GÖÇEBE

3.7K 163 12
                                    

Dün geceki bar programı baya yorucu geçmişti. Düğünden çıkıp da eğlenmeye gelen gelin, damat ve arkadaşları bizi epeyce zorlamışlardı. Kazanın üzerinden kırk gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ bacağım ara ara ağrıyordu. Aslında galiba en son olarak ağlayan mavi gözlerini gördüğüm, adını bile bilmediğim, beni bırakıp giden adam yüzünden kalbim daha çok ağrıyordu.

Gözümü açtığımda gördüğüm kadarıyla hastane odasında olduğumu anlamıştım. Başım ve bacağım ağrıdan can çekişiyordu. Bomboş odada aldığım nefes bile yankılanırken kurumuş olan dudaklarımı zorlayarak sesleniyordum, "Kimse yok mu?" Cevap gelmiyordu. Yatağa bağlı olan kablodaki hemşire düğmesine zorlanarak basmıştım. Üzerimden kamyon geçmiş gibiydi. Pardon zaten üzerimden bir araba geçmişti. Odaya gelen hemşireye meraklı gözlerle yatakta doğrulmayı başararak, "Beni kim getirdi?" diye sorduğumda, "Ben sabah vardiyasındayım. Sizi teslim aldığımda bekleyen kimse yoktu," cevabını vermişti. Gerçi ona teşekkür etmek için çıktığımda dikkatsizliğim sonucunda arabanın altında kalmış, çektiğim acı yüzünden adını öğrenmeye fırsat bulamamıştım. Gerçekten tam bir odunmuş ama. İnsan kendisine teşekkür etmek için araba altında kalan bir kızı tek başına bırakır mı yahu? Üstelik ondan beni yalnız bırakmamasını rica etmiş, tek başıma ölmekten ne kadar çok korktuğumu söylemiştim. Beni kollarında tutarken gözünden akan yaşları fark ettiğimde ilk defa bir erkeğe inanabileceğimi düşünmüştüm oysa. Yine yanılmıştım...

Okulda dersleri dinleyemez, barda slow şarkılara da vokal yapamaz olmuştum. Onunla hiçbir şey yaşamamış olmama rağmen nasıl bu kadar ona bağlandığımı anlayamıyordum. Sanki kalbim benim bedenimde değil de başka bir şehirde gibiydi. Onun bu şehirde olup olmadığını bile bilmiyordum. Birkaç kez ayaklarım isteğimin dışında Extrablata götürmüştü beni. Her gece sahnede şarkı söylerken içeri girebileceği umuduyla kapıyı gözler olmuştum. Gece bittiğinde gelmemiş olmasının verdiği hayal kırıklığı ile kendimi votka şişesinin kucağına bırakıyordum. Bana tırnağının ucu kadar değer vermeyen bir adam için bunları hissetmeme sabrım taşıyor, sabaha karşı şişe biterken hem ona hem de kendime lanet okurken buluyordum yine kendimi. Akşamki sınavda bir halt beceremeyeceğimden emin olduğum için önümdeki kitabı bir kenara attım. En sertinden bol kafeinli kahvemi yudumlarken önümdeki gazete ile resmen aşk yaşıyordum. Manşetten verilen haberin fotoğrafına baktığımda kanım, canım, bedenimden başka bir noktaya çekilmişti.

"ÜNLÜ İŞADAMI RAHMETLİ REŞAT DEMAN VE KADER ARKADAŞI HASAN KOCA'NIN KIRK MEVLÜTLERİ BUGÜN.

Kırk gün önce geçirdikleri trafik kazası sonucu feci şekilde can veren kader arkadaşları Merhum Reşat Deman ve Hasan Koca'nın kırk mevlüdü bugün Karşıyaka mezarlığında okunacak dua ile yapılacak. Törende aile ve yakın arkadaşlarının yanı sıra gerek cemiyet hayatının önde gelen isimleri ve iş dünyasının tanınmış simaları yer alacak. Merhum Reşat Deman'ın büyük oğlu Nazra Deman, basın mensuplarına yaptığı açıklamada törene katılacak olanların çelenk göndermemelerini onun yerine Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfına bağış yapılmasını tercih ettiklerini söyledi."

