bad guys | taekook

By R8AV5N

36.9K 3.5K 763

"kim taehyung, 20 yaşında. boy 1.68 kilo 57. annesi veya babası yok, öldürmüş." ben öldürmedim. "kapat çeneni... More

J-1
T-1
J-2
T-2
J-3
T-3
J-4
T-4
J-5
T-5
J-6
T-6
J-7
T-7
J-8
T-8
J-9
T-9
J-10
T-10
J-11
T-11
J-12
T-12
J-13
T-13
J-14
T-14
J-15
T-15
J-16
T-16
J-17
T-17
J-18
T-18
J-19
T-19
J-20
T-20
J-21
T-21
J-22
T-22
J-23
T-23
J-24
T-24
J-25
T-25
J-26
T-26
J-27
T-27
J-28
T-28
J-29
T-29
J-30
T-30
JM.1
YG.1
JM.2
YG.2
JM.3
YG.3
JM.4
YG.4
J-31
T-31
J-32
T-32
J-33
T-33
J-34
T-34
J-35
T-35
J-36
T-36
J-37
T-37
J-38
T-38
J-39
T-39
q&a w/th
q&a w/jk
J-40
T-40
T-41
J-42
T-42
J-43
T-43
J-44
T-44
Final
Jeon Jungkook & Kim Taehyung

J-41

106 13 0
By R8AV5N


*elimi beline yavaşça sarıp seni kendime çekerken gülümsemeni izliyordum. aklın karıştığı için şaşkın olmalıydın ve merakla neden bir anda yolun ortasında dikildiğimizi açıklamamı bekliyor gibiydin. tek kaşımı meydan okur gibi kaldırıp yüzüne eğildim ve dudağının kenarından bir öpücük çaldığım gibi sana sıkıca sarıldım. o sırada kulağına birkaç kelime fısıldamıştım ama sesim fazla kısık çıktığı için tekrarlamamı istemiştin. bense bu isteğine karşılık sadece gülüp geri çekildim.*

jungkook.

neler oluyor, söylesene.

*sanırım, artık biraz da tedirgin olmaya başlamıştın. ama hâlâ söylemeyecektim. öpücüklerimden bir sorun olmadığını çıkartabilirdin. dediğim gibi, o an sol gözünün kenarını ve peşinden de sol elmacık kemiğinin üzerini öpmüştüm.*

bebeğim, sana âşığım.

*kısık sesli mırıltım sana ulaştığı anda önce gözlerinin parıltısı karşılamıştı beni. bunu milyonuncu kez söylesem yine aynı parıltıları o koyu göz bebeklerinde bulacağımdan adım kadar emindim nedense. sonra varla yok arası bir gülümseme el sallamıştı dudaklarından çünkü biliyordum, seni mutlu ettiği kadar utandırıyordu da. belimi sıkı sıkı tutan ellerini biraz daha hissetmiştim o anda, biraz yaklaşmıştın. senin parlayan ifadene karşılık ben, sırıtıyordum. o an benden keyiflisi yoktu.

yolun ortasında durduğumuz için bir süre sonra etrafımızı birkaç insan sarmıştı, aralarında fısırdaşıp gülüşüyorlardı. bazılarının laf attığını da duyabiliyordum. o an kimseye daha fazla eğlence olmamak için bir elimi cebime attım, parmak uçlarıma değen soğuk gümüş kolyeyi birkaç saniyede kış rüzgârıyla tanıştırabilmiştim.

uzanıp dudağına son bir kez dudaklarımı bastırdıktan sonra kolyeyi boynuna takmak için bir hamle yaptım ardından. sen meraklı meraklı boynundan sarkan deniz yıldızına bakıyordun. gülümsemem büyüyorken alaycıl bir tonda mırıldandım o an.*

benden fazla sevmek yok.

*geri çekilmek için sağ elimi beline yasladığım sırada bir ses patlamıştı. tiz ve yüksek bir sesti ki patlar patlamaz bizi bir daire içine almış insanlar bağırıp çağırarak koşuşturmaya başlamışlardı. her şey yavaş yavaş oluyordu. ağır ağır geri çekildiğimde sonuna dek açılmış gözlerinde birikmiş yaşları görmüştüm. sarsılmış gibi görünüyordun ama neden, neden sarsılacaktın ki?*

taehyung...

