KIZIL YILDIZ (B.A.K.) ~ Tamam...

By bayanclara

5M 190K 33.8K

10 yaşındaki Mert Atalay'ın en büyük hayali süper kahraman olmaktı. Olmuştu da. 6 yaşındaki Beril'in hem süpe... More

KIZIL YILDIZ - |Giriş|
#1 - Kantindeki Kızıl
#2 - Kayıp Kimlik
#3 - Halı Saha
#4 - Yeni Partner
#5 - Kalp Kırıkları
#6 - Hoş Geldin
#7 - Mavi Saçlı Kız
#8 - Süper Kahraman
🌠 Geçmiş ~ 1 🌠
#9 - Mektup
#10 - Borç
#11 - Rövanş
#12 - Narin Prenses
#13 - Bencil
#14 - İçine Kimseyi Almayan Yürek
#15 - Sarışın Hırsız
#16 - Bir Elmanın Beş Çeyreği
#17 - Davetsiz Misafir
#18 - Artık Çok Geç
#19 - İlk Aşk
#20 - Yalancı
#21 - Kabuk Bağlayan Yaralar
#22 - Şeker Güzelmiş
#23 - Mucizeler Yalnızca Masallarda Olur
#24 - Abartarak Sevmek
#25 - Yasak
#26 - Alınacak Hesap
#27 - Çöken Omuzlar
#28 - Çıkmaz Sokak
#29 - Söz
#30 - Gözyaşı
#31 - Küçük Yıldız
#32 - Umut
#33 - Hata
#34 - Aslan Avı
#35 - Zoru Başarmak
#36 - İhtiyaç
🌠 Geçmiş ~ 2 🌠
#37 - Sarhoş
#38 - En Çok Sen
#39 - Yetmeyen Kalp
#40 - Adı Aşksa Eğer
#41 - Ait Kılan Bağ
#42 - Görülmeye Değer Sevgi
#43 - Koca Bir Karanlık
#45 - Hissetmek
#46 - Vuslat
🌠 Geçmiş ~ 3 🌠
#47 - Geçmişin Külleri
#48 - Yalnız Sen
#49 - İçten Sarılışlar
#50 - Saf Duygular
#51 - El Ele Yürümek
#52 ~ Dans Yarışması
#53 - Kutlama Yemeği
#54 - Murada Ermek
#55 - Doğum Günü
#56 - Yılbaşı Gezisi / 1
#57 - Yılbaşı Gezisi / 2
#58 - Ürkek Yara |Feza|
#59 - Sevilen Başka Biri |Gökay|
🌠 Geçmiş ~ 4 🌠
#60 - Zamansız Hata |Koray|
#61 - Böylesine Rastlamak |Kamer|
#62 - Can Yakan Güzellik
#63 - Beklenmedik Teklif
#64 - Pijama Partisi
#65 - Gizli Kahramanlar
#66 - Eski Günler
#67 - Değişmek
#68 - Düğün
#69 - Mert Atalay Sözü |FİNAL|
Özel Bölüm / MERT
🌜DOLUNAYIN VECHİ🌛
Özel Bölüm 2 / MERT
Özel Bölüm / KORAY
Özel Bölüm: "Mert / 3"

#44 - Gerçek Kahraman

21.8K 1.6K 1.1K
By bayanclara

Vee biz geldik!

Bölüme geçmeden önce birkaç şey söylemek istiyorum. Önceki bölüme olan ilginiz beni hem mutlu etti hem de üzdü. Yani madem elleriniz oy vermeye veyahut yorum yapmaya yarayabiliyor, niye kullanmıyorsunuz be canımın içleri... Sizi ortaya çıkarmak için illa birilerine bir şey mi yapmam gerekiyor?

Eğer öyleyse benim için hava hoş, nasıl olsa karakterim bol. Her bölüm birine bir şey yapabilirim yani... 😂

Umarım, tehdidim gerekli yerlere ulaşmıştır ;)

Hazır çıtayı arttırmışken bol bol yorum ve oy bekliyorum. Düşürürseniz küserim ona göre...

Keyifle okuyun! 🎀

🎶Sezen Aksu ~ Yetinmeyi Bilir Misin?

🎶Gökhan Türkmen ~ Bile Bile Yandı Yüreğim


[Beril'den]

"Sakın peşimden gelme, güvenli bir yerde beni bekle."

Onun ağzından duyduğum son şey olmuştu bu cümle. Beklememi söylemiş ve cevap vermeme bile izin vermeden koşarak ayrılmıştı yanımdan. Beni nasıl bir halde bıraktığından haberi olmadan, onun arkasından nasıl baktığımı görmeden gitmişti. Elimi uzatıp durdurmak istemiştim onu, gitmemesini söylemek istemiştim. Benimle kalmasını istemiştim ama bu çok bencilce bir istekti ve o, bunu asla kabul etmezdi. Sevdiklerinin başı beladayken hiçbir güç tutamazdı onu.

Çünkü o gerçek bir kahramandı.

Sadece benim değil, tüm sevdiklerinin kahramanıydı Mert.

Kopan çığlıkları, koşarak uzaklaşmaya çalışırken bana çarpanları umursamadan gözden kaybolana kadar baktım onun arkasından. Kalbim endişeyle çırpınıyordu. Birine bir şey olacak diye ölesiye korkuyordum ama en çok onun için korkuyordum.

Ne yapmak istediğime, daha doğrusu ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalışırken koluma sarılan elle irkildim ve istemsizce bir adım gerileyerek bana dokunan kişiye baktım. Ah, sınıfımdan bir kızdı. Simasına aşinaydım ama adını bilmiyordum.

"Niye duruyorsun burada?" diye sordu çatık kaşlarının altından. Nefesi telaşlıydı, yanıma koşarak geldiği her halinden belli oluyordu. "Acilen okuldan çıkmamız gerekiyor!"

Gözlerimi birkaç saniye boyunca gözlerinde tuttuktan sonra ani bir kararla iki yana salladım başımı. "Olmaz, çıkamam ben."

Kız, sözlerimin ardından hayretle kolunu benden uzaklaştırdıktan sonra "İyi misin sen?" diye sordu. "Ne demek, gelemem? Gelmeyip de ne yapacaksın?"

Kararlı bir ifadeyle tekrar başımı sallayarak "Gelemem işte, sen git," dedikten sonra önüme döndüm ve kolumdaki çantamın askısına sıkı sıkıya sarılarak koşmaya başladım. Onları burada bırakıp gidemezdim. Aklım ve kalbim buradayken ayaklarımı nasıl ters istikamette ilerletebilirdim?

Okulun dışına doğru koşan öğrencilerin arasından geçmekte zorluk çeksem de hızımı azaltmamaya çalışarak koşmaya devam ettim. Mert, kızacaktı. Onu dinlemediğim için çok kızacaktı ama buna razıydım. Yemin ederim razıydım. Yeter ki tek sorunumuz onu dinlememem olsundu.

Mühendislik fakültesinin olduğu yere geldiğimde gördüğüm şeyler üzerine ayaklarım yere çivilendi. Etrafımda birkaç öğrenci, önümde ise 3-4 tane hoca duruyor ve telaşla bir şeyler konuşuyorlardı ama benim takıldığım şey bunlar değildi. Ayaklarımı yere bağlayan, vücudumu kaskatı kesen şey Mert'ti.

En son okulun ilk günü futbol sahasında gördüğüm çocuk, elindeki silahı Feza'ya uzatmıştı. Feza, tek eliyle Derin'i arkasında tutarken diğer elini adının Onur olduğunu hatırladığım çocuğa uzatmış sinirle bir şeyler söylüyordu. Diğer çocuklar Fezaların biraz daha arkasındaydılar ve muhtemelen Onur, onların Fezalara yaklaşmalarına izin vermediği için orada duruyorlardı.

Ve Mert...

Benim süper kahramanım...

Onur'a, arkadan yaklaşmaya çalışıyordu. Kamerler, Onur'a çaktırmadan el kol hareketleriyle Mert'e bir şeyler demeye çalışıyorlardı ama Mert asla onlarla ilgilenmeden Onur'a yaklaşmaya devam ediyordu.

Daha fazla dayanamayan gözyaşlarım seri bir şekilde yanaklarımı ıslatmaya başladıklarında, boştaki elimi kaldırarak delicesine atan kalbimin üzerine koydum ve kazağımı avucumun içine sıkıştırdım.

Önümde duran hocaların polisten bahsettiklerini duysam da ne dediklerini tam olarak algılayamıyordum çünkü dikkatimi Mert'e yoğunlaştırmıştım. Kendini göz göre göre ateşe atmıştı. Yine önceliği kendisi değil, sevdikleriydi. Kendini nasıl kastığını yüzünden görebiliyordum. Endişeliydi, çok endişeliydi ve adım kadar emindim ki bu endişe asla kendisi için değildi. Öyle olsaydı şu an orada olmazdı. Onur'un onu fark ettiği an neler olabileceğini o da çok iyi biliyor olmalıydı ama önemsemiyordu işte. Kendini önemsemiyordu.

Mert'in önceliği hiçbir zaman kendisi olmamıştı.

Mert, Onur'a iyice yaklaştığında kalbimin ağzımda attığını sandım bir an. Şu an yere yıkılmamamın tek sebebi hissettiğim dehşet korkuydu.

"Allah'ım ne olur bir şey olmasın, Allah'ım sen koru! Allah'ım ne olur, ne olur!"

Dudaklarım, dua kırıntılarıyla kıpırdanırken Mert, iyice yaklaştı Onur'a. Ve sonra bir anda silaha davrandı ancak fark edilmişti. Onur onu fark etmişti!

Kalbim atmayı bırakmış gibi hissederken istemsizce nefesimi tuttum ve gözümü bile kırpmadan Mert'le Onur'un arasındaki çekişmeyi izledim. Hiçbir şey yapamadım, bir şey diyemedim. Sadece çaresiz bakışlarla olanları izledim.

Silah, Mert'le Onur'un arasında kalmıştı ve bulunduğum yerden ne kimin tuttuğu, ne tetikte kimin elinin olduğu, ne de namlunun kime doğrultulduğu belli oluyordu. Diğer çocuklar, koşarak Fezaların yanına gelip Mert'e bağırmaya başladılar ama yaptıkları tek şey boş yere çırpınmaktı. Faydasızlardı. Aynı benim gibi.

Her şey saniyeler içinde oldu. Önce kulakları sağır eden bir gürültü koptu. Çocuklar sustu, bağıranlar sustu, önümde konuşan hocalar sustu, ben sustum. Herkes sustu.

Yalnızca kalbim... Herkes sussa da bir tek kalbim avaz avaz bağırdı. Ne olduğunu hissetmiş gibi çığlık çığlığa haykırdı.

Herkes ne olduğunu, birinin vurulup vurulmadığını, vurulan varsa da kimin vurulduğunu anlamaya çalışırken bakışlarımı Mert'in yüzünden ayıramadım. Silah sesiyle hayretle irileşen gözleri, karşısındaki adamın gözlerine takıldı. Bir şey söyleyecekmişçesine dudakları aralandı ama tek bir kelime bile dökülmedi ağzından.

İlk önce silah büyük bir gürültüyle düştü yere.

Sonraysa... Mert.

Onur, elleri iki yana açılmış bir şekilde şok içinde Mert'e bakarken, Mert de inanamazmış gibi karnına, karnındaki kırmızıya bulanmış ellerine bakıyordu.

Elleri kan içindeydi.

Kalbim... Kalbim, kan içindeydi.

Bu olanlar o kadar beklenmedikti ki hiç kimse yerinden kıpırdayamadı. Herkes ne olduğunu idrak etmeye çalışarak Mert'e bakakaldı. Çocuklar, öğrenciler, hocalar... Hatta Onur bile kaskatı kesildi. Ta ki ortalığa bir çığ gibi düşen o koca çığlığa kadar.

O çığlığın sahibi bendim.

O çığlığın sahibi, kalbimdi.

Kolumdaki çanta kayarak yeri boyladığında kâbustan uyanmışçasına kendime geldim ve koştum. Mert'e koştum. Kahramanıma koştum. Son zamanlarda beni ayakta tutan tek kişiye koştum.

Tek koşan ben değildim. Çığlığımın ardından art arda haykırışlar yükselmiş ve herkes telaşla ileri atılmıştı. Feza, önünde duran Onur'un omzuna çarparak yere çöktükten sonra iki büklüm duran Mert'i kaldırarak göğsüne yasladı. Derin, olduğu yerde çömerek ağlama krizine girerken Kamer, Onur'u tuttuğu gibi yüzüne sıkı bir yumruk geçirdi. Koray'la Gökay da Mert'in önüne yığıldıklarında bir anda kendimi aralarında buluverdim.

Birileri polis diye bağırıyordu, bazıları ambulans diye haykırıyordu. Benimse dudaklarımdan dökülen tek bir şey vardı.

Mert. Mert. Mert. Mert.

Ellerim benden bağımsız bir şekilde Mert'in karnının üzerindeki ellerinin üzerine kapanırken içimde sakladığım serzenişlerimi dışa vurdum.

"Mert! Mert! Mert!"

Feza, Mert'in omzuna yaslanmış yüzüne dokunurken telaşla bağırdı. "Mert! Kardeşim aç gözlerini! Gözünü seveyim aç Mert! Abi ne olur aç, ne olur!"

Mert'in kapalı gözlerine bakarken ağlamam iyice şiddetlendi. Ellerimi, ellerinin üzerine bastırmaya devam ediyordum. Ellerim daha dakika olmadan Mert'in kanıyla boyandığında korkudan aklımı kaybedeceğimi sandım. Kanaması çoktu. Durmuyordu, durduramıyordum.

Bir anda boynumda hissettiğim parmaklar beni irkilttiğinde ben daha ne olduğunu anlayamadan Koray, boynumdaki atkıyı çıkararak elime tutuşturdu.

"Karnına bastır, iyice bastır!"

Dediğini yaptım. Kampüste ambulans sireni duyulana kadar ağlamaya, ona seslenmeye ve elimdeki atkıyı karnına bastırmaya devam ettim.

Sonrasında yaşanan her şey benden bağımsız bir şekilde gerçekleşmişti sanki. Ambulansın yanımıza gelmesi, görevlilerin Mert'i sedyeye bindirmeleri, kimseyi umursamadan görevlilerin ardından ambulansa binişim, gözyaşlarımın arasından Mert'e yapılanları izleyişim, bitmek bilmeyen bir yolculuğun ardından hastaneye gelişimiz ve Mert'i soktukları ameliyathanenin kapısının önünde kalışım...

Olayların başkahramanıydım belki ama sanki uzaktan izlemişim gibiydi her şeyi. Yaşayan bendim lakin fiziksel hiçbir şey hissetmiyordum. Kalbimdeki acıdan başka hiçbir şeyi hissetmiyordum.

Allah'ım ne olur bir şey olmasın. Ne olur, ona bir şey olmasın.

Ameliyathane kapısının hemen yanındaki duvara sırtımı vererek usulca kayarak yere çöktüm ve Mert'in kanına bulanmış ellerimi izleyerek ağlamaya devam ettim. Ambulansla geldiğim için kimse yoktu yanımda. Gerçi olmaları benim için faydasızdı; kimseyi işitmiyordum, kimseyi görmüyordum.

Mert'ten başkasını hissetmek bile istemiyordum.

Mert'in yere yığılışı, ellerini karnına götürüşü, şaşkınca kana bulanmış ellerine bakışı... Zihnimde dolanıp duran görüntülere tahammül edemiyordum. Kendilerini sürekli başa sarıyorlardı ve bu ağlamamı şiddetlendirmekten başka bir şeye yaramıyordu. Onu öyle görmeye alışık değildim. Hazır hiç değildim. Hem zaten ben Mert'i hiç yıkılmış görmemiştim ki. Kahramandı o. Kahramanımdı benim. O kurtarmak için vardı, ona yıkılmak hiç yakışmamıştı.

Hem... Hani süper kahramanlara hiçbir şey olmazdı?

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Ne kadar yerde öylece durup hıçkırarak ağladığım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi. Ta ki omzuma konan eli hissedene dek...

"Beril?"

Gelmişlerdi. Artık yalnız değildim ama bu umurumda bile değildi. Onları istemiyordum ki ben, Mert'i istiyordum. Sadece ve sadece kahramanımı istiyordum.

"Beril, hadi kalk güzelim."

Güzelim... Bu kelime bana Mert'i hatırlatıyordu, bu kelime yalnızca Mert'in ağzına yakışıyordu. Ben, bir tek ondan duyduğumda inanıyordum güzel olduğuma.

"Benim değil, Mert'in kalkması gerekiyor," diye fısıldadım ağlamaktan kısılan sesimle. Konuşmakta zorluk çekiyordum, boğazım acıyordu. Ama en çok kalbim acıyordu. Vallahi... Çok acıyordu.

Omzumu sıktı Kamer. "O da kalkacak."

Başımı çevirerek Kamer'in kızarmış gözlerine baktım sönük bir umutla. "Kalkacak, değil mi?"

Dudaklarını birbirine bastırarak seslice yutkundu ve ağır ağır salladı başını. "Kalkacak. Kalkacak ve sonra onu durdurduğum için beni bir güzel pataklayacak."

Sessizce iç çektim. Neyden bahsettiğini anlamıştım. Onur, Derin'i kaçırdığı zaman Kamer tutmuştu Mert'i. Hatta bu yüzden araları bozulmuştu, hatırlıyordum. Pişman gibiydi Kamer. Mert'in, Onur'u öldürmesine engel olmuştu.

Belki de Kamer o gün Mert'e engel olmasaydı, Mert yanımızda olamasa bile iyi olurdu.

En azından yaşıyor olurdu.

Şimdi... Ne olduğu bile belli değildi.

Bu düşünce beni bir kez daha hıçkırtırken "Hadi, Beril," diyerek sıkıca tuttu kollarımı Kamer. "Gidip ellerini yıkayalım, burada böylece durma."

Bakışlarım ellerime kaydı. Beyaz tenimi bürüyen şey boya değildi, Mert'in kanıydı. Mert'in kanı.

"Çok kanaması vardı," diyerek başımı salladım. Yanaklarım süratle ıslanmaya devam ediyordu. "Durduramadım Kamer, ellerimi koydum ama olmadı. Durmadı. Mert, uyanmadı. Bana bir daha bakmadı. Çok istedim, çok yalvardım ama açmadı gözlerini. Açamadı."

Kamer, beni kaldıramayacağını anlayarak pes etti ve hemen yanıma oturarak başımı omzuna yasladı.

"Şşt, bunları düşünme. Mert'ten bahsediyoruz. Uyanacak ve sonra istemediğin kadar bakacak sana."

Hıçkırdım. "Ne olur uyansın Kamer, ne olur."

Kamer, omzumdaki eliyle kolumu sıvazlarken vücudunu kastığını hissedebiliyordum. Beni teselli etmeye çalışıyordu ama onun da teselliye ihtiyacı vardı, görüyordum. Biliyordum. Hissediyordum.

Saatlerce oturduk orada. Ben Kamer'in omzunda ağlamaya devam ettim, oysa sessizce omzumu sıvazlayıp durdu. Koray, ameliyathanenin önünde sayısız volta attı. Gökay, ağladığını görmeyelim diye elleriyle yüzünü ovuşturup durdu. Feza ise benim gibi ağlamaktan helak olan Derin'i göğsüne yaslayarak sakinleştirmeye ve kendi gözyaşlarını zapt etmeye çalıştı.

Kamer'le Koray'ın arasında geçen kısa konuşmadan anladığım kadarıyla biz ambulansla okuldan ayrıldıktan hemen sonra polis gelmiş ve Onur'u tutuklamıştı. Aslında tanık olarak çocukları da emniyete götürmek istemişlerdi ama onlar okuldaki diğer görgü tanıklarından sonra ifade vereceklerini söyleyerek hastaneye gelmişlerdi. Yaklaşık yarım saat kadar önce de Derya, Derin'i aramış ve bizim dahi duyabileceğimiz kadar yüksek bir tonda uçağını kaçıracağını söyleyerek kızmıştı. Sonraysa Derin ona hıçkırıklar içinde Mert'in vurulduğunu söylemişti. Muhtemelen birazdan burada olurdu.

Acıyan boğazımın etkisiyle hıçkırıklarım kesilse de gözyaşlarım dinmek bilmemişti. Çok ağlamıştım, ağlamaya da devam ediyordum. Bu kadar gözyaşına sahip olduğumdan haberim bile yoktu oysa.

Daralan içimi bir nebze olsun rahatlatmak için aldığım derin nefesi geri verdiğim sırada hemen yan tarafımdaki kapı açıldı. Kafam hızla o tarafa döndüğünde içeriden çıkan hemşireyi görerek nereden geldiğini anlamadığım bir çeviklikle hızla ayaklandım ve hemşirenin önüne dikildim. Diğerleri de hemen yanıma dizilirken hepimizin ağzından tek bir isim döküldü.

"Mert? Mert nasıl? İyi mi? Arkadaşımız iyi mi?"

Hemşire, hızla elini kaldırıp bizi susturduktan hemen sonra telaşla konuşmaya başladı.

"Arkadaşınız çok kan kaybetmiş. Acilen yüklü miktarda kan takviyesine ihtiyacımız var. Aranızda hastayla aynı kan gurubuna sahip olan biri var mı?"

Mert'in kan grubu hakkında bir bilgiye sahip olmamanın verdiği acıyla kafamı çevirip diğerlerine baktığımda "AB Rh (-)" diye açıklama yaptı Feza. Ardından Koray konuştu sıkılgan bir ifadeyle.

"Sikeyim! Hiçbirimizin kanı uyumlu değil ki Mert'le!"

Hayır, benimki de değildi.

Çaresizlikle dudaklarımı dişlediğim sırada arkadan yüksek tonda bir ses duyuldu.

"Benim kan grubum uyuyor!"

Hepimiz hızla sesin geldiği yöne döndüğümüzde buraya doğru koşan Derya'yı gördük. Derya, telaşlı bir halde yanımıza vardıktan sonra direkt hemşireyle göz teması kurarak "Benimki uyuyor," dedi bir kez daha.

"Öyleyse acele edelim."

Hemşire, Derya'yla birlikte hızla yanımızdan uzaklaştığında arkalarından bakakaldım öylece. Allah aşkına, kanım bile uymuyordu ona! Benim ne gibi bir faydam vardı ki Mert'e? O, benim için her şeyi yapmışken, yapmaya devam ediyorken kan bile veremiyordum ona. İşe yaramıyordum. Kahramanım için hiçbir şey yapamıyordum, hiçbir şey!

"Ben okuldakilere haber vereceğim. Kan grubu Mert'e uyanları yollasınlar buraya."

Koray, cebindeki telefonunu çıkarak yanımızdan uzaklaşırken bakışlarım bir kez daha ellerimi buldu. Hala yıkamadığım, yıkamaya cesaret edemediğim ellerimi... Mert'ten bana kalan tek şey ellerimdeki kandı. Sanki yıkarsam ondan iyice uzaklaşacakmışım gibi saçma bir duyguya kapılmıştım. Saçma olduğunu biliyordum ama inanmaktan vazgeçemiyordum. Bu yüzden lavaboya gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmeden ilerledim ve kenardaki sandalyelerden birine oturarak kucağımdaki ellerimi izlemeye başladım.

Çaresizlik denizinde kürek çekiyormuşum gibi hissediyordum kendimi. Yol alsam da bir işe yaramıyordu, almasam da. Öylesine perişan, öylesine yıkıktım şu an. Sanki... Sanki en büyük parçam yatıyormuş gibiydi içeride. Sahi, ne ara bu kadar değerli olmuştu Mert benim için? Ne ara böylesine vazgeçilmez hale gelmişti? Yokluğu ne zaman bu kadar acıtacak duruma gelmişti içimde?

Yıllar girmişti aramıza. On iki koca yıl girmişti. Peki, ben niye çocukluğumdan beri hiç ayrılmamışız gibi hissediyordum? Niye çocukluğumdan beri birlikten olduğum birini kaybedecekmiş gibi geliyordu bana? Kalbimdeki bu veryansınlar ne ara oluşmuştu?

Yoksa hiç kaybolmamışlar mıydı?

Çocukluğumda ona karşı hissettiğim onca şey, beni terk etmek yerine göremeyeceğim bir yere mi saklanmıştı? O, tekrar beni bulduğunda saklandıkları yerlerden çıkmış ve bana kendilerini belli mi etmişlerdi?

Olabilir miydi?

Canımın bu denli yanmasının sebebi bu olabilir miydi?

Gözlerim, ellerimdeyken zihnimdeki düşüncelerin arasında öylesine kaybolmuştum ki tekrar yanımıza gelerek tam karşıma, Derin'in hemen yanına oturan Derya'yı, Derin onunla konuşma başlayana kadar fark etmemiştim.

"A-abla? Abla ne oldu?"

Bakışlarımı kaldırarak Derya'ya baktığımda, başını arkasındaki duvara yaslayarak parmak uçlarıyla kolunun ortasına baskı yaptığını gördüm. Yüzü sabit bir ifadeye bürünmüştü. Gözleri kızarıktı ama ağlamamıştı. Kendini tuttuğu her halinden belli oluyordu ve bunu neden yaptığı konusunda en ufak bir fikrim yoktu ama kasıyordu işte kendini.

"Kan aldılar," diye konuştu kısık bir ses tonuyla. "Baya aldılar ama... Dedikleri gibi kana fazlasıyla ihtiyaçları olsa gerek."

Kaşlarım sözlerinin üzerine iyice çatılırken Derin hıçkırdı. "Benim yüzümden... Her şey benim yüzümden oldu! Mert, benim yüzümden vuruldu! Benim yüzümden acı çekiyor! Sizler de benim yüzümden bu haldesiniz! Her şey, her şey benim salaklığım yüzümden!"

Feza, Derin'i kendine çekerek sakinleştirmeye çalışırken Derya, göz ucuyla bile bakmadı Derin'e. Yalnızca "Şimdi bunları düşünmenin vakti değil," diye mırıldandı.

Derin, konuşmaya devam edecek gibi olduysa da köşeyi dönerek bize doğru gelen Simge'nin "Gökay!" diye bağırmasıyla, dudaklarını birbirine bastırarak sustu. Başımı omzumun üzerinden yana çevirdiğimde Simge'nin ve abisinin buraya doğru geldiklerini gördüm. Nereden duyduğunu bilmiyordum ama muhtemelen Gökay haber vermişti.

Simge, abisini arkasında bırakarak koştu ve benim sağ tarafımda kalan sandalyedeki Gökay'ın yanına oturarak "Mert nasıl?" diye sordu endişeli bir tavırla. Gökay, elinin tersini hızla gözaltlarına sürdükten sonra "Bilmiyoruz," diye mırıldandı, konuşurken sesi çatlamıştı. "Hala ameliyatta, bir şey diyen olmadı."

Simge, başka bir şey demeyerek sessiz kaldığında Soyer yanımıza geldi ve hepimize ithafen "Geçmiş olsun," diyerek Simge'nin diğer yanına oturdu. Gökay'la Koray onu kısa bir baş hareketiyle onaylarken Derya yalnızca bakışlarını şöyle bir Soyer'e kaydırdıktan sonra hiçbir tepki vermeden tekrardan önüne döndü.

Zaman, bilhassa böyle vakitlerde çok illet bir şeye dönüyordu. Geçmek nedir bilmiyordu, geçerken de ömrünüzden ömür alıyordu sanki. Belirsizliğin koynunda saklanıyor gibiydik. Evet, bizi saklıyordu ama neyden saklıyordu? Neyden saklanıyorduk? Hiçbirimiz bilmiyor ve sessizce beklemeye devam ediyorduk.

Aradan ne kadar daha zaman geçtiğini bilmiyordum. Zaten bana geçen her saniye yıl uzunluğundaymış gibi geliyordu. Bu süre zarfında ameliyathaneden kimse çıkmamış, bize en ufak bir şey söyleyen kimse olmamıştı. Yalnızca Asel gelmiş ve Koray'a sarılarak onu teselli etmeye çalışmıştı.

Herkesi teselli eden öyle ya da böyle birileri vardı ama ben yalnızdım. Çünkü bana umut veren, beni gerçekten inandıran tek kişi içeride yatıyordu. Ah, Mert... Bir bilseydin ne halde olduğumu... Bir bilseydin sana ne kadar ihtiyacım olduğunu...

Yokluğun çok acıtıyor, hadi ne olur... Sen de beni teselli etmeye gel. Ne olur...

Titrek bir nefesi daha dışarı bıraktığım sırada koridorda bir çığlık yükseldi.

"Mert! Mert nerede? Mert!"

Hepimiz hızla sesin geldiği yere döndüğümüzde, Güneş'in dağılmış bir vaziyette buraya doğru koştuğunu gördük. Adımları sersemdi, yalpalayarak koşuyordu ve bir de şey... Benden farksız görünüyordu. Yıkık, perişan ve mahvolmuş.

Güneş'i gören Kamer, hızla ayaklanarak ona doğru ilerlediğinde Güneş Kamer'in hemen önünde durarak "Me-mert nasıl?" diye sordu hıçkırıklarının arasında. "Bugün dersim yoktu, ben... Ben evdeydim, sonradan öğrendim. Kamer, nasıl o? İyi... İyi değil mi? Bir şeyi yok değil mi? Bir şey söylesene Kamer, bir şey söyle!"

Onu böyle görmek canımı acıtmıştı. Çok kötü görünüyordu. O, gerçekten çok kötüydü. Bizim gibi, bilhassa benim gibi...

Kamer, Güneş'in havaya kalkan kolunu tutarak "Güneş, sakinleş," demişti ki ansızın ameliyathanenin kapısı açıldı ve içeriden az önceki hemşire çıktı tekrar. Hepimiz hızla ona yöneldiğimizde hiçbirimizin konuşmasına izin vermeyerek ağzındaki maskeyi indirdi ve "Bakın," dedi. Hali, hiç güzel şeyler söylemeyeceğinin habercisiydi. Kalbim sıkıştı.

"Kurşun arkadaşınızın iç organlarına zarar vermiş ve buraya gelene kadar fazlasıyla kan kaybetmiş. Hala da kaybediyor ve bu yüzden ameliyat herkes için çok zor geçiyor. Sürekli kan takviyesi yapmak zorunda kalıyoruz. Çevrenizdekilere haber verip arkadaşınızın kan grubundan olan birilerini bulursanız çok iyi olur."

Ben, hemşirenin ilk cümlesinden sonra ayakta durmakta zorluk çekerek duvara tutunurken "Ben tekrar vereyim!" diyerek araya girdi Derya. Hemşire ona dönerek başını salladı. "Hanımefendi, zaten sizden alabileceğimiz kadar aldık. Daha fazla alamayız."

"Benim," diyerek araya girdi Güneş. "Benim kan grubum uyuyor Mert'inkiyle. Benden alın. Ne kadar kana ihtiyacınız varsa benden alın."

Afallamış bir halde Güneş'e döndüğümde, onun tek odak noktasının hemşire olduğunu fark ettim. Hemşire, onu başıyla onayladıktan sonra "Benimle gelin lütfen," diyerek yanımızdan ayrıldığında Güneş de hemen peşine takıldı.

Duvardaki elim kayarken arkamdaki sandalyeye düştüm gerisin geri. Güneş... O bile yardımcı oluyordu Mert'e ama ben... Ben hiçbir şey yapamıyordum. Hiçbir şey.

Herkes yıkılmış bir vaziyette kalktıkları sandalyelere çökerken Derin daha da şiddetli ağlamaya başladı ve Derya kan verdiğinde olduğu gibi "Benim yüzümden işte!" diye isyan etti bir kez daha. "Benim yüzümden! Her şeyin sebebi benim! Onur'u ben musallat ettim başımıza! Mert'i dinlemedim, abarttığını düşündüm, beni kıskandığını sandım. Ona kızıp durdum! Hâlbuki başından beri haklı olan oydu, doğruyu söyleyen oydu. Benim göremediklerimi gören oydu!"

Derya, olanlara daha fazla katlanamıyormuş gibi elini kaldırıp alnını ovarken "Tamam, Derin," diye konuştu dişlerini sıkarak. "Bunları konuşmanın zamanı değil, demiştim sana! Sus artık, gözünü seveyim sus!"

"Benim yüzümden işte! Benim yüzümden! Her şeyin sebebi benim! Mert'in bu halde olmasının sebebi benim!"

Derin, kriz geçiyormuş gibi hıçkırarak sürekli aynı şeyleri tekrar ederken Derya, ansızın Derin'den tarafa döndü ve kimse ne olduğunu anlayamadan alnındaki elini kaldırarak hızla kardeşinin yüzüne indirdi.

"Sana kes sesini dedim, kes sesini!"

Derin'in başı, aldığı darbeyle Feza'nın göğsüne düştüğünde, abartısız herkes nefesini tutarak Derya'ya bakakaldı. Öyle hızlı vurmuştu ki, tokadın sesi koridorda yankılanmıştı. Onun da psikolojisi iyi değildi, bu her halinden belli oluyordu.

Yaşanan anın şokundan ilk sıyrılan kişi Feza olurken kollarını hızla Derin'in etrafına sardı ve "Ne yaptığını sanıyorsun sen!" diye bağırdı Derya'ya. Onu ilk kez bu kadar sinirli görüyordum. "Ne halde olduğunu görmüyor musun? Ne hakla vurursun ona? Ne hakla!"

Derya, hiçbir şey demeden Feza'nın sinirden kızarmış suratına boş boş baktıktan sonra hızla ayaklandı ve muhtemelen fazla kan vermesinin etkisiyle sendeleyerek düşecek gibi oldu. Bunu fark eden Kamer hızla öne atılarak Derya'nın düşmesine engel olurken, Derya birkaç saniye gözlerini kapatarak Kamer'den destek aldıktan sonra gözlerini tekrar açtı ve omuzlarını dikleştirerek hiçbir şey demeden yanımızdan ayrıldı.

Hiç kimseden çıt çıkmazken Derin'in çığlıkları sessiz inlemelere döndü ve yüzünü Feza'nın göğsüne gömerek ağlamaya devam etti. Feza ilkten Derin'in yüzüne bakmaya çalıştıysa da Derin buna izin vermeyince pes etti ve sıkıntılı bir iç çekişle daha da sıkı sarıldı Derin'e.

Acı bir yutkunuşla gözlerimi onlardan ayırdığımda Soyer'in sessizce kalktığını ve Derya'nın peşinden gittiğini gördüm. Umursamadım. Açıkçası bu, şu an düşünebileceğim son şey bile değildi.

Başımı geriye yatırarak arkamdaki duvara yasladıktan sonra gözlerimi kapattım ve Mert'i düşünmeye çalıştım. Bana karşı olan sıcak davranışlarını, koruyucu tavrını, esprilerini, içten gülüşünü, kısacası zihnimde ona dair ne varsa aklıma getirmeye çalıştım. Çünkü biliyordum ki, onun yokluğunda bana iyi gelecek tek şey yine oydu.

Mert Atalay.

Benim güzel kahramanım.

Kazak almaya gittiğimiz güne döndüm tekrar. Yan kabindeki kızdan rahatsız olduğumu görünce beni öpmüştü. Sonra diğer yanağımın ağladığını söyleyerek onu da öpmüştü. O anı hatırlayınca gülesim geldi ama gülemedim. Ağlarken gülünebiliyor muydu? Gülünebiliyorsa bile ben beceremiyordum.

Mert, bana ağlarken gülmenin nasıl bir şey olduğunu göstermen gerekiyor. Hadi, kalk artık.

Sarhoş olduğum güne gittim sonra. Ona çantamı hediye etmek istemiştim ve bana kötü kötü bakmıştı. Ardından beni evine götürüp ayıltmaya çalışmıştı. O zaman da ben öpmüştüm onu, sakallarının battığından yakınmıştım. Ah, keşke bilseydim. Böyle şeyler olacağını bilebilseydim daha çok öperdim onu. Çok çok öperdim. Sarılırdım, bırakmazdım.

"Beril? Anneciğim?"

Hemen yanımdan gelen kısık tondaki sesi duyduğumda irkilerek gözlerimi açtım ve yanıbaşımda oturan annemi gördüm. Çok üzgün görünüyordu, aynı benim gibi.

"Ah, anne..."

Dudaklarımdan çıkan iniltiyle birlikte hızla ileri atıldım ve anneme sıkıca sarıldım. Annem, kollarını aceleci bir tavırla sırtıma doladığında başımı omzuna gömerek hıçkırdım. "Anne, anneciğim..."

Annem, bir eliyle saçlarımı okşarken "Annem benim," diye mırıldandı. "Çantanı okulda bırakmışsın. Yüz kere aradım seni, açmayınca korktum. Mert'i de aradım ama o da açmadı. Ardından bir kez daha aradım seni, bir adam çıktı telefona. Çantanın kayıp bürosunda olduğunu söyledi. Olanları anlattı. Hastaneyi de söyleyince koşarak geldim."

