♣ 34.Bölüm ♣

279 29 25
                                    

Meriç'ten...

Gökhan onu okula bırakmıştı. ''Onu'' diyorum, çünkü adını ağzıma almaktan korkuyorum. Ben ismi bile kirlenmesin isterken, onun benim nefret ettiğimle birlikte olması...

Akıl alır mı sizce? Aramız biraz bozuldu diye sığınacak bir liman bulması mı gerekirdi? Aramız bozuk olmasına rağmen, beni sığınacak bir liman olarak seçemez miydi?

Fazla bağlanmamak lazım işte. Her şeye. Ama elimde değil. Onu gördüğüm, onun gözlerinin içine baktığım gün ben ona bağlanmıştım. Kördüğümle bağlanmıştım. Hiçbir güç ondan vazgeçmemin nedeni olamazdı. Ben ondan vazgeçemezken, onun böyle bir şekilde her şeyi bitirebilmesi. Aklım almıyor işte. Anlamakta zorluk çekiyorum. Adi mi desem, sürtük mü desem şimdi ona? Kıyamıyorum işte. Yapamıyorum. Ben ona bakmaya bile kıyamazken başkalarının elinin değmesi, dayanamıyorum ama elimden de bir şey gelmiyor.

Ne yapmalı şimdi? Her şeyi bir kenara itip tamamen kafamda bitirmeli mi?

Yoksa her şeye inat ona mı gitmeli?

Çaresizlik insanın elini kolunu bağlıyor. Ben daha önce bu kadar çaresiz olduğumu hatırlamıyorum. Tutup kolundan ''benimsin'' demek istiyorum ama cesaret edemiyorum. ''Seni şimdiden çok özledim'' demek istiyorum ama dilim varmıyor. Gidip onu Gökhan'ın kollarından almak istiyorum ama sonra ya mutluysa diyorum. O zaman mutluluğu bozulmuş olmayacak mı? Gülsün diyorum. Her şeye rağmen, kimin yanında olursa olsun mutlu olsun diyorum. Ama sonra onun gülüşünü başkaları görürse diye düşünüyorum. Onun gülüşü başkalarına haram değil miydi? Sadece bana helaldi gülüşleri. Ama artık başkalarının karşısında gülecekti. Başkalarıyla göz göze gelecekti.

Hani bir sözü vardı Necip Fazıl Kısakürek'in, ''Bir hoşça kala sığdırdı beni, yere göğe sığdıramadığım. '' 

Bir ''hoşça kala'' sığanlar da ne kadar şanslıymış öyle. Ben bir ''hoşça kala'' bile sığdırılmadım.

Deli olacaktım. Dört duvar arasında kalakalmıştım. Eve geldiğimden bu yana duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Ağlıyordum. Ona ağlıyordum. Ona döküyordum yine gözyaşlarımı. Yine yanıyordu gözlerim. Gözyaşlarım sanki sessizce haykırıyordu ''yeter'' diye. Yetmiyordu işte. Gitmişti. Ben nasıl üstesinden gelecektim bu hayatın? Çünkü hayata tutunma sebebim oydu benim. Belki de abartıyorum, diye düşündüm bir an. Beni sevdiğinden emindim. Ama bana bunu yaşatması... Nasıl kıyabilirdi ki insan sevdiğine? Ben erkeğim diye mi böyle yapıyordu? Sanki benim kalbim yokmuş gibi. Sanki erkekler ağlamazmış gibi. Ama erkekler de ağlıyor işte. Erkekler de vazgeçemiyor. Erkekler de bazı şeyleri unutamıyor.

Ya şimdi tekrar gelip özür dilese, beni sevdiğini tekrardan söylese ne yapacaktım? Nefret ediyordum bu yaptığından, bana bu duyguları yaşattığından dolayı. Ama ona olan aşkım nefretime gölge oluyordu. Ben ona nefret ettiğimden kat be kat aşıktım. Ve tekrardan gelse, kirli olsa bile yeniden bağrıma basardım. Daha bir başka severdim onu.

Galiba bu sefer ciddiydi. Bitmiştik işte. Pardon, bitmiştim işte. Keşke halimi görebilseydi. Keşke ne kadar iğrenç, pislik bir uçuruma elleriyle ittiğini görebilseydi sevdiğini. Bakmamıştı bile. Beni ittiği uçurumun iğrenç olduğuna bakmamıştı bile. Benim bir gram hatrım da yokmuş kalbinde. Her dediği sözde yalanmış. Çaresizliği dibine kadar, özlemi dibine kadar yaşıyordum. Ve sanki hiç gülmeyecekmiş gibi hissediyordum. Şu lanet olası çaresiz günler geçmeyecekmiş gibi.

Özlem ne de zormuş. Özlüyordum. Daha bir, iki saat olmuştu ondan ayrı düşeli. Özlemiştim; sesini, bakışlarını. En çok da kokusunu... Boynunu öpermiş gibi yapıp kokusunu içime çekerdim. Kokusu bir daha özgürlüğe kavuşmasın isterdim. O günlerin kıymetini bilememiştim. Şimdi yanından geçerken derince nefes alıp kokusunu içime zor da olsa çekebilmek ne de zoruma gidecek, yanındaki rahatça kokusunun tadına varırken. Artık ona benzer her koku onu hatırlatacaktı bana. Artık burnuma gelen her kokuda ondan bir zerre arayacaktım çaresizce. 

Orda Kal Portakal  Tahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon