KIZIL YILDIZ (B.A.K.) ~ Tamam...

By bayanclara

5M 190K 33.8K

10 yaşındaki Mert Atalay'ın en büyük hayali süper kahraman olmaktı. Olmuştu da. 6 yaşındaki Beril'in hem süpe... More

KIZIL YILDIZ - |Giriş|
#1 - Kantindeki Kızıl
#2 - Kayıp Kimlik
#3 - Halı Saha
#4 - Yeni Partner
#5 - Kalp Kırıkları
#6 - Hoş Geldin
#7 - Mavi Saçlı Kız
#8 - Süper Kahraman
🌠 Geçmiş ~ 1 🌠
#9 - Mektup
#11 - Rövanş
#12 - Narin Prenses
#13 - Bencil
#14 - İçine Kimseyi Almayan Yürek
#15 - Sarışın Hırsız
#16 - Bir Elmanın Beş Çeyreği
#17 - Davetsiz Misafir
#18 - Artık Çok Geç
#19 - İlk Aşk
#20 - Yalancı
#21 - Kabuk Bağlayan Yaralar
#22 - Şeker Güzelmiş
#23 - Mucizeler Yalnızca Masallarda Olur
#24 - Abartarak Sevmek
#25 - Yasak
#26 - Alınacak Hesap
#27 - Çöken Omuzlar
#28 - Çıkmaz Sokak
#29 - Söz
#30 - Gözyaşı
#31 - Küçük Yıldız
#32 - Umut
#33 - Hata
#34 - Aslan Avı
#35 - Zoru Başarmak
#36 - İhtiyaç
🌠 Geçmiş ~ 2 🌠
#37 - Sarhoş
#38 - En Çok Sen
#39 - Yetmeyen Kalp
#40 - Adı Aşksa Eğer
#41 - Ait Kılan Bağ
#42 - Görülmeye Değer Sevgi
#43 - Koca Bir Karanlık
#44 - Gerçek Kahraman
#45 - Hissetmek
#46 - Vuslat
🌠 Geçmiş ~ 3 🌠
#47 - Geçmişin Külleri
#48 - Yalnız Sen
#49 - İçten Sarılışlar
#50 - Saf Duygular
#51 - El Ele Yürümek
#52 ~ Dans Yarışması
#53 - Kutlama Yemeği
#54 - Murada Ermek
#55 - Doğum Günü
#56 - Yılbaşı Gezisi / 1
#57 - Yılbaşı Gezisi / 2
#58 - Ürkek Yara |Feza|
#59 - Sevilen Başka Biri |Gökay|
🌠 Geçmiş ~ 4 🌠
#60 - Zamansız Hata |Koray|
#61 - Böylesine Rastlamak |Kamer|
#62 - Can Yakan Güzellik
#63 - Beklenmedik Teklif
#64 - Pijama Partisi
#65 - Gizli Kahramanlar
#66 - Eski Günler
#67 - Değişmek
#68 - Düğün
#69 - Mert Atalay Sözü |FİNAL|
Özel Bölüm / MERT
🌜DOLUNAYIN VECHİ🌛
Özel Bölüm 2 / MERT
Özel Bölüm / KORAY
Özel Bölüm: "Mert / 3"

#10 - Borç

44K 2K 226
By bayanclara

[Multimedia: Elif Tekin👩‍👦]

{Kamer'den}

Hayat neydi? Hayatın tadını almak için yaşamak yeterli miydi? Nasıl yaşamaktı önemli olan? Başarı, güç ya da para... Bunlar yetiyor muydu, gerçekten 'yaşıyorum' diyebilmek için?

Sabahları gülümseyerek kalkmıyorsak, yaptıklarımızın tadını çıkaramayacaksak, yanlış yapa yapa doğruyu öğrenemeyeceksek ne önemi vardı tüm bunların? Mutlu değilken çok zengin olsak neye yarardı? Özellikle de yalnızsak, dünyanın en güçlü insanı olsak bile ne önemi vardı? Başarılarımızı birileriyle, bizi seven insanlarla paylaşamadıktan sonra ne yapacaktık gücü, kuvveti?

Ayakta kalabilmek her yiğidin harcı değildi. Özellikle yaşamak için bir amaca sahip olmayanlar daha da zorlanıyordu ayakta durabilmek için. Her gün aynı rutini tekrarlamak karamsarlığa itiyordu bizleri. Sabahları yorgun gözaltlarımızla güne 'merhaba' diyor ve yüzümüze oturttuğumuz yalancı bir gülümsemeyle bütün bir günü mutluymuş gibi geçiriyorduk. Sonra ne mi oluyordu? Ruh yorgunluğunun üzerine bir de fiziksel yorgunluk ekleniyor ve gün geçtikçe sizi yiyip bitiriyordu. Öyle ki bir zaman sonra yalandan bile gülümsemeye haliniz kalmıyordu. Sonra da tüm yalnızlığınızla göçüp gidiyordunuz bu dünyadan. Hiçbir şeyin tadını çıkaramadan, gerçekten sevip sevilemeden, öylece, sanki hiç var olmamış gibi kayboluyordunuz ansızın.

Yok oluyordunuz.

Hiç oluyordunuz.

Şu an buradaysam, bu bölümü okuyorsam onun yüzündendi.

Tamer Peyam...

Babam, dediğim dedik bir insandı. Dünya hep onun etrafında dönsün, herkes ona itaat etsin isterdi. Kimse sözünden çıkmasın, o ne isterse hep o olsun... Kamer de onun gibi mühendis olsun, okulunu bitirdikten sonra gitsin onun yanında çalışsın, o ne derse harfiyen yerine getirsin, hayatın tadını çıkarmasın, dört duvar arasında sıkışıp kalsın!

Üniversite okumak için şehir değiştirene kadar fazlasıyla boğucu bir hayatım vardı. Babam, ünlü bir iş adamıydı. Bizi varlık içinde yaşattı. Ah, pardon... Düzeltiyorum, bizi yalnızca para içinde yaşattı. Zira aklı fikri hep işindeydi. Onun için varsa yoksa kazandığı paraydı, işiydi, itibarıydı, gücüydü. Yaşamak, gerçekten yaşamak umurunda bile değildi. Zengin ve herkes tarafından tanınan bir iş adamı olmak onun için fazlasıyla yeterliydi.

Kısacası babalığın çocuklarına para vermekten ibaret olduğunu zanneden bir adamdı işte.

Veyahut bize verebileceği hiçbir şeyi olmadığı için paraya sığınmıştı.

Aslında bu durum ilk başlarda bana pek fazla koymuyordu. Çünkü ilgilenmediği tek kişi ben değildim. Kız kardeşim ve hatta annemle bile ilgilenmiyordu. Aslında kimseyle ilgilenmiyordu.

Biz de bu duruma alıştıktan sonra dermanı birbirimizde bulmuştuk. Annem, ben ve kardeşim Beste. Biz her şeye yetiyorduk, öyle ki annemin sevgisinin bize fazla geldiği bile oluyordu. Tabi ki kardeşimle ben de annemi her şeyden çok seviyorduk.

Şanslıydım. Sevgiyi tatmıştım. Baba sevgisi veya ilgisi hakkında bir fikrim olmasa da iki güzel kadın tarafından çok sevilmiş ve mutlu edilmiştim. Bu benim için yeterliydi. Babamın sevgisi olmasa da olurdu, biz onsuzluğa çoktan alışmış ve kendi mutluluğumuz için savaşmaya başlamıştık. Bu savaşı iyi de idare ediyorduk.

Fakat ne yazık ki güzel şeyler uzun sürmüyordu.

Annem ben lisedeyken amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Sevginin her şeyin ilacı olduğunu annemden öğrenmiştim ve umut ya işte... Bizim ona olan sevgimizin onu iyileştireceğini sanmıştım. Ancak bir masal diyarında yaşamıyorduk ve dünya denen yer fazla acımasızdı.

Beni ayaklarımın üstünde tutan iki şey vardı yalnızca. Annem ve kardeşim. Yıkılmıyorsam, nefes alıyorsam, savaşmaya devam ediyorsam ve hatta gülüyorsam sadece ve sadece onlar içindi.

Annemi kaybettikten sonra ise bunların hepsini tek bir kişi için yapmaya başlamıştım. Kardeşim için.

Annemden sonra ikimizin de birbirimizden başka kimsesi kalmamıştı. Bunun fazlasıyla farkındaydım ve o zamandan beri ne yapıyorsam Beste'nin mutluluğu için yapıyordum. Onu her şeyden korumaya odaklamıştım kendimi. Bütün kötülüklerden, acılardan, kayıplardan ve hatta babamdan bile...

Bu sene mühendislik bölümünden mezun olacaksam babam yüzündendi. Şirketinde çalışmamı istediği için beni buna zorlamıştı. Aslında ilk başta Beste için bunu kabul etmiştim ama zaman geçtikçe bu mesleği gerçekten sevdiğimi fark etmiştim. Hayat ilk defa yüzüme gülmüştü ve zorla da olsa mutlu olabileceğim bir mesleğin sahibi olacaktım.

Tabii babama ben yetmiyordum. Beni kafese aldığından beri kafasına Beste'yi takmıştı. Beste bu sene lise son sınıftaydı ve babam onun da mühendislik fakültesine gitmesi için baskı yapıyordu.

Lakin buna izin vermemiştim. Onu tehdit etmiş ve Beste'ye dokunduğu halde beni de kaybedeceğini açıkça söylemiştim. Buna karşı çıkamamıştı çünkü beni kaybetmeyi göze alamamıştı. Sonuçta şirketini sanki çok küçükmüş gibi daha da büyütmek için

Beste'nin çok güzel hayalleri vardı. Doktor olmak istiyordu. Doktor olup annem gibi hastalığa yenik düşen insanları kurtarmak... Sonuna kadar yanındaydım onun. Onu babamın isteklerinden korumak ve ona hayallerindeki gibi bir gelecek verebilmek için kız kardeşimi kanatlarımın altına almıştım.

Baba sevgisi denen duyguyu tatmamıştım lakin ne olduğunu bilmediğim bu duygunun eksikliğini kardeşime hissettirmemek için çok uğraşmıştım. Babamın boyunduruklarına uyuyorsam şayet, bunun tek sebebi Beste'ye güzel bir yaşam verebilmekti. Sevildiğini bilsin istiyordum; güvende olduğunu, her zaman yanında olacağımı bilmeliydi.

Aslında bilmekten de öte hissetmeliydi ve ben ona olan sevgimi hissetmesi için elimden gelen her şeyi yapıyordum.

Bunca şeyin yanı sıra babamı takdir ettiğim şeyler de vardı. Ah, pardon, yine düzeltiyorum; şey vardı. Tamer Peyam, her yıl kazandığı paranın belli bir miktarını çocuk hastanelerine bağışlıyor ve birkaç çocuğun özel masraflarını karşılıyordu. Üstelik bunu gösteriş için yapmıyordu.

Belki de kendi gücünü göstermek için yapmadığı tek şey buydu.

Bunu yapabilecek gücüm varken, daha doğrusu babamın böyle bir gücü varken, Elif'i görmezden gelemezdim. Kardeşini bilmiyormuş gibi yapamazdım.

Evet, ne onu ne de kardeşini tanımıyordum ama hasta bir çocuğu iyileştirmeye çalışmanın neresi kötüydü? Bu zaten insanlık vazifesi değil miydi? Çoğu zaman insanları anlamakta zorluk çekiyordum. Dünyada milyonlarca hasta ve aç insan varken, bu bencillik niyeydi? Sürekli para kazanmalarına rağmen hiçbir bağışta bulunmamaları, hayır yapmamaları nedendi? Hasta bir çocuğu gülümsetmek kadar güzel olabilir miydi, fazladan beş on lira? Otuz lirasının yirmisini başkaları için harcayanlar da vardı şu dünyada, milyonlarının beş kuruşunu bile vermeyenler de. İnsanlık denen o güzel şey, neden bazılarında olamıyordu?

Üstelik işin en önemli kısmı; ateş fışkıran gözleriyle bana bakan mavi saçlı bu kıza, tüm bunları nasıl anlatacaktım?

Koray'la Gökay, Feza'yla Mert'i sürükleyerek yanımızdan uzaklaştırdıklarında sessizce yutkundum ve başımı yavaşça Elif'e çevirdim. O kadar kötü bakıyordu ki gözlerime; ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım. Onu anlayabiliyordum. Ona acıdığımı düşünüyordu ve bu boktan bir histi lakin hissettiğim şeylerin acımayla uzaktan yakından bir alakası yoktu.

Zaten ben kimdim ki bu kıza ve kardeşine acıyacaktım? Birine acıyabilecek kadar mükemmel miydi hayatım? Hayır, kesinlikle değildi.

Sadece babamın parası vardı.

