KIZIL YILDIZ (B.A.K.) ~ Tamam...

By bayanclara

5M 190K 33.8K

10 yaşındaki Mert Atalay'ın en büyük hayali süper kahraman olmaktı. Olmuştu da. 6 yaşındaki Beril'in hem süpe... More

KIZIL YILDIZ - |Giriş|
#1 - Kantindeki Kızıl
#2 - Kayıp Kimlik
#3 - Halı Saha
#4 - Yeni Partner
#5 - Kalp Kırıkları
#6 - Hoş Geldin
#7 - Mavi Saçlı Kız
#8 - Süper Kahraman
🌠 Geçmiş ~ 1 🌠
#9 - Mektup
#10 - Borç
#11 - Rövanş
#12 - Narin Prenses
#13 - Bencil
#14 - İçine Kimseyi Almayan Yürek
#15 - Sarışın Hırsız
#16 - Bir Elmanın Beş Çeyreği
#17 - Davetsiz Misafir
#18 - Artık Çok Geç
#19 - İlk Aşk
#20 - Yalancı
#21 - Kabuk Bağlayan Yaralar
#22 - Şeker Güzelmiş
#23 - Mucizeler Yalnızca Masallarda Olur
#24 - Abartarak Sevmek
#25 - Yasak
#26 - Alınacak Hesap
#27 - Çöken Omuzlar
#28 - Çıkmaz Sokak
#29 - Söz
#30 - Gözyaşı
#31 - Küçük Yıldız
#32 - Umut
#33 - Hata
#34 - Aslan Avı
#35 - Zoru Başarmak
#36 - İhtiyaç
🌠 Geçmiş ~ 2 🌠
#37 - Sarhoş
#38 - En Çok Sen
#40 - Adı Aşksa Eğer
#41 - Ait Kılan Bağ
#42 - Görülmeye Değer Sevgi
#43 - Koca Bir Karanlık
#44 - Gerçek Kahraman
#45 - Hissetmek
#46 - Vuslat
🌠 Geçmiş ~ 3 🌠
#47 - Geçmişin Külleri
#48 - Yalnız Sen
#49 - İçten Sarılışlar
#50 - Saf Duygular
#51 - El Ele Yürümek
#52 ~ Dans Yarışması
#53 - Kutlama Yemeği
#54 - Murada Ermek
#55 - Doğum Günü
#56 - Yılbaşı Gezisi / 1
#57 - Yılbaşı Gezisi / 2
#58 - Ürkek Yara |Feza|
#59 - Sevilen Başka Biri |Gökay|
🌠 Geçmiş ~ 4 🌠
#60 - Zamansız Hata |Koray|
#61 - Böylesine Rastlamak |Kamer|
#62 - Can Yakan Güzellik
#63 - Beklenmedik Teklif
#64 - Pijama Partisi
#65 - Gizli Kahramanlar
#66 - Eski Günler
#67 - Değişmek
#68 - Düğün
#69 - Mert Atalay Sözü |FİNAL|
Özel Bölüm / MERT
🌜DOLUNAYIN VECHİ🌛
Özel Bölüm 2 / MERT
Özel Bölüm / KORAY
Özel Bölüm: "Mert / 3"

#39 - Yetmeyen Kalp

32K 1.6K 451
By bayanclara

Sevmek.

Çok sevmek.

Her şey bundan ibaretti işte. Doğuyordunuz, seviyordunuz ve ölüyordunuz. Dünyadan göç ederken yanınızda hiçbir şey götüremiyordunuz. Yalnızca kalbinize yerleşenler sizle geliyordu. Ve Beril, benim kalbime yerleşmişti.

Onu izliyordum. Beyaz tenini, rüzgârla dans eden kızıl tutamlarını, büzülmüş dolgun dudaklarını, küçük ve pürüzsüz burnunu, gür kirpiklerini... Gözlerimi, dokundurabileceğim her bir noktaya dokundurmaya çalışıyordum. Göz kapaklarımı birbiriyle kavuşturduğumda onu eksiksiz çizebilmek istercesine bakıyordum. Öyle derin, öyle güzel, öyle ince...

Sevgi, en yüce duygulardan biriydi. Seviyordunuz, hiçbir sebebiniz olmasa dahi çok seviyordunuz. Bu öyle bir duyguydu ki, sevginiz için aklınızın alıp almayacağı her şeyi kabullenebiliyordunuz. Bu duygu her bir zerrenize karışıyordu. Bakış açınız, kararlarınız, tercihleriniz, aklınıza gelebilecek her türlü şey sevgiyle bir anda değişiveriyordu. Siz değişiyordunuz ancak bundan hiçbir şikâyetiniz olmuyordu. Öyle ki bazen değiştiğinizin farkında bile olmuyordunuz.

Ben şanslıydım, en azından kendimdeki değişikliğin farkındaydım. Beril'e âşık olduktan sonra düşüncelerimle davranışlarımın yer değiştirdiğini ve karman çorman olduğunu biliyordum. Ona olan bağlılığım zaman zaman kişiliğimden ödün vermeme neden olmuştu. Normalde olsa yaşandığında arkama bakmadan dönüp gidebileceğim olayları sineye çekmiştim kimi zaman. Ancak pişman değildim. Bu da sevginin yan etkisiydi işte. Olmuyordunuz. Çünkü sevdiğiniz kişinin küçük bir hareketi dahi sizi hiç olmayacağınız kadar mutlu edebiliyordu. Küçük bir rüya, size çektiğiniz tüm acıları yok saydırabiliyordu.

Sahildeydik. Beril'in kaybolduğu gün, onu bulduğum ve sımsıkı sardığım kayaların üzerinde oturuyorduk yine. O, denizi ve uçsuz bucaksız gökyüzünü izliyordu dalgınca; bense onu. Bu his insanın feleğini şaşırtıyordu sahiden. Beril, bana her şeyden daha güzel geliyordu; o mucizevi büyüklükteki denizden ve hatta kimsenin dokunmaya gücünün yetmediği gökten bile.

Deliriyor olabilir miydim?

Komik bir soruydu, kabul ediyorum. Gerçekten sevip de aklını koruyabilen biri var mıydı ki sanki?

Eray olacak pislik herifi arkamızda bırakıp eve çıktıktan sonra pek bir şey olmamıştı aslında. Suzan Abla, Eray'ı dövdüğüm için bir yandan iyi hissetmiş -bizzat kendi söylememişti belki ama gözlerinden hislerini okumak hiç de zor olmamıştı- bir yandan da benimle ilgili sorun çıkabileceği için endişelenmişti. Dakikada bir camdan dışarı bakıp durmuş ve komşuların arayıp haber verdiği ambulans o iti gelip alana kadar da pencereyle koltuk arasında gelip gitmeye devam etmişti. Bana sorarsanız ambulanslık bir şey yoktu. Etraftakilerin abartmasıydı. Aslında ben polis de çağırırlar sanmıştım ancak gelip beni alan kimse olmamıştı. Gerçi bunun beni pek etkilediğini de söyleyemeyecektim çünkü onu dövdüğüm için zerre kadar pişman değildim. Yine olsa yine döverdim, hatta belki de daha çok döverdim. Bunu polise anlatmaktan da hiç gocunmazdım.

Yanlış anlaşılmasın, şiddet yanlısı bir insan değildim. Ancak bazılarının da dayaktan başka bir şeyden anlamadığı ve bolca hak ettiği de bariz ortadaydı.

Beril, eve çıktıktan sonra da bir müddet sessizce ağlamaya devam etmişti. Suzan Abla onun için de epey endişelenmişti. Okulu, dersleri falan zaten çoktan boş vermiştik. Ben yalnızca bir ara çocuklardan birini arayıp gelemeyeceğimi haber vermiştim o kadar.

Aradan biraz zaman geçince -ambulans gelip Eray itini aldıktan bir on dakika kadar sonra- Beril, gözyaşlarını durdurmuş ve buraya gelmek istediğini söylemişti. İsteğini geri çevirmemiştim, çeviremezdim de zaten zira bunu yapabilecek gücüm yoktu.

Evden çıkıp buraya geldiğimizden beri ikimiz de hiç konuşmamıştık. Beril, buraya gelince de biraz ağlamış ve sonra kendi kendine durmuştu. Ağlaması ondan daha fazla benim içimi yakmıştı ama ağlamamasını da söylememiştim. Çünkü söylesem kendini ağlamamak için zorlayacaktı ve belki de rahatlayamayacaktı.

Kayalara oturduğumuzdan beri gözleri hep karşıdaydı, bana hiç bakmamıştı. Bense ondan başka hiçbir yere bakmamıştım. Bunun farkında olduğunun da bilincindeydim ayrıca, çünkü insan tuhaf bir şekilde hissediyordu kendisine bakıldığının. Hele ki aramızda hiç mesafe yokken fark etmemesi imkânsızdı ancak bundan rahatsız olduğunu belirten bir şey de yapmamıştı.

"Sıkılmadın mı?"

Fazlasıyla kısık ve ağlamaktan dolayı çatlamış sesi, aramızdaki sessizliği delip geçtiğinde hafifçe irkilsem de büyük bir tepki vermedim. Yalnızca avuç içime yasladığım kafamı hafifçe oynattım ancak bunu yaparken de bakışlarım onda kalmaya devam etmişti.

Hafifçe boğazımı temizleyerek sesimi bulduğumda "Sen sıkılmadın mı?" dedim, sorusuna soruyla karşılık vermeyi daha uygun bularak. Bana dönmese de başını hafifçe kaldırıp gökyüzüne baktı. "İnsan böylesine güzel bir sonsuzluğu izlerken nasıl sıkılabilir ki?"

Dilimin ucunu dudaklarımın üzerinde gezdirdikten sonra gözlerimi ondan ayırmadan usulca konuştum. "Haklısın, insan böylesine güzel bir sonsuzluğu izlerken sıkılamaz."

Beril, sözlerimin üzerine buraya geldiğimizden beri ilk kez çevirdi bakışlarını bana. Kızarık elalarındaki şaşkınlığı ve soru işaretlerini olduğum yerden rahatça görebiliyordum. En son gözyaşlarının ıslattığı dudaklarını birbirine bastırıp birkaç saniye yüzümü izledi yalnızca. Ne dediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi.

"Aynı şeyden bahsettiğimize emin miyiz?"

Yanağımı avuç içimden ayırmadan dudaklarımı hafifçe büzdüm. Verdiğim kararın arkasındaydım, bundan böyle kaçmak yoktu. Şu an duygularımı itiraf edecek gücüm yoktu belki ama bir şeyleri belli etmekten de çekinmeyecektim.

"Pek sanmıyorum."

Bana kısa bir süre daha hiçbir şey demeden baktıktan sonra vücudunu tamamen benden tarafa çevirdi ve başını omzuna doğru eğdi. Gözlerindeki soru işaretleri yerini koruyordu ancak şaşkınlık için aynı şeyi söyleyemeyecektim.

