KIZIL YILDIZ (B.A.K.) ~ Tamam...

Galing kay bayanclara

5M 190K 33.8K

10 yaşındaki Mert Atalay'ın en büyük hayali süper kahraman olmaktı. Olmuştu da. 6 yaşındaki Beril'in hem süpe... Higit pa

KIZIL YILDIZ - |Giriş|
#1 - Kantindeki Kızıl
#2 - Kayıp Kimlik
#3 - Halı Saha
#4 - Yeni Partner
#5 - Kalp Kırıkları
#6 - Hoş Geldin
#7 - Mavi Saçlı Kız
#8 - Süper Kahraman
🌠 Geçmiş ~ 1 🌠
#9 - Mektup
#10 - Borç
#11 - Rövanş
#12 - Narin Prenses
#13 - Bencil
#14 - İçine Kimseyi Almayan Yürek
#15 - Sarışın Hırsız
#16 - Bir Elmanın Beş Çeyreği
#17 - Davetsiz Misafir
#18 - Artık Çok Geç
#20 - Yalancı
#21 - Kabuk Bağlayan Yaralar
#22 - Şeker Güzelmiş
#23 - Mucizeler Yalnızca Masallarda Olur
#24 - Abartarak Sevmek
#25 - Yasak
#26 - Alınacak Hesap
#27 - Çöken Omuzlar
#28 - Çıkmaz Sokak
#29 - Söz
#30 - Gözyaşı
#31 - Küçük Yıldız
#32 - Umut
#33 - Hata
#34 - Aslan Avı
#35 - Zoru Başarmak
#36 - İhtiyaç
🌠 Geçmiş ~ 2 🌠
#37 - Sarhoş
#38 - En Çok Sen
#39 - Yetmeyen Kalp
#40 - Adı Aşksa Eğer
#41 - Ait Kılan Bağ
#42 - Görülmeye Değer Sevgi
#43 - Koca Bir Karanlık
#44 - Gerçek Kahraman
#45 - Hissetmek
#46 - Vuslat
🌠 Geçmiş ~ 3 🌠
#47 - Geçmişin Külleri
#48 - Yalnız Sen
#49 - İçten Sarılışlar
#50 - Saf Duygular
#51 - El Ele Yürümek
#52 ~ Dans Yarışması
#53 - Kutlama Yemeği
#54 - Murada Ermek
#55 - Doğum Günü
#56 - Yılbaşı Gezisi / 1
#57 - Yılbaşı Gezisi / 2
#58 - Ürkek Yara |Feza|
#59 - Sevilen Başka Biri |Gökay|
🌠 Geçmiş ~ 4 🌠
#60 - Zamansız Hata |Koray|
#61 - Böylesine Rastlamak |Kamer|
#62 - Can Yakan Güzellik
#63 - Beklenmedik Teklif
#64 - Pijama Partisi
#65 - Gizli Kahramanlar
#66 - Eski Günler
#67 - Değişmek
#68 - Düğün
#69 - Mert Atalay Sözü |FİNAL|
Özel Bölüm / MERT
🌜DOLUNAYIN VECHİ🌛
Özel Bölüm 2 / MERT
Özel Bölüm / KORAY
Özel Bölüm: "Mert / 3"

#19 - İlk Aşk

30.6K 1.5K 189
Galing kay bayanclara


[Gökay'dan]

Şu tesadüf denen şey gerçekten var mıydı, yoksa başımıza gelen ve 'tesadüf' adı altında kabullendiğimiz şeyler aslında kaderin bir oyunu muydu?

En ummadığımız yerlerde, en ummadığımız kişilerle karşılaşmamız çok mu normaldi?

Anlaşılan dünya dedikleri yer, o kadar da büyük değildi.

"Gökay, kız geliyor diyorum, kalksana abi yerden!"

Mert'in dişlerinin arasından homurdanışını duymazlıktan gelerek "Gönderin kızı!" dedim, tekrar. "Gökay yok deyin!"

"Çocuk mu kandırıyoruz anasını satayım," diye söylendi Mert. "Kız seni gördüğü için geliyor zaten."

Yattığım yerden arabanın tavanına bakarken yüzümü buruşturdum. Karakoldayken kızı görmeden çıkmıştım oradan. Bir daha görüşmeyiz zaten diye düşünmüş ve hatta kızı unutmaya başlamıştım. Şimdi ne diye yanıma geliyordu, anlamıyordum.

"Ben iniyorum, sen de kalkıp peşimden geliyorsun."

Mert'in sesinin ardından açılan kapının sesi ilişti kulaklarıma. Onun hemen peşinden de Simge'nin sesi...

"Şey, merhaba."

Ses tonu kısıktı ve duyabildiğim kadarıyla tedirgindi.

"Merhaba."

Mert'in sesi, onun sesine nazaran daha kuvvetli ve kendinden emin çıkıyordu.

"Şey, ben Simge... Muhtemelen Gökay anlatmıştır."

Az daha zorlasa çıkmayacaktı sanki sesi, öyle kısık konuşuyordu ki...

"Haberim var," dedi Mert. "Yani olanlardan," diye de ekledi.

"Ben... Şey, ben Gökay'la konuşmak istiyordum ama... Yanlış görmediysem arka koltukta oturuyordu ki görmediğime de eminim. Benden saklanıyor mu?"

"Eh, ne? Hayır, tabii ki!" Mert ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir an duraksadıktan sonra "Ayakkabısının bağcığını bağlıyordu. Eğildiği için görememişsindir," dedi ve bana seslendi.

"Gökay, bir insene aşağı!"

Sesindeki tehditvari tonu hissetmiştim. Sanki ben inmesem zorla indirecekti ki bunu yapabileceğine emindim.

Kafamı hafifçe kaldırdığımda Beril'le göz göze geldim. Dudaklarını büzerek hafifçe omuz silkti. Bu 'başa gelen çekilir' demenin sessiz ifade ediliş yolu olmalıydı.

Derin bir nefes alarak kendimi dışarıya çıkmak için hazırladıktan sonra yerimden hızla doğruldum ve tam o anda camdan ağrı Simge'yle göz göze geldim.

Bugün onu ilk gördüğüm zamankinden daha mı güzeldi yoksa benim gözlerim şaşı mı görüyordu?