*fazla mânâsızdı, sesim titreyerek dökülmüştü dudaklarımdan ve o âna kadar baştan ayağa titrediğimin farkında bile değildim. bir kez daha ismini telaffuz ederken gözyaşının bir tanesinin yanağına düştüğünü görmüştüm, o an aynı sıcak sıvı benim göz yataklarıma da dolmuştu.*

bebeğim.

*sonra elimi çektim belinden. isteyerek değil de kendiliğinden oluyormuş gibiydi ya da bir güç beni kontrol ediyordu. bakışlarım avucumu boyamış kırmızılığa kaydı, o an kolumu sıkı sıkı tutan parmaklarının hissi de kayboldu. son nefesimmiş gibi bir soluk dökülmüştü dudaklarımdan, dizlerimin üzerine çöküyorken ve seni uyandırmak için çabalıyorken ağlıyordum. ama beni hiç duymamıştın, duymuyordun. boynundaki kolye kopup avucumun içine düşüyorken bile umursamamıştın. halbuki isteseydin onu benden de fazla sevmene bile izin verirdim.*


*irkilerek uyandığımda odanın içi en son hatırladığımın aksine karanlıktı. içimin ürperdiğini hissettiğimde ancak titrediğimi fark etmiştim. kısa kolluyla, yatağın üzerinde uyuyakalmış olduğum için olabilirdi, tabii. yorgun yorgun soluklanıyorken yaslandığım yatak başlığından sırtımı ayırdığımda kısık seste inledim ve ağrıyan omzumu biraz ovmak zorunda kaldım. normalde tüm bunların hiçbir önemi olmazdı aslında da gördüğüm saçma sapan kâbus yüzünden normalim şaşmıştı. hayatımda gördüğüm bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sayıdaki kâbuslardan biriydi ve başrolü olmamız, hiç hoşuma gitmemişti.

bakışlarımı hemen yanımda uyuyan bedenine indirdim sonra. yeni yıkandığın için yumuşak ve ince saç tutamların yüzüne rastgele şekillerde dağılmıştı, sen ise onların sardığı bir melek gibi deliksiz uyuyordun. son zamanlarda da olduğu gibi.

tüm bu başımızdaki karmaşık olayların seni fazlasıyla yorduğunun farkındaydım ve uyumak istediğinde, uyuyacağını söylemeye kalmadan bile uyuyakaldığında yanında kalıp seni izlemekten başka yapacak hiçbir şeyim yoktu. saatlerce bile olsa vaktin nasıl geçtiğinin farkında bile olamadan seni izliyordum. bu gece de yine böyle olmuştu ve belli ki izlerken yorgunluktan da uyuyakalmıştım.

bir elimin tersiyle yanağını okşayıp yataktan kalkmak için yavaşça hareketlendim. üzerimi bile değiştirememiştim, geldiğimizden beri yoongi hyungla beraber elimize geçen bilgileri ve bundan sonra nasıl ilerlememiz gerektiği konusunda tartışıp duruyorduk çünkü.

elimize geçen bilgiler... bugün... her şey bir bir aklıma düşmeye başlıyorken oflayarak yüzümü ovdum ve odadan çıktım. gördüğüm o saçma kâbusu bile açıklıyordu gece boyu olanlar. o kadar öfkenin içimde hiçbir zarar vermeden duracağını düşünmek bile saçmaydı, ilk kez bu kadar farklı bir duyguyla karşılaşıyorken o adamı oracıkta öldürmeyi düşünmem kadar saçmaydı her şey.*

önceki gece

*arkada çalan sakin klasik müziğin aksine ben sırıtarak o an beynimin içinde dolanan rastgele bir metal şarkısını mırıldanıyor ve önümdeki büyük şarap kâselerinden senin için muazzam bir karışım hazırlamaya çalışıyordum.

elimdeki kadehi dudaklarıma götürüp tadına baktım.*

ew, bok gibi olmuş.