"Ben gökyüzünden ve denizden bahsediyordum," diye açıklama yaptı. Bunun farkındaydım zaten ancak belli etmedim. Kaşlarımı usulca yukarı çıkardıktan sonra "Öyle mi?" diye sordum, en ufak bir şaşırma belirtisi göstermeden. "Eh, o halde aynı şeyden bahsetmiyormuşuz."

Sahi, bu sözlerim cesurca mıydı gerçekten? Bence değildi, hem de hiç değildi. Cesur olsaydım eğer şu an söylerdim ona nasıl âşık olduğumu. Dökerdim içimi, göğüs kafesimi kırıp kalbimi gösterircesine koyardım ortaya hislerimi. Ancak ben cesur falan değildim. Reddedilmekten ve karşılık alamamaktan korkan zavallının tekiydim.

Yani, en azından şimdilik...

Beril, öndeki kayaya uzattığı bacaklarını topladı ve aynı benim gibi dirseğini diz kapağının üzerine koyduktan sonra yüzünü avuç içine yaslayıp gözlerimin tam içine baktı.

"Sen," dedi, yavaşça. "Neyden bahsediyordun öyleyse?"

Sorusunu duymazdan geldim. Daha doğrusu ona istediği cevabı dolaylı olarak verdim.

"Gözlerin... Çok güzel."

Ani iltifatım onu şaşırttığında bakışlarından geçen afallamayı yakalayabilmiştim.

"Te-teşekkür ederim."

Sessizce iç çektim ve kendi kendime mırıldanırmışçasına konuşmaya devam ettim.

"Saçların... Onlar da çok güzel."

Kaşları hayretle havalandı ve gözlerini birkaç kez hızlıca kırptı.

"Teşekkür ederim."

"Yanakların, burnun, çenen ve hatta kaşların... Onlar da çok, çok güzel."

Bu sefer duraksadı. Bu kadarını beklemiyor olacak ki başını doğrulttu ve ince kaşlarını gözlerine doğru indirerek "İ-iyi misin?" diye sordu. Aklıma geleni hiç düşünmeden dilimle haykırmama ne kadar şaşırdığı kekelemesinden bariz anlaşılıyordu.

Yanağım hala elime yaslıydı, kolum ağrımaya başlamıştı hatta ancak pek umurumda sayılmazdı.

"Ah, görüyor musun?" diye sordum dudaklarım tembel bir gülümseme eşliğinde kıvrılırken. "Ben senden bahsediyormuşum."

Şimdilik seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyemiyorum güzelim ama saçmalıklarımla göstermeye çalışıyorum. Beni birazcık anla, olur mu?

Neyden bahsettiğimi anladığında bir müddet öylece yüzüme baktı. Sonraysa kaşlarını yukarı kaldırıp "Beni mutlu mu etmeye çalıyorsun?" diye sordu. "Eğer öyleyse böyle şeyler demene gerek yok."

Nihayet başımı avuç içimden ayırdım ve cıklayarak başımı salladım.

"Hayır," dedim, tok bir ses tonuyla. "Sadece içimden gelenleri söylüyorum, hepsi bu."

"Ne yani?" diye sordu inanamazmış gibi. "Şimdi ben bu denizden, hatta bu gökyüzünden daha mı güzelim?"

Hiç düşünmeden "Evet," diyerek onu onayladım. "Bence öyle."

Hayreti sürmeye devam ederken birden hafifçe güldü ve alaylı bir tavırla "En son ne zaman göz doktoruna gittin?" diye sordu.

Gülümsemesine eşlik ettim. "Gözlerim bozuk falan değil güzelim."

"Gözlerinde hiçbir problem yok ve buna rağmen benim," dedikten sonra elini kaldırarak önündeki manzarayı işaret etti. "Bunlardan daha güzel olduğumu iddia ediyorsun, öyle mi?"

"İddia etmiyorum," dedim kısık ama kararlı bir ses tonuyla. "Benim için öyle olduğunu söylüyorum."

Ben... Daha ne kadar açık konuşabilirim?

Sen... Daha ne kadar anlamayabilirsin?

Kaşları indi, ancak hayreti yerini meraka bırakmıştı.

"Neden?"

Omuz silkmekle yetindim. "Çünkü canım öyle istiyor."

"Sen," dedi ve sustu. Sanki söyleyecek kelime bulamıyordu. Dudakları kıpırdadı, birkaç kez aralandı ve ardından geri kapandı ama en sonunda konuştu. "Sen ne kadar tuhaf bir adamsın böyle... Tılsımlı gibisin sanki. Kendini seviyorsun, insanları seviyorsun ve yetmiyor, insanlara kendilerini sevdirmeye çalışıyorsun. Sanki sahiden kahraman olmak için dünyaya gelmiş gibisin. Nasıl yapıyorsun bunu, nasıl başarabiliyorsun aklım almıyor. Herkesin yanında kan ağlayan içim, senin yanında duraksıyor. Öyle bir hale getiriyorsun ki onu, niye ağladığını unutuyor sanki. Küçükken de böyleydin. Beni kırardın. Sen bilmezdin gerçi ama kırılırdım sana. Küserdim hep. Ama sen farkında olmadan herhangi bir şey yapardın ve bir bakmışım, gönlüm yine sana gidivermiş."

Duraksadı ve ellerini gözaltlarına bastırdı. Hayır, ağlamıyordu ancak buna ihtiyacı varmış gibiydi.

"Kaç yıl geçmiş aradan," diye devam etti konuşmasına. "Kaç koca sene geçmiş Mert... Ama hiçbir şey olmamış gibi sanki. Biz senle hiç ayrılmamışız, aramıza hiç mesafe girmemiş gibi. Yine en çok senin yanında güvendeyim, yine en çok senin yanında huzurluyum ve niye böyle hissettiğimi inan anlamıyorum. Çabalıyorum ama sahiden anlayamıyorum. Benim şu an harabeden farkım olmaması lazımdı. Aldatıldım ben, sevdiğim adamın ve en yakın arkadaşım sandığım kişinin ihanetine uğradım. Ben bunu öyle kolay kaldırabilecek biri değilim. Kolayı geçtim, kaldırabilecek biri bile değilim ama kaldırmaya çalışıyorum. Bak, şu an dışarıdayım. Ara ara da olsa içimden gelerek gülüyorum, yani birkaç saat öncesine kadar gülüyordum en azından. Ve bunların hepsini senin yanındayken yapıyorum. Senin yanındayım ve senin yanındayken senden başka bir şey düşünemiyorum. Ben Eray'ı seviyordum. Gerçekten seviyordum ama siz kavga ettiğinizde ona değil, senin için ağlıyorum. Sana bir şey olacak diye, seni üzeceğim diye, benim yüzümden sen zarar göreceksin diye. Ben eskiden olduğu gibi yine senin tarafını tutuyorum. On iki sene Mert, dile kolay on iki koca sene... Söyler misin, nasıl hiç yaşanmamış gibi oluyor? Nasıl ya, nasıl?"

Afallama, hayret, şaşkınlık... Hislerimi anlatacak hisler bunlardan biri olmalıydı ancak ne hissettiğimi anlayamıyordum bile. Beril'in sözlerini neye yoracağımı bilmiyordum ki, onun da biliyora benzeyen bir tarafı yoktu. Öyle ki o da bana soruyordu bunu.

Doğru muydu söyledikleri? Ben... Sahiden iyi mi geliyordum ona? Her şeyi unutturup güldürecek kadar?

Ne diyeceğimi bilemeyerek yutkundum. O ise bana cevap istercesine bakmaya devam ediyordu. Kaçacak bir yerim yoktu, kaçmaya mecalim de yoktu. Bu yüzden doğruyu, yani içimden geçeni söyledim.

"Bilmiyorum. Belki... Belki aramızda bizim göremediğimiz bir bağ vardır ve..." duraksayarak başımı salladım iki yana. "Ve'si yok, varsa da ben bilmiyorum. Buna nasıl bir açıklama yapılabilir ki?"

"Korkuyorum," dedi birden. Sanki söylediklerimi dinlememiş, dinlediyse de umursamamış gibiydi. "Sana dün gece de söyledim, çok korkuyorum ben. Çünkü tüm acılarımdan kaçıp sana sığınıyorum. Yanındayken tüm kırgınlıklarımı geçici de olsa arkamda bıraktığımı bildiğimden sürekli sana gelmek istiyorum. Küçük bir çocuğun korkularından kaçıp annesine sığınması gibi ben de kötü olan her şeyden kaçıp sana sığınıyorum. Bunu yapmamam lazım, acılarımla kendim yüzleşmeyi öğrenmem lazım ama yapamıyorum. Yapmak istemiyorum. Kolaya kaçıyorum. Ben... Hep sana kaçıyorum, Mert."

"Kaç," dedim, hiç düşünmeden. Ardından da hevesimi belli etmemeye çalışarak devam ettim. "Eğer sana iyi geliyorsam, bunu başarabiliyorsam hep yanımda dur."

Dudakları, sözlerimin üzerine acı çekercesine kıvrıldı. "Ama ben çocuk değilim, sen de benim annem değilsin. Eninde sonunda beni bırakacaksın."

Araya girdim. "Beril, yine okulumun bitmesinden bahsedeceksen-"

"Sorun okul değil," diyerek lafımı bitirmeme izin vermedi. "Hadi gitmedin diyelim, hatta benim okulum bitene kadar burada kaldın. Peki, ya sonra? Sonra ne olacak? Ömrümün sonuna kadar beni mi koruyacaksın, kendini değil de beni mi düşüneceksin? Bunu yapabileceğini mi düşünüyorsun? Hem bunu... Bunu neden yapasın ki?"

Çünkü sana aşığım.

Bunu söyleyebilmek niye bu kadar zordu? Altı üstü üç kelimelik bir cümle, nasıl bu kadar korkutucu olabiliyordu?

"Bak, gördün mü?" diye sordu, sessizliğimi yanlış anlayarak. "Sen de cevap veremiyorsun, çünkü verecek bir cevabın yok."

"Belki vardır," diye mırıldandım. "Belki vardır ama söylemekten hiç olmadığım kadar korkuyorumdur?"

Kaşları çatıldı, ne dediğimi anlamadığı her halinden belliydi. "Ne? Neyden korkuyorsun?"

"Ölmekten, söyleyip de ölmekten korkuyorum, Beril."

Kalbimin sana ait olduğunu itiraf etmekten ve daha az önce başka birini sevdiğini söyleyen o güzel dudaklarından sevgimi reddedecek herhangi bir kelimenin boğazıma yapışmasından korkuyorum.

"Ö-ölürsen ne olur?"

"Ölüler konuşamaz, Beril. Eğer söyleyip de ölürsem bir daha asla konuşamam."

Önüne gelen birkaç tel saçını kulağının arkasına iliştirirken "Ben hiçbir şey anlamıyorum," dedi, isyan edercesine. "Ne demek istiyorsun? Açıkça söyler misin?"