Gözlerimi şöyle bir etrafta gezdirince, okuldaki çoğu öğrencinin odağında olduğumuzu gördüm. maalesef fazlasıyla dikkat çekmiştik ve doğruyu söylemek gerekirse bu hiç hoşuma gitmemişti. Elif zaten saçları ve duru güzelliğiyle dikkat çeken bir kızdı lakin şu an bu kadar kişinin dikkatini çeken yalnız Elif değildi. Elif'le aramızda geçenlerdi.

Bakışlarımı tekrar Elif'in kahvelerine diktikten sonra birbirine sıkıca bastırdığım dudaklarımı yavaşça araladım ve "Başka bir yerde konuşalım mı?" diye sordum, sesimi kısık tutarak. "Malum biraz dikkat çektik."

Elif, sorum üzerine kafasını hızla çevirerek etrafa baktı. Üzerimize dikilen gözleri görünce beyaz teni hafifçe kızarmaya başladı. Utanmış mıydı?

Eğer öyleyse, yani yanakları kırmızıya dönecek kadar utangaç biriyse buraya geldiğinde gözünü ateş bürümüş olmalıydı. Öyle ki ben söyleyene kadar hiçbir şeyin farkında değildi.

Kafasını hızla bana çevirdikten sonra "Bence de," dedi. Ses tonu hala fazlasıyla sertti. Anlaşılan utanmış olması bana olan hislerini unutturmaya yetmiyordu. "Gitsek iyi olur."

Başımı salladıktan sonra "Beni takip et lütfen," dedim ve okulun çıkışına doğru yürümeye başladım. Elif de peşime takıldı.

Okuldan çıktıktan sonra okulun karşısındaki kafeye doğru ilerlemeye başladım. Okuldaki öğrenciler genelde burada takıldıkları için pek boş olmazdı ama daha sakin bir yere gitmeye de vaktimiz yoktu.

En azından Elif'in o zamana kadar patlamadan durabileceğini sanmıyordum.

Kafeden içeri girdiğimde, Elif hiç ses çıkarmadan peşimden gelmeye devam etti. Kafenin arka bahçesi güzeldi ama bu yüzden hep kalabalık olurdu. O nedenle bahçeye çıkmak yerine kafenin en köşesindeki masaya doğru ilerledikten sonra iki kişilik masanın yanına gelerek sandalyelerden birini çekip oturdum. Elif de tam karşıma oturduktan sonra siyaha dönük gözlerini cesurca gözlerime dikti. Onu ilk gördüğümde olduğu kadar sinirli olmasa da gözlerindeki alev hala belli oluyordu.

Elif, bakışlarını benden ayırmadan dirseklerini masaya yasladı ve "Evet," dedi. "Seni dinliyorum."

Nereden başlayacağımı düşünürken hafifçe alt dudağımı yaladım ama tam karar vererek dudaklarımı araladığım sırada garson yanımıza gelerek ne istediğimizi sordu.

"İki çay," dedim hiç düşünmeden. Elif, bana bakmak dışında bir şey yapmadı.

"Başka bir şey ister miydiniz?"

"Hayır, teşekkürler."

Garson yanımızdan ayrıldıktan sonra "Eee," dedi. "İnşallah konuşacak mısın artık?"

Bıkkınca sorduğu bu Gökayvari soruya gülmemek için hafifçe dilimi ısırdım.

"Garson birazdan yeniden gelir. Anlatacaklarımın bölünmesini istemiyorum. Biraz daha sabredemez misin?" diye sordum nazikçe.

Kaşları çatılırken dudakları usulca kıpırdadı.

"Pekâlâ, öyle olsun."

Elif, başını eline yasladıktan sonra bakışlarını kafeye çevirdi. İstemsizce yüzünü incelemeye başladığıma yorgun olduğunu fark ettim. Gözaltlarında hafifçe torbalar oluşmuştu. Beyaz teni solgundu. Yüzünde gram boya olmadığı için bunu rahatça görebiliyordum.

Dün gece uyumamış mıydı?

Uykusuzluğunun sebebi ben miydim?

Elif'in kafenin içinde gezinen bakışları sabit bir yerde duraksarken, kafasını kaldırdı ve kolunu masanın üzerinden çekti. Bunun üzerine çok geçmeden yanımıza garson geldi ve çayları masaya koyduktan sonra "Afiyet olsun," diyerek yanımızdan uzaklaştı.

"Evet," dedi Elif, çaya kısa bir bakış attıktan sonra. "Konuşmanı bölecek biri olmayacağına göre başlasan mı artık?"

Kafamı salladıktan sonra elimi masadaki şeker kâsesine uzattım ve bir avuç kesme şekeri alarak önüme bıraktım. Elif, beni şaşkınca izlerken; kendimi söyleyeceklerime odakladım. Önüme koyduğum kesme şekerlerden birini alarak paketini açtım ve şekeri çaya attıktan sonra şekerin çözünmesini izlerken hafifçe boğazımı temizleyerek konuşmaya başladım.

"Babam, ünlü bir iş adamı... Aslında iş adamı demek az kalır, yalnızca iş adamı değil çünkü. Tek derdi iş olan bir adam. İşi, karısından ve çocuklarından daha önemli olan bir adam...

Baba sevgisini tadabilen şanslı çocuklardan olamadım çünkü babam bize babalık yapmadı. İyi bir ev, çok para, her daim yardımımıza koşan hizmetçiler ve aklına daha ne gelirse... Her şeyimiz vardı.

Ama en önemli olan şey yoktu. Baba sevgimiz yoktu.

Kız kardeşim var, şu an lise son sınıfta okuyor. Babamın yokluğunu atlatırken hep birlikteydik. Bir baba nasıl severdi bilmiyordum ama hiç tatmadığım bu duyguyu kardeşime hissettirmek için çok uğraştım.

Bize gerçek sevgiyi annem öğretmişti. Bizi babamın yerine de sevmişti. O nasıl oluyor, diye düşünebilirsin. Anlatmak için kelime dağarcığım yeterli değil ama öyle işte. Annemin yüreği çok genişti. Hatta babamı bile onunla ilgilenmemesine rağmen çok severdi. Babamı anlamaya çalışırdı.

Sonra bir gün annem hastalandı, bir sürü tedavi gördü ama hiçbiri işe yaramadı. Kaybettik onu. Öylece uçtu gitti ellerimizin arasından ve ben gerçek çaresizliğin ne olduğunu işte o zaman anladım."