*yüzümü buruşturarak kadehi en sevmediğim şarap kâsenin içine boşaltıyorken etrafta biri var mı diye göz gezdirmiş, kimsenin olmadığını görünce de memnuniyetle gülümseyip yeni bir karışıma başlamak için masalar boyunca yavaş yavaş ilerlemeye başlamıştım.

biraz sonra, önümdeki sek şarap kâsesindeki kepçeyi alıp kadehin içine döküyorken bir anda yanımda beliren kadının kısık kahkahasıyla bakışlarımı ona çevirmek zorunda kalmıştım ne yazık ki.*

"az önce yaptığınız şeyi gördüm, bay..."

jeon.

"...bay jeon."

sosyeteyle alâkam yoktur, kuralları pek önemsemem.

*yeniden kahkaha atıyorken bir eliyle koluma dokunmuş ve biraz daha yaklaşmıştı yanıma. neredeyse koluma girecekti ama ben bir adımımla geri çekilip buna engel olmuştum.*

ne için gelmiştiniz?

"belki davetten sonra beraber kuralların dışına çıkarız diye düşünmüştüm?"

*tek kaşını kaldırıp gülümseyerek beni baştan aşağı süzüyorken ben de aynı şekilde biraz daha geri çekilip onu baştan aşağı süzmüştüm. bu yaptığım hoşuna gitmiş olacak ki yüzündeki gülümseme biraz daha korkutucu şekilde büyümüştü. bir kere makyajı bile beni korkutmaya yeterdi. elimi uzatıp çenesinden tutarak yüzünü bir sağa bir sola, bir de yukarı doğru ittirdim ve dudaklarımı büzüp başımı iki yana salladım.*

dudağının altında ve burnunun ucunda bir ben yok, saçların da kahve değil. hem keskin bakışlardan da tamamiyle uzaksın. sanırım, fazladan bir uzvun da yoktur. tch. kesinlikle tipim değilsin.

"ne saçmalıyorsun sen?"

diyorum ki sevgilim beni bekliyor, şuradaki çocuğu görüyor musu-

*dönüp kadehin ucuyla senin olduğun masayı gösterdiğim sırada yanındaki adamı ve yanağında gezinen parmaklarını görmüştüm. oldukça... oldukça yabancı bir sahneydi. elbette, yabancıydı. ne saçmalıyordum?*

"ah, sanırım erkek arkadaşın senden sıkılmış..."

*yanımdaki kadının muzip sesine karşılık yutkunmuş ve elimdeki kadehin içindeki sıvıyı üzerine boşaltır boşaltmaz sizin bulunduğunuz yere doğru adımlamaya başlamıştım. midem kaynıyor gibiydi. hayır, karın boşluğumda bir ateş yakmışlardı. sıcak hissediyordum ve de kızgın. kesinlikle kızgın hissediyordum, o herifi doğduğuna pişman edecektim.*

hyung, herifi öldürebilir miyim?

"saçmalama jungkook, başımıza iş açma sakın."

hyung, sinirden kuduruyorum. lütfen, izin ver. öldüreyim.

"tanrım, taehyung'a mı özeniyorsun anlamıy-"

taehyung masum, hatırlatırım. her neyse, geliyorlar.

*telefonu kapatıp kafamı duvara vurduktan sonra kapıyı biraz daha itmiş ve derin bir nefes almıştım. adam göğsünü gere gere odaya giriyorken şaşkınca kendimi sakin tutmaya çalışıyordum. çünkü inanılır gibi değildi, 'davete adımını attığın andan itibaren bir saniye bile gözlerimi üzerinden ayırmadım.' mı? resmen daha fazla ne kadar öfkelenebilirim, bunu kontrol ediyordu sözleriyle.

anlaşmıştık güya. adamın konuşması ve bize istediğimiz ismi vermesi için onun dediği şekilde ilerlemek konusunda anlaşmıştık ama ben, kendi içimde hiç de anlaşamıyordum? böyle bir şey var mıydı? adamın teki sana dokunacaktı, kim bilir ben yokken ne şekillerde sana yaklaşmaya çalışmıştı ve ben, sadece durmakla görevliydim. hahah, elbette değildim. yeni bir jungkook'la tanışmam gerekmişti bu yüzden. adamın elime geçeceği ânı dört gözle bekliyordum.