Bakışlarımı, o güzel yüzünden ayırdım ve başımı çevirerek sonsuz göğe baktım. "Şimdi değil, güzelim. Bir gün cesaret edip söyleyebileceksem bile şimdi değil."

Beril, uzun denemeyecek bir müddet daha bana baktıktan sonra benim gibi önüne döndü ve çenesini diz kapaklarına yasladı. Ardındansa "Teşekkür ederim," diye mırıldandı huysuz bir ses tonuyla. "Yine tüm olan biteni unutup günlerimi ne demeye çalıştığını anlamaya çalışmakla geçireceğim."

Sözleri beni hem şaşırtmış hem de az da olsa gülümsetmişti. Melankolik ruh halimizden soyutlanmak istercesine sesime muzip bir ton vererek konuştum.

"Demek günlerini beni düşünerek geçiriyorsun?"

"Seni değil, sözlerini düşünerek geçiriyorum," diye cevap verdi. Sesi hala huysuz tonuna ev sahipliği yapıyordu. "Ne demeye çalıştığını anlamadığım yetmiyormuş gibi anlamamamın sebebini de anlayamıyorum. Sence kelimelerinin altında yatan anlamlara erişebilmek için yaşım mı yetmiyor yoksa zekâm mı?"

"Kalbin."

Cevabının üzerine bakışlarının bana döndüğünü hissettim ancak denizi izlemeye devam ettim.

"Ne demek bu? Laf mı soktun sen şimdi bana?"

Sorusu beni gülümsetirken cıkladım. "Yalnızca sorunun cevabını verdim."

Seslice iç çekti. Hatta bana duyurmak için bu eylemi biraz abarttığını bile söyleyebilirdim. "Bazen sana gıcık oluyorum, çünkü bana kendimi salakmışım gibi hissettiriyorsun."

"Asla böyle bir niyetim yok ki onlarca defa söylediğim gibi salak falan değilsin. Sadece..."

"Sadece ne?"

"Sadece anlaman için hissetmen lazım. Ne zaman hissedeceksin beni, işte o zaman anlayacaksın demek istediklerimi."

Bana dik dik baktıktan sonra oflayarak yüzünü dizlerine gömdü ve huysuzca homurdandı.

"Bir felsefi sözlerin eksikti gerçekten..."

Çocuksu hali beni şefkatle gülümsettiği sıra cebimdeki telefonun titreştiğini hissettim. Yüzümdeki gülümsemeyi bozmadan elimi cebime attım ve telefonumu çıkararak kimin aradığına baktım. Koray'ın aradığını gördüğümde kaşlarım usulca çatıldı ve daha fazla vakit kaybetmeden yanıtladım aramayı.

"Efendim kardeşim?"

Beril, sesimi duyduğunda başını dizlerinden kaldırmadan bana doğru çevirdi. Gözlerimi onun elalarına dikerek telefonun diğer ucundaki arkadaşımın cevap vermesini bekledim. Ayağından dolayı evdeydi ve çocuklar okulda olduğu için tek başınaydı.

"Mert, neredesin abi?"

Sorusu kaşlarımı biraz daha çatmama neden olurken "Dışardayım, bir şey mi oldu?" diye sordum endişeyle.

"Yok, yok, bir şey olmadı. Yani aslında sana ihtiyacım var, tabii müsaitsen."

Ayağına bir şey olup olmadığını merak ederken "Beril'leyim ama müsaidim. Söyle," dedim hemen.

"Abi, ben bugün doktora gideceğim. Yani ayağım için randevu almıştım, aslında çocuklar götürecekti ama sanırım hoca dersi uzatmış. Onları beklersem randevu saati geçecek. Sen de derse girmemişsin. Beril'le kalmak zorunda mısın bilmiyorum ama bir arayayım dedim işte. Olmazsa taksi çağıracağım."

Beril, sessizce beni izlemeye devam ederken başımı denize doğru çevirdim. "Yok, taksi çağırma, ben gelirim de ayağına bir şey olmadı değil mi? Nerden çıktı bu randevu?"

"Kontrole gideceğim ya, gelince anlatırım detaylı. Bekliyorum ben seni."

"Tamam, kardeşim, yarım saate evdeyim."

Telefonu kapattıktan sonra tekrar Beril'e döndüm ve "Koray," dedim. "Ayağı için kontrole gidecekmiş, onu götürmemi istedi. Taksi çağırsa şimdi kendi başına o değnekleriyle kolay inip çıkamaz merdivenlerden. Seni de yalnız bırakmak istemezdim ama aklım onda kalır benim şimdi. Giderken seni eve bırakırım, olur mu?"

Onu bırakmak istemiyordum, hele ki son olanlardan sonra ancak Koray'ı da yalnız doktora göndermek içime sinmezdi. Zaten bu kontrolün de nereden çıktığını anlamamıştım. Daha iki haftası dolmamıştı, erkenden kontrole gitmesini gerektirecek bir şey mi olmuştu?

Beril, başını dizlerinden kaldırıp doğruldu ve "Ben de gelebilir miyim?" diye sordu.

Ah, onun gelmek isteyip istemediğini sormamıştım. Daha doğrusu gelmek isteyeceğini düşünmemiştim.

"Elbette," dedim başımı sallayarak. "Elbette gelebilirsin de gelmek istediğinden emin misin? Eve gidip dinlensen daha iyi olmaz mı?"

"Eve gitmek istemiyorum," dedi omuz silkerek. "Zaten gitsem de dinlenebileceğimi sanmıyorum. Sizin yanınızda olup kafa dağıtmak bana iyi gelir. Hem belki yardımıma ihtiyaç duyarsınız."

"Peki," diyerek ayaklandım ve elimi ona uzattım. "Hadi gidelim o zaman."

Beril, kısa bir süre ona uzattığım elime baktıktan sonra gülümseyerek elimi tuttu ve yardımımla ayağa kalktı. "Gidelim."

Arabayı, çocukların evinin önüne park ettikten sonra yan koltukta oturan Beril'e döndüm ve "Sen burada bekle güzelim, ben Koray'ı alıp geleyim," dedim.

Başını sallayarak "Tamam," dediğinde kapımı açıp arabadan indim ve apartmana doğru yürüdüm. Şansıma açık olan dış kapıdan içeri girip çocukların katına çıktım ve kapılarının önüne gelip zile bastım. Çok geçmeden kapı aralandığında Koray ve değnekleri karşımdaydı.

İçimdeki şüpheden dolayı onu baştan aşağı inceledikten sonra bakışlarımı ağrı bilekliği takılmış olan bileğinde daha uzun tuttum ancak bir anormallik görememiştim. Bunun verdiği rahatlamayla gözlerimi Koray'ınkilerle buluşturdum ve "Hazırsan çıkalım?" dedim, sorarcasına. Başını sallayarak beni onayladı. "Hazırım abi, çıkalım."

Koray, iki kolundaki değneklerinden yardım alarak evden çıktığında, "Anahtarını, telefonunu falan aldın değil mi?" diye sordum emin olmak için.

"Aldım, aldım."

Kısaca başımı salladıktan sonra uzanıp kapıyı kapattım ve ardından ona döndüm. "Yardıma ihtiyacın var mı?"

"Yok abi, Hayriye'yle Şakir yetiyor, merak etme."

Cevabına gözlerimi devirdikten sonra "İyi," dedim. "Hadi gidelim."

Değnekleri Gökay almıştı ve buna dayanarak onlara isim takmıştı. Neymiş, onlar da bir çiftmiş ve isimleri olmalıymış. İşin en saçma yanıysa benden başka herkes Gökay'ı ciddiye almış ve o andan itibaren değneklerden bu isimlerle bahsetmeye başlamıştı.

Ne olur ne olmaz diyerek merdivenlerden teker teker inen Koray'ın arkasından ilerlerken "Nereden çıktı bu kontrol?" diye sordum. "Ağrın sızın mı oldu?"

Tek ayağıyla bir alt basamağa zıplarken "Yok ya," dedi. "Aksine ayağımın iyi olduğunu düşünüyorum. Yani daha bir buçuk hafta oldu ama resmen düştüğüm günden beri ayağıma en ufak bir şey olmasın diye tuvalet harici çıkmadım yatağımdan. Doktor bile şaşırır bu azmime bence. Hatta beni tanısa madalya falan takmaya kalkar."

Hafifçe gülerken "Bak, o konuda haklısın," dedim. Gerçekten de şu geçen zaman diliminde Koray kendinden beklenilemeyecek bir performans sergilemişti. Her gün koşuya çıkan, sürekli maçlara giden çocuk evin içinde bile gezmemişti. "E, o zaman doktor ayağının iyi olduğunu söylesin diye mi gidiyoruz doktora?"

Başını salladı hafifçe. "Yani... En azından benim temennim bu."

Koray merdivenleri yavaşça inmeye devam ederken merakla sordum. "Peki ya Asel? Onun haberin var mı?"

Değneklerini bir alt basamağa koyduktan sonra duraksadı. Kafasını yavaşça bana çevirip omuz silkti ve "Haberi yok," dedi. Suratı düz bir ifadeye bürünmüştü ancak Asel'den dolayı üzüntülü olduğunu biliyordum. Kendince hislerini belli etmediğini sansa da geçen bir buçuk haftanın her anını, onu bir kez bile ziyarete gelmeyen Asel'i düşünerek geçirdiğinin farkındaydım. Aslına bakarsanız hepimiz bunun farkındaydık, zira Koray'ı zorunda olmadıkça ayağa kaldırmayan tek şey Asel'di. Adımız gibi biliyorduk ki Asel olmasaydı Koray bir saniye bile yerinde durmaz ve ayağını daha beter hale getirirdi. Gerçi Asel'e olan mahcupluğu muydu onu sakin tutan, yoksa ona karşı hissettiği başka bir şey miydi emin olamıyordum ve ne yazık ki Koray'ın da bundan emin olduğunu hiç sanmıyordum.

"Söylemeyecek misin?"

Gözlerime düşünceli bir halde bakarak "Hayır," diye mırıldandı. "Zaten düştüğüm günden beri her gün aramaktan başka bir şey yapmadı. Hatta bugün aramadı bile, hakkını yemeyeyim belki sonra arayacaktır ama..." Derince ofladı. "Onu üzdüğümü, fazlasıyla kırdığımı biliyorum. Beni görmeye gelmemesini de anlıyorum ama işte içimde bir yer var ve ben... O yere söz geçiremiyorum. Son zamanlarda onu sık sık görmeye o kadar alışmışım ki, şu kısa sürede dahi bocaladım."

Koray'ın samimi bir şekilde içini dökmesi beni biraz şaşırtsa da üstüne gitmekten çekinmedim. "Onu özlüyor musun sen?"

Bir süre boş bakışlarla yüzüme baktı. Ardından gözleri boş merdivenlerde dolandı ve sonra tekrar bana döndü. Bir şey demesine gerek yoktu, bu hali her şeyi açıkça ortaya koyuyordu.

"Sen," dedim başımı sallayarak. "Asel'i özlüyorsun."