Evet, ikinci ihtimal daha muhtemeldi.

Hafifçe yutkunduktan sonra kapıya uzandım ve açarak yavaşça aşağı indim. Gözlerimi, bana mahcupça bakan Simge'den ayırmadan Mert'in yanına gittim. Sesimi sert çıkarmaya çalışarak "Evet?" dedim.

"Merhaba Gökay."

Bir şey demeyerek yüzüne bakmaya devam ettiğimde utanarak hafifçe kızardı. Normalde kadınlara karşı hep kibar olurdum ama kendimi ne kadar zorlasam da motorumu benden alan birine karşı nazik olmak gelmiyordu içimden.

Ayrıca o gün onu motorumun üstünden zorla indirirken hiç de utanmışa benzemiyordu. Fazlasıyla cesur ve dik başlıydı. Şimdi ne olmuştu da utanır hale gelmişti?

"Bi-biraz vaktin var mı?" diye sordu kekeleyerek. "Konuşabilir miyiz?"

Sert tavrımdan ödün vermeyerek, "Konuşacak bir şeyimiz olduğunu sanmıyorum," diye mırıldandım.

"Lütfen," dedi gözlerimin içine bakarak. "Sana söylemem gereken şeyler var."

"Gökay," dedi Mert, ses tonu itiraz istemediğini belli eder nitelikteydi. "Biz Beril'le Derin'i bulalım. Siz de konuşun."

Konuşmaya pek hevesli olmasam da, hem kızın ne söyleyeceğini merak ettiğimden hem de Mert'in başımla bir tarafımın yerini değiştirmesini istemediğimden "İyi, tamam," diyerek kabul ettim konuşmayı.

Mert, Beril'e dönerek "Hadi Beril," dedi. Beril torpidodaki defteri alarak aşağı indi. Mert de arabayı kilitledikten sonra "Biz gidiyoruz o zaman," dedi ve Beril'le birlikte okula girdiler.

"Şey, daha sakin bir yerde konuşsak?"

Simge'ye dönerek "İyi," dedim. Ona karşı kibar olmayı beceremiyordum. Çünkü yüzüne ne ara baksam motorumun yokluğunda hissettiklerim geliyordu aklıma. Korkum, endişem, yıkılışım...

Simge, başını hafifçe salladıktan sonra okula doğru ilerleyince peşine takıldım. Kampüsün arka taraflarına doğru giderken ikimizden de çıt çıkmıyordu. Benim sessizliğim konuşmak istemeyişimden ve ne söyleyeceğini düşündüğümdendi. Onun sessizliğinin nedeni de malumdu zaten.

Ağaçların çok, öğrencilerinse az olduğu bir yere geldiğimizde boş bir bankı işaret etti.

"Oturalım mı?"

Omuz silktim. "Olur."

Banka doğru ilerledikten sonra bir ucuna ben diğer ucuna da o oturdu. Aramızda kısa bir sessizlik olduğunda, onu harekete geçirmek için "Konuşmak istediğini sanıyordum," diye mırıldandım.

"Hala istiyorum," diye mırıldandı. "Sadece nereden başlayacağıma karar veremiyorum." Derin bir nefes aldı. "En iyisi baştan başlamak..."

Kendime engel olamayarak "Umarım çocukluğuna kadar geri sarmazsın," dedim.

Hafifçe güldü. "Sanırım o zamandan başlayacağım."

Şaşkınlıkla ona döndüğümde gözlerini benden kaçırarak konuşmaya başladı.

"Annemle babamı kaybettiğimde beş yaşındaydım."

Bir anda ne diyeceğimi bilemeyerek öylece kalakaldığımda hafifçe yutkundu.

"Abimle ben. İkimiz kaldık sadece. Öylece... Annesiz, babasız, evsiz, ailesiz, kısacası kimsesiz..."

"Be-ben," diye mırıldandım zar zor. "Çok üzgünüm."

Bana dönmeden kafasını salladı.

"Abim büyüktü. Yani benden... Yoksa on bir yaşında ailesini kaybeden küçücük bir çocuktu o da."

Nasıl devam edeceğini bilemiyormuş gibi kısa bir an duraksadı.

"Tek akrabamız teyzemdi. Onun da iki çocuğu vardı ve zaten zar zor geçiniyorlardı. Yani bize bakacak kimsemiz yoktu. O yüzden yetimhaneye verdiler bizi.

Zordu. Gerçekten çok zordu. Sadece bir haftada bütün hayatımız değişmişti. Sabahları kalktığımda gördüğüm annem ya da her akşam elinde başka bir çikolatayla eve gelen babam yoktu artık. Evimiz yoktu. Abimle birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Teyzem hafta bir-iki kez yanımıza geliyordu işte o kadar."

Avucuna kadar çektiği hırkasının ucuyla yanağını sertçe sildi. Ağlıyordu.

"Alıştık. Başka çaremiz yoktu, biz de mecburen alıştık. Annesizliğe, babasızlığa, yetimhanede uyanmaya, bir sürü çocukla birlikte kahvaltı yapmaya... Her şeye alıştık.

Öyle ki o yaşıma kadar herkesten çekinen, yabancıların yanında kolay kolay konuşmayan ben; orada kaldıkça açılmaya, kendimi korumaya başladım. Mecburdum çünkü. O yaşımda kendimi başkalarına karşı savunmaya, hakkımı yedirmemeyi öğrenmeye mecburdum. Yine de abim yanımda olduğu için şanslıydım. O olmasaydı, beni korumasaydı, eminim her şey çok daha zor olurdu."

Birden durup bana döndü. "Eh, biraz fazla dram yaptım değil mi?" Gülmeye çalıştı. "Daha fazla konuşmadan seni ilgilendiren kısma geleyim en iyisi."

"Biliyorsundur, on sekizinden sonra yetimhanede kalamıyorsun. Abim on sekizine girdiğinde, yani üniversiteye başlayacağı sene ben on iki yaşındaydım. Abim çok çalışkandı, hayalleri vardı. Bendim. Yani hayalleri benden ibaretti.

Beni iyi bir okulda okutmak, bana güzel bir gelecek vermek, bana bakabilmek... Abim, yalnızca abim değildi. Annem, babam, arkadaşım... Her şeyimdi.