sanırım bir şeye şahit olmak, bu hayattaki en zor şeylerden biriydi. dünyaya karşı ne kadar yabancı olduğunu görmüştüm, sana karşı ne kadar acımasız olunduğuna şahit olmuştum. göründüğünün aksine aslında, çok çabuk kırılabileceğini de keşfetmiştim. ama sanırım bu sadece benimle ilgili konuları kapsıyordu. çünkü dünyanı yaksalar göz ucuyla bakmayacağın kadar yormuşlardı seni. aylardır, aylardır her birine şahit oluyordum. aylardır, senin farklı yanlarını öğreniyordum. seni tanıyordum. seninle birçok şey öğrenmiştim. bana gerçekten de çok şey öğretmiştin ve en güzelinin sevmek olacağı aklımın ucuna bile gelmezdi, o zamanlar.

ama şimdi, seni seviyorken, seni deli gibi seviyorken aynı zamanda da kıskandığım bir ânın içindeydim. değil o adamın sana dokunması, sana iltifat etmesi ya da sana küçücük bir gülümsemesi, o adamla aynı havayı solumanız bile içimdeki bu fevri duyguyu büyütüyor gibiydi. aslına bakarsak gerçekten umurumda olmazdı. biliyordum ki benim için bunun bir önemi yoktu. sadece rahatsızdın, anlıyor musun? rahatsız oluyordun. belki de bu hayatta seni en iyi tanıyan insan bendim. endişe içerisinde oynayan göz bebeklerin, sarsılan dudakların ya da nefeslerini tutuşların... hepsi bir bir gözüme değiyordu ve ben tam da noktada deliriyordum.

kendini kurtarmak için kendini feda etmen.

evet, beni öfkeden kudurtan nokta tam da buydu.*

'ah!'

*duyduğum sesinle beraber hafifçe gülmüştüm. hayır, komik bir şey yoktu. hayır, hoşuma giden bir şey de yoktu. bu gülüş, delirmek üzere olduğumun küçük bir işaretiydi yalnızca. bakışlarım hareketlenen adamın üzerindeyken gülüşüm soluyordu, sol gözümün seğirdiğini hissetmiştim ve aldığım o derin nefesi duyabilmiştim.

kapının arkasına sessizce ilerledim. birkaç saniye, yalnızca birkaç saniye sonra adam içeriye girmiş, elini duvara uzatıp ışığı yakmıştı ki aynı anda, ben de uzanıp ışığı kapatmış, onu yakasından tuttuğum gibi kapıya yapıştırmıştım.

tabii ki beklemiyordu, tabii ki afallamıştı. ama kendini toparlaması ve bana karşı gelebileceğini düşünmesi pek uzun sürmemişti. düşünmesi diyorum, çünkü ona fırsat verdiğimi söyleyemezdik.*

sana jeon jungkook'un selamını getirdim.

*boğuk çıkan sesimle sırıtarak kendimden bir başkasıymış gibi bahsediyorken biraz zorlamıştım onu. bir süre kendi kas gücümü kullanmıştım ama kesmiyordu. kesmemişti. bu yüzden birkaç dakika sonra kemerimin altına yerleştirdiğim bıçağı çıkarıp boğazına dayamıştım.*

seni öldürmek istiyorum... tanrım... biliyor musun? hayatımda hiç bu kadar öldürmek istememiştim...

*kıkırdıyorken boğazında hatırı sayılacak bir çizik açmıştım. altımda kıvranıyordu ama bu, hiç de önemliymiş gibi gelmemişti o anda. ancak biraz sessizlikle beraber kendime gelebilmiştim. işin ucunda sen vardın. evet.

ondan sonra adamdan gerekli ismi almıştım. her şeyi sonlandıracağımız güne biraz daha yaklaştığımızı hissedebiliyordum o ismi içimden tekrarlıyorken ama o an, o kadar öfke doluyken mutlu olabilecek gibi değildim. ferdinand'ın uyluklarına sert bir tekme geçirdiğimde bile yüzüm gülmüyordu.

onunla uğraşmaktan midem bulandığı zaman banyo dolaplarına bakınmaya başladım ve içinde eksik olan hiçbir şey olmayan dolapların birinden bir bez ve yarabandı alıp banyodan çıktım. hemen kapının yanında yere oturmuş beni bekliyordun. gerçekten. tıpkı bir çocuk gibi.

