla biraz onlara bakmış, sana döndüğümde ise yoongi hyungun bakışlarından pek de farklı olmayan bakışlarla karşılaşmıştım. yani bir anda yine herkes karşıma geçmişti.

omuzlarımı silktim sonra. arkamı döndüm ve koridora girdim. banyo kapısını ittirdikten sonra içeri girip arkamdan kapıyı kilitledim. öfkeliydim. eğer bunu konuşacaksak yeterince öfkeli olduğumu da kabul etmeliydik. yalnız savaşıyordum. kaç gün olmuştu? beş? hah, şaka gibiydi ama kimsede akıl kalmamış gibiydi.

musluğu açıp soğuk suyla birkaç defa yüzümü ıslattıktan sonra aynadan yansıyan görüntüme baktım. sonra da ellerimi lavabo taşına yaslayıp başımı eğdim. derin bir nefes alıyorken boğazımın tıkandığını hissetmiştim. böyleydi işte. benden istedikleri bu muydu? kendimi bırakmak. oluruna bırakmak. mahvoluyordum. bırakamazdım ki. bu şekilde senin karşına çıkamazdım. bu şekilde gülemezdim. bu şekilde seni öpemezdim. bu şekilde yaşayamazdım.

savaşmanın nesi yanlıştı? tanrı aşkına. seni kaybetmek istemiyorsam benim suçum neydi?*

*o günden sonra hiçbir şey olmamış gibi yapmaya devam etmiştik. jimin ile aramız çok garipti bu yüzden. ama kimse, kimseyi sorun etmiyordu.*

hadi, pasta yemeye. ama bi' on dakika sonra gelin. çünkü sevgilimle öpüşmek istiyorum biraz.

*imâlı bakışlarımla onlara veda edip odadan çıkar çıkmaz senin kapına yönelmiştim. ama az önce duyduklarım aklıma yeniden uğruyorken kapının önünde biraz beklemek zorunda kaldım. kötü mü görünüyordum?

günler geçmişti. geceleri ya da bazı zamanlar gün içinde yalnız olmuştuk sadece, çoğu zaman yoongi hyung, kuyruğuyla birlikte damlamıştı yanımıza. sıkıntısız geçirmeye çalıştığım günlerdi işte. birbirinin aynı. sanki farklı bir şey yapsak bütün büyü bozulurmuş gibi. hayır. farklı bir şey yaparsak kabullenecekmiş gibi.

geceleri uyuyamıyordum. öyle garip bir histi ki gözlerini kapattığın an mesaim başlıyordu. dünyanın bütün yükü üzerime abanıyormuş gibi ağırlaşıyordum o anlarda. artık nefeslerini saymaya başlamıştım. parmak uçlarıma değen soluklarınla mutlu olmaya başlamıştım. çok yalnız kalmaya başlamıştım. garipti işte.

boğazımı temizleyip yüzüme yenisinden bir tane gülümse oturttum ve kapıyı tıklatıp içeriye girdim. pencereye takılı kalan bakışların sesimi duyduğunda benimkilere ulaşmıştı.*

sevgilin geldi, bebeğim!

*dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme oluşuyorken çoktan yanına varmıştım. yatağındaki yerime oturmam ve uzanıp dudaklarını öpmem günlük bir rutin gibiydi. güne böyle başlamalısınız denilenlerden bir rutin.*

bol çilekli pastadan aldım sana! tanrım. taehyung, kadına diyorum ki hanımefendi fazla fazla çilek koyun, sahiden yetmiyor. bakıyor bana öyle dümdüz ya. kanıt niyetine seni götürmeliydim. tam bir çilek canavarısın cidden.

*sitemkâr bir ses tonuyla anlatıp kendi kendime gülüyorken cümlemi bitirmeye yakın homurdanmış ve burnunu sıkmıştım. bakışlarını bir an olsun gözlerimden ayırmıyordun ve bunu, çok sık yaşar olmuştuk. konuşmasan bile neler düşündüğünü öyle bir hissettiriyordun ki kalbim ağırlaşıyordu. ve genelde ne yapacağımı bilemiyordum, böyle anlarda. iki hafta içinde defalarca kez olduğu gibi.*

"susun, masum çocuklar olarak yaşamaya devam edeceğiz."

*gözlerim farkında olmadan kapanıyorken önümdeki ekranın kaydığını görmüş, izlediğimiz filmin sesini de yarım yamalak duyabilmiştim. bir akşam üzeri, birbirimize sokulmuş güzel güzel film izliyorduk ama ben, defalarca kez uyumayışımın üzerine mayışmış olmalıydım. yeni duş aldığın için saçların film boyunca kurumuş, kabarmıştı da üstüne. bense senin temiz kokuna alıştıkça biraz daha ısınmıştım sanırım, zaten sürekli avucumun içini gezen parmak ucunu da hissediyordum. yani, uykuya dalmam için her şey yerli yerindeydi. öyle de olmuştu.