Bir kez daha hıçkırırken "Anne," dedim tekrar. "Anne, Mert çok kötü... Çok, çok kötü hatta... Anne ben çok korkuyorum. Anne ne olur ona bir şey olmasın, ne olur. Ben ne yaparım sonra? Onsuz ne yaparım anne?"

Annem de sessizce ağlarken saçımı okşamaya devam etti. "İyi olacak," dedi, sesi çatlamıştı. "Hem o senin kahramanın, bilmiyor musun? Seni bir başına bırakıp gitmez, gidemez ki."

"Ya giderse? Ya gitmek zorunda kalırsa? Anne, ben niye onun kahramanı olamıyorum? Anne bir şey yap, bir yolunu bul ne olursun. Ben de onu kurtarayım, ben de onun kahramanı olayım. Lütfen anne, bir şey yap."

Annem, "Beril'im," diyerek bana daha sıkı sarıldığında almıştım aslında cevabımı. Ben kahraman değildim, olamazdım. Onu kurtaramazdım.

Annem, biraz daha sarıldıktan sonra hafifçe geri çekilerek ellerime baktı. Hıçkırmamak için dudaklarını dişlerken usulca yutkundu ve "Ha-hadi, kızım," dedi kekeleyerek. "Hadi, gidip ellerini yıkayalım."

Başımı salladım iki yana. "Olmaz anne. Mert'ten bana kalan son şey bu, yıkayamam. Olmaz."

Kollarımı tuttu. "Kızım, yapma böyle. Ne demek Mert'ten kalan son şey bu? Mert, güçlü bir çocuk. Elbette bunu da atlatacak. Sadece biraz zorlanacak o kadar."

Burnumu çektim. "Evet, o çok güçlü. Çünkü o bir kahraman. Gerçek bir kahraman."

"Aynen öyle," diyerek onayladı beni annem. "Mert gerçek bir kahraman ve kahramanlara bir şey olmaz. Zarar görseler de ayağa kalkmayı bilirler. O yüzden şimdi gidip ellerini yıkıyoruz, tamam mı? İlla Mert'i hatırlatacak bir şey arıyorsan, ne bileyim, resmine falan bak. Kanına değil anneciğim, kanına değil."

Bir yanım annemin haklı olduğunu fısıldarken bana, diğer yanım yıkamamam gerektiğini söylüyordu. Sanki... Sanki Mert'i hayatta tutan elimdeki kanıydı. Sanki elimi yıkayınca beni terk eden tek şey kan olmayacakmış, Mert de gidecekmiş gibi hissediyordum. Çok saçmaydı, biliyordum ama Allah aşkına, böyle bir durumda nasıl mantıklı düşünebilirdim ki?

Annem, kararsızlığımı anlayarak ayaklandı ve kolumu tutup beni de kaldırırken "Hadi anneciğim," dedi bir kez daha. "Hadi."

Onu dinledim. İçimdeki o kötü sese kulağımı tıkadım ve annemle birlikte tuvalete gittim. İçerinin tenhalığının verdiği rahatlıkla lavabonun olduğu kısma ilerledim ve başımı kaldırarak hemen karşımdaki aynaya değdirdim gözlerimi.

Ah, berbat görünüyordum.

Saçlarım dağılmış, gözlerim kırmızıya bürünmüştü. Yanaklarım ıslak, bakışlarım fazlasıyla buruktu. Yalnızca elimde olduğunu sandığım kan, yer yer kazağıma da sürülmüştü. Kanın sahibinin Mert olduğunu bilmek beni delirtiyordu.

"Hadi, kızım. Yıkayalım ellerini."

Yanı başıma dikilen annem uzanarak musluğu açtıktan sonra ellerimi nazikçe kavradı ve suyun altına tuttu. Kurumuş kan inatçılık yapsa da annem sabırla yıkadı ellerimi. Bense suyla birlikte akıp giden bu uğursuz lekeyi izlemek dışında hiçbir şey yapamadım.

Dakikalar sonra ellerim temizlendiğinde annem boynuma hafif bir baskı uygulayarak beni lavaboya doğru eğdi ve yavaş hareketlerle yüzümü yıkadı. Buna gerek var mıydı bilmiyordum, zira zaten saatlerdir yüzüm gözyaşlarımla yıkanıyordu.

Annem, suyu kapattıktan sonra kenardaki makineye doğru ilerledi ve peçete alarak tekrar yanıma gelip yüzümü ve ellerimi kuruladı itinayla. O benimle ilgilenirken yüzüne takıldı bakışlarım. Pek belli etmiyordu ama o da kötü görünüyordu. Ayrıca gözlerinden yakın zamanda ağladığı da belli oluyordu.

"Mert'i vuran kim?" diye sordu, elimin üzerindeki ıslaklığı silerken. Yutkunmaya çalıştım.

"Derin'in eski sevgilisi."

Cevabımın ardından eli havada kalırken, bakışlarını kaldırarak gözlerimin içine baktı. "Hani şu bana anlattığın... Mert'in hastanelik ettiği çocuk mu?"

Alt dudağımı dişlerimin arasına alırken başımı salladım usulca. Annemse kaşlarını çattı derinden.

"Mert'ten intikam almak için mi gelmiş?"

"Aslında niye geldiğini bilmiyorum ama Derin ya da Feza için gelmişti sanırım. Yani en azından ben gördüğümde silahı Feza'ya doğrultmuştu ve Derin de Feza'nın hemen arkasındaydı."

"Feza?"

"Derin'e sarılan çocuk vardı ya, o işte. Onu da anlatmıştım sana."

Annem, elimi serbest bırakırken kafasını salladı. "Hatırladım." Derince iç çekti. "Mert araya girdi yani, öyle mi?"

Mert'in vurulduğu an bir kez daha zihnimde canlanırken burnumu çektim. "Araya girmekten çok arkadan tutmaya çalıştı ama Onur fark etti onu. Sonra... Sonra silah aralarında kaldı ve ikisi çekişmeye başladılar. En sonunda da-"

Daha fazla konuşamayıp ağlamaya başladığımda annem "Şşt," diyerek beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. "Tamam, yavrum, geçecek. Emin ol geçecek."

"Anne durumu çok ağırmış. Kurşun iç organlarına zarar vermiş, çok kan kaybetmiş. Anne saatlerdir ameliyatta ve bize bunu söyleyen hemşire oldu. O da kanı uyan biri var mı diye baktığından yoksa..."

Bir kez daha sustuğumda annem sırtımı sıvazladı. "Tamam, anneciğim. Tamam."

Annemin biraz daha sarılmasına izin verdikten sonra usulca geri çekildim ve "Hadi, gidelim," diye mırıldandım. "Ondan uzak olmak istemiyorum."

Annem, başını sallayarak beni onayladıktan sonra elindeki peçeteleri kenardaki çöpe atmak için yanımdan ayrıldığında gözüm ansızın tuvaletteki cama kaydı ve aradaki mesafeye rağmen hastane banklarından birinde oturan Derya'yla Soyer'i seçebildim. Yine de emin olabilmek için aradaki mesafeyi kapatarak iyice yaklaştım cama. Evet, gerçekten onlardı ve Derya, başını Soyer'in omzuna yaslamıştı. Sarsılmasına bakılırsa da ağlıyordu.

Ne düşüneceğimi bilemeyerek birkaç saniye daha onları izledikten sonra annemin "Neye bakıyorsun?" demesiyle irkildim ve hızla ona dönerek "Hiç," diye mırıldandım. "Öylesine bakıyordum işte, hadi gidelim."

Lavabodan çıkarak tekrar ameliyathanenin olduğu yere geldiğimizde herkesin bıraktığımız gibi durduğunu gördüm. Artı olarak Güneş geri gelmişti ve Kamer ortalıkta görünmüyordu.

Annemle birlikte biraz önce kalktığımız sandalyelere çökerken annemin fısıltısını işittim. "Şu kız kim?"

Kimden bahsettiğini bal gibi bilsem de bakışlarımın Güneş'e kaymasına mani olamadım. Bir eliyle kan verdiği kolunu tutuyordu, bakışları ise zemine kitlenmişti.

"Mertlerin üniversiteden arkadaşları," diye açıklama yaptım anneme. "Adı, Güneş. Sen gelmeden önce Mert'e kan vermek için ayrılmıştı yanımızdan."

Annem anladığını belirtmek için kafasını sallarken Kamer ve Elif göründü koridorun diğer ucundan. Buraya doğru geliyorlardı ve Elif de aynı Güneş gibi kolunu tutuyordu. Onlar yanımıza gelene kadar bakışlarımı üzerlerinden çekmemiş ve bu yüzden Kamer'in dikkatini çekmiştim.

Kamer, Elif'i annemin diğer yanına oturttuktan sonra bana dönerek "Elif'in kan grubu da uyuyormuş Mert'e. Kan verdi," diye açıklama yaptı. Bunun üzerine Elif'e döndüm ve minnettar bir ifadeyle gülümsedim. Ben olamıyordum belki ama Mert'in de birçok kahramanı vardı işte.

Elif, gülümsememe küçük bir tebessümle karşılık verdiğinde tekrar önüme dönerek başımı duvara yasladım ve beklemeye devam ettim.

Kimseyle iletişim kurmayıp dua etmekle geçirdiğim uzun denecek bir sürenin ardından ameliyathanenin kapısı açıldı ve içeriden bize haber veren hemşireyle birlikte bir doktor çıktı. Hepimiz aniden ayaklanarak hızla doktorun karşısına dikildik ve o başındaki boneyi kaydırarak hafiften kırlaşmaya başlamış saçlarını ortaya çıkarırken hep bir ağızdan Mert'in nasıl olduğunu sorduk.

Doktor, endişemizi gayet olağan karşılayarak sakin ama tereddütlü bir şekilde konuşmaya başladı.

"Arkadaşınızın yarası oldukça ağır, kurşun ne yazık ki iç organlara hafife alınamayacak kadar hasar vermiş. Elbette biz elimizden gelenin fazlasını yapmaya çalıştık ancak hasta çok kan kaybetti. Takviyelerle bu kaybı azaltmaya çalıştık ve ameliyat, hem hasta için hem de bizim için gerçekten çok zorlu geçti. Şimdilik durumu stabil ancak kendi kendine nefes alabilecek durumda değil, bu yüzden yoğun bakımda tutacağız onu. Önümüzdeki kırk sekiz saat bizim için çok kritik, bu süre zarfında her şey olabilir. Kendinizi her türlü ihtimale açık tutarsanız iyi olur. Geçmiş olsun."

Doktor, bizi tam anlamıyla enkaza çevirerek yanımızdan ayrıldığında, uzun saniyeler boyunca hiçbirimizden ses çıkmadı. Hepimiz kalakaldık öylece. Bakışlarım ameliyathane kapısına kayarken idrak etmeye çalıştım duyduklarımı.

Kendinizi her türlü ihtimale açık tutarsanız iyi olur.

Kendinizi her türlü ihtimale açık tutarsanız iyi olur.

Kendinizi her türlü ihtimale açık tutarsanız iyi olur.

Bu ne demekti Allah aşkına? Her türlü ihtimal ne oluyordu? Ne yani, her an ölebilir miydi Mert? Bunu mu demek istemişti doktor?

Koridordaki delici sessizliğimizi bozan ilk kişi Koray oldu. "Ne dedi lan o doktor?" diye bağırırcasına konuştu. "Bu süre zarfında her şey olabilir, ne anasını satayım? Her şey olabilir, ne!"

"Ö-ölebilir mi demek istedi?" diyerek araya girdi Gökay. Sesi öyle kısık çıkmıştı ki zar zor duymuştum.

"Şu kelimeyi ağzınıza almayın!" diye hızla tersledi Derya, Gökay'ı. Soyer'le birlikte tekrar yanımıza geleli baya olmuştu ve geldiğinden beri de hiç ağlamamıştı. Bizim yanımızda kendini güçlü ve korkusuz görünmeye zorluyordu ve bu, özellikle de tuvaletteyken gördüklerimden sonra ona olan saygımı daha da bir arttırmıştı. Ne olursa olsun, yalandan da olsa güçlü durabilmek çok zordu. Özellikle de benim için.

"Mert'e bir şey olmayacak, duydunuz mu beni? Ona hiçbir şey olmayacak!"

"Derya haklı," diyerek başını salladı Kamer. "Hem doktorun dediklerini hemen en kötüye yormayın. Mert güçlü bir adam, bu kadar kolay vazgeçmez yaşamaktan. Dayanacak, biz de onunla birlikte dayanacağız."