yanına yavaşça çömelmiştim ve bıçakla kestiğin bileğini parmaklarımın arasına alıp nazikçe kanını silmiştim. sildikten sonra da yarabandını yapıştırmış ve senden gelen bir kucaklama kazanmıştım. ancak o an rahatça nefeslenebildiğimi söyleyebilirdik. kolumun tekini beline sardım ve soruna olumlu bir yanıt verdim.

geri çekilip de sen söylediğin için fark ettiğim yanındaki papağını götürmek istediğini söylerkenki ifadeni gördüğümde omuzlarım biraz daha düşmüştü. cidden... bu dünyadaki en büyük haksızlığı yaşıyordun belki de, hayatını elinden almışlardı ama sen, tek derdinmiş gibi bir papağana heveslenebiliyordun?

evet, o gece orada kıskanmayı yeni öğrendiğim için o papağana da ters ters bakıp uzanıp dudaklarımı seni sahiplenirce dudaklarına bastırmıştım. bu, götürelim ama sakın benden daha çok sevme demekti.*

*birkaç gün sonrasındaydık. kuşlar bile henüz uyanmamıştı hatta. günlerdir bu saatlerde uyanmanın rahatlığı içerisindeydim. ama bu sabah, erkenden uyanmış olmamın sebebi özel bir plandı. hatta alarm ile uyanmıştım ama şikayetçi değildim, çünkü uyandıktan sonra bir süre yanında kalıp manzaranın keyfini çıkarmıştım.

aslında, itiraf etmem gerekiyordu ki... ileride çocuklarımızın olduğu bir hayale beni de ortak ettiğinden beridir kendimi bebek videoları izlerken buluyordum. tamam, bu benim için biraz utanç vericiydi. ama elimde değildi. bir kez karşılaştığımda hipnotize edilmiş gibi uzun bir süre o dünyanın içinden çıkamamaya başlamıştım. ve istiyordum, sanırım. sanırım gerçekten de baba olmak istiyordum artık, onları birlikte büyüteceğimizi düşünmek bile heyecan veriyordu.

işin garip tarafıysa, evet, işte bu kısmı şu ânı ilgilendiriyor, seni izlemeye başladığım her zaman da tıpkı bebekleri izlediğim gibi takılıp kalıyordum. bilinçli değildi, kesinlikle bilincim kayıyordu. nefes alıp verişlerini izlemek, uyurken oynayan göz bebeklerini, kirpiklerini, dudaklarını... dokunmak ya da uyandırmak bile aklıma gelmiyordu. sanki ben izleyeyim diye özenle yaratılmıştın ve bu düşünce bile bana ne kadar yabancıydı... bana sürekli yaşamaya yeni başlamışım gibi hissettiriyordu.

yine dalıp gittiğim o dakikaların içinde, hafifçe hareketlenip gözlerini aralamıştın. tam da karşında ben vardım ama hiç şaşırtmamıştı bu seni. o büyük yatağın içine sessizce birbirimize bakıyorken sen de bu işin içine dahil olmuş gibiydin. bir süre bu yüzden konuşmamıştık.

sonra ben bakışlarına gülümserken buldum kendimi. hemen ardından da bir elimi uzatıp yanağını sevmiştim.*

günaydın, bebeğim.

*kısık sesime tatlı bir mırıltıyla karşılık veriyorken bana doğru biraz daha yaklaşmış ve burnunu burnuma değdiriyorken yeniden gözlerini yummuştun. bir elimi bel kıvrımında yavaşça gezdirmiş, alt dudağını öpmüştüm ben de. ama daha fazla uyumak yoktu!*

göstermek istediğim bir şey var... hadi...

*her ne kadar istemesen de, her ne kadar istemesem de seni kaldırmak zorundaydım. hatta biraz acele etmemiz de gerekiyordu. bu yüzden hazırlanmaya çalışıyorken biraz telaşlandırmış olabilirdim seni ama evden çıktığımızda ve arabaya bindiğimizde soluklanacaktık sonuçta.

öyle de olmuştu. hatta biraz daha ileriye sararsak, henüz yeni aydınlanmaya başlayan o mavi havada, deniz kenarına, sahile ulaştığımız anda tam olarak ayılmış sayılırdın. güneşin doğuşunu izleyecektik ve birkaç gündür bunun için seni erkenden yatırmaya çalışıyordum.