İstanbul'da mühendislik fakültesi kazandı. Sonra devlet yurdu çıktı abime. Yurdun parasını ödeyebilmek için okurken çalışmaya başladı.

O, zor da olsa bir şekilde idare etmeye çalışıyordu. Tabii aynı zamanda bende idare etmeye çalışıyordum. Onca zamanın üstüne yetimhanede onsuz kalınca afallamıştım. Abim de bunun farkındaydı ve sık sık yetimhaneye gelmeye çalışıyordu ama elbette bunu da bir yere kadar yapabiliyordu.

Sonunda mezun olunca üniversitedeki başarısı sayesinde iyi bir şirkette iş buldu. Çok çalıştı. Para biriktirdi ve kendine küçük de olsa bir ev kiraladı. Sonra... Beni de yanına aldı.

On yedimdeydim, yetimhaneden ayrılıp abimin yanına yerleştiğimde. Yani lise sondaydım. Abim çok üstüme düştü. İyi bir yer kazanabilmem için çok emek verdi. Ben de onun emeğini boşa çıkarmamak için çalıştım, gerçekten çok çalıştım."

Duraksayarak bana döndü ve hafif bir tebessüm eşliğinde "Burada psikoloji okuyorum," dedi. "Son sınıfım."

İhtiyatla başımı salladım. "Ne güzel."

"Evet," dedi, beni onaylayarak. "Çok güzel ama daha güzel olan ne biliyor musun?"

Meraklanarak gözlerimi kıstım.

"Ne?"

Tebessümü genişledi.

"Sensin."

Afalladım. Her şeyi beklerdim ama kendimi? Hayır.

Kaşlarımı çatarak "Anlamadım," diye mırıldandım.

Tekrar önüne döndü.

"Abimin yanında kalmaya başladığım zamanlar... Maaşını biriktirerek bana bilgisayar almıştı abim. Ben de biraz meraklıydım." Duraksadı. "Belki birazdan fazla olabilir," deyip omuz silkti. "Her neyse. Bir keresinde abimden zenginler için internette ayrı bir magazin sayfası olduğunu duymuştum. Yani ünlülerin değil de iş adamlarının haberlerinin olduğu şu cemiyet sayfaları... Neden bilmiyorum ama o sayfaları takip etmek hoşuma gidiyordu. İleride bir gün abimin de o sayfalarda olacağını hayal edip kendi çapımda eğleniyordum. Sonra bir gün bir şey gördüm. Daha doğrusu birini..."

Bir kez daha duraksayarak bana baktı. Gözlerindeki, anlamlandırmakta güçlük çektiğim ışıkla "İlk görüşte aşka inanır mısın?" diye sordu birden. Anlattıklarıyla bağdaştıramadığım sorusu karşısında şaşkınlıkla kalırken "Hayır," dedim. "Yani sadece ilk görüşte aşka değil, direk aşka inanmıyorum."

"Ya," dedi omuzlarını düşürerek. "Desene işim çok zor."

Daha da çattım kaşlarımı. Neyi ima ettiğini anlayamamıştım.

"Ne demek istiyorsun?"

Soruma cevap vermek yerine kafasını sallayarak "Nerede kalmıştık?" diye sordu ve hemen ardından devam etti. "Hah, birini gördüğümden bahsediyordum," diyerek kısa süreliğine duraksayıp derin bir nefes çekti içine. Daha sonra gözlerini benden kaçırarak "Şeyi görmüştüm, seni..." diye mırıldandı.

Gözlerimi kırpıştırdım şaşkınlıkla. "Beni mi?"

"On yedinci doğum gününde yaşanan kötü bir olay haber olmuştu. Haberin yanına senin de resmini koymuşlardı. Seni ilk o zaman gördüm işte."

Kuruyan boğazımı ıslatmak niyetiyle yutkundum. Zira o günden de o günü hatırlamaktan da nefret ediyordum.

Gözlerini bana çevirdiğinde yüzümün aldığı şekli görerek panikledi.

"Amacım sana o günü hatırlatmak değildi, inan. Sadece... Sadece şey..."

"Sadece ne?" dedim, sesimin sert çıkmasını engelleyemeyerek.

"Âşık oldum," deyiverdi birden. Öyle, ansızın. Doğru duyup duyamadığımdan bile emin olamayacağım kadar hızlı bir şekilde.

Söylediği iki kelime zihnime ulaştığında "Ne?" dedim, hayretle.

"Seni ilk gördüğümde, yani fotoğrafını ilk gördüğümde âşık oldum ben. Böyle söyleyince kulağa saçma ya da inanılmaz geliyor, farkındayım. Ama doğruyu söylüyorum. 17 yaşında lise son sınıf öğrencisi bir genç kızdım ve beş yaşımdan beri beni hayata bağlayan tek kişi abimdi. Annemleri kaybettiğimizden beri abim için yaşıyordum aslında ben. Onu mutlu edebilmek, onu gururlandırabilmek için çalıştım onca sene. Sonra... Sonra seni gördüm işte. Kamera odağına bakan mavi gözlerine, havada hafifçe süzülen saçlarının yana kaymış şekline, dudaklarındaki ufak tebessüme âşık oldum ben."

Tepkimi ölçmek istercesine duraksayarak bana döndüğünde şaşkınlıktan hiçbir şey diyemedim. Bunların nasıl mümkün olabileceğini düşünüyor, anlam vermekte zorlanıyordum. Birine âşık olmak bu kadar basit miydi? Tek bir fotoğraf karesine âşık olunabilir miydi sahi?

Bir şey demeyeceğimi anlamış olacak ki "O günden beri," diyerek konuşmasına devam etti. "Seni araştırmaya başladım. Hayatını, dedeni, nerede yaşadığını, nasıl biri olduğunu... Yalnızca çok bilgi edinemiyordum çünkü sitelerde dedenin başarılarından başka ufak birkaç detay dışında bir şey yazmıyordu. Sadece dedenin sana aldığı motorun haberini orada görebilmiştim. Yani motorunun markasını oradan biliyorum, motor delisi olduğumdan değil.