"Altı üstü kırk sekiz saat... Madem beklememiz gerekiyor, bekleriz biz de."

Feza da Kamer'in arkasından ümitlendirici bir şekilde konuşmaya çalışsa da bakışlarından belli oluyordu kendi sözlerine dahi inanmayışları. Öylesine çaresizdik ki... Anlatması zordu ancak yaşaması çok daha zordu.

Biz öylece ayakta dikilmeye devam ederken bir kez daha açıldı ameliyathanenin kapısı ancak bu sefer çıkan hemşire veyahut doktor değildi. Mert'ti. Mert'i götürüyorlardı.

Mert'i öyle hareketsiz yatarken görmek hepimizi bir kez daha şoka uğrattı. Öyle ki yerimizden kıpırdayamadan yalnızca bakakaldık ona, onu götürüşlerine. Bu görüntü bütün hıçkırıklarımı boğazıma dizdiğinde elimle ağzımı kapadım ve haykırmamak için kendimi dizginledim. Ağzına takılı olan şeyler yüzünün büyük bir kısmını kapatsa da göz kapaklarını görebilmiştim. O gözlerin bir daha açılmayacağını düşünmek bile öylesine büyük bir acıydı ki, gerçek olmamasını dilemekten başka hiçbir şey gelmiyordu elimden.

Mert'i hızlı bir şekilde yanımızdan geçirip götürdüklerinde zor da olsa kendimize gelerek hızla peşlerine takıldık. Ameliyathanenin ardından ikinci durağımız yoğun bakım ünitesi olmuştu.

Mert'i yoğun bakıma koyduklarında hepimiz teker teker koridordaki sandalyelere yıkıldık. Hemen yanımda oturan annemin kolumu tuttuğunu hissettim ancak dönüp bakmadım, bakamadım. Zira aklım da fikrim de biraz önce gördüğüm şeydeydi.

Ben Mert'i gülerken görmek istiyordum, onlarca kablonun arasında hareketsizce yatarken değil.

"Şimdi ne olacak?"

Gökay'ın sorusu ilkten cevapsız kalsa da saniyeler sonra "Hepiniz eve gidecek ve dinlemeye çalışacaksınız," dedi yanıtladı onu Derya kesin bir dille. "Ben de bu gece burada kalacağım."

"Asla gitmem," diyerek başını salladı Kamer.

"Ben de."

"Ben de."

"Ben de."

Diğer çocuklar da sırasıyla Kamer'i tekrar ederlerken konuşmaya gerek bile duymadım. Ben de Mert'i bırakıp gitmezdim, istesem de gidemezdim ki zaten. Kalbim izin vermezdi.

Derya, tam bir abla edasıyla kaşlarını derince çattı ve "Gideceksiniz," dedi tekrar. "Hepimizin burada kalmasının Mert'e hiçbir faydası yok. Aksine eve gidip dinlenmelisiniz ki yarın daha dinç bir şekilde buraya gelebilesiniz."

"Eve gidince dinlenebileceğimizi mi sanıyorsun?" diye ters ters konuştu Koray. "Hiçbirimizin gözüne gram uyku girmeyecek."

"Uyumasanız bile hastanede kalmış gibi olmazsınız," diyerek çıkıştı Derya bir kez daha. "Azıcık laf dinleyin be, sanki sizin zararınıza konuşuyorum burada. Doktorun ne dediğini hepiniz çok iyi biliyorsunuz, uzatmayın daha fazla."

"Tamam, diğerleri gitsin ama ben buradayım. Seni yalnız bırakmam."

Derya, Kamer'e kısa bir bakış atıp "İyi," dedi. "Böyle ikna olacaksanız kal."

"Ben de," diyerek araya girdim. İkna edilmeye razı olduğumdan değil, yalnızca haberleri olsun diye konuştum. "Ben de gitmem."

Annemin başı hızla bana dönerken gözlerimi Derya'nınkilerden ayırmadım. Kendimi herhangi bir olumsuz cevaba karşı hazırlamaya çalışıyordum ancak Derya beklediğim tepkiyi vermeyip beni bir hayli şaşırtarak "Peki," dedi. "Sen de kal."

Derya'nın onay vermesine herkesin karşı çıkacağını sanarak diğerlerinden itiraz etmelerini bekledim ama yine beklediğim olmadı, çocuklar yalnızca bana şöyle bir bakıp tekrar Derya'ya döndüler.

Birbirlerine bile karşı çıkarlarken bana neden bir şey söylemiyorlardı?

Onların bu hallerini garipsesem de işleri tersine çevirmekten korktuğumdan bir şey demekten kaçındım ve sessizce aralarında dönen konuşmayı dinlemeye koyuldum.

Derya, benden ayırdığı bakışlarını Feza'ya dikerek "Derin'i eve götür," dedi. O tokadın ardından bir daha Derin'le konuşmamıştı ancak yine de ilk düşündüğü kişi oydu. Kardeş olmak böyle bir şeydi sanırım.

Derin, bakışlarını kaldırarak ablasına baktığında Derya da kısa bir süre için gözlerini ona çevirdi ve ardından tekrar Feza'ya döndü. "Şu durumda ona en iyi bakabilecek kişi sensin, tabii onun dinlenmesini sağlayacak tek kişi de."

Feza şöyle bir kafasını sallayarak onu onayladığında bu sefer çocuklara döndü. "Siz de Elif'i, Güneş'i ve Suzan ablayı evlerine bırakıp kendi evinize geçin."

Koray üstünkörü bir baş hareketiyle Derya'yı onayladığı sırada annem birden lafa girerek "Beni bırakmalarına gerek yok kızım," dedi. "Ben biraz daha duracağım, sonra da taksiye atlayıp giderim."

Kaşlarımı çatarak anneme döndüm ve "Beklemene gerek yok anne," dedim. "Git işte çocuklarla."

Annem gözlerini kısarak bana kötü kötü baktı. "Allah bilir kahvaltıyla duruyorsundur. Ben gidince hayatta gidip iki lokma bir şey yemezsin, sen bir şeyler yemeden gitmeyeceğim."

Ah, evet. Annem haklıydı, kahvaltıyla duruyordum ama kendimi zerre kadar aç hissetmiyordum ve yemek yiyebilecek bir halde değildim. Yine de herkesin içinde annemle tartışmak istemeyerek sessiz kaldım.

"Şey, aslında ben de bekleyebilirim."

Başından beri sessiz kalan Güneş, lafa girdiğinde herkes ona döndü. Kan verdikten sonra iyice çökmüştü, yorgunluğu had safhadaydı ve bu ilk bakışta dahi belli oluyordu.

"Olmaz, güzelim, yeterince yoruldun zaten. Üstelik çok kan verdin, gidip dinlensen çok iyi olur. Yarın tekrar gelirsin."

Güneş, her ne kadar itiraz etmek ister gibi dursa da bir şey demeyerek başını salladı hafifçe. Çok çekingen davranıyordu. Zaten geldiğinden beri ettiği cümlelerin toplamı iki elin parmağını geçmezdi, yalnızca ağlamıştı. Çok ağlamıştı.

Derya son olarak Soyer'le Simge'ye dönerek "Siz de gidin artık," diye mırıldandı. Ses tonu hafif bir minnet barındırıyordu. "Saatlerdir buradasınız, çok sağ olun."

Simge oturduğu yerde hafifçe dikleşerek "Olur mu öyle şey?" diye mırıldandı. "Tabii ki gelecektik."

Derya, Simge'ye küçük bir tebessüm gönderdiğinde Soyer ayağa kalktı ve Derya'ya bakarak "Bir şey olursa arayın lütfen, çekinmeyin," dedi. Derya aynı ifadeyle onu da onayladıktan sonra diğer gidecek olanlar da ayaklandı ve bizle ayaküstü vedalaşarak yanımızdan ayrıldılar.

Nihayetinde koridorda dört kişi kaldığımızda annem ayaklanarak kolumu tuttu. "Hadi, Beril. Kantine inelim de bir şeyler ye."

Yüzümü hafifçe buruşturarak anneme baktım. "Anne midem hiçbir şey kaldıracak durumda değil. Hem kendimi aç da hissetmiyorum. Gitmesek olmaz mı?"

Annem derhal kaşlarını çattı. "Olmaz. Zorla da olsa yiyeceksin Beril, elden ayaktan düşmek mi istiyorsun kızım? Hem senin bir şeyler yemediğini görmeden gitmem eve, ona göre."

Mızmızlandım. "Anne ya, vallahi bir şey istemiyor canım."

"Beril!"

Onu vazgeçiremeyeceğimi anladığımda omuzlarımı düşürerek iç çektim. "Peki, anne. Peki."

Annemin ardından ayaklandıktan sonra Kamer'le Derya'ya dönerek "Kantinden istediğiniz bir şey var mı?" diye sordum. "Simit falan alalım mı?"

Derya başını iki yana sallayarak "Yok güzelim, ben istemiyorum," dedi. Kamer de ona katılarak "Ben de," dedikten sonra ekledi. "Ama zahmet olmazsa çay ya da kahve alabilirseniz-"

Cümlesini bitirmesine izin vermeyerek "Tabii tabii," dedim hızla. "Alırız."

Onların yanından ayrıldıktan sonra merdivenlere yöneldik ve hiç konuşmadan kantine gittik annemle. Annem, beni kantindeki boş masalardan birine yönlendirdikten sonra bir şeyler almaya gittiğinde, savsak adımlarla ilerleyerek annemin işaret ettiği masaya oturdum. Yeni yeni fark ediyordum yürümekte bile zorluk çekecek hale geldiğimi. Ayrıca başım da ağrıyordu. Bir yerlerden ağrı kesici bulsam iyi olurdu.

Kollarımı masaya koyarak başımı kollarımın üzerine yasladım ve annem gelene kadar gözlerimi dinlendirmeye çalıştım.

Aradan geçen yaklaşık beş dakikanın ardından masaya koyulan tepsi sesini işittiğimde yavaşça kaldırdım başımı. Annem, karşımdaki sandalyeyi çekerek oturduktan sonra bana bakarak söylendi. "Şu haline bak, bir de iyi olduğunu söylüyorsun."

Kaşlarımı çattım. "Sana bugün hiç iyi olduğumu söylemedim anne."

Annem içini çekerek tepsideki karton bardaklardan birini aldı ve dudaklarına doğru götürürken söylendi. "Ne demek istediğimi bal gibi anladın, kıvırma."

Anlamıştım, bu yüzden sustum ve ben de tepsideki diğer kahveye uzanarak küçük bir yudum aldım. Annem eliyle tepsiye vurup iki tane poğaçayı gösterirken "Bunlar bitecek," diye mırıldandı. Başka zaman olsa ona itiraz ederdim ancak adım kadar emindim ki ben bir şeyler yemezsem dediğini yapar ve eve gitmezdi. Bu yüzden istemeye isteme tekrar tepsiye uzanıp poğaçalardan birini aldım ve yavaşça yemeye başladım.

Annem, bir yudum daha aldığı bardağını tekrar tepsiye bırakırken "Aslında seni burada bırakıp eve gitmek istemiyorum ama ben gitmezsem baban da kesin buraya gelir," diye konuştu. "Adamcağız zaten mesaiye kaldı, bir de geceyi burada geçirirse yarın zor gider işe vallahi."

Ağzımdaki lokmayı bitirirken "Yok, yok," dedim hemen. "Burada beklemene gerek yok. Zaten Kamer'le Derya da olacak yanımda, bir şey olmaz yani."

Annem usulca başını sallayarak beni onayladıktan sonra ilk poğaçayı bitirene kadar sessizce kahvesini içti. Midemin kaldırmayacağını düşünmüştüm aslında ama bir şeyler atıştırmak iyi gelmişti.

Uzanarak tepsideki diğer poğaçayı da alıp ucundan ısırdığım sıra annem "Beril," dedi. Ağzımdaki lokmayı çiğneyerek "Hım?" diye mırıldandım. Annem, birkaç saniye konuşup konuşmamakta kararsız kalmış gibi duraksasa da sonunda konuşmaya karar vererek "Şu kız," diye mırıldandı. "Güneş... O, Mert'in sadece arkadaşı değil, değil mi?"

Duyduğum sorunun ardından bir ısırık daha almak için ağzıma götürdüğüm poğaçayı geri tepsiye bıraktım. Olmayan iştahım iyiden iyiye kaçmıştı. Saçmaydı belki ama Güneş'in adının geçtiği yerde istemsizce geriliyordum. Mert'e kan verdiği için ona minnettardım elbette ama varlığı beni rahatsız ediyordu.