önce sahil boyunca biraz yürümüştük. daha kimsenin uyanmadığı o saatlerde, o sessizlik kesinlikle hoştu. sadece dalga sesleri duyuluyordu ve bunun seni mutlu edeceğini düşünüyordum. sonra, güneşin doğmaya başladığı sırada oturmuştuk. sırtını göğsüme yaslayarak önümde oturuyorken sana sıkıca sarılmıştım ve senin de yaptığın gibi önümdeki manzarayı izliyor, bazen boynunu ve saçlarını öpüyordum.

güneş kendini tamamen gösterdiğinde, o zaman, cebimdeki kolyeyi çıkarabilmiştim. daha farklı şeyler hayal ediyorken, daha farklı planlar kuruyorken o gece olanlardan sonra buna ihtiyacımız olmadığına karar vermiştim. bir teklifte bulunmakta bile kararsızdım.

kolyeyi sen manzaraya daldığın sıralarda boynuna takıyorken gergin bir nefes aldım. takabildiğim zaman, beni fark ettiğinde kollarımı yeniden karnının üzerine sarmış ve boynuna uzun bir öpücük bırakmıştım.

taehyung... sana sevgilim dediğim zamanlarda, bil ki o an sana ailem olarak da dostum olarak da, düşmanım ya da aşkım, ya da jeon jungkook'un küçük bebeği olarak da sesleniyorum. her şeyim olarak seni tek bir kelimeye sığdıramam belki ama... sanırım, sevgilim diyerek en çok, seni sevdiğimi hatırlamak hoş olur.*

*yanından ayrılıp koridora bıraktığım kutuları almak için odadan çıkmıştım. biraz sonra elimdekilerle geri döndüğümde sen de o sırada hazırlanmakla meşguldün. kutuları yatağa bırakıp oturdum ben de hemen. birazdan kahvaltı için jimin'in evine gidecektik.*

birkaç kargo gelmiş, sanırım en son sipariş ettiğimiz telefon, boyalar ve...

*kutuları tek tek açıyorken telefonu bir kenara bırakmış, ardından boyaların olduğu kutuyu açmış, onları da bir kenara bırakmış, en sona kalan küçük paketi açıyorken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalmıştım.*

ah... işte bu, önemli bir parça.

*böyle dediğim için aynanın karşısından yatağa doğru yaklaşman çok sürmemişti. kutuyu açıp içindeki saten kırmızı kuşağı çıkarıyorken yatağın üzerine şöyle bir serdim ve mırıldandım.*

eğer bir kez daha... gözlerimi kapatıp o geceki gibi şeyler yapmak istersen diye-

*lafımı tamamlayamadan gülmemek için kendimi tutmak zorunda kalmıştım elbette. yüzündeki ifade kesinlikle zorluyordu ama gayet ciddi olduğumu bilsen sanırım bu, her ikimiz için daha da zorlayıcı olurdu.*

*somurtarak oturuyordum. jimin'in o uğursuz evine gelmiştik gelmesine de uğursuz olduğu için moralimi bozmakta üstüne yoktu.

mutlu mutlu kahvaltımızı ediyorken o cin gözleri boynundaki kolyeyi fark etmişti anında ve söylediği şey tam olarak...*

"o ne öyle? çocuk mu kandırıyor bu yanındaki taehyung? o kolyeyle sana çıkma teklifi ettiğini söyleme sakın. hele ki kabul ettiğini..."

*buydu, evet. halbuki gayet anlamlı bir kolyeydi ve o anlamını bilmediği için cahilin tekiydi. yine de moralimin bozulmasına engel olamamıştım işte. ben de istemez miydim sana bu dünyadaki en güzel şeyleri vermeyi?*

JİMİN! UMARIM O DİZLERİN İYİLEŞİR DE YÜRÜRSÜN!

"n-ne? ay... beddua edeceğim derken yanlışlıkla dua ettin galiba jungkook."

hayır. taehyung, ahlak dersleri vererek beni eğitiyor evde. bundan sonra böyle kusacağım nefretimi.

"şaşkınlıklar içindeyim..."

yok, çok istiyorsan eğer benim işime de geliyor. ayaklanırsan seni adam akıllı dövebilirim sonuçta. bil yani.