Her neyse. İnternet sitelerinden iş çıkmayacağını anladığımda sosyal medya hesaplarını bulmaya çalıştım. Buldum da, yalnız o zamanlar pek paylaşım yapmıyordun. Hatta neredeyse hiç yapmıyordun ve bu yüzden yine bir şey öğrenememiştim. Elimde olan tek şey internette gördüğüm ve sosyal medya hesabında olan birkaç fotoğrafındı."

Tekrar duraksadığında kucağında duran çantasının içinden cüzdanını çıkardı ve benim sorgulayıcı bakışlarımın altında cüzdanından da bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafı bana uzatarak "İşte," dedi. "O zamandan beri saklıyorum."

Fotoğrafı aldığımda ufak çaplı bir şok geçirdim. 4 sene evvelki ergenlik halimdi. Dediği gibi saçlarım bir tarafa kaymış, yüzümde fotoğrafımın internete koyulacağını bildiğimden çapkın bir gülümseme oluşmuştu. Fotoğrafı dedemin şirketine gittiğim günlerden birinde dedemle çekinmiştim ama Simge dedemi kırpmış olmalıydı ki fotoğrafta tek başımaymışım gibi duruyordum.

"Bunu," dedim, gözlerimi gözlerine kaydırırken. "Gerçekten senelerdir cüzdanında mı taşıyorsun?"

"Evet," dedi gülümseyerek. "Bu fotoğrafın bendeki yeri çok büyük. Bu üniversitede dört senedir psikoloji okuyorsam önce abim sonra da bu fotoğraf sayesinde. Seni göreceğim günü beklerken bu fotoğraf yardımcı oldu bana. Oradaki gülümsemenden destek aldım hep."

"Anlamadığım bir şey var," diye mırıldandım. "Ben normalde zaten İstanbul'da yaşıyorum ve sen bunu biliyorsun. Üstelik yanlış anlamadıysam sen de orada oturuyorsun. O zamanlar karşıma çıkmadın da, benim peşimden buraya kadar geldin mi yani?"

"E, şey," diye mırıldandı. "Aslında tam olarak öyle olmadı. Seni tanıdığımda 17 yaşındaydım dediğim gibi. Yani daha reşit bile değildim. Üstelik üniversite sınavına hazırlanmam gerekiyordu. Kısacası senin peşine takılma gibi bir lüksüm yoktu. Önceliğimi sınavıma vermem gerekiyordu. Öyle de yaptım ve sınavım geçene kadar seni internet üzerinden takip etmekle kaldım. Sınavdan sonra bir müddet senin nerede okuyacağını öğrenmeye çalıştım. Psikoloji okumak istiyordum ama istediğim belli bir üniversite yoktu. Eğer bulabilseydim hiç tereddütsüz gittiğin yeri yazardım ama sen internette bir şey paylaşmadın. Deden bazı haberlerde şirketi sana bırakacağını söylüyordu. Yani mühendislik okuyacağını anlayabildim sadece. Bu yüzden de puanımın yettiği yere göre tercih yaptım."

Duraksayarak dudaklarını büzdü. "Meğer dört senedir aynı yerdeymişiz de haberimiz yokmuş." Omuz silkti. "Eh, kader işte..."

"Yani," dedim araya girerek. "O gün beni görmen tesadüf müydü? Motoruma binmen falan?"

"Seni görmem evet, tesadüfün anasıydı hatta... Ama motoruna bilerek bindim. Yani oradan geçerken gördüm seni. Motorun dikkatimi çekmişti. Markasını ezberlediğim için nerede görsem tanıyordum. Sen kaskını çıkarana kadar motoruna baktım sadece. Sonra... Sonra sen olduğunu fark ettim. Kaskını çıkarışın, motorundan inişin, markete girişin... Her şeyi şok içinde izledim. İlk başta hayal gördüğümü sandım hatta ama değildi işte, sendin gördüğüm kişi. Normalde okulu bitirip İstanbul'a döner dönmez aramaya başlayacaktım seni ama ayağıma kadar gelen fırsatı nasıl geri tepebilirdim?

Koşar adımlarla motorun yanına gidip seni beklemeye başladım ama sonra beni gördüğünde sana ne diyeceğimi bilemedim. 'Merhaba ben Simge, sana aşığım,' diyemeyeceğim için aklıma gelen ilk şeyi yaptım ve motoruna bindim. O kadar telaşlı ve o kadar heyecanlıydım ki hareketlerimi düşünmeden gerçekleştiriyordum. Tek derdim ilgini çekmekti. Ne kadar salakça hareket ettiğimi polis arabasına bindiğimde anladım ama o zaman da iş işten geçmişti işte."

"Sana inanamıyorum," dedim hayretle başımı sallarken.

"Ben de şu an seninle konuştuğuma inanamıyorum."

Kendimi tutamayarak güldüm ve "Karakoldan çıktıktan sonra niye bulmadın beni peki?" diye sordum. "Kaç hafta geçti aradan."

Yüzü asıldı. "Karakoldan çıkmam o kadar kolay olmadı. Abime ulaştılar, şok geçirdi tabii. Ben kim, motor kaçırmak kim sonuçta... İlk uçakla buraya geldi, beni karakoldan çıkardı. Niye böyle bir şey yaptığımı anlayamıyordu. Bir arkadaşıma şaka yapmaya çalıştığımı ama ipin ucunu kaçırdığımı söylememe rağmen inanmadı. Gerçi ben olsam ben de inanmazdım ya, neyse.

Tabii bir şeyler karıştırdığımı anlayınca birkaç gün bende kaldı. O yüzden seni bulmakla ilgilenemedim. İstanbul'a döndüğünde bile saat başı arayıp kontrol falan ediyordu. Kısacası abimin güvenini tekrar kazanana kadar seni bulma işini rafa kaldırmıştım. Abimle aramız yavaş yavaş düzelmeye ve abim gerçekten eşek şakası yaptığıma inanmaya başladıktan sonra yani yaklaşık iki gün önce karakola giderek senin adresini öğrenmeye çalıştım ama ne yazık ki hiçbir şey söylemediler. Yaptığım şeyden sonra bana güvenmediler anlayacağın."

"Sen... Sen gerçekten delisin."

O an diyebileceğim tek şey buydu. Zira o konuştukça şoktan şoka giriyor, dediklerini hazmetmek için üstün çaba sarf ediyordum.