Sözlerimin üzerine derince iç çektikten sonra "Abi ben anlamıyorum," dedi sıkılmış bir tavırla. "Yemin ederim anlayamıyorum. Hislerimden ve düşüncelerimden emin olamıyorum. Neyi, neden istediğime bir türlü karar veremiyorum."

Başımı yavaşça omzuma doğru eğdim. "Sana hak verebiliyorum. Yaşadıkların kolay değildi. Herkese kapattın kendini, görünmez duvarlar ördün etrafına. O kadar uzun zaman tek başına yaşadın ki o duvarların ardında, birinin oraya girmeye çalıştığını fark etmedin veyahut edemedin. Ama... Asel'e bir şeyler hissediyorsun. Bunu gözlerine bakan herkes anlayabilir kardeşim."

"Sanırım," dedi kafasını sallayarak. "Sanırım hissediyorum ama hislerimin ne derece ciddi olduğundan bile emin değilim. Evet, onu özlüyorum. Onu o dans hocasından da kıskanıyorum, bunları kabullendim artık ama... Dahası yok işte. Varsa da ben bilmiyorum."

Dudaklarım hafifçe kıvrılırken elimi uzatarak omzunu dostane bir tavırla sıktım. "Dahasını bilecek kadar şey yaşamadınız çünkü. Sen kendini kısıtladın, o da seni rahatsız etmemek için kendini hep geri çekti. O kızda da var bir şeyler. Ayağın burkuldu çok üzüldü, hatta kendini suçladı. Onunla dans edemeyeceğini söyleyince de baya bozuldu. Bunlar herkesin verebileceği tepkiler değil. Asel sana değer veriyor, hem de çok değer veriyor."

Alayla güldü. "Önceden veriyorduysa bile şu an aynı şeyleri hissettiğin hiç sanmıyorum. Öyle olsaydı beni bir kez olsun görmeye gelmez miydi?"

"Gururu için evini, ailesini, tüm zenginliğini bırakmış birinden bahsediyoruz Koray. O kızın her gün seni arıyor olması bile bir mucize."

Haklı olduğumu anlayarak omuzlarını düşürdü Koray. "Doğru söylüyorsun."

"Bak, kardeşim," dedim içimi çekerek. "Son yaşadıklarıma dayanarak söylüyorum ki, sonradan pişman olmamak için elini çabuk tutmalısın. Eğer elindekinin kıymetini bilmezsen kendine de karşındakine de yazık edersin. Ben ettim, görüyorsun başıma gelenleri. Aynı şeyin sizin de başınıza gelmesini asla istemem."

Başını salladı. "Haklısın abi. Aslında sanırım bu yüzden Asel'e haber vermek istemedim. Eğer doktor ayağımın iyi olduğunu söylerse birkaç gün sırf ayağımla ilgileneceğim. Emin değilim ama belki Asel iki hafta dolduğunda beni görmeye gelir. Ona sürpriz olsun istiyorum."

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. "Ya gelmezse?"

Kendinden emin bir şekilde cevap verdi. "O zaman ben kendim gideceğim ona."

Hafifçe gülümsedim. "O halde daha fazla oyalanmayalım da şu doktora gidip iznimizi alalım. Zaten Beril'i de beklettik baya, ağaç olmuştur kız."

"Beril mi?" diye sordu Koray şaşkınca. "O da mı geldi?"

"Hım, belki yardımı dokunur diye geldi."

"Sağ olsun," dedikten sonra merakla ekledi. "Sahi, sen neden okula gitmedin de Beril'le buluştun?"

Aklıma Eray dallaması gelince istemsizce çatıldı kaşlarım. "Buluştum denemez aslında oğlum ya, kızı alıp okula gidecektim. Sonra bu puşt Eray çıktı karşımızda. Abuk sabuk konuştu yine. E, tabi sakin kalamadım ben de, hırpaladım onu biraz. Okul falan hak getire yani."

"Hadi be," dedi hayretle. "Asıl olaylar sendeymiş oğlum, daha detaylı anlatsana şunu."

Elimle merdivenleri göstererek inmesini işaret edince önüne döndü ve değneklerinden destek alarak merdivenleri inmeye başladı. Ben de dün geceki maceradan başlayarak kısa bir özet geçtim ona. Zaten onun yavaşlığıyla apartmandan çıkana kadar anca bitirmiştim anlatmayı.

Apartmandan çıktığımızda yan yana arabaya doğru yürümeye başladık.

"Vay köpek vay," diye söylendi Koray. "Nereden buluyor bu cesareti acaba?"

Gözlerim, arabanın ön camından ağrı Beril'in bakışlarıyla buluştuğunda yüreğimde ufak çaplı bir zelzele meydana geldi. Derin bir nefes aldım, sigara içsem bu kadar etkilenmezdim anasını satayım.

Bakışlarımı Beril'den alamadan "Ne bileyim ben ya," diye homurdandım. "Yalnız bir daha Beril'e yaklaşmaya kalkarsa bu sefer hastaneyle uğraşmayıp direkt mezarlığa göndereceğim puştu."

Güldüğünü işittim. "Sende bu sinir varken onu da yaparsın ama hapse girersen ileride Beril'le birlikte yaşama ihtimalinin üstünü silmiş olursun, benden söylemesi."

Sözleri beni yüzüne bakmak zorunda bıraktığında huysuzca mırıldandım. "Ağzından da bal damlıyor yani."

"Bal mı biber mi bilmem ama ben gerçekleri söylüyorum abi. İleride mutlu bir aile babası olmayı istiyorsan elini kana bulayamazsın."

Ona ters bir bakış attıktan sonra "Aman iyi," diyerek önüme döndüm. Aile babası olduğum evlilik hayallerine dalarsam çıkamazdım şimdi. "Hastaneyle idare edeceğim artık. Hem ne de olsa morg da hastanede."

Kinayem onu içten bir şekilde güldürürken, göz ucuyla gördüm başını iki yana salladığını.

"İflah olmazsın sen."

Gözlerim, bir kez daha Beril'in gözlerine takılı kalırken sessizce mırıldandım. "Kim bilir, belki biri de beni hizaya getirir?"

"Kim bilir," dedi Koray da kısık bir ses tonuyla. "Belki de."

Arabaya vardığımızda Koray'a yardım ederek onu arka koltuğa oturtup değneklerini de yanına koydum ve onlar Beril'le merhabalaşırken kendi yerime geçip arabayı çalıştırdım.

"Anayasa maddesi inceliyor sanki anasını satayım. Altı üstü bağlarım iyileş mi iyileşmemiş mi, onu söyleyecek..."

Koray, oturduğu yerde doktora bakarak sessizce homurdanırken elimle susmasını işaret edip doktora döndüm. Yaklaşık beş dakikadır Koray'ın filmlerini inceliyordu.

"Emin olmaya çalışıyordur," diye fısıldadı, Koray'ın hemen diğer yanında duran Beril. "Bu öyle kolay bir şey değil ki, küçük bir ihmal bileğini daha kötü yapabilir."

Beril'in tavrı beni sebepsizce gülümsetirken, Koray omuzlarını düşürerek ofladı. "İyi ya, altı üstü azıcık sabırsızlandık yani. Hemen nutuk çekin."

Ben, Koray'ın sözlerine bozulabileceğini düşünsem de Beril, beni şaşırttı ve kafasını iki yana sallayarak hafifçe gülümsedi. Onlara alışmıştı. Neyi, ne hissederek söylediklerini anlayabilecek kadar tanıyordu artık onları.

Ve bu beni delicesine mutlu ediyordu.

"Evet, genç adam..."

Doktorun sesini işittiğimizde aynı anda başımızı ondan tarafa çevirdik ve gözlüklerini çıkararak Koray'a yaklaşmasını izledik.

"Filmler gayet iyi duruyor. Bileğine iyi bakmışsın."

"Sahi mi?" diye sordu Koray heyecanla. "Artık üzerine basabilecek miyim yani?"

Doktor, Koray'ın hevesi karşısında gülümserken eğildi ve Koray'ın bileğini inceledi. Film çektirirken breysini çıkarmış, bir daha da takmamıştık. Zaten görüşü de fena değildi. İlk günkü morluğundan ve şişliğinden neredeyse hiç iz yoktu.

Doktor başparmağını Koray'ın bileğinde hafifçe gezdirdikten sonra bir yere baskı uyguladı.

"Acıyor mu?"

Başını iki yana salladı Koray. "Acı denemeyecek kadar küçük bir sızı hissettim sadece."

Doktor parmağını biraz daha gezdirip başka yere bastırdı elini. "Peki ya şimdi?"

"Aynı, yalnızca sızı var."

Doktor, dudaklarını birbirine bastırarak doğruldu ve "Yarışmaya katılmak konusunda son derece kararlısın sanırım," diye mırıldandı. Hepimiz doktora şaşkınca baktığımızda, bu halimize güldü ve bize arkasını dönerek masasına doğru ilerledi. Koltuğuna otururken "Öyle bakmayın yahu," diye mırıldandı. "Sürekli hasta görsek de bizim de aklımızda kalan şeyler oluyor neticesinde."

"O zaman katılabilirim, değil mi? Sorun olmaz?"

Doktor masanın üzerindeki ellerini kavuşturarak "Yavaştan almak şartıyla evet, katılabilirsin," diye onay verdi Koray'a.

"Yavaştan almak derken?" diye sordum araya girerek.

"Ayağına hemen yüklenirse işler sarpa sarabilir. Özellikle şu birkaç gün ayağını hiç zorlamaması gerekiyor," deyip Koray'a dikti bakışlarını. "Mesela önce yavaş yavaş yürümeye çalış, ardından hafif hareketlere geç. Zaten ayağının durumundan anlayacaksın hareketlerinin zorluğunu artıracağın zamanı. Bu şekilde bir sorun çıkacağını sanmıyorum ama yine de bir hafta sonra tekrar kontrole gel, işlerin iyi gittiğinden emin olalım."

"Peki," dedi Koray, kafasını sallayarak. "Gelirim."

Doktor da başını salladı ve gülümsedi. "O halde geçmiş olsun."

Koray'a ayağa kalkması için yardım ederek değneklerini uzattım ve doktora teşekkür ettikten sonra teker teker odadan çıktık. Kapıyı arkamızdan kapattığımızda Koray, tam arkasında duran Beril'le bana döndü ve kocaman sırıttı.

"Beklesinler ulan beni, yarışmayı kazanmaya geleceğim!"

[Gökay'dan]

"Ders bitmiştir."

Dersi fazladan bir buçuk saat uzatan hayırsızın sesini duyduğumda kapalı gözlerimi hızla açtım ve doğruldum. "Şükür be!"

Hemen yan tarafımda oturan Kamer bana ters ters baktıktan sonra "Oğlum zaten dersin başladığı an kafanı masaya gömdün, niye şükrediyorsun?" diye sordu. Alınmış gibi yaparak ona kırgın bakışlarımı yolladım ve "Niye öyle diyorsun Kamer aşkım?" dedim üzgünce. "Kafamı gömdüysem ne olmuş sanki? Nursuz herifin sesinden uyuyamadım ki."