*çatık kaşlarınla göğsümdeki yerinden doğrulup yüzüme baktığın sırada ben de kaşlarımı çatıp gözlerimi kıstım ve birkaç saniye sonra dudaklarını uzanıp kısa bir öpücük bıraktım. bu benim tarafıma geçmen için bir rüşvetti tabii ki.

kahvaltı masasından kalkmıştık. koltuklardan birine uzandığımda seni hemen kollarımın arasına almış, küçük bir peluş oyuncakmışsın gibi sıkı sıkı sarılmıştım. içimdeki o kızgın ve huysuz jungkook'u uyandırdığın günden beri böyleydi. sürekli dibinde bitiyordum. ama sürekli. hatta bir keresinde ısrarla seninle beraber banyoya girmek istemiştim ama şansıma o sırada, evde jimin ve yoongi hyung da vardı ve jimin'in talimatıyla kafama bir tane terlik yemiştim. kötü bir amacım bile yoktu! sadece senden ayrı kalmak istemiyordum.

kolumu iyice boynundan sarkıtıp seni yeniden göğsüme yatırıyorken dudaklarımı yanağına birkaç defa daha bastırdım, ama bu beni kesmediği için sonrasında parmaklarımla çenenden tutup bana bakmanı sağlamış ve bu sefer dudaklarını öpmüştüm birkaç defa da.*

"yoongi. bunlar sürekli öpüşüyor. biz neden öpüşmüyoruz? nispet yapıyor resmen bana ya. en çok biz sevgiliyiz yoongi, duydun mu beni!"

*duyduğum serzenişle beraber dudaklarım kıvrılıyorken benim dudaklarımın altındaki senin dudakların da kıvrılmış, bu yüzden ikimiz de gülümserken birkaç kez de öyle öpüşmüştük. hayır. kesinlikle en çok biz sevgiliydik ve bence sen de bunun farkındaydın.*

taehyung biliyor ki bu dünyadaki en âşık adam benim, sonra... taehyung geliyor. tamam tamam, hakkını yemeyeceğim. biz eşitiz. sizde ise... taaabii ki yoongi hyung numara birde, sense... ah, jimin, sen tam bir sefilsin.

"YA! YOONGİ!"

"jungkook, geçen seferki gibi ama bu sefer ağzının üstüne bi' tane terlik geçireceğim. göreceksin."

üf, tamam be.

*jimin'le üçüncü dünya savaşı içerikli bakışmalarımız sürüyorken bir süre sonra ondan sıkılmıştım ve yine sana dönüp bu sefer yanağını ısırmaya başlamıştım hafif hafif. sızlanacak gibi olduğun zaman anından öpüyor ve yine kendimi affettirmeyi başarıyordum. tanrım, müthiştim.

bu şekilde bir süre kendimizi meşgul etmişken, bir süre sonra ve bir anda zil çalmıştı ve o zamana kadarki bütün neşemiz ve rahatlığımız bir anda, tersine dönmüştü. daha doğrusu, ben hariç herkes için bu söz konusuydu çünkü ben kimin geldiğini biliyordum. jimin'e bakıp alayla sırıtıyorken yoongi hyungun açtığı kapıdan içeri giren bedene bakıp el salladım.*

"al. kuyruğu da geldi işte."

"sana da selam yakışıklı."

*jimin homurdanarak jaehyun'a karşılık vermekle meşgulken gülümsemiştim. uzun zamandır bu ânı beklediğim için fazlasıyla keyifliydim o an. artık tam bir aile gibiydik bu evin içinde. beni bugünüme kadar getiren herkes buradaydı.*

"oh! uyuyan güzelimiz de buradaymış. selam. ben jaehyun... seni öperek uyandıracak prens olmak isterdim ama... bazıları benden önce davranmıştı."

*beni işaret ediyorken dediğine göz devirdim. o ise çoktan kollarını açmış ve ona sarılalım diye beklemeye başlamıştı. garip bir görüntüydü. en yakın dostum ve sevgilimin tanışma ânıydı. garip ama hoştu. bu yüzden kıkırdıyorken ve doğrulmamızı sağlıyorken mırıldanıyordum.*

bebeğim, işte bu sana bahsettiğim askerlik arkadaşım jaehyun. diğer bir deyişle felix ve jack'in seni onun ellerine teslim ettiği hırsız.

Continue Reading