Gülerek omuz silkti. "Biliyorum ve bence bu harika bir şey."

"Harika mı?"

"Her şeyi mantık çerçevesinde incelemeye kalksam, yaşadıklarımı asla kaldıramazdım. Küçükken hep neden başkalarının değil de benim annemle babamın öldüğünü sorardım kendi kendime. Mantıklı bir cevap bulamazdım. Yetimhanedeyken abimi gönderdiklerinde bizi neden ayırdıklarını sorgulardım, yine bir cevap bulamazdım. Sadece bunlar da değildi cevap aradığım şeyler. O kadar çoktu ki... Baktım sorularım hep cevapsız kalıyor, bakmamaya başladım ben de. Ne soruları ne de cevapları umursadım o zamandan sonra. Yaşamıma baktım sadece. Sorunları umursamadan, kalbimi karartmadan, küçük şeylere üzülmeden, insan gibi yaşamaya çalıştım ve şükür bugüne kadar geldim işte."

Bunlar... Sanki kendini değil de beni anlatıyormuş gibi hissetmiştim. Sanki kendi umursamazlığını değil de, benim düşüncelerimi dile getiriyormuş gibi gelmişti.

Şaşkındım, hem de çok.

"Ee," dedi, düşüncelerimi bölerek. "Bir şey demeyecek misin?"

Şaşkındım ama olmayacak duaya âmin demeyecek kadar da başımdaydı aklım. Harikalar Diyarı'nda değildik maalesef. Yaşadıklarımız, acılarımız, her şeyimiz gerçekti ve zaten gerçek oldukları için yakıyorlardı bu kadar canımızı.

Boğazımı temizleyerek önüme diktim bakışlarımı.

"Fotoğrafımı gördüğün haberi hatırlıyorsun değil mi?"

Omuzları çöktü. Kafasını hafifçe sallarken, "Ne kadarı doğruydu, bilmiyorum ama hatırlıyorum," diye mırıldandı.

"Ne okuduğunu bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Çünkü o zamanki hiçbir haberi okumadım. Hem kendi sağlığım hem de babam olacak adamın sağlığı için. Ama muhtemelen doğruyu yazmışlardır. Yani babamın daha önce yaptıkları yetmezmiş gibi doğum günümde dahi annemi aldatışını..."

Susarak ona döndüm. "Aşka neden inanmıyorum biliyor musun? Çünkü aşk dedikleri şey saçma bir hevesten başka hiçbir şey değil."

Karşı çıktı hemen.

"Peki ya birbirlerini deli gibi seven onlarca insana ne diyeceksin?" diye sordu. "Mutlaka senin çevrende de vardır öyle birileri. Birbirleri için ölümü dahi göze alabilecek o kadar çok kişi var ki."

"Evet," dedim kafamı sallayarak. "Var. Ama kendin söyledin, o kişiler birbirini seviyorlar. Sevgi, aşk denen zımbırtıdan çok daha farklı bir duygu. Sevgi çok özel bir bağ, yani heves kuruntusundan çok daha ayrı bir şey...

Her neyse, nerede kalmıştım? Ha, evet, babam... Annemle babamın tanışması şu filmlerdeki klişelerden, tabii bu tanışmayı senin deyiminle aşk devam ettiriyor. Yani annem babama, babam da anneme âşık olmuş. Eh, babamın yalancı aşkına hiçbir zaman inanmadım ben de, annem gerçekten âşık olduğunu diyor. Her neyse. Aradan zaman geçmiş işte, annemin aşkı sevgiye dönmüş. Babama bağlandıkça bağlanmış. Babamınsa yalancı aşkı yani hevesi yok olup gitmiş. Gözü dışarılara kaymış."

Usulca yutkundum. Konuşmak acı veriyordu. Anımsamak, anlatmak kadar zordu.

"Anneme her baktığımda gözlerindeki acıyı görürdüm ben. Karşılık bulamadığı sevgiyi görürdüm. Bana hissettirmemeye çalıştığı her an görürdüm.

Aynı zamanda babamın gözlerindekileri de görürdüm. Anneme, annemin ona baktığı gibi bakmazdı. Annemle ilgilenmezdi. Hep dışarıdaydı gözü. Hissederdim.

Üstelik işin en acı yanı neydi biliyor musun? Annemin sevgisi o kadar yüceydi ki, babamın onu sevmediğini bildiği halde ondan uzaklaşamıyordu. Onu bırakamıyordu. Belki aldattığından bile şüpheleniyordu -ki şüphelendiğine emindim-, buna rağmen babamın yanından ayrılmayı katiyen kabul etmiyordu. Sanki babamın varlığı yetiyordu onu ayakta tutmaya.

Yıllar geçti böyle. Annemin, babamın gözünün içine baktığı lakin annemin, babamın umurunda bile olmadığı, benimse her şeyi sadece izlemekle kaldığım uzun yıllar...

Ve en sonunda ne oldu biliyor musun? Doğum günümde, on yedinci doğum günümde, annem büyük bir parti verdi benim için. Evimiz hazırlandı, arkadaşlarım çağrıldı. Dedem şu hayatta en değer verdiğim şeyi, yani motorumu bana hediye etti. Eğleniyordum. O gece gerçekten eğleniyordum.

Sonra partinin ortalarına doğru üst kata, lavaboya çıktım. Alt kattan gelen sesler haricinde sessizdi üst kat. Eh, en azından ben en başta öyle olduğunu sanmıştım. Sonradan," diye fısıldadım sona doğru zorla. "Sonradan fark ettim annemlerin odasından gelen o iğrenç sesleri."

"Gökay," diyerek araya girdi Simge. Onun da sesi titremişti, tıpkı benim gibi. "Devam etme lütfen."

Onu duymazlıktan geldim.

"Sesleri sindiremeden odaya daldım ve hayatımda görüp görebileceğim en iğrenç manzarayla karşılaştım Simge. Beni aşk dediğin şeyden soğutan, insanlara karşı olan güvenimi yerle bir eden şeyle karşılaştım. Ve ardından ne yaptım biliyor musun? Babamın yanındaki kadının çığlıklarına ve babamın bana olan haykırışlarına aldırmadan koşarak aşağı inip bütün davetlilere babamın rezilliğini anlattım. Ne kadar iğrenç bir adam olduğunu bağıra çağıra anlattım. Aslında o bildikleri ünlü iş adamının, iyi aile babası sandıkları adamın -ki adam demek ne kadar doğru, inan bilmiyorum- ne halt olduğunu anlattım."

