45. Kayıp Yüzük

4.1K 193 28
                                    

45. Bölüm: Kayıp Yüzük
*Buraya umutlu günler koydum, şimdilik biraz uzak gibi görünüyor. Ama kim bilir, belki birazdan uzanıp dokunuruz.*

Günlerden cumartesi, aylardan kasım ve mevsimlerden sonbahar. Kasvetle devam eden yağmurlu hava ağaçların sararmış yapraklarını kaldırıma sürüklüyor, dallar rüzgar yönüne doğru kıvrılmış teninde esintiyi hissetmenin tadını çıkarıyor. Ya da sadece o anın bitmesini bekliyor, bilmiyordum.

Rüzgarın sesini kesmek ve üzerimde hissettiğim soğuğu yok etmek için yanımdaki pencereyi kapatırken Gökay'ın hepimize zorla aldırdığı dondurmayı üşümeme rağmen yemeye devam ediyordum. Oturduğum kırmızı tekli koltuğun kalın koluna oturan Alparslan'la irkildim ve baş parmağımı üst ön dişlerimin arkasına, damağıma değdirdim.

"Korkuttum mu?" Dedi o da elindeki vanilyalı dondurmayı yerken. Ben daha dondurmamın yarısına gelmemiştim ve o neredeyse bitirmişti.

"Dalmışım." Dedim, beni korkuttuğunu düşünmesini istemeyerek. Bu aralar aklında işiyle ilgili bin tane şey döndüğünün farkındaydım. "Nereye kayboldun?"

Gökay'ı hastaneden çıkarmış ve evine getirmiştik. Annesi Lale teyze de bizimle kalıyor, ara sıra bize yiyecek bir şeyler getiriyor sonrasında tüm gün sanki bir bebeğe bakıyormuşçasına Gökay'la ilgileniyordu.

"Zeynep gelmiş." Elindeki dondurma çubuğunu masaya bıraktı. "Ali ile konuşuyordum, onu almaya gitti havalimanından."

Gözlerim şaşkınlıkla açılırken gerçekliğimizi sorguladım. Bana hiç haber vermeden nasıl buraya geliyordu?

"Nasıl yani?" Parmaklarımın arasındaki dondurma eriyerek parmağıma damlamaya başladığında bunu umursayamadım. "Bana hiç söylemedi." 

Kaşlarım gözlerime doğru inerken Alparslan'ın yüzü hüzünlü bir hal aldı. Ellerini birleştirerek dudaklarını büzdü. Bir garipti sanki bugün. Değişik davranıyordu.

"Biliyor musun," dedi dudakları hala aynı haldeyken. "Gökay ölecek." Söylediği şeyle şoka uğrarken elimdeki dondurmayı düşmemesi için ani bir refleksle tuttu. Böyle bir şeyi nasıl bu kadar rahat söyleyebilirdi?

"Ne diyorsun Alparslan?" Boşta kalan elimle onu sarsarken kendi omuzlarımda sarsılıyordu sanki. "Ne oldu, abim mi bir şey söyledi sana?" O öylece susarken konuşması için onu dürtmeye devam ediyordum. "Konuşsana!"

Karşı koltuğumuzda yatan Gökay ve annesinin bakışları bize dönerken bu sefer Alparslan'ın dudaklarına bir gülümseme yerleşti. Neler oluyordu? Ya o, aklını yitirmişti ya da ben yitirmiştim ve kendi kendime kafamda kuruyordum.

"Şş," diyerek gülümsemesini genişletti ve yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı. "Yüzüğünü takmamışsın."

Baş parmağım yüzük parmağıma doğru gittiğinde gerçekten de yüzüğümün orada olmadığını hissettim fakat gözlerimi gözlerinden bir an olsun ayırmamıştım. Şu an bu umrumda değildi, onunda olmamalıydı.

"Alparslan, cevap ver bana." Dedim sinirle. Ne saçmalıyordu? Gökay hakkında söylediklerinin bir yalan olmasını diliyordum.

Zaten fazlaca yakın olan yüzünü daha da yaklaştırdı yüzüme. Lale teyze hızla kafasını bizden başka bir yere çevirirken Gökay'ın sessiz kalması inanılır gibi değildi. Bizi duymuyordu fakat şu anki yakınlaşmamızla dalga geçmemesi bana gerçek hayatta değil de rüyada gibi hissettirmişti.

"Vereyim." Oturduğu yerde vücudunu da bana çevirdi ve dudağımın kenarına küçük bir öpücük bıraktı. "Cevap vereyim." Dedi tekrar. Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi.

MAVERA/TAMAMLANDIWhere stories live. Discover now