Kamer'in hemen diğer tarafında oturan Feza sözlerime güldüğünde, oturduğum yerde kabardım ancak Kamer'in araya girmesiyle bütün havam söndü.

"Kendine bakmadan adama nursuz diyor bir de..."

"Hıh," diyerek masanın üzerindeki telefonumu ceketimin cebine attım ve ayaklandım. "Sen ne anlarsın sanki nurdan?" diye sorduktan sonra eğilip yüzlerimizi hizaladım. "Benim gibi sıfatının her noktasından nur akan birini gördün mü hiç?"

Kamer, kafasını omzuna eğerek alayla sırıttı. "Yüzünün her noktasından akan bir şey var, evet, kardeşim ama bu şeyin nur olduğunu hiç sanmıyorum."

Kendince bana laf soktuğunu sandığından sırıtmaya devam ettiğinde bir kez daha "Hıh," diyerek doğruldum ve ona üstten bir bakış attım. "Laf soktu, bal kabağı."

Sözlerim, sırıtışını anında silerken "Ne diyorsun lan sen, andaval?" diye sordu sinirle. Bu sefer sırıtan ben oldum.

"Turuncu diyorum Kamer aşkım, çok yakışmış. Yüzüne renk gelmiş ayol!"

Feza, yan tarafta seslice gülmeye başladığında, Kamer de sinirlenerek ayağa kalktı. Her ne kadar onu sinir etmeye meyletmeye hiç çekinmesem de onunla karşı karşıya durmayı bir taraflarım yemediği için anında birkaç adım geriledim.

"Adamsan kaçmasana lan!"

Kafamı yana eğerek masumca sırıttım. "Adamım ama kaçmazsam kovalayamazsın. Bu oyun böyle oynanıyor Kamer aşkım!"

Feza, gülmeye devam ederek masanın üzerindeki eşyalarını cebine tıkıştırdı ve ayaklanarak "Hadi kardeşim, hadi," dedi. "Giderken edersiniz kavganızı. Amfide bizden başkası kalmadı ulan."

Elimi alınmış rolü yapmak için kalbime yasladım ve yalandan dudaklarımı büzdüm. "Aa, ne kadar ayıp Feza aşkım. Biz kavga etmiyoruz ki Kamer aşkımla, sevişiyoruz..."

Kamer, adeta sinir küpüne dönerek "Höst ulan!" deyip üzerime yürüdüğünde, hızla geriledim ve "Ne?" diye sordum masumca. "Yalan mı? Birbirine karşılıklı dayak atan iki insan dövüşmüş oluyorsa, birbirini seven iki insan da sevişmiş olmuyor mu?"

Feza, kahkaha atarak amfinin diğer tarafındaki merdivenleri inmeye başladığında, Kamer sinirle homurdandı. "Senin vereceğin örneğin içine edeyim ben!"

Başımı doğrulttum ve ellerimi, göğüs hizama kaldırıp avuç içlerim birbirine denk gelecek şekilde yapıştırdım. "Sırf sen içine ettin diye örneğim şu an çok mutlu Kamer böceğim."

Kamer, nihayet çabalarımı sonuçsuz bırakmayarak çileden çıktı ve "Görürsün lan sen şimdi böceği!" diyerek üzerime atladı.

Peki, ben mi ne yaptım? Tabi ki adamlığın birinci maddesini yerine getirdim.

Yani... Kaçtım.

Merdivenleri ikişer üçer atlayarak amfinin kapısına yardırırken, Kamer'in hemen arkamdaki kızgın nefesinin sesini işitebiliyordum.

Feza bize hiç bulaşmayıp halimizle eğlenmeye devam ettiği sıra, nerdeyse kapıya yaklaştığımız halde Kamer'in peşimi bırakmaması beni birazcık korkutmuştu hani. Neyse ki kapıdan çıktığım gibi milletin arasına dalarak biricik bal kabağımı atlatabilirdim.

Kamer, kapıya birkaç metre kala niyetimi anladığında "Kapıdan çıktığın an ölürsün!" diye bağırdı.

"Asıl çıkmazsam kabak tatlısı olacağım!"

Ona aynı onun gibi bağırarak cevap verdikten sonra diğerlerinin çıkarken açık bıraktığı kapıdan dışarı attım kendimi.

Ancak dışarı ayak basmamla birine çarpıp yere yapışmam bir olmuştu. Tabii arkamdan son sürat gelen Kamer'in, ayağıma takılıp üzerime düşmesi de yalnızca saniyelerimizi almıştı.

Üzerimdeki devasa ağırlığın yüzünden acıyla inlediğim sırada Kamer'le göz göze geldim.

Burun buruna desem daha doğru olurdu sanırım.

Beni dövmeye meyilli birinin hemen üzerimde olması da ne kadar da güzeldi yani (!)

Kamer, çattığı kaşlarının altındaki sinirli gözlerini mavilerimden ayırmadan dudaklarını araladığında ondan önce davrandım.

"Kamer aşkım sen sevişmeyi çok yanlış anladın ama!"

Sözlerimin üzerine tam yanımızdan tanıdık bir kıkırdama sesi geldiğinde, ben sesin sahibinin kim olduğunu anlayamadan Kamer yüzüme yüzüme bağırdı. "Ben şimdi göstereceğim sana sevişmenin ne demek olduğunu!"

Gözlerim dehşetle büyürken kollarına asıldım ve onu itmeye çalıştım. "Aa, sapık! Ben daha kimseyi öpmemişim, gelmiş bana ne diyor!"

Kamer, sözlerimin üzerine şaşkınlıkla kalakalırken, bu halinden faydalanarak onu kuvvetlice itip yan tarafa düşürdüm. Ardından ona bilmiş bir bakış atıp "İlk öpücüğümü sana verecek kadar da yoklukta değilim yani Kamer aşkım," dedim abartılı bir yüz ifadesiyle. "Ha, ama sonrakiler için düşünebilirim. Şimdi şöyle bir düşündüm de, sen de fena bir seçenek sayılmazsın yani..."

Bir lafım diğerini tutmuyordu, kabul ediyordum ancak ben böyle seviyordum. Milletin aklını karıştırmak ve onları deliye çevirmek en büyük eğlencemdi.

Kamer, "Ulan!" diyerek tekrar üzerime atılacağı anda hemen arkamdan bir ses duyuldu.

"Gökay!"

Biraz önceki telaşla kıkırdayan kişinin sesini tanıyamamıştım ama şimdi emindim. Tam arkamda duran kişi Simge'den başkası değildi.

Ve Kamer'e söylediğim her şeyi duymuştu.

Her şeyi!

"Hay şansıma tüküreyim..."

Ben sessizce mırıldanırken Kamer, önce arkamdaki Simge'ye ardından da bana baktı ve deminki siniri anında yok olurken keyifle sırıttı. "Valla ağzını burnunu kırsam bu kadar rahatlamazdım ha. Güzel rezil oldun, tebrikler kardeşim."

Kamer, sözlerinin ardından çevik bir hareketle ayaklandı ve amfinin kapısından komedi filmi izler gibi bizi izleyen Feza'ya başıyla işaret verip yürümeye başladı. Feza, kafasını sallayarak onu onayladıktan sonra bana dönüp "Biz kaçtık kardeşim, sana hayırlı sıvamalar," dedi ve gülerek yanımızdan ayrıldı.

Göstereceğim ben size hayırlı sıvamayı...

Ama şimdi değil.

Zira şimdi halletmem gereken sarışın bir problem var.

Biraz önceki saçmalıklarımı kapamak için ayrı saçmalıklar düşündüğüm sırada Simge birkaç adımda etrafımı dolanarak karşımda dikildi. Altında mini, siyah bir kot etek vardı ancak diz kapağının hemen üzerinde biten siyah çizmeleri sayesinde bacağının bir karışlık kısmı görünüyordu yalnızca. Eteğin üstüne de beyaz bir tişörtle önünü açık bıraktığı kırmızı ekoseli bir gömlek giymişti. Sarı saçlarını sıkıca tepesinden toplamış ve boyaya gereksinim duymayan yüzüne hiç makyaj yapmamıştı.

Kısacası, bizimlesin sarı problem.

Ben, oturduğum yerde onun üzerini incelerken, Simge, dikkatimi çekebilmek için çizmesinin topuğunu yere vurdu ve bir kez daha "Gökay!" dedi, sesini yükselterek. "Ne yapıyorsun yerde, kalksana artık!"

Bakışlarımı etek boyundan ayırıp kahve gözlerine diktikten sonra "Burası çok güzel," dedim ve yanımdaki betona iki kez şaplattım. "Sen de gelsene."

Simge, sözlerimin ardından bana bakakaldıktan sonra derince iç çekip bakışlarını etrafta gezdirdi ve ardından sinirli bir ifadeyle bana döndü. "Herkes bize bakıyor, rezil olduk!"

Mavilerimi, bize bakarak gülen millette gezdirdikten sonra omuz silkerek ona döndüm tekrar. "Bana göre de onlar reziller, ben bir şey diyor muyum?"

Simge, oflayarak gözlerini devirdikten sonra ellerinden birini uzatıp "Hadi, kalk," dedi. "Üşüteceksin."

Yeni saçmalıklarımla biraz önceki olayı unutturduğumu varsayarak uzanıp elini tuttum ve "İyi madem," diyerek beni kaldırmasına izin verdim. Nihayetinde karşı karşıya gelebildiğimizde, elimi çekip cebime koydum ve "Hayırdır?" diye sordum. "Geleceğini haber vermemiştin, bir şey mi oldu?"

Kolundaki çantayı omzunun gerisine ittirirken "Yo," dedi başını sallayarak. "Bir şey olmadı, okuldan sonra canım sıkıldı sadece. Sen de dün dersin olduğunu söylemiştin. Ben de bir şeyler yaparız diye çıkışına geldim işte."

Son zamanlarda onunla sıklıkla zaman geçirdiğim için bunu yadırgamadım ve "Tamam," dedim. "Şuradan çıkalım, ne yapacağımızı konuşuruz."

Başını sallayarak beni onayladığında amfinin önünden ayrılıp binadan çıktık. Bahçedeki kalabalığa karışarak okulun çıkışına doğru ilerlerken aniden aklıma gelen şeyle ona döndüm ve "Ama ben arabamı getirmedim bugün," dedim. Normalde onunla buluşacağımız zaman çocuklardan ayrı olarak arabayla gidip geliyordum ve onunla nereye gideceksek arabayla gidiyorduk.

Aslında iki kişi için araba fazla oluyordu, ya da ben genelde motorumu kullandığım için bana öyle geliyordu ancak ben Honda'mı çocuklara bile vermezdim kolay kolay. Yani Simge'yle onu yakınlaştırmam için daha erkendi. Ayrıca biriyle de hiç binmemiştim ona. Bu yüzden biraz daha zamana ihtiyacımız vardı.