Sustum. Nasıl devam edeceğimi düşünürken bir şekerin paketini daha açtım ve şekeri çaya attım. Bu konuşurken çaya attığım ve çözünmesini izlediğim kaçıncı şekerdi, bilmiyordum. Elif'in yüzüne bakarak hayat hikâyemi anlatmak kolay olmadığı için böyle saçma bir şeyi yapıyordum sanırım. Beyaz tozların çayın kırmızılığına bulanarak yok olmaları dikkatimi dağıtıyordu. Saçma bir şekilde iyi geliyordu.

Usulca yutkunduktan sonra "Annemden sonra babam daha kötü oldu," diyerek devam ettim konuşmama. "Annem için bile işinden vakit ayırmadığı için bazen onu sevmediğini düşünürdüm ama yanılmışım. Annem hayattayken en azından her akşam eve gelirdi ve akşam yemeğini hep birlikte yerdik. Annemden sonra eve gelmemeye başladı. İşlerine daha çok sarıldı. Yüzünü iki-üç günde bir görür olduk.

Annemin acısı öyle büyüktü ki bunu umursamadım bile. Üstelik alışmıştım bu hallerine. Varlığıyla yokluğu birdi zaten. Onu her gün görmesem de olurdu yani.

Bu kadar şeyin sonucunda kendimi kardeşime bağladım. Aynı senin gibi... Onu hayatımın merkezine oturtturdum ve kendimi onun mutluluğuna adadım. Aslında bakarsan şu hayatta ondan ve biraz önce yanımda gördüğüm arkadaşlarımdan başka kimsem yok. Fark ettiğin üzere babamı saymıyorum bile.

Küçükken babama saygısızlık etmemek için karşı çıkmazdım. Büyüdükten sonra da kardeşimin mutluluğuna engel olmasın diye dediklerini harfiyen yerine getirmeye başladım. Mesela onun yüzünden bu şehirde, bu bölümü okuyorum. Karısından ve çocuklarından daha önemli olan şirketinde çalışmak için.

İşin tuhaf yanı ilk defa istemediğim bir şey iyi şekilde sonuçlandı. Bu şehir bana canımdan çok sevdiğim 4 dost kazandırdı. Ayrıca okumaya başladıktan sonra bölümümü sevmeye başladığımı fark ettim."

Bir kez daha sustuktan sonra kafamı kaldırarak yüzüne baktım. Kaşları hafifçe çatılmış, yüzü gerilmişti. Bakışları ise biraz öncekine nazaran daha yumuşaktı.

"Bunları sana neden anlatıyorum biliyor musun?" diye sordum ve cevap vermesini beklemeden devam ettim. "Hani sana acıyıp acımadığımı sormuştun ya biraz önce? Sence benim birine acımaya hakkım var mı? Gerçi böyle saçma bir hakkın olup olmadığı da muamma ya, neyse..."

Güler gibi bir ses çıkarıp kafamı salladım. "Birine acıyabilecek kadar üst düzey bir hayatım mı var sanki? Ben kimim ki?"

"Kamer, ben..."

"Bir şey demek zorunda hissetme kendini," diyerek kestim sözünü. "Kardeşinin ameliyatının parasını neden ödediğimi sordun değil mi? Söylüyorum işte. Acıdığımdan değil, seni anladığımdan. Kardeşinin senin için ne kadar önemli olabileceğini çok iyi anlıyorum ve bunu bile bile bir şey yapmadan duramazdım.

Zaten verdiğim para benim değil, babamın. Ayrıca şunu da bilmeni isterim ki, bu babamın hep yaptığı bir şey. Bizi umursamıyor olabilir ama her yıl çocuk hastanelerine yüklü bir bağış yapıyor. Ayrıyeten birkaç çocuğun tedavisiyle de yakından ilgileniyor. Onun gibi birinin bunu neden yaptığını inan ben de bilmiyorum. Aslına bakarsan ilk başlarda bunu gösteriş için yaptığını düşünmüştüm ama bağış yaptığını sadece birkaç çalışanı ve avukatı biliyor, o kadar. Yani birilerinin gözüne sokmak için yapmıyor ama dediğim gibi niye yaptığını ben de bilmiyorum."

Önümdeki çay bardağına kısa bir bakış attıktan sonra tekrar gözlerinin içine baktım ve ellerimi iki yana açarak "İşte böyle," dedim.

Tokasından fırlayarak özgürlüğünü ilan eden saç tutamını kulağının ardına sıkıştırırken "Teşekkür ederim," diye mırıldandı. "Yani her şey için. Yaptıkların için, benimle bunları paylaştığın için."

Omuz silktim umursamazca.

"Sen de bana anlatmıştın, ödeştik."

Dudakları hafifçe kıvrılırken yerinde dikleşti.

"Kamer bak, cidden bu inanılmaz yardımın için tekrar teşekkür ederim ama ben sana borçlu kalamam. Yani, anlamışsındır. Fazlasıyla gururlu biriyim ve böyle konularda bile yardım almayı kendime yediremem. O yüzden sana borcumu ödeyeceğim. Zaten paranın yarısını biriktirmiştim, şimdilik onu verebilirim. Diğer yarısını da -"

"Elif," diyerek sözünü kestim bir kez daha. "Bana borçlu falan değilsin, paranı kabul etmeyeceğim."

Siyah, ince kaşları çatılırken "Hayır, edeceksin," dedi üstüne basa basa. "Ha, illa almam diye ısrar edeceksen ben de babana giderim. Biraz zor olur tabii ama elbet bulurum bir şekilde ve parasını ona geri öderim."

Gözlerimi şaşkınlıkla büyüttüm.

"Bunu yapamazsın."

Dudakları alayla kıvrıldı.

"Bu kadar emin olma."

Usulca yutkunurken elimi başıma götürerek saçlarımı karıştırdım. Yüz ifadesi o kadar keskindi ki, söylediklerini yapacağından emindim. O yüzden pes ettim.

Ya da pes etmiş gibi yaptım.

"Pekâlâ, kabul. Borcunu ödemene izin vereceğim ama şartlarım var."

Tek kaşını kaldırarak "Neymiş onlar?" diye sordu.

"Öncelikle o biriktirdiğin parayı almayacağım."

"Ama-"

"Sadece iki dakika lafımı kesmeden dinler misin, beni? Ne diyordum? Ha, evet, birikmiş paranı almayacağım çünkü ona senin ihtiyacın olacak. Kardeşinin ameliyattan sonra bir sürü eksiği, ihtiyacı olacak. Ayrıca ameliyattan sonra hastanede değil, evinizde kalacak. Yani ona sen bakacaksın. Bu yüzden en azından gece nerede çalışıyorsan işi derhal bırakman gerekiyor."

"Ama o zaman borcumu ödemem daha uzun sürer," diyerek suratını buruşturdu.