Fotoğrafta gördüğüm beni kollarının arasında tutan kişiden başkası değildi. Demek ki aslında beni bırakıp gitmemişti. Ben kırk gündür ona ve kendime lanetler okurken o babasının acısıyla yanıp tutuşuyordu. Ne bekliyordum ki, o babasını kaybetmişken beni merak etmesini mi? Ah ne kadar aptaldım. Keşke televizyon izlemek gibi bir özelliğim olsaydı. En azından belki bir şekilde bu haberi görmüş olurdum. Reşat Deman'ı ülkede tanımayan yoktu. Hemen hemen her alanda şirketleri olan çok büyük bir holdingin sahibiydi. Kırk töreninin haberini sür manşetten verdiklerine göre Cenaze ve kaza haberi günlerce televizyonda yer almış olmalıydı. İsmi Nazra'ydı. Ne kadar değişik bir isminin olduğunu düşünürken içim içimi yiyordu. Henüz saat sabahın sekiziydi. İlk uçağa atlasam öğleden önce mezarlıkta olabilirdim. En azından bunu ona borçlu hissediyordum kendimi. Gözlerim duvardaki saat, elimdeki telefon ve gazetedeki haber arasında dans ederken beynim içimdeki her türlü düşünceye karşı koymuş ve parmağımı telefonda en son aradığım kişi olan Arzu'nun üzerine dokunup ve kulağıma telefonu dayamama sebep olmuştu...

"Beyza sabahın bu saatinde aradığına göre iyi bir sebebin olsa fena olmaz!"

"Şey Arzu Hanım, benim acilen Ankara'ya gitmem lazım. Cenazemiz var da. Yetişebilirsem gece uçağı ile dönmeye çalışırım."

"Saçmalama Beyza tabi ki gidebilirsin ve dönmek için acele etme. Kendini ne zaman rahat hissedersen o zaman dön."

"Çok teşekkür ederim Arzu Hanım."

"Beyza paran var mı?"

Güzel soruydu acaba param var mıydı? Tabi ki yoktu. Bu aralar kazandığım paranın tamamını içkiye yatırdığım için meteliğe kurşun atıyordum

"Hım, şey aslında..."

"Anlaşıldı ben şimdi senin dönüşü açık olan biletini aldırıyorum. Hesabına da bir miktar para geçiyorum. On beş dakika sonra mailini kontrol et."

"Çok teşekkür ederim Arzu Hanım."

"Hiç bir şey yapamazsın. Duymamış olayım. Biz bir aileyiz. Tekrar başın sağ olsun. Sağ salim git ve gel!" Telefonu kapattığımda sanırım mutluluktan ve üzüntüden yanaklarım kıpkırmızı olmuştu. Kesinlikle Arzu'nun içinde bir melek vardı...

On beş dakika sonra telefonumdan gelen maili açtığımda uçağın kalkmasına sadece bir saat on beş dakikam kaldığını fark ettim. Mezarlıkta giyebileceğim siyahlı elbisemi giyip, boynuma başıma bağlayacağım siyah örtüyü dolamıştım. Beni alana götürecek taksi geldiğinde elimde eşyalarımı koyduğum minik bir çanta ile hazır vaziyette evin sağını solunu kontrol ediyordum.

Havaalanında check-inimi de yaptırdıktan sonra uçaktaki yerimi almış, bir elimdeki gazeteye bir de saatime bakıyordum. Ne olduğunu bilmediğim bir duygu ile baş başa iken kaptanın sesi duyuldu.

"Bütün yolcularımızın dikkatine uçağımız kalkışa geçmiştir. Lütfen koltuklarınızdaki yerlerinizi alıp kemerlerinizi bağlayınız."

AŞK-I KIYAMET ( Pandemi boyunca yeniden yayında )Where stories live. Discover now