O günü tekrar yaşıyormuşum gibi can çekişiyordum adeta. Boğazım düğümlenmişti. Dilimden dökülen sözcükler dilime zehir etkisi yapıyordu sanki.

"Sonrasında olanları az çok tahmin edebiliyorsundur... Annemle babamın ani boşanması, babamın iş hayatında büyük bir çöküntü yaşaması, bütün tanıdıkların babama sırtlarını dönmeleri, dedemin annemle beni yanına alması... O kadar ani oldu ki her şey, inan takip etmekte zorlanmıştım."

Duraksadıktan sonra gözlerinin içine bakarak "Annemin gecelerce ağlayışları hala kulağımda, biliyor musun?" diye sordum. "Öyle bir yıkıldı ki, toparlanışı çok zor oldu. Onun yanındayken benim üzülmeye hakkım yokmuş gibi hissederdim hep. Onu mutlu etmek için uğraşırdım ama ne yapsam işe yaramazdı. Her geçen gün gözümün önünde gittikçe soluyor, adeta yok oluyordu. Üzüntüsünden hasta olmasından öyle korkuyordum ki... Çok şükür olmadı öyle bir şey.

Zaman... Geçtikçe alıştırdı acısına. Gittikçe daha iyi oldu annem. Önce ağlamayı bıraktı, sonra odasından çıkarak evde dolanmaya başladı. Boşandıktan sonra verdiği kiloları geri aldı.

Anlayacağın kaybettiklerini tekrar kazanması çok zor oldu. Ben bu süreçte hep yanında olmaya çalıştım. Olduğum süreçte de hep babama sövdüm. Annemi getirdiği hale bakıp onun daha kötü olmasını diledim içten içe. Annem kadar olamasa da o da zor zamanlar geçirdi. Yüzsüz gibi annemi tekrar ona dönmesi için ikna etmeye çalıştı. Dedemle birlikte onu başımızdan savmamız zor oldu ama anneme yaklaştırmadık. Şimdi de küçük bir şirkette çalışıyor. Eh, eski zenginliği yok artık. Parasını yemeye çalışan kadınlar da aynı şekilde. O koskoca şirket sahibi adam, küçüldü. Ufacık kaldı."

Susup derin bir nefes aldım ve ona döndüm.

"Bunları neden anlatıyorum, biliyorsun değil mi?" diye sordum. Kafamı sallayarak "Benden olmaz Simge," dedim. "Benden beklediğin adam olamam ben. Geçmişim böylesine yaralıyken, inançlarım, isteklerim tamamen başka şeyler üzerine kuruluyken yapamam. Ben... Bak, ben teşekkür ederim sana. Gerçekten bana değer verdiğin için teşekkür ederim ama olmaz Simge. Benim şu hayattaki en büyük amacım annemi mutlu etmek ve dedemi gururlandırmak. Bizi hiç yalnız bırakmadığı için dedeme olan minnetim çok büyük ve bunu onun tırnaklarıyla kazıyarak inşa ettiği şirketin başına geçerek gösterebilirim ancak."

Simge, dolan gözlerini gözlerimden ayırmadan "Bunu yapma," diye fısıldadı. "Evet, geçmişte çok kötü şeyler yaşamış olabilirsin ama hangimizin hayatı mükemmel ki? Böyle yaparak kendini hayatın güzelliklerine kapatamazsın. Ne yani ölene kadar kendini işe mi adayacaksın? Yaşayabileceğin onca güzellikten vaz mı geçeceksin? Kendine neden yazık ediyorsun Gökay? Kendinden vaz mı geçmek bu kadar mı kolay?"

"Kendimden vazgeçtiğimi de nereden çıkardın?" diye sordum. "Yalnız işim için, dedemin gözüne girmek için, annemi mutlu etmek için yaşamayacağım elbette. Sadece önceliklerim bunlar olacak. Sevgi nedir ben de biliyorum; kendimden çok sevdiğim arkadaşlarım var benim. Yani seviyorum, seviliyorum. Sadece aşk denen o hevese ihtiyacım yok benim. Hoş, istesem de hissedemem o şeyi. Dedim ya, inanmıyorum çünkü.

Seni kandıramam Simge. Sana ümit veremem. Özür dilerim ama yapamam. Sonuçta beni tanımıyorsun, topu topu iki kere gördün. Unutman kolay olur bel-"

"İnanmıyorsun değil mi?" diye sordu, sözümü keserek. Üstündeki ince kazağın yeniyle yanaklarını kuruladıktan sonra kafasını sallayarak "İnanmıyorsun," diye mırıldandı tekrar. "Sana olan hislerime inanmıyorsun, şu fotoğrafı yıllarca cüzdanımda taşıdığıma inanmıyorsun, seni gerçekten sevdiğime inanmıyorsun."

"Öyle bir şey demedim, anlattıklarına tabii ki inanıyorum."

"Ama demek istedin," dedi kafasını sallayarak. "İnanmıyorsun."

Kafasını önüne eğerek yanaklarını kuruladı tekrar. Onu üzdüğüm için kendimden nefret ettim ama mecburdum bunu yapmaya. Kendimi biliyordum, kendimi tanıyordum. Ben böyle bir şey yapabilecek biri değildim. Onu kandıramazdım, onu ümitlendiremezdim.

"Simge sana ümit veremem. Ben sana senin bana baktığın gibi bakamam. Yapamam."

Burnunu çekti usulca.

"Ben," diye mırıldandı. "Dört senedir her gece bu anı hayal etmiştim ama hiçbirinde böyle bir şey olacağını düşünememiştim. Hemen kabul edeceğini de düşünmemiştim belki ama en azından denersin sanmıştım."

"Simge," diye fısıldadım.

"Hiç mi sevemezsin?" diye sordu, yüreğimi yakan bir ümitle. "En azından deneyemez misin? Tamam, âşık olma. Sevmeyi de mi deneyemezsin?"