Gerçi Simge, zamanında fazla uçarak motorumu çalmıştı ya, neyse.

Simge bana kısa bir bakış atıp omuz silkti. "Annenin karnından arabayla doğmadın ya canım, otobüse falan bineriz."

Kaşlarımı çattım. "Taksiye niye binmiyoruz?"

"E, taksi de otobüs de aynı yere gidiyor. Hem acelemiz de yok sonuçta. Niye daha fazla para verelim ki?"

Dudaklarımı büzerek "Cimri misin biraz acaba?" diye sordum. Bana ters bir bakış attı.

"Sadece tutumluyum. Hem herkes senin kadar şanslı gelmiyor dünyaya, keseye sahip çıkmak lazım."

Alayla güldüm. "Sorma, bende ki ne şans ne şans..."

Birden duraksayarak koluma dokundu ve üzgünce "Gökay," dedi. "Ben onu kastetmemiştim."

Bakışlarındaki samimiyeti gördüğümde boştaki elimi kaldırıp onunkinin üzerine koydum ve hafifçe sıktım. "Biliyorum, sorun yok."

Dudaklarını birbirine bastırdığında, elimi geri çektim ve o da kolumu bıraktığında tekrar yürümeye başladık. Okuldan tamamen çıktığımızda "Aç mısın?" diye sordum. "Yemek yemeye gidelim istersen."

Başını sallayarak beni onayladı. "Açım ama benim daha iyi bir fikrim var."

Kaşlarımı saç diplerime doğru kaldırarak "Neymiş o?" diye sordum.

"Bana gidelim mi?"

Sorusu beni ciddi anlamda şaşırtırken "Ha?" deyiverdim.

Gözlerini heyecanla büyüttükten sonra "Bana gidelim," dedi bir kez daha. "Hem biliyorsun, tek yaşıyorum ben. Yani seni rahatsız edecek bir durum yok. Benim bildiğim süper bir lahmacuncu var, eve sipariş ederiz. Sonra benim oyun konsolum falan da var, pes atarız. Ya da başka şeyler oynarız. Eğleniriz işte, fena mı?"

"Oha," dedim şaşkınca. "Sen pes oynamayı biliyor musun?"

Beni etkilediğini fark ettiğinde şirince gülümsedi ve elini salladı. "Oho, neler biliyorum ben daha. Eve gidersek gösteririm."

Teklifi beni bir hayli şaşırtmış ve biraz da düşündürmüştü açıkçası. Şu haldeyken onun evine gitmemiz ne derece uygundu, emin değildim doğrusu.

Simge, duraksadığımı fark ettiğinde omuzlarını düşürerek "Altı üstü oyun oynayalım dedim," diye söylendi. Tek kaşımı havaya kaldırarak "Beni eve atmaktan bahsediyorsun, farkındasın değil mi?" diye sordum alayla. Bana ters ters baktı.

"Merak etme, ben senin gibi fesat değilim. Eve gidince üzerine falan atlamayacağım yani. Bu kadar şey yapacaksan da gitmeyiz, olur biter."

Bana alındığını anladığımda iç çektim ve "Peki," diyerek onayladım onu. "Üzerime atlamayacağına garanti verdiğine göre gidebiliriz."

Gözlerini kısarak kısa bir müddet yüzümü inceledikten sonra "Hevesimin içine ettin ama neyse, hadi gidelim," diyerek kolumdan tuttuğu gibi peşinden sürüklemeye başladı beni.

Ciddi manada deli bir kızdı. Hatta benden bile fazlaydı, öyle ki onu gördüğümde değneğini saklayan ben oluyordum. Yine de beni ona çeken bir şeyin olduğunu da inkâr edemezdim. Bu tuhaf şeyin aşk olmadığından emindim ki hala aşkla olan düşüncelerimi değiştirmiş değildim. İnanmıyordum ama Simge'nin bana her baktığında gözlerinde oluşan şeyi görmediğimi de söyleyemezdim.

Bana değer veriyordu, bunu her geçen gün daha iyi anlıyordum.

Okulun karşısındaki durağa geldiğimizde tuttuğu kolumu bıraktı ve gelen otobüslere bakmaya başladı. Elbette otobüse hiç binmemiş değildim ancak dedem bana motor aldığından beri de pek kullanmamıştım otobüsü.

Gözlerimi duraktaki kalabalığın üzerinde gezdirdiğim sıra Simge'nin "Geliyor," diye mırıldandığını duyduğumda ona döndüm ve bakışlarını takip ederek gelen otobüse baktım. Üzerindeki yazılardan anladığıma göre evi merkezin dışında bir yerdeydi.

Otobüs önümüzde durduğunda Simge hızla uzanıp elimi kavradı ve aceleyle otobüse binmeye çalışan kalabalığın arasına dalıp beni de peşinden sürükledi. Ben neye uğradığımı şaşırırken, Simge ne zaman çıkarttığını fark etmediğim kartını iki kez okuttuktan sonra beni peşinde sürüklemeye devam etti ve otobüsün arka taraflarındaki iki koltuklardan birine geçip oturduk.

Otobüs hızla dolmaya devam ederken, şaşkınca ona döndüm ve "Bu neydi şimdi?" diye sordum.

"Ayakta durmak istemiyorsan bir takım faaliyetlerde bulunmak zorundasın," diyerek güldü. "Yani seninle ayakta gitmek de romantik olurdu ama birkaç dakika romantik an yaşayacağım diye milletle akrabalaşmayı da göze alamazdım yani."

Ne demek istediğini anlamam için gözlerimi, dakikalar içinde tıklım tıklım olan otobüste şöyle bir gezdirmem yeterli olmuştu. Sahiden de ayakta duranların arasında milimlik boşluklar dahi yoktu. Hatta bazıları tutunma gereksinimi bile duymuyordu. Çünkü etrafları öyle bir sarılmıştı ki, düşmeleri imkânsızlaşmıştı.

Simge, etrafa bakışlarımı görerek kıkırdadı ve elindeki kartı koymak için çantasının fermuarını açtı. Kartı çantasına attıktan sonra tam kapatacağı sıra otobüs tümsekten geçince herkes olduğu yerde zıpladı ve nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde çantanın içinden fırlayan anahtar koltukların arasına düştü.

Ben olayı kavramaya çalışırken, Simge, yüzünü buruşturarak ofladı ve çantayı geri çekip eğilerek anahtarı bulmaya çalıştı. Ben de hemen dibimde dikilen arkadaşın izin verdiği müddetçe kafamı geriye çekip koltukların altını görmeye çalıştım. Dip dibe olan koltukların arasında o kadar mesafe yoktu ki, Simge eğilebilmek için kafasını öndeki koltuğun sırtına yaslamak zorunda kalmıştı.

Simge bir müddet daha yere bakındıktan sonra birden heyecanla "Gördüm!" dedi ve elindeki çantayı benim kucağıma koyduktan sonra kendine yer açabilmek için sırtını bana yaslayıp eğildi. Bizi görebilen kişiler dizi izlercesine Simge'ye baktıklarında, nedense bundan rahatsız oldum ve yan dönerek kendimi Simge'nin sırt kısmına siper ettim.

Simge bir müddet daha kendi çapında ter döktükten sonra oflayarak doğruldu ve önüne gelen kuyruğunu omuzlarından geriye fırlatıp "Anahtarın olduğu yere kolum yetişmiyor," dedi sinirle.

"Ayağınla al," diyerek fikir ürettiğimde, "Hiç aklıma gelmemişti gerçekten, sağ ol," diyerek gözlerini devirdi. "Ayakla alınabilecek bir yerde değil, araya girmiş."

Kaşlarım çatılırken çantasını tekrar ona uzattım ve "Dur, bir de ben bakayım," diyerek Simge'nin kucağına doğru eğildim.

Hayır, yanlış duymadınız. Kucağına eğildim. Kucağına.

Ve bunu bana asıl fark ettiren şey, eğildiğimde burnumun ucunun çıplak tenine değmesi olmuştu.

Bu ufak temas ikimizi de anında gerdiğinde ne yapacağımı bilemeyerek duraksadım ve ardından "Şey, affedersin," diye mırıldandım.

"Sor-sorun yok."

Kısık tondaki sesini işittiğimde hafifçe yutkundum ve aklımı başıma toplamaya çalışarak -burnuma doluşan kokusu bana hiç yardımcı olmuyordu- gözlerimi yerde gezdirdim. Bakışlarım anahtarla çarpıştığında elimde olmadan yüzümü buruşturdum. Anahtar öndeki koltuğu yere sabitleyen demirle otobüsün duvarı arasına sıkışmıştı ve önümüzde oturan kişiye daha yakındı. Ancak orada oturan kişi yaşlı bir teyze olduğu için anahtarı almasını isteyemezdim.

Geriye tek bir çare kalıyordu ne yazık ki: yerde sürünmek.

Oflayarak başımı kaldırdıktan sonra bakışlarımı Simge'ye çevirdim ve "Koltukta gidebildiğin kadar arkaya gider misin?" diye sordum nazikçe. Kızın gidebilecek bir yeri olmadığının farkındaydım ancak yine de söylemem gerekiyordu işte. Zira her koşulda ona dokunmadan alamazdım anahtarları.

Simge, hafifçe başını sallayıp koltukta dikeldiğinde tekrar eğildim ve başka çarem olmadığından kolumu onun dizinin üzerinden yere doğru uzattım. Ancak tam o an hiç beklemediğim bir şey oldu ve Simge kıkırdamaya başladı.

Elimi yerden çekmeden kafamı ona çevirdim ve "Ne oldu?" diye sordum şaşkınca.

Gülmemek için dudaklarını ısırırken "Huylanıyorum," dedi. Kaşlarım havaya dikilirken "Ne?" deyiverdim.

Birkaç kıkırdamanın daha kaçtığı ağzını eliyle kapattı ve "Diz kapağımdan tikim var benim, huylanıyorum," dedi.

Hah, bir bu eksikti yani...

İçimden sabır dileyerek dilimin ucunu dudaklarımın üzerinde gezdirdim ve "Azıcık dayan, çünkü başka çaremiz yok," dedim. Başını sallayarak beni onayladığında, gözelerini bize diken insanları umursamamaya çalışarak tekrar eğildim. Kolumu, ona temas ettirmemeye çalışarak ileri doğru uzattım ancak bir yerden sonra dirseğimi onun dizlerine yaslamak zorunda kalıyordum.

Anahtarın parmak ucuma değdiğini hissettiğimde hevesle biraz daha ileri atıldım ve tam o anda Simge yüksek sesle gülmeye ve kıpırdamaya başladı. Böyle de çok şey oluyordu hakikaten.

Tövbe, tövbe...

Başarıya az bir şey kaldığını düşünerek kendimi biraz daha ileri attığımda Simge daha da çok güldü ve tam önümüzde oturan teyzelerden biri "Ne yapıyorsun oğlum sen orada?" diye sordu kızgınca. "Nerede olduğunuzun farkında mısın? Tövbe estağfurullah!"