Aslında beni rahatsız eden esas şey Mert'e olan hisleriydi.

Bakışlarımı annemin gözlerine çevirerek "Sadece arkadaşlar," diye cevap verdim. Kaşlarını havaya kaldırdı.

"Demek istediğim... Güneş, Mert'e bir arkadaş gözüyle bakmıyor, değil mi?"

Bunu fark etmesine şaşırmayarak başımla onayladım onu. "Evet. Güneş, Mert'e âşık..."

"Ne zamandan beri?"

Bu meraklı hali beni düşündürtse de dudaklarımı büzerek cevap verdim. "Bilmem. Mert, arkadaş olduktan bir süre sonra Güneş'in ona karşı olan davranışlarının değiştiğinden bahsetmişti sadece."

"Yani tek taraflı bir şey, öyle mi?"

Başımı sallayarak bir kez daha onayladım onu. Bu konuda konuşmak istemiyordum ama anneme de konuyu kapatmasını söylersem yanlış anlayabilirdi.

"Aslında epey güzel bir kız ve döktüğü gözyaşlarına bakılırsa Mert'i de gerçekten seviyor. Mert, nasıl olmuş da karşılık vermemiş ona?"

"Valla bunu ben de merak ediyorum. Hatta Mert ondan öyle bir bahsetti ki bana..." İstemsizce iç çekerken buldum kendimi. "Yani kafaları baya uyuşuyormuş, öyle demişti Mert."

"Buna rağmen aşkına karşılık vermemiş yani?"

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Vermemiş, daha doğrusu verememiş. Öyle her güzele ya da kafasının uyuştuğu herkese âşık olamazmış."

Annem hafifçe tebessüm etti. "Çok doğru demiş. Aşk öyle dış görünüşle falan olacak bir şey değil. Yani tabii dış görünüşün de değeri var ama asıl önemli olan yürek çarpıntısı. Bir insan, karşısındaki ne kadar güzel olursa olsun ya da kafaları ne kadar uyuşursa uyuşsun kalbinin çarpmadığı birine âşık olamaz."

Verecek bir cevap bulamadığım için uzanıp tepsideki poğaçadan bir parça koparttım ve ağzıma atıp yavaşça çiğnemeye başladım. Annemin bakışlarını bilhassa yüzümde hissetsem de ona dönmeyerek poğaçayı yemeye devam ettim.

"Anladığım kadarıyla Güneş'e karşı pek iyi düşüncelerin yok anneciğim, ha?"

Annemin sorusunun üzerine ağzımdaki lokmayı zar zor yutarak kahvemden birkaç yudum aldım. Daha sonra kaşlarımı çatarak "Ne alakası var anne?" diye sordum. "Güneş'le pek vakit geçirmedim. Tanıdığımı söyleyemem, insan tanımadığı biri hakkında ne kadar iyi düşünebilir ki yani?"

Bu konunun burada kapanmasını dileyerek poğaçanın sonunu da ağzıma attıktan sonra kahve bardağımı kafama diktim. Boş bardağı tekrar masaya koyduktan sonra annemin kahvesinin de bitmiş olduğunu görerek "Hadi kalkalım," diyerek ayaklanmaya çalıştım ama annem elimden tutarak durdurdu beni. Kaşlarımı çatarak ona baktığımda, elimi ellerinin arasına alarak "Bak kızım," dedi. "Bunu sana söylemek istemedim. Yani senin anlamanı, bunun farkında kendinin varmanı bekledim ama bugün çok iyi anladım ki bekleyecek vaktimiz yok. Her an her şey olabilir ve biz aslında bir şeyleri sürekli sonraya erteleyerek hata yapıyoruz. Çünkü bizim beklediğimiz o 'sonra' belki de hiçbir zaman olmayacak, olamayacak."

Dediklerinden bir anlam çıkaramadığımdan daha da çattım kaşlarımı. "Ne demek istiyorsun anne?"

Annem, elimin üzerini nazikçe okşayarak "Bak kızım," dedi bir kez daha. Gözlerinde gördüğüm ciddiyet beni bir miktar korkutmuştu. Biraz sonra duyacaklarıma hazır olmadığımı hissediyordum.

"Güneş'in Mert için başka şeyler hissettiğini anladım ama çok zeki olduğumdan değil, yani kim olsa anlardı. Çünkü hiç kimse delicesine sevmediği ve önemsemediği biri için böylesine perişan etmez kendini." Duraksayarak seslice iç çekti. "Ve kızım... Gözlerimi Güneş'ten alıp sana çevirdiğimde gördüğüm şey aynıydı. Siz... Aynıydınız."

Afallayarak anneme bakakaldığımda, annem halimi görerek daha da sıktı elimi. "Görmek mi istemiyorsun, inanmak mı istemiyorsun bilmiyorum ama olan bu kızım. Olan bu. Sen de aynı Güneş gibi seviyorsun Mert'i, herhangi bir arkadaş gibi değil."

Ağzım bir kapanıp bir açılırken aceleyle çekmeye çalıştım elimi ama izin vermedi annem. Umursamadım.

"Anne, saçmalıyorsun şu an. Gerçekten saçmalıyorsun... Ben Mert'i nasıl öyle seveyim? Sevemem ki! Olmaz, yani olmaz işte anne. Olmaz."

Gülümser gibi oldu. "Elin ayağın boşaldı, Beril... İstediğin kadar inkâr et kızım, âşık bir insanın sergilediği her şeyi görüyorum sen de."

Gözlerim doldu, ağlamamak için zor tuttum kendimi. "Anne... Demesene böyle, deme."

"Aslında anlamıştım ben," diyerek hafifçe tebessüm etti annem halime. "Yani onu görünce heyecanlanmaların, onu merak edişlerin, ne bileyim, her dakika onlara gitmek isteyişlerin... Sen benim kızımsın Beril, seni benden dahi iyi kim tanıyabilir? O, Eray denecek pis çocuk seni aldattı. Onu da seviyordun, biliyorum. Onu da o kızı da seviyordun. Yaşadıklarını bu kadar kısa sürede atlatabilecek biri değilsin sen ama yaptın. Ve bu Mert sayesinde oldu. Mert'e öyle daldın ki kızım, her şeyi unuttun. Her şeyi."

Daha fazla dayanamadım ve gözyaşlarımın yanaklarımı ıslatmasına izin verdim. Hala inkâr etmeye çalışıyordum ama bir yanım deli gibi biliyordu annemin haklı olduğunu. Biliyordu ama kabullenemiyordu.

"Anne," diye sızlandım gözyaşları içinde. "Anne ben Mert'i sevemem, bunu yapamam."

Kaşlarını çattı annem. "Niyeymiş o? Mis gibi çocuk işte, neden sevemeyecekmişsin?"

"Çünkü... Çünkü o bana senin istediğin gibi bakmaz. Beni o gözle görmez. Onun için ben hala küçük bir kız çocuğuyum. Önceden de öyleydim, şimdi de öyleyim."

Annem gülerek kafasını salladı. "Ah be Beril... Hayır, benim kızım olmasan salak olduğundan şüpheleneceğim ama işte... Aşırı bir saflık var sende. Evet, evet, aşırı safsın sen."

Burnumu çektim sertçe. "Anne ya!"

Kaşlarını kaldırdı. "Ne, anne ya? Yalan mı? Mert'in sana olan bakışlarının farkına bile varamıyorsun daha. Hatta sana saf demek bile hafif kalıyor da başka bir şey demeye dilim varmıyor işte."

"Anne!"

"Bana kızmaya hakkın yok, çünkü burada haklı olan benim hanımefendi. Allah aşkına söyler misin bana, hangi insan yalnızca arkadaş olarak gördüğü biri için Mert'in senin peşinden koştuğun gibi koşar? Mert kadar sabırlı davranır? Ne olursa olsun pes etmeyip yanında durur? Yardımcı olmaya, yalnız olmadığını hissettirmeye çalışır? O kadar dikkatsizsin ki kızım, Mert'in sana her baktığında gözlerinin içinde açan o çiçek bahçelerini göremedin. Bakışlarındaki sevgiyi göremedin, dokunuşlarındaki hasreti göremedin."

Annemin konuşmaya devam etmesiyle ağlamam şiddetlenirken niye ağladığımı anlayamadım. Salaklığıma mı ağlıyordum yoksa mutluluktan mı? Anneme inandığımdan mı ağlıyordum yoksa söylediklerinin doğru olmasını deli gibi istediğimden mi?

"Ama anne," dedim son bir çare. Öyle bir noktadaydım ki, buradan dönüş yoktu. Ya annemin söylediklerine tam kalbimle inanıp büyük bir riske girecektim ya da inanmayıp yoluma devam edecektim. "Küçükken de benimle çok ilgilenirdi, benimle çok vakit geçirirdi. Bana sarılırdı, hep yanımda dururdu. Buna rağmen beni değil başkalarını severdi. Beni kardeşiymiş gibi görürdü. Ya şimdi de aynıysa? Ya biz yanlış yorumluyorsak davranışlarını?"

Çok saçma konuşmuşum gibi gözlerini baydı annem. "Yavrum hatırlarsan çocukken ben de seni sürekli Mert'e abi demen için zorluyordum. Çünkü Mert o zaman sana gerçekten bir abi gibi davranıyordu ve çocuktunuz kızım işte. Kimin aklına başka bir şey gelirdi ki? Gerçi sen o yaşta dahi ona daha başka bakıyordun ya, neyse."

"Şimdi?" diye sordum hızla. "Şimdi ne değişti peki?"

"Şimdi sen çok güzel bir genç kız oldun ve emin ol, Mert sana asla küçüklüğünde olduğu gibi bakmıyor. Asla."

Boştaki elimle yüzümü kurularken "Na-nasıl bakıyor?" diye sordum kekeleyerek. Heyecanım onu gülümsetti. Hem de çok içten bir şekilde gülümsetti.

"Hani babanın bana bir bakışı var ya," diye mırıldandı iç çekerek. "Aynı öyle. Mert de sana aynı öyle bakıyor Beril."

Ne diyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı dişledim. Annemin söyledikleri... Bunlar öyle büyük öyle güzel şeylerdi ki, sol yanımdaki hareketlenmeyi en derinden hissediyordum. Mert'e karşı olan davranışlarımdan ve onu gördüğümde hissettiğim şeylerden hep şüphe duyuyordum zaten ancak bunu içten içe yapıyor ve çok önemsememeye çalışıyordum. Zira yakın zamanda öyle büyük bir acıyla kavrulmuştu ki yüreğim, bir yenisine daha katlanamazdım. Bu sefer her şey çok daha kötü olurdu, çünkü biliyordum ki Mert'in yeri bende hep başka olmuştu. Eray bile onun kalbimde yerleştiği mertebeye yakınlaşamamıştı.

Daha önce de hissetmiştim. Sanki çocukluğumda Mert'e karşı hissettiğim her şeyi kalbimde, yerini benim bile unuttuğum bir yere saklamıştım ve o duygular yıllar yılı orada sıkışıp kalmıştı. Onu tekrar bulduğumdaysa gizlendikleri yerden çıkmış ve beni çepeçevre sarmışlardı.

Annem haklıydı. Annem gerçekten haklıydı. Ben Mert'e karşı basit şeyler hissetmiyordum. Onu gerçekten kıskanıyordum, benimsiyordum. Kendimi sürekli onun yanına atıyordum çünkü son zamanlarda olmak istediğim tek yer onun yanıydı; Mert'in yanı, süper kahramanımın yanı.

Annem, "Beril," diyerek beni daldığım düşüncelerden sıyırdığında masaya odaklı bakışlarımı ona çevirdim.

"Bak anneciğim, bugünkü olanlardan sonra sana verebileceğim tek şey Mert'e olan hislerini belli etmen. Çünkü şu an için onun senden beklediği tek şey küçük bir işaret."

"Anne," dedim, unutmaya meylettiğim ama içinde bulunduğum ortamın buna asla izin vermediği gerçeği anımsayarak. "Mert'in ne halde olduğunu gördün, doktorunu sen de duydun. Ya onu bir daha hiç göremezsem? Ya ona hislerimi belli edecek vaktim olmazsa?" Boğazımdan kopup gelen hıçkırığın sözlerimi kesmesine engel olamadım. "Ya gözlerine bir daha hiç bakamazsam?"