Sinirlendiğimi hissederken "Senin için borcun mu daha önemli kardeşin mi?" diye sordum. "Emre henüz dokuz yaşında ve önemli bir ameliyat geçirecek. Yani sana hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. Ameliyat olur olmaz ayağa kalkacağını falan mı zannediyorsun? Tam tersine ona çok iyi bakman gerekecek. Sürekli yanında olman gerekecek."

"Haklısın," diyerek kafasını salladı isteksizce. "Peki, ne zaman borcumu ödemeye başlayabileceğim?"

"Ara ara Emre'yi görmek istiyorum, tabii iznin olursa. Ne zaman benimle birlikte halı saha yapacak duruma gelirse, işte o zaman bana olan borcunu ödemene izin vereceğim."

Gözleri şaşkınlıkla büyürken "Halı saha mı?" diye sordu.

Sakince cevap verdim. "Evet. Eğer bizim takımla maça girip maçtan sağ çıkabilirse iyileşmiş demektir."

"Bu nasıl olacak?" diye sorduğunda, elimi havaya kaldırarak salladım.

"Orası bende, merak etme."

Tam yeniden bir şey demek için tekrar ağzını açtığı sırada gözü kolundaki saate takıldı ve birden telaşla ayağa kalktı.

"Restorandan sadece birkaç saatliğine izin alabilmiştim. Benim hemen gitmem gerek, yoksa geç kalacağım."

Ben de onun gibi ayağa kalkarak "Tamam, git öyleyse. Sonra konuşuruz," dedim. Kafasını salladıktan sonra tam birkaç adım atmıştı ki birden durarak tekrar bana döndü.

"Peki, sana nasıl ulaşacağım?"

Anlamayarak "Hı?" diye sordum.

"Sana ulaşmak istediğimde ne yapacağımı soruyorum. Her seferinde okuluna gelerek rezillik çıkaramam ya."

"Ah," dedim, gülmemeye çalışarak. "Doğru, bir dakika," dedikten sonra cebimden telefonumu çıkardım ve arama yerine girdikten sonra telefonu Elif'e uzattım.

"Numaranı gir, seni çaldırayım."

Hızla kafasını salladıktan sonra telefonu elimden aldı ve kendi numarasını tuşladıktan sonra telefonu hızla geri uzattı.

"Sen çaldırırsın, benim gitmem gerek."

Bugün kulağıma dokunan son kelimeleri bunlar olurken, yanımdan hızla ayrıldıktan sonra kafeden çıktı. Gözden kaybolana kadar ardından baktıktan sonra tekrar yerime oturdum ve önümdeki fazla şekerli çaya yüzümü buruşturarak baktıktan sonra Elif'in tuşladığı numarayı kaydedip onu çaldırdım. Daha sonra telefonu masanın üzerine bıraktım ve elimi kaldırarak garsonu çağırdım.

Çayları getiren garson başımda dikildiğinde çayları işaret ederek "Bunlar soğudu da bir kahve alabilir miyim?" diye sordum. Garson dolu çay bardaklarına garip bir bakış attıktan sonra onları masadan alarak "Tabii," dedi ve yanımdan ayrıldı.

Garson gittikten sonra dirseklerimi masaya yaslayarak yüzümü sıvazladım.

Elif'i sakinleştirmeyi başarmıştım lakin bu borç konusunu ne yapacağımı bilmiyordum. Ondan asla o parayı geri almayacaktım ama Emre de eninde sonunda iyileşecekti. Yine de Emre bizimle maç yapabilecek hale gelene kadar vaktim vardı.

Sahi, neden böyle bir şey söylemiştim ki? Emre'yi aralıklarla ziyaret etmek istediğimi söylerken aklım neredeydi acaba?

Elif'in kardeşine olan sevgisinden şüphem yoktu lakin gereğinden fazla gururluydu. Eğer, onu gözetmezsem borcunu ödemek için gece de çalışmaya devam edeceğinden emindim.

Evet, tabi ki yaptıklarımın tek sebebi buydu. Yoksa neden onu görmek için bahane uyduracaktım ki?

ღ ღ ღ

{Mert'ten}

Odadaki sessizliğin ne zamandır sürdüğü hakkında bir fikrim yoktu. Belirsizlik hiç bu kadar kötü olmamıştı. Beril, mektubu okuduğundan beri hiç sesini çıkarmadan mektupla resme bakmaya devam ediyordu. Açıkçası korkmaya başlamıştım. Bunları ona göstermekle kötü mü etmiştim?

Sessizliğe daha fazla tahammül edemeyerek "Beril..." dedim yavaşça. "Bir şey söylemeyecek misin?"

Sorumun cevabı dudaklarından harflere bürünerek çıkmak yerine, sol gözünden yaş olarak indiğinde "Beril?" dedim şaşkınca. Hızla ona doğru eğildim. "Beril iyi misin?"

Ses tonumdaki fazla telaştan olsa gerek kafasını yavaşça bana çevirdi ve elinin tersiyle yanağına düşen yaşı yanağına dağıttı. Kısa bir süre yüzümü inceledikten sonra gözlerimin içine bakarak "Ben," diye mırıldandı kafasını sallayarak. "Ben inanamıyorum... Yıllar önce yazdığım bir mektup, çizdiğim bir resim ve sen... Ben seni nasıl tanıyamadım?"

Girdiği ruh halini çok iyi anlıyordum çünkü çok değil, bir gece öncesinde aynı şok dalgası benim vücudumu esir almıştı. Kavramakta zorluk çekmiştim.

Bu bir tesadüf müydü? Eğer öyleyse tesadüflerin anası olmalıydı.

Beril'in şaşkın bakışlarını odağıma alarak "Kendine yüklenme," dedim, yumuşak bir ses tonuyla. "Uzun zaman oldu, hem ben de seni tanıyamadım. Allah bilir, bunları bulmasam gerçeği ne zaman öğrenirdik?"

Bir şey demeyerek tekrar mektuba döndü ve elalarını, kendi yazdığı eğri büğrü kelimelerin üzerinde gezdirdi. Yüzü hafiften pembeleşmeye başlarken, "Şu yazdıklarımın saçmalığına bak," dedi, yüzünü saklamak istercesine kafasını öne eğerken. "Küçük bir kız çocuğu neden böyle şeyler yazar ki?"

"Kahramanı olarak gördüğü biri tarafından sevilmediğini düşündüğü için," dedim hiç düşünmeden. "Küçük bir kız çocuğunun içine attıklarının dışa vurumu o mektup, bir nevi isyan çığlığı gibi bir şey. Yazar o mektupta kalbini kıran şeylerden yani benden bahsediyor."

Beril, başını kaldırarak yüzüme baktı ve "Ben," diye mırıldandıktan sonra dudaklarını birbirine bastırdı. Ne diyeceğini şaşırmış gibi bir hali vardı. Bu yüzden üzerine gitmedim ve lafı çevirmek için alay eder gibi güldüm.

"Doğruyu söylemek gerekirse küçük Beril'in dileği kabul olmuştu. Yani aynı mektupta yazdığın gibi mektubu okuduktan sonra yıkılmıştım. Sana ulaşmak ve özür dilemek istemiştim ama sana ulaşmak Obama'ya ulaşmaktan zordu. Birçok kez annemin telefonundan anneni aramıştım, belki telefona sen çıkarsın diye. Hiç çıkmadın. Onu bırak, onlarca kez anneme anneni aratıp telefona seni verdirmesini istemiştim ama benle hiç konuşmamıştın."

"Sana çok kızgındım," dedi nerdeyse fısıldayarak. Gülmekle ağlamak arasında gidip geliyor gibiydi. Ayrıca bu konu onu fazlasıyla utandırmışa benziyordu. Bunun en büyük göstergesi kırmızıya çalan yüz rengiydi. "Ve tabii burnunun sürtmesini de istiyordum."

Alayla gülerek "Ve başardın," dedim. "O zamana kadar hiç kimsenin üzmediği kadar üzmüştün beni. Gururum kırılmıştı. Sonuçta ergenliğe girmek üzereydim ve küçük bir kızdan aldığım darbe, o muhteşem egom için hiç iyi olmamıştı."

Gülerek kafasını salladı. "Başımıza ne geldiyse egon yüzünden geldi zaten."

Yalandan yüzümü asarak omuz silktim. "Hiç de bile."

Halime biraz daha güldükten sonra birden ciddileşti.

"Biliyor musun? Mektubun işe yaradığının ve seni üzdüğümün farkındaydım ama nedense hiç başarmış gibi hissedememiştim. Sana ne kadar kızgın olursam olayım taşındıktan sonra hüznüm intikam duygumun üstüne geçmişti ve yasını tutmuştum."

"Gerçekten mi?" dedim şaşırarak. Açıkçası taşınır taşınmaz beni unuttuğunu ve kendine yeni kahramanlar bulduğunu varsaymıştım, tıpkı mektupta yazdığı gibi!

"Sana yalan borcum mu var?" dedi kafasını sallayarak ve eliyle mektubu işaret etti. "Görmüyor musun, sana resmen ilan-ı aşk etmişim. İnsan çocuk da olsa sevdiği kişiyi hemen unutamıyor."

Normalde çekingen biri olduğunu biliyordum. Bu kadar açık konuşması bunu takmadığını mı gösteriyordu? Yani bana eskisi gibi değer vermiyor muydu?

Ah, neden verecekti ki sanki? Onun zaten yeni bir kahramanı yok muydu?

Cevap vermeyerek sessiz kaldığımda, "Her neyse," diyerek devam etti konuşmasına. "Şu mektubu yok edebilir miyiz artık? Gerçekten çok utanç verici!"

Birden telaşa kapıldım ve hızla ona doğru uzanıp elindeki kağıdı kaptım. Kağıdı katlayarak ceketimin cebine yerleştirirken "Asla olmaz," dedim kafamı iki yana sallayarak. "Bu benim, yırtmana izin vermem."

Ani tepkim üzerine gözle görülür bir şekilde afallarken "Ama ben yazmıştım," dedi itiraz edercesine. Umurumda değilmiş gibi omuz silktim ama asıl o yazdığı için fazlasıyla umurumdaydı bu mektup.

"Ama bana yazmıştın."

Kararlılığım üzerine gözlerini devirdikten sonra kafasını eğerek kucağındaki resme baktı. Birden onu da yırtmak isteyeceğini düşünerek neredeyse bağırırcasına "O da benim," dedim ve kucağındaki resmi de hızla aldıktan sonra katlayarak cebime koydum.

Şapşallığıma gülmemek için kendini zor tutuyor gibi bir hali vardı. O kadar saçma hareketime rağmen benimle alay etmediği için ona teşekkür etmem gerekirdi.

Kafasını iki yana sallarken "Merak etme," dedi. "Suikast planlarım resim için geçerli değil. Sadece o resmi sana verdiğimi hiç hatırlamıyorum. Sanki... Sanki çöpe atmıştım ben onu."

Düşüncelerini sakinleştirmek istercesine "Sen vermedin zaten," diye mırıldandım. "Doğru hatırlıyorsun, sen bu resmi çöpe atmışsın ama Melis geri almış çöpten."

"Melis mi?" diye sordu şaşkınlıkla.

"Evet, Melis. O gün seni görmüş, yani resmi bana vermek yerine buruşturarak çöpe attığını. Sen kantinden çıktıktan sonra da gidip almış çöpten resmi."

Kafasını sallayarak oturduğu sandalyeye yayıldı ve sırtını sandalyenin başlığına yaslayarak gözlerini annesine dikti.

"Hala inanmakta zorluk çekiyorum. Nasıl oldu da bunca sene sonra karşılaşabildik?"

"Hım, büyük bir tesadüf?" dedim sorarcasına.

"Buna tesadüf demek az kalır bence. Çünkü tesadüflerin de bir sınırı vardır."

"Haklısın," dedim mırıldanarak ve devam ettim. "Kader?"

Gözlerini kısarak yüzüme baktı ve "Kader?" diye mırıldandı. "Kim bilir, belki de."

Ona katıldığımı belli etmek istercesine "Kim bilir," diye mırıldandım.

Aramızda oluşan kısa sessizliği Beril bozdu. "Söylesene," dedi, yüzünden açıkça okunan merakla. "Benden sonra da hayat kurtarıp birilerinin kahramanı oldun mu?"

"Ha?" deyiverdim şaşkınlıkla. Sonra hemen topladım. Sırıtarak "Yok, hayır," dedim. "Senden sonra emekliye ayrıldım ben."

Kafasını sallayarak hafifçe kıkırdadı.

"Bir insan hiç mi değişmez?"

"Mert Atalay bir markadır," dedim, anayasa maddesi söylermişçesine. "Yedisinde neyse yetmişinde de odur."

Gülmeye devam etti. Gülerken gözleri hafifçe kısılmıştı ve gamzeleri ortaya çıkmıştı.