Simge, ellerini ağzına kapattığında hırsla dikeldim ve neredeyse otobüsün yarısının bize baktığını umursamamaya çalışarak teyzeye döndüm. "Anahtar düştü teyze yere, ne yapayım? Almayayım mı? Çok istiyorsan sen eğilip ver bize, senin ayağının yanında çünkü!"

Teyze bir anda yüz seksen derece döndü ve "Benim fıtığım var oğlum, nasıl eğileyim?" diye sordu yavaşça.

"O zaman bilip bilmeden insanları yargılama ve önüne dön. Altı üstü bir anahtar alacağız, verdiğiniz tepkiye bakın ya!"

Başta teyze olmak üzere çoğu kişi haklı isyanımın üzerine önlerine döndüklerinde, ben de yönümü Simge'ye çevirdim ve "Azıcık dayan kız sen de!" dedim sesimin volümünü düşürerek. "Kıkır kıkır gülüyorsun, millet başka şeyler yapıyorum sanıyor. Hayır, yapsam gam yemeyeceğim yani..."

Simge, "Bana niye kızıyorsun ya?" dedi, yüzünü asarak. "Bilerek yapmıyorum ya, tikim var."

"Otobüse binelim diye tutturan sendin... Tut tikini iki dakika da, alayım anahtarı."

Kollarını göğsünde kavuşturarak bana alındığını belli eden bir bakış attı. "Tut deyince tutuluyor sanki... İyi, ne yapıyorsan yap."

Yüzünü camdan ağrı dışarı çevirdiğinde kendi kendime "Düştüğüm hale bak," diye söylenerek eğildim ve bu sefer bacaklarına dokunmaktan hiç çekinmeyerek uzandım ve anahtarı aldım. Derin bir nefes eşliğinde geri çekileceğim sıra Simge birden yüzünü saçlarıma gömdü ve sesini kısık çıkarmaya çalışarak "Sen de vur deyince öldürüyorsun," deyip bacaklarını kıpırdatmaya başladı. "Elini tam diz kapağımın üzerine koydun ahahahaha. Nasıl sabit duracağım ben ahahahhahaha."

Simge, bir konuşur bir gülerken sadece birkaç saniyeliğine her şeyi unuttum ve durduğumuz pozisyona odaklandım. Ben resmen onun kucağında yatıyordum, o ise benim üzerime kapanmıştı. Ellerim teninin üzerindeydi, kokusuysa her yerimdeydi.

Sol tarafıma giren şey kramp mıydı?

"Oğlum hala alamadın mı anahtarını? Kızcağızın bacaklarında mı arıyorsun anahtarı, ne yapıyorsun Allah aşkına?"

Simge, hızla başını kaldırdığında ben de yavaşça doğruldum ve kendi önümde oturan teyzeye ters bir bakış fırlattım.

"Aldım, teyze, aldım. Rahatlayabilirsin artık. Hem istediğim yerde istediğim şeyi ararım, seni ne ilgilendiriyor ya?"

Teyze kaşlarını çatarak "Aa, şuna bak ayol! Hem suçlu hem güçlü," dedi, yüksek bir sesle. "Bu zamanda yaşlıya hürmet kalmamış yani, dil de pabuç gibi maşallah!"

"Yaşlı, yaşlılığını bilirse hürmet gösteren çok olur teyzeciğim, sen kafanı boşa yorma."

Soktuğum laf karşılığında kadına kal gelirken, Simge'ye döndüm ve bana endişeyle bakan gözleriyle karşı karşıya geldim.

Beni bile delirtmişlerdi yahu!

Durun bir dakika, ben zaten deliydim.

Ama bunlar başka türlü deli etmişlerdi beni!

Anahtarı Simge'ye uzattıktan sonra ayaklandım ve o anahtarı alıp çantasına koyduktan sonra "Hadi kalk, iniyoruz," dedim. Beni şaşırtarak başını sallamaktan başka bir şey yapmadı ve ayağa kalkarak koltuğun kenarındaki düğmeye bastı. Otobüs çok geçmeden durakta durduğunda uzanıp Simge'nin elinden tuttum ve kalabalığın arasına dalıp zor da olsa ikimizi de otobüsten dışarı çıkarabildim.

Yüzüm serin havayla temas ettiğinde oksijene kavuşmanın farkındalığıyla derince soluklandım ve ardından Simge'ye dönerek "Bir daha otobüs dediğini duymayacağım," dedim. Başını hızla sallayarak beni onaylamaktan başka bir şey yapmadı.

Karşı çıkmaması beni bir miktar garip hissettirdiğinde seslice boğazımı temizledim ve "Affedersin," dedim. "Yani tikinin senin elinde olmadığını biliyordum ama insanı deli ediyorlar. Olmayan şeyleri oluyormuş gibi görmeye ve milletin işine burun sokmaya bayılıyorlar. İnsan ister istemez sinirleniyor."

Bir şey demeyerek sessizce bana bakmaya devam ettiğinde "Onların şeyiyle sana patladım," diye devam ettim konuşmaya. "Cidden özür dilerim."

Simge, yüzüme bakmaktan başka bir şey yapmazken bana fazlasıyla darıldığını sanarak "Simge," demiştim ki, birden kollarını boynuma doladı ve bana sıkıca sarıldı. Burnunu saç diplerime gömdüğünü ve kokumu içine çektiğini hissettiğimde alnımı omzuna yasladım ve öylece durdum.

"Seni sevmekle ne kadar doğru bir şey yaptığımı anladım bir kez daha. Bunu bana gösterdiğin için teşekkür ederim."

Ben, bana kızmasını bekliyordum ancak beni yanıltarak afallatmıştı.

Boşta duran elimi kaldırıp üstünkörü bir şekilde beline yasladığımda boynumdaki kollarının sıkılaştığını hissettim.

"Bunu gerçekten içinden gelerek mi söylüyorsun?"

Sorumu duyduğunda kollarını gevşetti ve başını geriye çekerek yüzlerimizi hizaladı.

"Hem de nasıl içten söylüyorum, ah bir bilsen..."

Sözleri beni usulca yutkundurduğunda, bir süre öylece birbirimizin gözlerine baktık. Hiç konuşmadık ama konuşsak bu kadar iyi hissedemezmişim gibiydi. Öylesine tuhaf, öylesine güzeldi işte.

Ve şey... Simge de çok güzeldi. Gerçekten.

Fazla yakın kaldığımızı düşünerek belindeki elimi indirdiğimde o da boynumdaki kollarını çekti ve birkaç adım geriledi. Gözlerim omzunun üzerinden sokakta gezinirken "Buradan taksi geçer mi ki?" diye sordum. "Nasıl gideceğiz evine?"

Elindeki çantasını omzuna takarak "Taksiye gerek yok," diye mırıldandı. "İki sokak aşağıda evim, yürüyelim."

İtiraf etmeliyim ki buna duyduğuma sevinmiştim. Bu otobüs macerasından sonra taksiye bile binmek istemiyordum zira.

"İyi madem," dedim başımı sallayarak. "Yürüyelim."

"Sen içeri geç, ben de çantamı bırakıp geliyorum."

Dış kapıyı örten Simge'yi başımı sallayarak onayladıktan sonra işaret ettiği odaya doğru ilerledim. Ancak oturma odası olduğunu düşündüğüm odaya girmemle olduğum yerde kalakalmam bir olmuştu. Zira odanın içi benim odamdan halliceydi.

Hatta daha bile kötü olabilirdi.

Birkaç dakika içinde Simge'nin "Niye orada duruyorsun?" diye sormasıyla kendime geldiğimde, sırtımı kapı pervazına dayayarak ona döndüm ve içeriyi işaret ettim.

"Sanırım senin evin yerine harp meydanına geldik."

Sözlerim onu bir anlığına duraksattığında, neyden bahsettiğimi anlayarak gözlerini kocaman açtı ve koşarak yanımdan geçip odaya girdi. Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda, yönümü ona çevirerek keyifle odanın içinde dört dönmesini izledim.

Önce koltukların üzerindeki kıyafetlerini kucağında topladı, ardındansa yerde duran yastıkları teker teker koltuklara yerleştirdi.

"Evi böyle bıraktığımı unutmuşum," diye mırıldandı koltukların arasında dolanırken. Ardından başını kaldırıp bana baktı. "Biraz dağınığım kabul ama hiçbir yerde kir ya da toz bulamazsın, o konuda titizimdir."

"Tabi tabi," diyerek başımı salladığımda, onunla alay etmeme bozulsa da bana hak verdiğinden olsa gerek bir şey demedi ve odayı şöyle böyle düzene soktuktan sonra kucağındaki kıyafetlerle bana doğru ilerledi.

"Sen geç, ben bunları halledip geliyorum."

Bana bakmadan yanımdan geçip koridora çıktığında gülmeye devam ederek içeri girdim ve gözlerimi cıvıl cıvıl renklerle döşenmiş odada gezdirerek televizyonun karşısındaki koltuğa kuruldum. Koltukları lila rengindeydi. Yerdeki halı tozpembeyle beyaz karışımıydı. Tam karşımdaki büyük televizyon ünitesi de beyazdı. Odanın iki köşesinde sarı saksılarda yetişmiş rengârenk çiçekler vardı. Kısacası oda boyama kitabından halliceydi ama sıcak bir havası olduğunu da inkâr edemezdim.

"İşte geldim!"

Sesi, beni kendime getirdiğinde oturduğum yerde doğrularak ona baktım. Elinde oyun konsolu vardı.

Birkaç adımda yanıma gelerek konsolu kucağıma bıraktı ve "Sen bunu kur, ben de lahmacun siparişi vereyim, olur mu?" diye sordu. Başımı sallayarak onayladım onu.

"Olur, olur."

"Kaç tane sipariş edeyim sana? Beş yeter mi?"

İstemsizce gülerken "Yok," dedim. "O kadar aç değilim, dört kâfi."

"O kadar aç olsan ne olacaktı, merak ettim bak şimdi," diyerek güldü ve odadan çıktı. Ardından kafamı salladıktan sonra ayaklandım ve oyunu kurdum.

Televizyonu açarak kalktığım koltuğa oturduğum sırada Simge tekrar içeri girdi ve "Ayran söyledim," diyerek yanıma oturdu. "Ha, ama istemezsen dolapta kola da var."

Konsollardan tekini elime alırken "Fark etmez bana," dedim ve gözlerimi ona çevirdim. "E, sipariş gelene kadar atar mıyız bir el?"

Diğer konsolu eline alarak güldü. "Atalım bakalım."

On dakika.

Aradan yalnızca on dakika geçmişti ve skor 5-3'tü. Ama en kötüsü neydi biliyor musunuz?

3 olan bendim.

Gerçek bir şaşkınlığın etkisiyle "Yuh yani," diye homurdandım, gözlerim ekrandayken. "Güneş'ten bile daha iyisin resmen."

Sözlerimin üzerine birden oyunu durdurdu ve bana döndü.