Annem hızla kaşlarını çatarken "Ne biçim konuşuyorsun sen?" diyerek azarladı beni. "Ne bu ümitsizlik? Sana yakışıyor mu? Bir şeyin gerçek olması için önce inanmalısın. İnanmalısın ki olsun kızım. Sen Mert'in iyileşeceğine tüm kalbinle inanıp sabırla bekleyeceksin. O da girdiği o zorlu savaşı kazanarak sana gelecek."

Gülümser gibi olurken bir kez daha çektim burnumu. "Kazanacak değil mi?"

Hafifçe kıvrıldı dudakları annemin. "Unuttun mu? O, gerçek bir kahraman. Elbette kazanacak. Savaş ne kadar güç olursa olsun, galip gelen o olacak."

Gülümsedim. Bu sahici bir gülümsemeydi, zira Mert'in kahraman olduğunu söyleyerek ego kastığı hali gelmişti gözlerimin önüne. Yemin ederim, egosunu bile çok özlemiştim.

"Evet, anne," diye mırıldandım usulca. "O, gerçek bir süper kahraman."

Üç gün geçmişti.

Üç koca gün...

Ve Mert'te hala bir gelişme yoktu. Yoğun bakımdaydı. Bağlı olduğu makineler sayesinde hayata tutunuyordu ve bu inanılmaz derecede yakıyordu canımı. Elim kolum bağlıydı. Onun için bir şey yapamamak, bir işe yarayamamak öylesine kötü hissettiriyordu ki, birçok gözyaşım sırf bu yüzden dökülmüştü.

Hastaneyi mesken tutmuştuk. Bu süre zarfında hastaneye gelen gidenin haddi hesabı olmamıştı. Biz zaten değişmeyen taraftık ama o kadar çok kişi gelmişti ki ziyarete, bir kez daha emin olmuştum Mert'in ne kadar çok sevildiğinden.

Derya, olanlardan sonra okuldan bir hafta kadar daha izin almış ve burada kalmıştı. Olanları kendi annesiyle babasına söylemişti ancak Mert'in anne ve babası hala her şeyden habersizdi. Derya, Mert'in uyanacağından o kadar çok emindi ki Mert'in ailesini endişelendirmek istemiyordu. Kimine göre yanlış düşünüyordu Derya, kimine göreyse doğru ama olan buydu.

Sonrasında bizleri yönlendiren de oydu. Bizi zorla okula gönderen, geceleri herkesin burada kalmasına izin vermeyip eve gönderen ve umutlarımızın yıkılmasına izin vermeyen oydu. Mert, aralarındaki az yaş farkına rağmen Derya'nın sürekli onlara abla gibi davranmasından yakınıp dururdu ama şu üç günde çok iyi anlamıştım ki, Derya gerçek bir ablaydı.

Burada kaldığımız ilk gecenin sabahında herkes tekrar hastaneye doluştuğunda Derya Kamer'le beni zorla eve göndermişti. Ardından diğer çocuklara güvenip o da eve gitmiş ve akşamına geri gelmişti. İstisnasız her gece burada kalmış, yanında kalacak kişileri de o seçmişti. Mesela ikinci gece yanında Gökay'la Koray kalmıştı, dün gece iste Feza'yla Derin.

Kimse buradan ayrılmak istemiyordu ancak Derya devamsızlığı bahane ederek herkesi zorla gönderiyordu buradan. Gerçi okula giden kimsenin kendini derse verebildiğini sanmıyordum, yani en azından ben gittiğimden bir şey anlamıyordum ama yine de gidiyordum işte. Okuldan çıkar çıkmaz da soluğu yoğun bakımın koridorunda alıyordum.

Kucağımdaki kalın ders kitabıma baktım. Beklerken göz atarım diye getirmiştim zira sınavlar bir hayli yaklaşmıştı ancak canım hiç istemiyordu. Bu yüzden yaptığım tek şey kitabın kapağıyla bakışmaktı.

Şimdilik yalnızdım çünkü çocuklar hala okuldaydı. Derya ise ben gelince dinlenmek için eve gitmişti. Şüphesiz en çok yorulanlardan biri oydu zira biyolojik saati şaşmıştı. Gündüzleri dinleniyor, geceleriyse nöbet tutuyordu.

Ne yazık ki tek derdimiz okul da değildi, yani en azından Koray'ın değildi. Öğrendiğime göre dans yarışmasına sayılı günler kalmıştı ve zaten ayağıyla ilgili yaşadığı talihsizlikten dolayı çalışmaları aksamıştı. Bir de üstüne Mert'in durumu böyle olunca iyice çıkmaza girmiş gibiydi. Arkadaşı bu haldeyken dans etmek ya da yarışma düşünmek istemiyordu, onu çok iyi anlıyordum ama Asel'e karşı duyduğu sorumluluğun altından da kalkamıyordu. Aslında yarışma Asel'in de pek umurunda değil gibiydi, yani davranışlarından bunu anlayabiliyordum ancak Koray, verdiği sözün altında kalmak istemiyordu. Bu yüzden de her gün hastaneye uğrayıp istemeye istemeye Asel'in yanına gidiyordu. Onu asla suçlamıyordum, aksine düşüncelerine fazlasıyla saygı duyuyordum. O vicdanla kendini provalara ne kadar verebiliyordu, bilmiyordum ama zaten burada durmasının da kimseye bir faydası yoktu.

Can sıkıntısıyla derince nefeslenirken Mert'in doktorunun buraya doğru geldiğini görerek hızla ayaklandım ve doktora doğru ilerledim. Doktor, hep yaptığı gibi beni saygılı bir tebessümle karşıladıktan sonra "Endişelenecek bir şey yok," diye açıklama yaptı hemen. "Hastayı kontrole geldim."

Evet, bunu sürekli yapıyordu ancak yine de her geldiğinde inanılmaz bir endişeyle doktorun karşısında buluyordum kendimi. Sevdiğin birini kaybetme korkusu... Yaşamayan bilmezdi bunu, bilemezdi.

Ufak bir baş hareketiyle doktoru onayladığımda yanımdan geçerek yoğun bakım odasına girdi. Bense ilerleyerek kalktığım sandalyeye attım kendimi. Herkes, özellikle de Derya, Mert'i azıcık dahi olsa görebilmek için yalvarmıştı doktora ama doktor buna katiyen izin vermiyordu.

Sıkıntıyla iç geçirdiğim sıra doktorun içeriden çıktığını gördüğümde bir kez daha ayaklanarak yanına gittim. Doktor oradan her çıkışında ister istemez ümitleniyordum işte.

"Durumu nasıl?"

"Hala stabil. Ne iyi ne de kötü hiçbir tepki vermiyor."

Acıyla yutkundum. Onu çok özlemiştim. Onu gerçekten çok özlemiştim.

Doktor, yanımdan geçip gideceği sıra aniden aldığım kararla hızla önüne geçtim ve doktorun gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladım. "Biliyorum, onu düşündüğünüz için bizi yanına almıyorsunuz ama siz de bizi anlayın lütfen. Ben, her gün yanındaydım onun. Her gün soluyordum kokusunu. Şimdiyse çok uzağındayım. Aylardır görüşmüyormuşuz gibi hissediyorum. Bizi ayıran görünüşte yalnızca bir duvar belki ama biliyorum ki, bu uzaklığın duvarla alakası yok. Lütfen, size yalvarıyorum. Beş dakika olsun izin verin onu görmeme. Buna ihtiyacım var. Ayakta kalabilmek için, umudumun sönmesine engel olabilmem için onu görmeye ihtiyacım var."

Konuşurken gözlerimin dolmasına mani olamamıştım. Doktora söylediklerim, içimdeki kargaşanın onda birini bile anlatmaya yetmiyordu belki ama daha fazla konuşamamıştım bu haldeyken.

Doktor, sıkıntılı gözlerle yüzümü inceleyerek bir süre düşündükten sonra seslice iç çekti ve "Peki," diye mırıldandı. Ben, programlanmış gibi beni yine reddettiğini sanarak yalvarmaya devam ettiğimde doktorun tuhaf yüz ifadesi karşısında duraksadım ve söylediği kelimeyi idrak etmeye çalıştım.

Ah, kabul etmişti. Mert'i görmeme izin vermişti!

Gözlerim irileşirken "Te-teşekkür ederim," dedim, kekelememe engel olamayarak. "Çok, çok teşekkür ederim!"

Doktor işaret parmağını havaya kaldırarak "Yalnızca beş dakika," diye uyarıda bulunduğunda, hızla başımı sallayarak onayladım onu. "Söz veriyorum, yalnızca beş dakika."

"Ayrıca bu ayrıcalıktan diğer arkadaşlarına bahsetmesen iyi olur, zira seni almak konusunda bile hala tereddütlüyüm. Sonradan diğerlerinin de gelip hastayı görmek için yalvarmalarını istemem."

Başımı salladım bir kez daha. "Tabii, tabii, söylemem."

"Sizi hazırlaması için hemşire göndereceğim."

Doktor, yanımdan ayrıldığında koridordan çıkana kadar baktım arkasından. Yüzüme geniş bir tebessüm hâkimdi, günler sonra onu görebileceğim için sahiden mutluydum.

Hayatta neler olacağını kestiremiyordunuz. Ne zaman ne için sevinebileceğinizi bilemiyordunuz. Üç gün öncesine kadar Mert'i görmek için birine yalvaracağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Oysa şimdi izin aldığım için delicesine mutluydum.

Dakikalar sonra yanıma bir hemşire geldiğinde hızla peşine takıldım ve beni, yoğun bakıma girmem için hazırlamasına izin verdim. Ardından hemşireyle birlikte tekrar yoğun bakım ünitesinin olduğu yere geldik ve bu sefer dışarıda beklemek yerine, hemşirenin ardından ben de içeri girdim.

Gözlerimi bilerek Mert'in olduğu yerden uzak tutarken hemşirenin "Sizi beş dakika sonra almaya geleceğim," demesiyle ona döndüm ve başımı sallayarak onayladım onu. Hemşire beni bırakıp dışarı çıktığında gözlerimi yumdum ve derince nefeslendim. Onun yanında ağlamamak için kendimi telkin ettikten sonra daha fazla vakit kaybetmek istemeyerek ona doğru döndüm ve gözlerimi kırpıştırarak açtım.

Ah, gerçekten oradaydı.

Ve hareketsizce yatıyordu.

Sanki saniyeler önce ağlamamak için kendimi sıkmamışım gibi gözpınarlarıma dadanan yaşları zar zor zapt etmeye çalışarak birkaç adım attım ona doğru. Üzerinde hastane önlüğü, ağzında ise kocaman bir boru vardı. Nefes alabilmek için o boruya ihtiyacı olduğunu bilmek canımı acıttı. Canımı çok acıttı.

Adımlarım yatağının hemen yanında durduğunda, hıçkıracağımı anlayarak elimi maskenin üzerinden ağzıma kapattım. Buraya ağlamak için gelmemiştim, acilen kendime gelmeliydim.

Sakinleşmek için derin bir nefes aldığım sıra kabloların takılı olduğu eline kaydı bakışlarım. Ardından boşta duran elimi kaldırdım ve yavaşça elinin üzerine bıraktım. Buz gibiydi teni. Her dokunduğumda içimi ısıtacak kadar sıcak olan elleri, bu kez üşütmüştü beni.

Kahrolmanın yeri olmadığını anımsamaya çalışarak yüzüne tırmandırdım gözlerimi. O güzel çehresi solmuştu. Çok yorgun görünüyordu. Ağzımdaki maskeyi hafifçe indirdim ve kuruyan dudaklarımı araladım.

"Be-ben geldim, Mert."

Hayır, tepki vermedi. Bunu ona her söylediğimde olduğu gibi gülümseyerek 'Hoş geldin,' demedi. İç çektim acıyla.

"Seni çok özledim, seni çok özledik. Arayı biraz uzun tutmadın mı?"

Yine hiçbir belirti göstermedi. Bana eşlik eden tek şey, Mert'in bağlı olduğu makinelerden çıkan seslerdi.

"Hem kaç gündür yemek de yiyemiyorsun," diye mırıldandım. "Bu seni delirtiyor olmalı. Baksana, zayıflamışsın bile."

En büyük zaafı bile yardımcı olmamıştı bana... Elimi kaydırdım ve parmaklarımı elinin etrafına sardım. Ne bileyim, belki biraz olsun ısıtabilirdim onu.

"Biliyorum, sen gerçek bir kahramansın ve eğer o gün kendini feda etmeseydin bunun acısını çekecektin ama keşke yaşanmasaydı tüm bunlar," diye fısıldadım. "Keşke vurulmasaydın, keşke şu an burada yatıyor olmasaydın. Niye kalkmıyorsun Mert? Niye kalkamıyorsun?"