"Denersem ne olacak? Sonu hüsran olunca ne olacak Simge? Sen daha fazla üzüldükten sonra ne işime yarayacak?"

"Bu kadar mı eminsin beni sevemeyeceğinden?" diye sordu gözlerimin içine bakarak. "Denemeye bile değmez miyim yani? Sana göre çirkin miyim? Yoksa fazla hayalperest mi göründüm gözüne? Motorunu izinsiz aldığım için değil mi? İnan şımarık biri değilim ben. Gerçekten değilim. Dedim ya, sadece dikkatini çekmek istedim ve o an motorundan başka bir şey gelmedi aklıma."

"Simge," diyerek ona uzandım ve kucağındaki ellerini tuttum. "Sorun bunların hiçbiri değil. İnan bana, gerçekten değil. Sadece kendimi tanıyorum. Bu söylediklerin bana ters şeyler. Yapamam Simge, sana bunu yapamam."

Titreyen alt dudağını dişlerinin arasına aldı. İçine derin nefesler çektikten sonra başını göğe kaldırarak gözlerini etrafta gezdirdi.

"Bu kadar mı yani?" diye sordu. "Beni reddedişin bu kadar mı? İlk kez âşık olduğum adamı görme iznim bu kadar mı?" Başını çevirerek bana baktı. "Seni bulduğum anla kaybettiğim anın arasında geçen o zaman dilimi, gerçekten bu kadar kısa mı yani?"

"Simge..."

"Tamam, sus lütfen. Beni reddedişini daha fazla duymak istemiyorum. Hiç belli etmedim biliyorum ama benim de bir gururum var. Benim de kendime saygım var ve bunu kaybetmek istemiyorum. Senin için olsa bile..."

Ne denirdi bu saatten sonra, ne söylenebilirdi, inanın bilmiyordum. Lal olmuştu dilim, konuşamıyordum.

Yüzünü elinin tersiyle gelişigüzel sildikten sonra omzuna dökülen saçlarını sırtına attı yavaşça. Daha sonra elindeki fotoğrafı cüzdanına, onu da çantasına yerleştirerek aynı yavaşlıkla ayağa kalktı. Elindeki çantasını koluna taktıktan sonra "Gerçekten," diye mırıldandı tekrar. "Gerçekten hiç böyle hayal etmemiştim."

"Özür dilerim."

Kafasını salladı usulca. Bana son kez baktıktan sonra birkaç adım attı. Ben öylece arkasından bakarken birden durdu ve tekrar bana döndü. Gözlerimin içine bakarak "Son kez bir şey isteyebilir miyim senden?" diye sordu.

Ayağa kalktım. "Yapabileceğim bir şeyse, elbette."

Yürüyerek tam karşıma dikildikten sonra gözlerini gözlerime sabitledi.

"O kadar çok hayalini kurmuştum ki," deyip yavaşça omuz silkti. "Neler hissedebileceğimi bile düşünmüştüm. Şimdi yapmadan gidersem içimde kalacak biliyorum. Sonradan yıllarca 'keşke' demek istemiyorum. İçimde ukde kalsın istemiyorum."

Dediklerinden bir şey anlamadığım için hiçbir tepki veremiyordum.

"Gökay... Sana bir kez olsun sarılabilir miyim?"

İçime bir ağırlık çöktü. Sanki yüreğim kaldıramayacağı bir yükün altına girmişti. Benden istediği şey...

İnsan herkese sarılmazdı. Daha doğrusu herkese gerçekten sarılmazdı. Sarılmak tuhaf bir eylemdi. Sanki sarılan kollar değildi de, kalplerdi. Birleşen tenler değildi de, yüreklerdi. Birine sarıldığınızda sol yanı sol yanınıza düşerdi ve sırf bu yüzden herkese sarılamazdık işte. Herkese yüreğimizi teslim edemezdik çünkü.

İnsan değer verdiğine sarılırdı. Çünkü sarılmak, güven duygusunu paylaşmaktı bir nevi. Güven de herkese duyulmazdı şüphesiz.

İşte tüm bunlar acıtmıştı yüreğimi, ağır gelmişti. Bana sarılmak istiyordu çünkü bana değer veriyordu, çünkü bana güveniyordu.

Ondan aldığım onca şeyden sonra bunu verebilirdim. Zira yıkılmadık hayalini bırakmamıştım. En azından bunu yapabilirdim.

Usulca yutkundum. "Tabii."

Titreyen kollarını uzatarak gevşekçe belime doladı. Yüzü sağ omzuma yaslanırken tek elimi hafifçe sırtına dokundurdum. Onun bana sarılmaya hakkı vardı belki ama benim ona sarılmaya hakkım yoktu.

"Biliyor musun?" diye mırıldandı, başı hala omzumdayken. "Aslında birçok kez beni kabul etmeyişini de hayal etmiştim. Ama hayallerimde ne olursa olsun seni ikna etmek için uğraşıyordum. Çünkü sana hak verebiliyordum. İlk kez gördüğün biri karşına çıkıp sana âşık olduğunu söylediğinde inanmama ihtimalin daha fazlaydı. Bu yüzden sana kendimi sevdirmek için uğraşacağımı söylerdim kendime. Ne olursa olsun peşinde dolanacak ve seni bıktıracak hale gelmek uğruna kendimi sevdirecektim sana. Buydu hayalim, böyleydi düşüncelerim."

Duraksayarak yutkunduğunu hissettim.

"Meğer gerçekte öyle olmuyormuş," diye devam etti bir an sonra. "Sen bana böyle soğuk bakarken sana kendimi sevdirecek gücü bulamıyorum kendimde çünkü. Her sözünde bana inanmadığını ima ederken sen, nasıl durabilirim ki yanında? Seni görme hayalimle koskoca dört sene diri tuttuğum hayallerimi tek bakışınla yerle bir etmişken sen, ayaklarımın üstünde nasıl dimdik durabilirim, söylesene Gökay?"

Ben, ağzımı açıp tek kelime edemezken kısa bir süre sessiz kaldı. Belli etmemeye çalışsa da kokumu içine çektiğini fark etmiştim ve bu, o konuşmaya başladığından beri yanan kalbimi daha da perişan etmişti.