uykuya dalmıştım dalmasına ama belki de bu birkaç dakikaydı. belki de birkaç saatti. bunu ayırt edememiştim. ama defalarca kez olduğu gibi, vücudum kendini en hızlı şekilde uyandırmaya alıştığı için uyanmıştım kendi kendime. âniden, can havliyle ya da nefes almaksızın. her biri denilebilirdi.

uyanır uyanmaz göğsümün içini bir korku sarmıştı. hep oluyordu artık. alıştım diyemezdim ama nedenini artık çok iyi biliyordum. kollarımın arasından sen doğruluyorken göz göze gelmiştik ama bakışlarında soru işaretleri bulmuştum. uyanırken irkilmiş olabilirdim.

savsakça gülüp dudaklarımı aralamıştım kendimi açıklamak için ama sesim çıkmamıştı. zaten çıksa da konuşabilir miydim bilmiyorum, o an göğsümün biraz daha sıkıştığını, gözlerimin de yaşardığını hissetmiştim.

hani, kötüydü işte. korkmak. çaresiz kalmak. çaresiz kaldığın an yakalanmak.

yine de pes etmemekle kafayı ciddi bir biçimde bozmuştum. bu yüzden bozuntuya vermeden sırtımı dikleştirip konuyu değiştirmek için bir hamlede bulunacaktım. neredeyse tabii. bakışlarının değiştiğine şahit olmamış olsaydım, belki.

gözlerinin içine bakakalıyorken elini uzatıp yanağımı okşamıştın. ama kimse anlayamazdı ya, o an hayattaki her şey değersizdi gözümde. o an bütün yükümü sen yüklenmiştin. kendimi de unutmuştum zaten. bana bakıyordun, bana dokunuyordun ve o an, birkaç damla gözyaşımı tutamamıştım. sadece birkaç damla. fazlasına müsaade etmemiştim. daha doğrusu, fazlasını görmene müsaade etmemiştim.*

*odanın kapısının aniden açılmasıyla birlikte irkildiğimde bakışlarımı gözlerinden çekip içeriye gelenlere bakabildim. jaehyun'un önderliğinde yoongi hyung ile jimin içeriye teşrif ediyorlardı. on dakika demiştim halbuki? daha bir dakika bile olmamıştı bence?

tekrar sana dönüyorken bir elimi uzatıp yanağını okşadım nazikçe ve gülümsüyorken uzanıp uzunca dudaklarını öptüm.*

aşığım sana.

"ohooo! siz hep böyle aşk yaşayacaksanız biz gidelim o zaman?"

"jaehyun, sus ya. sen sapsın diye insanlar sevgilisine de mi öpmesin? değil mi yoongi?"

*bu sataşmalar, ancak biz ayrılırsak son bulacaktı. bu yüzden biraz sonra dudaklarımı seninkilerden ayırıp ayaklanmıştım. pastayı da dilimleyecektim hem.*

"hayır, isterseniz bir de gözümün önünde sevişin, jimin?"

"eh! sana ne be! ne istersek onu yaparız."

*konuşmaları, zararsız bir laf dalaşına dönüyorken sevişmenin üzerinde yoğunlaşmışlardı daha çok. pastaları dilimliyorken bu konunun aklıma getirdiği bir başka sahne canlanmıştı gözümün önünde. henüz hastaneye gelmemiştik daha. evdeydik. ve bir gün uyumak için yatağa geçtiğimizde beni hayrete düşüren bir şey demiştin.

yani. hayret vericiydi. çünkü bu, "sevişelim mi?"ydi. ne eksik ne fazla. o an benimle ciddi ciddi sevişmek istediğini görebilmiştim. ama sorun şuydu ki ne için istediğini anlamak da zor değildi. ne düşünüyordun kim bilir? en azından bir kez? yapmalıyım?

beni şaşırttığı kadar biraz üzmüştü de. gözlerinin içine bakıyorken "başka yolu yok" diye düşündüğünü görebilmek, canımı her seferinde yakmıştı. ama yine de bu durumu sizin gördüğünüz gibi görmemeye devam etmiştim.

zaten o gece de reddetmiştim bu isteğini. hazır olduğun gün sevişirdik ne de olsa. böyle fedakârlıklara gerek yoktu. biliyordum, inanıyordum. o gün de gelirdi ve o an, buna tüm kalbimle inanarak seni reddetmiş, işi biraz alaya vurmuştum ortam yumuşasın diye. şu sıralar çok sık yaptığım gibi.*

"e bu pastanın çileği hani?"

çileklerin hepsini taehyung yiyecek, sus.

Continue Reading

You'll Also Like

91.9K 5.8K 32
Minik meleğim seni bir daha görebilecek miyim? Sen öldürmem gerekiyordu. Ama yapamadım.. Şimdi ise bir ölümlüyüm... Sadece biraz farklıyım... Sana ge...
134K 14.5K 52
Jungkook, erzağının bitmesiyle kendine yiyecek birşeyler ararken, Taehyung'un liderlik yaptığı bir küçük bir şehirle karşılaşır. Jungkook, açlığını d...
369 110 20
Lənətli olan bir çətir bu çətirə sahib olan bir insan
142K 12.8K 20
thv: merhaba sayin hirsiz bey! texting / semekook