"Biliyor musun?" diye sordum, bakışlarımı kısık gözlerine dikerek. "Seni gördüğüm ilk günden beri yakın geliyordun bana. Sanki daha önceden tanışıyormuşuz gibi hissediyordum. Haklıymışım. Gerçekten tanışıyormuşuz. Hatta çocukluktan."

Gözlerini kocaman açtı.

"İnanır mısın bilmem ama bana da oldu o. Hareketlerin, konuşma tarzın, yaptığın espriler ve yemeğe düşkünlüğün; bana o kadar tanıdık gelmişti ki. Ama saçmaladığımı düşünmüştüm."

"Ben de," dedim gülerek. "Yani ben de saçmaladığımı düşünmüştüm."

Diyecek bir şey bulamamış olsa gerek lafı değiştirdi.

"Annem seni görünce çok mutlu olacak. Küçükken sana bayılırdı."

Gözlerim yatakta yatan Suzan ablaya kaydı.

"Ben de ona bayılıyordum ve tabii en çok da yemeklerine."

Beril tekrar güldü. "Hala İzmir'de oturuyorsunuz, değil mi?"

"Annemle babam o şehri asla bırakmazlar, tabii ben de öyle," dedim kendimden emin bir şekilde. O şehrin her yerinde bana ait izler vardı. İzmir çocukluğumdu.

"Ben de istemezdim oradan taşınmayı ama babamın tayini çıkınca mecbur kaldık," dedi iç çekerek.

"Giderken pek hevesliydin ama neyse," dedim imayla. İmamı anında anlayarak gözlerini kıstı.

"Kimin yüzünden acaba?" dedi laf sokmak istercesine. Laf soktuğundan değil de o zamanlar onu fazlasıyla üzdüğüm tekrar aklıma gelince içim burkuldu.

"Beril... Biraz geç kaldım ama özür dilerim. Beni biliyorsun, aklım hep beş karış havadaydı ve sen gerçekten çok tatlıydın. Bana olan hayranlığın özgüvenimi tazeliyordu ve beni kahramanın olarak görmen çok hoşuma gidiyordu ama ne bileyim işte, bana hiç öyle değer verebileceğini düşünememiş, inanamamıştım. Farkında olmayarak birçok kez kalbini kırdım. Affet, olur mu?"

Gözlerini kırpıştırdı hızla. Elaları duygu yüklüydü.

"Taşındığımız gün affetmiştim ben seni, yani o mektupta yazdığım onca şeye rağmen. Çünkü seni bir daha göremeyeceğimi biliyordum, sana dargın ya da kızgın kalsam ne olurdu ki?"

"Ama telefonlarıma çıkmamıştın?" dedim sorarcasına.

"O kadar da olsun," dedi gülerek. "Hem ben kendi içimde affetmiştim seni, yani sana söylememe gerek yoktu. Affetmiş olsam da hala intikam almak istiyordum ve tabii bir de seni unutmam gerekiyordu. Bunu yapmaya çalışırken senle konuşmam benim için hiç iyi olmazdı."

Şaşkınlıkla kafamı salladım. "Sen cidden çok fenaymışsın."

Kıkırdadı.

"Biliyor musun, Mert? Ben sana istesem de hiç küsemiyordum. Sana bir şekilde sürekli kırılıyor ve üzülüyordum ama sonra sen farkında olmadan gözlerimin içine bakarak gülümseyince hemen geçiyordu kırgınlığım."

Söyledikleri kalbime ağır gelince, derin bir nefes çektim içime.

"Yine gülsem..." dedim mırıldanır gibi. "Geçer mi kırgınlığın? Yani içinde ufak da olsa bir kırgınlık kaldıysa -ki sen ne dersen de kalmaması imkânsız- geçer, değil mi?"

Önüne gelen saç tutamını kulağının ardına sıkıştırırken "Herhalde," dedi, kısık bir sesle. "Yani geçer sanırım."

Oturduğum sandalyede tamamen ona döndüm ve yüzümü yüzüne sabitledikten sonra gözlerinin içine bakarak içten bir şekilde kocaman gülümsedim. Sırıtış veya alaylı bir gülümseme değildi bu. Samimiydi.

Beril, bir süre gülüşümü izledikten sonra "Biliyor musun?" diye sordu mırıltıyla. "Gülüşün de hala aynı. Küçükken gülümsemeni çok kıskanırdım çünkü çok güzel gülümsüyordun."

Tam bir şey demek için ağzımı araladığım sırada Suzan ablanın kısık sesi kulaklarımıza ulaştı.

"B-beril?"

Beril, annesinin sesini duyar duymaz ayağa fırlayarak yanına gitti. Ben de önüme dönerek sandalyede öne doğru kaydım.

"Buradayım anne," dedi Beril, Suzan ablanın elini tutarak.

Suzan abla gözlerini kırpıştırarak yavaşça açtı ve bakışlarını kızına çevirdi.

"Ağzım kurudu kızım, bir bardak su verebilir misin?"

Beril, hızla kafasını salladıktan sonra yatağın başucundaki komodinin üzerindeki sürahiyle boş bardağı aldı ve bardağı yarısına kadar doldurduktan sonra annesine destek olarak suyu içirdi. Suzan abla suyunu içtikten sonra yerinde dikleşmeye çalışınca Beril hemen ona yardımcı oldu ve yastığını dikleştirerek annesinin yastığa yaslanmasını sağladı.

"Ağrın var mı?" diye sordu Beril. Suzan ablanın önünde durduğu için beni görmesini engelliyordu.

"Var ama sabahki gibi değil, çok şükür."

Beril, annesinin cevabının üzerinde hafifçe geri çekildi ve Suzan ablanın beni görmesine izin verdi. Suzan ablanın bakışları yüzüme kitlenirken "Beril?" dedi. "Kızım, kim bu arkadaşın?"

Beril hafifçe gülerek "Söylesem de inanmazsın," dediğinde, Suzan abla kaşlarını çatarak kızına döndü.

"Nasıl yani?"

Beril'in cevap vermesine izin vermeyerek "Suzan abla," dedim ve ayağa kalkarak yatakta diğer tarafına geçtim. Uzanarak serum takılı olan elini tuttuktan sonra gözlerinin içine bakarak "Benim, Mert," dedim. "Mert Atalay."

"Mert Atalay mı?" diye sordu anlamayarak. Gözlerini kısarak "Atalay..."diye mırıldandı. "Bu soy isim bana neden bu kadar tanıdık geliyor?" diye sorduktan sadece birkaç saniye sonra hatırlamış olacak ki "Aman Allah'ım!" dedi, gözlerini kocaman açarak. "Ciddi değilsiniz. Değilsiniz, değil mi?"