Diğer elimi uzatarak yanağına dokundum hafifçe. Şakağını okşadım parmak uçlarımla.

"Eğer beni cezalandırmaya çalışıyorsan," diye mırıldandım. "Yani seni görmediğim, gördüğüm halde inanmadığım için canımı acıtmaya çalışıyorsan... Aldım dersimi ben, yemin ederim. Açıldı gözlerim. Gerçi bunu annem sağladı ama olsun, açıldı ya, önemli olan bu. Öyle değil mi?"

Bir şey bekledim ondan. En ufak bir tepki. Hani dizilerde olurdu ya, yoğun bakımda yatan kişiler âşık oldukları kişi geldiğinde mucizevi bir şekilde uyanırlardı, parmaklarını oynatırlardı ya da göz kırparlardı. Böyle bir şey bekledim ondan, küçücük bir tepkiye dahi razıydım. Yeter ki belli etsindi kendini.

Ama olmadı. Uyanmadı, parmağını oynatmadı, gözünü kırpıştırmadı. Mert, beni hissetmedi.

Dudaklarımı dişledim acıyla. Ya o dizilerde olan şeyler bir saçmalıktan ibaretti ya da Mert'i uyandırmaya gücü yetecek kişi ben değildim. Hangisinin daha acı olduğunu bilmiyordum.

Burukça tebessüm ettim. "Acaba yanlış mı anladık biz? Annem de mi yanıldı senin hakkında? Beni... Beni sevmiyor musun yoksa?"

Kendimi bir duvarla konuşuyormuş gibi hissediyordum. Beni duyup duymadığından bile emin değildim ve en kötüsü, beni duymasından mı yoksa duymamasından mı daha çok korktuğumu bilmiyordum.

"Olsun," diye mırıldandım, daha fazla kendimi tutamadığım gözyaşlarım yanağımla buluşurken. "Beni sevmesen de, hatta başkasını seviyor olsan bile uyan. Yeter ki uyan Mert, yeter ki uyan. Sensiz çok kötüyüm, sensiz herkes çok kötü. Hepimiz yıkıldık, çaresizce uyanmanı bekliyoruz. Bize bunu yapmaya hakkın yok. Bizi bu kadar üzmeye, canımızı böylesine yakmaya hakkın yok. Hadi, uyan. Ne olursun, uyan artık."

Yanağımdan kayan gözyaşım Mert'in eline düştüğünde nefesimi tuttum. Hala o klişelerden birinin gerçekleşmesini bekliyordum ümitsizce. Hala beni hissedip uyanmasını bekliyordum ama olmuyordu işte.

Mert, ne yaparsam yapayım uyanmıyordu.

İçeride kalma süremin sonlarına geldiğimi fark ederek dudaklarımı birbirine bastırdım. Birazdan hemşire beni almaya gelirdi. İç çektim seslice. Umduğumu bulamamıştım, onu geri hayata döndürememiştim ama en azından görmüştüm onu. Dokunmuştum tenine.

Yapmadığım tek bir şey kalmıştı.

Peş peşe yutkundum. Bunu yapmalıydım. Zira ne acıdır ki, bunu bir daha yapacak zamanım olmayabilirdi. Bir kez daha yutkunduktan sonra usulca eğildim. Yüzümü, yüzüne yaklaştırırken kokusunu duymaya çalıştım ancak hissettiğim tek şey ilaç kokusuydu. Hastane ve ilaç kokusu...

Her an hemşirenin geleceğinden endişelendiğim için hızlı olmaya çalışıyordum ama bunu yapmak benim için çok zordu. Mert, beni görmüyor olsa bile çok zordu ve ben ne yazık ki altı yaşındaki Beril değildim.

Çünkü altı yaşındaki Beril, on sekiz yaşındaki Beril'den kat be kat daha cesurdu.

Biraz daha eğildikten sonra dudaklarımı, dudaklarının hemen yan kısmına bastırdım ve kısa bir süre öylece bekledim. Tekrar tekrar öpmek istedim onu ama yalnızca bekledim. Bekledim ve dudaklarım onun tenine dokunurken içimden yalvardım Allah'a.

Ne olur, onu bana bağışla. Ne olur, onu bize bağışla. Ne olur! Ne olur...

Dudaklarımı istemeye istemeye uzaklaştırdım ondan. Gözlerimi yüzünden ayırmadan yavaşça doğruldum. Bir elim, hala elinin üzerindeydi. Elimin ısıtmayı beceremediği tenini okşadım.

Arkamdaki kapının açıldığını işittiğimde ayrılık vaktinin geldiğini anlayarak iç çektim.

"Ne olur bizi daha fazla bekletme, Mert. Kahramanım olmadan çok korkuyorum. Sensizken çok korkuyorum."

"Hanımefendi, çıkmamız gerekiyor."

Hemşirenin sesini işittiğimde elimi yavaşça çektim Mert'in elinden. Ardından son kez baktım ona. Görmediğini bile bile bakışlarımla ona olan sevgimi haykırdım ve sonra sessizce veda ettim kahramanıma.

Hemşirenin peşine takılarak dışarı çıktığımda koridorun bıraktığım gibi olduğunu gördüm. Yine yalnız kalmıştım.

Ben, yine Mert'siz kalmıştım.

"Biz kantine iniyoruz, bir şey isteyen var mı?"

Kamer ve hemen yanındaki Elif, gözlerini bize dikerlerken başımı salladım iki yana. Diğerleri de onlara olumsuz karşılık verdiklerinde arkalarını dönüp koridorda ilerlemeye başladılar.

Akşam olmuştu. İlk gün olduğu gibi herkes buradaydı. Derya, ben yoğun bakımdan çıktıktan bir saat kadar sonra gelmişti. Diğerleriyse dersleri bittiğinde gelmişlerdi. Yalnızca Koray ders çıkışı Asel'le prova yapmak için çocuklardan ayrılmış, yaklaşık yarım saat önce de Asel'le birlikte hastaneye gelmişlerdi.

Simge'nin abisi Soyer de buradaydı. Simge her geldiğinde o da geliyordu ve bu beni bir miktar şaşırtıyordu doğrusu. Sonuçta işi gücü olan bir adamdı ve İstanbul'da yaşıyordu. Buna rağmen hiç de dönmeye niyetliymiş gibi görünmüyordu.

Hırkamın cebindeki telefonumun titrediğini hissettiğimde elimi cebime sokarak telefonumu çıkardım ve annemin bir gelişme olup olmadığını soran bir mesaj attığını gördüm. Mert'in vurulduğu günün ertesi günü annemle babam buraya gelmiş ve biraz kalmışlardı. Onlar da Mert için çokça üzülüyor ve sürekli dua ediyorlardı. Ayrıca hala ailesinin haberi olmamasından dolayı da oldukça rahatsızlardı. Yine de bu kararın Derin ve Derya'ya ait olduğunu bildiklerinden bir şey diyemiyorlardı.

Anneme her şeyin aynı olduğunu bildiren bir cevap yazdıktan sonra telefonumu cebime koydum ve gözlerimi etrafta gezdirmeye başladım. Herkes çökmüş vaziyetteydi. Ruhlarımız içimizden çekilip alınmış gibiydi. Mert'in yokluğu hepimizi derinden sarsmıştı.

Bakışlarım Güneş'in olduğu yere kaydığında boş bakışlarla karşısındaki duvarı izlediğini gördüm. O da istisnasız her gün buraya gelmiş ve Derya akşamları onu zorla gönderene kadar hastanede kalmıştı. Bu süre zarfında onunla pek bir iletişimimiz olmamıştı ama ara sıra bakışlarını üzerimde hissediyordum. Onun da benim onu izlediğimin farkında olduğundan emindim. Buna rağmen ağzımızı açıp tek bir şey demiyorduk birbirimize. Aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi.

Bakışlarım ondayken koridorun diğer ucunda bir hareketlilik sezdiğimde hızla o tarafa döndüm ve Mert'in doktoruyla birkaç kişinin buraya doğru koştuğunu gördüm.

Çok... Telaşlı görünüyorlardı.

Aklıma gelen korkunç ihtimallerle ayağa fırlarken "Ne oluyor?" diye sordum korkuyla. Diğerleri de endişeyle oturdukları yerden kalkıp doktora ithafen konuşmaya başladılar.

"Mert'e bir şey mi oldu?

"Doktor, ne oluyor?"

"Mert! Mert iyi mi?"

Doktor ve yanındakiler, hiçbir şey demeden yanımızdan geçerek yoğun bakım ünitesine girdiklerinde hepimiz hızla kapının önüne dizildik. Hazırda bekleyen gözyaşlarım bunu bekliyormuşçasına anında yanaklarımla buluşurken Derin'in de Feza'ya sarılarak ağlamaya başladığını gördüm.

"Abi, bir şey oldu! Kesin Mert'e bir şey oldu!"

Gökay, isyan edercesine bağırdığında Koray, kolundan tutarak sakinleştirmeye çalıştı onu. "Bir dur oğlum be, hemen en kötüsünü düşünme!"

Onların halleri beni daha da endişelendirirken ağlamam şiddetlendi. Ettiğim duaların haddi hesabı yoktu. Allah'ım ne olur, onu bize bağışla. Ne olur, bizi onsuz bırakma.

Derya bile her zamanki haline karşın daha fazla dayanamayarak gözyaşlarına boğulduğunda elimi duvara yaslayarak destek almaya çalıştım. Bacaklarımın bağı çözülmüş gibiydi, ayakta durmakta zorlanıyordum. Korkuyordum. Çok korkuyordum.

Ömrümüzden ömür götüren dakikalar sonra Mert'in doktoru, yoğun bakımın kapısında belirdiğinde hepimiz nefesimizi tutarak ona baktık ve ağzından çıkacak tek bir kelimeyi bekledik korkuyla. Bizi ayakta tutmak da yıkmak da onun elindeydi şu an.

Doktor, sabit bir ifadeyle gözlerini şöyle bir üzerimizde gezdirdikten sonra hafifçe gülümsedi.

"Gözünüz aydın, hastamız uyandı."

Bölüm sonu :')

Birçoğunuzun beklediği bölümdü bu, yani çoğunuz Beril'in bir şeylerin farkına varmasını dört gözle bekliyordu ve dolaylı yoldan da olsa (buradan Suzan'a saygılar) nihayet oldu. Bu bölümü ondan yazmak istedim, çünkü onu en iyi ifade edebilecek kişi yine kendisiydi. Umarım beğenmişsinizdir. 🙏🏻

Geçen bölümde olduğu gibi 'burada bölüm kesilir mi' diyen olursa kızarım ona göre 😂😆 Hiçbir şeyi de beğendiremiyorum size yani. Ne yapayım ben, ne yapayım...

Şaka bir yana bundan sonrasını Mert'ten okuyacağınız için bölümün burada bitmesi gerekiyordu. Çok özlediniz Mert'i biliyorum, valla ben de özledim keratayı... Vuslat yakındır.❤️

Bölümün başında söylediklerim hala geçerli. Oy ve yorum konusunda cimrilik yaparsanız diğer bölüm katliam çıkarırım ona göre. 😌🤗

Yeni bölüme kadar kendinize çok iyi bakın, görüşürüz efenim. 🌠💜

İnstagram: rabiiaosma

İnstagram: bayanclarahikayeleri


Continue Reading

You'll Also Like

Haz By 🍀

Romance

182K 2.1K 16
"Siktir, kırmızı senin rengin." Sütyenimin açıkta bıraktığı göğüslerimi öpmeye başladı. Bir eliyle kalçalarımı sıkıyor diğeriyle de kasıklarımı okşuy...
270K 7.9K 55
Sen benimsin, aksini düşünen sonunuda düşünsün. +18 Cinsellik fazla bulunuyor bunu bilerek okuyalımm. Askeri kurgu Çocukluk aşkı Arkadaşlıktan doğan...
660K 31.4K 51
Burak: Ne istiyorsun? 055*: Bu kadar kaba olma ya. 055*: Alt tarafı bir soru soracaktım. Burak: O zaman sor, ders çalışmam lazım. 055*: Alıkoyduysam...
1M 43.7K 42
0545* Sizi "MAFYA" adlı gruba ekledi #Romantizm kategorisinde 1.Sıra✨ #3Ay kategorisinde 1.Sıra✨ #Siyah kategorisinde 1.Sıra✨ #Esir kategorisinde 1.S...