₩ - € Bölüm 1

22.3K 990 224
                                    

Merhaba :)

Uzuuuun bir ilk bölümle yeniden beraberiz :)

Beğenmeniz dileğiyle ♡

●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●●

"Valgus!"

Sarav'ın sesiydi. Bağırdığı yöne bakmam gerektiğini bilsem de bakışlarımı karanlık gökyüzünden ayırmak istemiyordum. Küçükken, eğitime alınmadan önce Sarav'ın evine gittiğim bir gün, babasını bir resme bakıp konuşurken duymuştum.

"Yıldızları görememek ne kötü değil mi hayatım?" demişti.

Neyden bahsettiğini anlamamıştım. Daha sonra Sarav'a sorduğumda ise bahsettiğinin, karanlık gelmeden önce yıldız denen ve gökyüzünde parlayan süslerin olduğunu öğrenmiştim. Elbette o da görmemişti; çünkü aynı yaştaydık. Annesi ve babası, karanlık gelmeden önceki hayatı ona ayrıntısıyla anlatmış, bir gün aydınlığın yeniden geleceğini söylemişlerdi. Annesini hiç tanımamıştım. Ben buraya gelmeden bir yıl önce ölmüştü.

Ve karanlık biz doğmadan önce gelmişti... Hâlâ buradaydı...

"Dostum n'apıyorsun?"

Taşlı zeminde uzanmaya devam ederek,

"Gökyüzünü izliyorum," diye cevap verdim.

Yavaş hareketlerle yanıma uzandı.

"Neyine bakıyorsun, tek gördüğümüz daha önce görmediğimiz güneşi örten yuvarlak bir karanlık, etrafındaki silik ışığı saymazsak..."

"Yine de orada bir ışık var."

"Adın gibi ha."

Cevap vermedim. Adım, kimsesizler okulunda bir hemşire tarafından koyulmuştu ve anlamı "Işık" demekti. Adımı koyan hemşireyi hiç tanıyamadan hayatını kaybetmişti. Küçüklüğümün verdiği merakla, bir gece yarısı yatağımdan kalkmış, resmini bulabilmek umuduyla gizlice müdürün odasına girmiştim. Eliza'ydı adı ve müdürün odasındaki personel dosyalarından bulacaktım onu. Fotoğrafını... İlk kez görecektim. O zamanlar bana göre o benim ailemdi; ama fotoğrafını bulamadan yakalanmış ve en büyük cezalardan birine çarptırılmıştım.

Dar ve her daim karanlık alanlarda nefes alabilmeyi bu cezalarda öğrenmiştim. İçi su dolu büyük varillerde alnıma kadar gelen suda nefes alabilmek için bırakılan bir karışlık yerdeydi yaşamım. Yirmi dört saat... Parmak uçlarımda durmak yetmiyordu o boşluktan nefes alabilmeme. Ölmemek için gece boyunca on saniyede bir zıplıyordum. İlerleyen zamanlarda yorgunluğun vermiş olduğu güçsüzlükle saniyeler daha da çoğalıyordu. Nefesler de daha az... Bazen yirmi bazen elli bazen ise bir dakika suyun altında kalıyordum. Ve sonra yine...

Cezam bittiğinde, buruşmuş ve soğuk olduğunu tahmin ettiğim derim, ağrıdan kaldıramadığım başım ve yürümekte zorluk çeken ayaklarımla yatağıma gönderiliyordum.

Daha on yaşındaydım. Çocuktum...

Hissedememek ise aslında en büyük düşmanımdı. O zamanlar anlamıştım. Hissedememek sadece derimizde olan bir hastalıktı. İçten gelen bir ağrıyı ve acıyı hissedebiliyorduk. Soğuğun etkisi de acıydı. Küçük küçük nokta nokta acıları her hücremde hissediyordum. Savaştığımız bir gün bıçaklandığımda da acı hissetmiştim. Yani hissetmek; acı demekti...

Elimi kaldırarak, bileğimden başlayıp bir yol halinde parmak uçlarıma sarınan duyu eldivenime baktım. Bu eldiven bile silahı ateşlediğimizi anlayabilmemiz için bize acı veriyordu. Küçük bir elektroşok ile dokunduğumuzu anlayabiliyorduk. Elektrik, derimizin altındaki sinirlere ulaşıyordu çünkü.

VALGUS & ERE ( Karanlığın İnsanları )Where stories live. Discover now