"Gayet ciddiyiz," dedi Beril kafasını aşağı yukarı sallarken. "Her ne kadar emekliye ayrıldığını söylese de süper kahramanım yine iş başında anne. Kimliğimi bulup bana getiren, arkadaşlarıyla birlikte yemeğe götüren Mert, meğer benim çocukluk kahramanım olan Mert'miş."

Beril'in benden kahramanı olarak bahsetmesi içime ılık ılık bir şeylerin akmasına neden olmuştu. Nedensizce mutlu olmuş ve duygulanmıştım. Aklıma 'kahramanım' diye bağırarak peşimde gezdiği günler gelmişti.

Nereden bilebilirdim ki o günleri mumla arayacağımı?

Suzan abla "Buna inanamıyorum," dedi kafasını yavaşça sallarken. "Hem ne kadar yakışıklı olmuşsun sen! Gerçi çocukluğundan belliydi yakışıklı olacağın zaten."

Kocaman sırıttım. Ben hala Mert Atalay'dım ve egomun okşanması beni hep mutlu ederdi.

"Sende hiç değişmemişsin. Hala çok güzelsin, yıllar seni yaşlandıramamış."

"Hadi oradan," dedi Suzan abla ve sonra hafifçe öksürdü. "Küçükken de böyleydin. Bana hep yalandan iltifatlar eder, çiçekler alıp gelirdin. Sırf sana yemek yapayım diye yapardın, bilmiyorum sanma!"

Yalandan üzülmüş gibi yaparak dudaklarımı büzdüm ve elimi kalbime götürdüm.

"Aşk olsun ama yani. Yemeklerine âşık olmam, seni sevmediğim anlamına mı geliyordu? Ben öyle biri miyim?"

"Şuna bak," dedi gülerek. "Hala aynı şebeksin, hiç değişmemişsin!"

"Mert Atalay bir dünya markası anneciğim," dedi Beril imayla. "Hiç değişir mi?"

Suzan abla gülmeye devam ederken "Beril'i hastaneye de sen getirmiştin, değil mi?" diye sordu.

Kafamı salladım onaylarcasına.

"Evet ama o zaman gerçeğin farkında değildim. Dün gece öğrendim."

"Nasıl öğrendin ki?" diye sordu Suzan abla merakla.

Beril'in yüzü kızardığında, ona yandan bir bakış attım. Tabi ki mektuptan bahsetmeyecektim.

"Dün gece dolabımda bir şey arıyordum, sonra tesadüf eseri Beril'in küçükken bana çizdiği bir resmi buldum. İşte çocukluğumuzu falan hatırladım ve birden Beril'in kimliği geldi gözümün önüne. Daha sonra ipuçlarını birleştirdim ve doğru sonuca ulaştım."

Ses tonumun muzipliğine gülerken, "Deli oğlan seni," diye mırıldandı.

"E," dedim lafı değiştirmek istercesine. "Beni ne zaman yemeğe davet edeceksin? Çok özledim yemeklerini."

Suzan ablanın gözleri sevinçle parlarken "Ne zaman istersen," dedi, içten bir gülümsemeyle.

"Sen hele bir iyileş de ben hep gelirim, hiç merak etme."

Gözlerimi Suzan abladan çekerek Beril'e çevirdim. Yüzündeki kocaman gülümsemeyle bizi izliyordu.

Beril'le aramızda neler olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu lakin bundan sonra soluğu sık sık Suzan ablanın yemek masasında alacağımdan emindim.

ღ ღ ღ

Herkese merhaba! Görüşmeyeli ne hallerdesiniz bakalım?💁🏻‍♀

Kitabın yeni isminin ve kapağın şokundasınızdır muhtemelen.😅

Evet, daha önce size söylediğim üzere kitabımızın ismini değiştirdim. Biliyorum, BAK'a alışık olduğunuz için bu ismi yabancıladınız ama bu isim kitabımızı daha çok yansıtıyor.

Nasıl mı?

KIZIL YILDIZ.

Kızıl'ın kim olduğundan bahsetmeme gerek yoktur sanıyorum. Yıldız'ın ise birkaç anlamı var. Şöyle ki yıldız aslında Beril'i yansıtıyor. Belki kitabın önceki halinden hatırlayanlar vardır, onlardan sessiz kalmalarını rica ediyorum. Çünkü kitabı ilk defa okuyan birçok kişi var ve yıldızın Beril için ne ifade ettiğini okuyarak öğrenmeleri daha güzel olur.

Yıldız'ın ikinci anlamına gelirsek... Bildiğiniz üzere yıldız motifinin beş ayrı ucu var ve o beş ayrı uç aynı noktada buluşuyor.

Yani mi?

Mert, Feza, Kamer, Gökay ve Koray...

Kitabımızın beş ayrı yıldızı...

Hepsinin ayrı hikâyesi, ayrı hayatı, ayrı acısı var ama biz hepsini aynı kitabın satırlarında tanıyoruz. Yani bir nevi beş ayrı yıldızı tek bir yıldızda topluyoruz.

Sonuçta onlar bizim ayrılmaz beşlimiz, öyle değil mi?🤗

Ben yeni ismimize bayıldım, umarım sizler de seversiniz.🌺

Bu arada sormayı unuttum, bölüm nasıldı? 🙈

Ufaktan kaçıyorum artık, haftaya görüşmek üzere inşallah. Kendinize çok iyi bakın!

İnstagram: rabiiaosma


İnstagram Sayfası: kizilyildiz.officalpage

AskFm: bayanclara

Continue Reading

You'll Also Like

57.3K 5.7K 149
Çocukluktan beri arkadaş olan 3 arkadaş, Serkan, Cemre ve Güney... Ve onların hayatlarına dahil olup tüm dengeleri bozacak yeni insanlar...
2.6K 98 11
İngilizce öğretmeni olan Zerya hayali evlenmeden hayat sürmekken abisini kurtarmak için sevmediği adamla evlenmek zorunda kalır, önceden beri sevdiği...
287K 17.3K 13
"Sizin de var mı bekleyemem diyeniniz?" Kaşları çatıldı ve bir süre yüzüme baktı. Tok sesiyle konuştu. "Bizde tek yol, vatan yoludur. Beklemek istiyo...
1.1K 69 3
Kendine teşekkür et. O mermer zemine güvenle attığın adımların, Diline yayılan o en sevdiğin kahvenin Tadına vardığın güzel anların Ve sevdiğin ço...