"Güneş de kim?"

Yüzündeki ifadeye gülmemeye çalışarak "Üniversiten bir arkadaş," diye cevap verdim. "Bir ara beraber takılıyorduk, acayip kafa biri."

"Ya..." diyerek dudaklarını büzdü. "Onunla da mı oynuyordunuz?"

Başımı salladım. "Çok değil, arada bir işte."

Bozulduğunu saklamaya çalışarak önüne döndü ve "Anladım," diye mırıldandıktan sonra oyunu tekrar başlattı. Ancak bu sefer de ben durdurdum.

"Endişelenmene gerek yok," diye itiraf ettim, nedensizce keyiflendiğimi hissederken. "Güneş, Mert'e yanık..."

Hızla bana çevirdi kafasını. "Valla mı?"

Daha fazla tutamadım kendimi, gülerek cevapladım onu. "Valla."

Derince bir nefes verdikten sonra gözlerini kaçırıp "Anladım," diye mırıldandı ve sonra tekrar bana döndü. "Ben hiç gördüm mü onu? Mert'le sevgililer mi?"

Dudaklarımı büzdüm. "Sanmıyorum gördüğünü, Mert'le de birlikte değiller zaten. Çünkü Mert başkasını seviyor, onun sevdiği kişi de bir başkasını."

Kaşları çatıldı. "İşler baya karışık desene."

Başımı salladım. "Hem de nasıl."

Cümlemi bitirmemle odada bir zil sesinin yankılanması aynı anda gerçekleşmişti. Ancak melodi tanıdık değildi. Simge'nin telefonu çalıyordu.

Simge, konsolu koltuğa bıraktıktan sonra orta sehpadaki telefonuna uzandığında evin de zili çaldı. Simge, telefonunu eline alıp bana döndü ve "Lahmacunlar gelmiştir, alabilir misin?" diye sordu.

"Tabii tabii," diyerek ayaklandım ve o telefonunu açarken ben de odadan çıkıp dış kapıya doğru ilerledim. Ardından kapıyı açıp kuryenin uzattığı poşeti aldıktan sonra lahmacunların ücretini ödeyip tekrar içeri girdim ve Simge'nin hala telefonla konuştuğunu gördüm.

"Üzgünüm Fırat. Misafirim var, gelemem. Biliyorum, biliyorum ama bu gecelik mazur görün beni olur mu? Tamam, görüşürüz."

Kaşlarım, duyduğum erkek ismiyle istemsizce çatılırken ilerleyerek yanına oturdum. Elimdeki poşeti orta sehpaya bıraktıktan sonra yüz ifademi düz tutmaya çalışarak "Dışarı mı çağırıyorlar seni?" diye sordum.

"Hım-hım," diyerek telefonu sehpaya koydu ve poşetin içindekileri çıkarmaya başladı. "Sınıftaki kızlardan birinin doğum günüymüş de evinde parti veriyormuş." Duraksayarak bana baktı ve şirince gülümsedi. "Misafirim varken gitmek ayıp olmaz mı?"

"Yani tabii de niye seni partiye o kız arkadaşın çağırmıyor?"

Lahmacun kutusunun üzerinde gezinen elleri sorumu duyduğunda kısa bir duraksama yaşadı ancak sonra kutuyu açmaya devam etti.

"Kızın kuzeni Fırat," diye açıklama yaptı. Sesindeki heyecan kendini fazlasıyla belli ediyordu. "Sürpriz parti yapıyorlar yani."

Simge, açtığı kutuyu benim önüme sürükledikten sonra diğerini de açmaya girişti. Ben de yeşillik koydukları kutuyu açarken "Hım," dedim anladığımı belirtircesine. "Peki, bu Fırat yakın arkadaşın mı senin?"

Gülümser gibi olduğunda aninden kendini toparladı ve "Yok," dedi. "Yakın arkadaşım değil. Daha doğrusu ben pek yaklaşmıyorum ona."

Bakışlarımı yüzüne çevirdim ve merakla sordum. "Niye ki?"

Umursamıyormuş gibi omuz silkti. "Beni seviyor."

Bir an duyduklarımı idrak edemezken "Ha, iyi," dedim ve önüme döndüm. Hemen ardındansa ne dediğinin farkına vararak "Ne?" diye bağırdım. Yüksek sesim onu irkilttiğinde hızla gözlerini kırpıştırdı.

"Ne'si bu işte, seviyor beni."

"Ama sen onu sevmiyorsun."

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı ve poşetteki büyük boy ayranları çıkarıp birini önüme koyarken "Evet," diye mırıldandı başını sallayarak. "Sevmiyorum."

Ayranını çalkaladıktan sonra poşetten çıkardığı pipeti ona batırdığında "Peki, o bunu biliyor mu?" diye sordum. Aşırı rahatsız olmuştum o çocuğun varlığından. Ne demek Simge'yi seviyordu?

Sevemezdi yahu!

Ayranından bir yudum aldıktan sonra "Biliyor," diyerek cevap verdi. "Üniversitenin ilk yılından beri beni seviyor ve bunu anladığımda gidip onunla konuştum. Yani başka birine âşık olduğumu söyledim ona. E, tabi kimi sevdiğimi sorunca da söyleyemedim bir şey. Sonuçta sen yoktun ortada, varlığına dair cüzdanımdaki resminden başka bir şey yoktu. Önce inanmadı zaten bana. Onu vazgeçirmek için söylediğimi sandı. Sonra inandı ama sana olan aşkımın imkânsız olduğunu düşündüğü için beni vazgeçirmeye ve kendine âşık etmeye çalıştı. Hala da çalıyor. Öyle işte."

"Sen," dedim, duyduklarımı sindirmeye çalışırken. "Bana niye hiçbir şey söylemedin?"

Dudaklarını büzdü. "Niye söyleyeyim ki? Sonuçta biz sevgili değiliz. Hatta benden hoşlanıyor bile sayılmazsın. Seni etkilemeye çalışırken, aklını başka şeylerle meşgul etmeme hiç gerek yok."

"Var," dedim hızla. Gözlerini şaşkınca büyüttüğünde "Yani, bu meşguliyet sayılmaz," diye açıklama yaptım. "Sonuçta bir şeyler deniyoruz ve aramızda gizlinin saklının olmaması gerekiyor. Bana daha önce anlatmalıydın."

"Pe-peki," diye mırıldandı. "Madem öyle düşünüyorsun, o zaman şeyi de söyleyeyim sana."

Kaşlarımı çattım. "Neyi?"

"Biri daha var," dedi başını sallayarak. "Ama bizim bölümde değil. Benden hoşlanıyormuş, yani bizzat kendi gelip söylemedi ama birkaç arkadaşıma sordurtmuş beni. Oradan biliyorum yani."

"Ya," dedim, ne diyeceğimi şaşırırken. Gerçi şaşırmam da saçmaydı. Kız felaket güzeldi, elbette seveni olacaktı. Herkes benim gibi salak mıydı da başına konan talih kuşunu elinin tersiyle iteleyecekti?

Birden önüme döndüm ve önüme açtığım lahmacunlardan birinin içine yeşillik doldurmaya başlayarak "Şey," diye mırıldandım. "Aslında partiye gidebiliriz. Bana da eğlence olur."

Bana bakakaldı. "Sahiden mi?"

Lahmacunu dürerken "Hım," diyerek başımı salladım. "Hem arkadaşının doğum gününe gitmemezlik yaparsan ayıp olur. Bir de beraber gidersek o Fırat dediğin arkadaş beni görür ve sana inanmış olur."

Ayranından bir yudum daha aldı. "Öyle mi diyorsun?"

Tekrar başımı salladım. "Evet. Hem belki bahsettiğin diğer çocuk da gelir. Yalnız olmadığını görmüş olurlar."

Elindeki ayranı masaya koyarak bana çevirdi yönünü.

"Yalnız değil miyim ben?"

Ellerimi dürümden ayırmadan başımı çevirerek gözlerinin içine baktım. "Öyle misin?"

Bir müddet mavilerimi izledikten sonra dudakları hafifçe büküldü. "Sanırım... Artık değilim."

Usulca yutkundum. "Bence de."

Gülümsemesi büyürken bakışlarını benden kaçırdı ve sehpaya bıraktığı telefonunu geri aldı. "O zaman ben Fırat'a haber vereyim partiye gideceğimizi."

Dürümümü elime alırken mırıldandım. "Ver, ver."

Simge, Fırat denen çocuğa mesaj çekerken uzandım ve dürümümden bir ısırık aldım. Niye böyle hissettiğimden ve oraya gidip çocuğu görmek istediğimden emin değildim. Yalnızca içimde adını koyamadığım -veyahut koymaya korktuğum- bir his vardı ve tam da şu an beni yönlendiren oydu.

O partiye gidecektim.

Gidecek ve Simge'nin yalnız olmadığını gösterecektim.

Bölüm sonu :')

Partide olaylar olaylar... Hepsi ve daha fazlası parmaktan sonrasdfghjsdfg

Bölüm yeterince uzun olduğu için partiyi diğer bölüme attım. Sabırsızlıkla bekleyiniz efenim :')

Geçen bölüme gelen güzel yorumlarınıza çok teşekkür ederim. Umarım bu bölümü de oy ve yorumlarınızla donatmayı eksik etmezsiniz. 🙏🏻❤️

Bu arada, bölüm nasıldı? Beğendiniz mi? Herkeste bir gelişme var gibi sanki... Mert, Koray, Gökay...

Aşka mı geldiler, ne? 😏😂

Geçen bölüm Mert ve Beril öyle bir karıştırmış ki aklımı, etkinliği unutmuşum. O halde şimdi devam edelim. Hazır da konusu geçmişken...

Gökay Başer, denince aklınıza gelen ilk üç şey?🌠

Yorumlarınızı okuyacağımdan emin olabilirisiniz.🌼

Çok uzatmadan kaçayım en iyisi. Yeni bölüme kadar kendinize iyi bakın ve çok sevildiğinizi hiç unutmayın!🥀

Continue Reading

You'll Also Like

28.6K 1.4K 17
"Af-" İsmini söyleyemeyeceğim bir hala geldim. Göğsümün üstündeki eli göğsüme işkence yaparcasına sıkıyor ve bırakıyordu. Bunu defalarca yaparken dud...
140K 9.2K 24
Berdel konulu bir GAY hikayesidir. Eşcinsel evliliğin yasal ve normal olduğu bir evrende geçmektedir. •Şiddet, cinsellik ve olumsuz öğeler içermekted...
1.2M 73.7K 37
UYARI: hikayede 18+ sahneler, kan, vahşet ve birçok rahatsız edici öğe olacaktır. Rahatsız olanlar uyarı bıraktığım yerleri okumasınlar ~ "Ben Vatanı...
1.5K 265 20
Genç kız konağın balkonundan yağmuru seyrediyordu, yağmurun bile onun için gözyaşı döktüğünü düşünüyordu. bugün zorla daha reşit bile değilken evlend...