Yavaşça kollarını belimden ayırdıktan sonra aynı yavaşlıkla uzaklaştı benden.

"Ne yalan söyleyeyim," dedi bir an sonra gözlerime bakarak. "Dört seneyi bir anda silmek kolay olmayacak ama madem beni istemiyorsun, kendimi sana zorla kabul ettirmek gibi bir niyetim yok. Olamaz da. Çünkü kendime saygım var. Dediğim gibi bunu yitiremem, senin için bile olsa."

Birkaç adım daha geriledi.

"O zaman," deyip kafasını salladı. "Kendine çok iyi bak, olur mu?"

Simge, arkasını dönüp ilerlemeye başladığında kalktığım banka geri oturarak gözden kaybolana kadar gidişini izledim.

Biraz önce olanlara akıl sır erdiremiyordum hala. Ne olmuştu, ne ara olmuştu, nasıl bitmişti...

Bu nasıl mümkün olabilirdi? Birini sadece fotoğrafını görerek sevebilir miydi insan? Gerçekten dört koca sene sadece kurduğu hayallere sığınarak bekleyebilir miydi?

Çocukluğum yaralıydı benim. Aşk denen illete, sevgiye, güvene kırıktım ben. İnanmazdım. İnandırmamışlardı ki inanacaktım. Önüme koydukları en büyük örnek annemle babamdı işte. Annemin yıkılışı, ailemin günden güne yok oluşu... Bunları izleyerek büyümüştüm ben. Sevgiye kalbimi kapatarak, kendimi insanlara güvenmekten alıkoyarak, hayattan soyutlayarak...

Ben ona bir şey veremezdim. Hem neyim vardı sanki verecek? Yıllardır kabuk bağlayamayan yaralarımı mı verecektim? Yoksa paramparça olan çocukluğumu mu?

Üstelik sevmeyi de bilmezdim ki ben. Yani öyle sevmeyi bilmezdim... Ben annemi severdim, Mert'i severdim. Koray'ı, Feza'yı, Kamer'i severdim. Yemeğimi severdim, yatağımı severdim. Televizyonumu, telefonumu, motorumu severdim ama bir kadın nasıl sevilirdi bilmezdim. İncitmeden nasıl sarılırdı bir kadın, bilmezdim. Nasıl güven verilirdi, bilmezdim. Yaraya nasıl merhem olunurdu, onu da bilmezdim. Çünkü tek yaralı ben de değildim. O da yolda kalmıştı, tıpkı benim gibi. Beni arkadaşlarım ayağa kaldırmıştı, onu ise abisi.

Ve tabii abisinin yanında bir de benim hayalim.

Olmazdı. Gerçekten olmazdı. Bir şeyler öğrenmeye kalkayım desem ve bunu yaparken bilemeden onu incitsem her şey daha kötü olurdu. Çünkü onun yüreği bir kırığı daha kaldıramazdı. Kendini zar zor toplamışken tekrar dağılamazdı.

Dağılırsa, bir daha toparlanamazdı zira.

İçime derin bir nefes çektikten sonra ayaklandım. Doğru olanı yapmıştım. Sonradan daha çok üzülmesindense en başından yenilgiyi kabul etmesi onun için daha iyiydi. Elbet bir gün beni anlayacaktı. Bana hak verecek ve onu düşündüğüm için bana minnet duyacaktı.

Kendimi, kendi kafamda onlarca kez onayladıktan sonra kampüsün dışına doğru ilerlemeye başladım. Kafam o kadar uçmuştu ki buraya nasıl geldiğimi ve Mertlerin de burada olduğunu yeni yeni idrak edebiliyordum.

Sahi, aradan ne kadar zaman geçmişti?

Yürümeye devam ederken cebimdeki telefonumu çıkardım. Mert'ten 4, diğer çocuklardansa birer cevapsız çağrım vardı. Mert mesaj da atmıştı.

'Oğlum neredesin ya? Kaç kere aradım, açmadın. Beril'in ders saati yaklaştığı için okula gitmek zorundayım. Sen de bir taksiye atlayıp gelirsin artık.'

'Gökay, bir şey mi oldu? Yarım saat sonra ders başlıyor. Nerede kaldın?'

Gözlerim mesaj saatine kaydığında, mesajı yaklaşık on dakika önce attığını gördüm. Bu da demek oluyordu ki dersin başlamasına yirmi dakika kalmıştı.

Buraya motorumla gelmediğim için pişmanlık duyarken koşmaya başladım. Kampüsten çıktıktan sonra yoldan çevirdiğim bir taksiye atladım ve üniversitenin yolunu tuttum.

ღ ღ ღ

Merhabalar efendim!🥀

Nasılsınız, keyfiniz yerindedir umarım.

Bölümü nasıl buldunuz, düşüncelerinizi merak ediyorum. 🤗

Simge'nin hikâyesini öğrendiniz. Yaptıkları hakkında neler düşünüyorsunuz?

Ya, Gökay? Onun da yaşadıklarını öğrendiniz aynı zamanda. Tavrı hakkında neler düşünüyorsunuz? Simge'yi reddetmekle doğru mu yaptı sizce?

Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen. Yeni bölümde görüşmek üzere, hoşça kalın!

İnstagram: rabiiaosma

Ipagpatuloy ang Pagbabasa

Magugustuhan mo rin

1.9M 31.2K 52
- Ahh...abim gelicek yapamayız.. Üstümdekileri delice yırtarak çıkardı. - Abini boş ver gece. Bugün gelmeyecek güzelim Erkekliğini boxer'ından çıkar...
2.6K 98 11
İngilizce öğretmeni olan Zerya hayali evlenmeden hayat sürmekken abisini kurtarmak için sevmediği adamla evlenmek zorunda kalır, önceden beri sevdiği...
654K 31.1K 51
Burak: Ne istiyorsun? 055*: Bu kadar kaba olma ya. 055*: Alt tarafı bir soru soracaktım. Burak: O zaman sor, ders çalışmam lazım. 055*: Alıkoyduysam...
1.3M 79.2K 39
UYARI: hikayede 18+ sahneler, kan, vahşet ve birçok rahatsız edici öğe olacaktır. Rahatsız olanlar uyarı bıraktığım yerleri okumasınlar Serinin 1, 2...