BÖLÜM 44

41.3K 2K 15
                                    

...MELEK...

'Başını koy ve sana bir ninni söyleyeceğim, 
'Uyu yavrum' dediğim yıllara dönüyorsun, 
Ve uyuman için sana şarkı söyleyeceğim, yarın şarkı söyleyeceğim. 
Gittiğin yol boyunca Tanrı seni sevgiyle korusun...'

Athena'nın tapınağında ona ve bebeklerine verilen odadaki büyük yatakta uyuyan Parker'ın dudakları hafifçe kıvrıldı. 'Meleğin' güzel sesi uykusunda bile ona huzur veriyordu. Hüzünlü ve güzel sesiyle ninni söylüyordu. Parker bu sesin kime ait olduğunu biliyordu. Fakat sesin gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle ne tam uykuya dalmayı ne de hafif uykusundan uyanmayı istemiyordu.

'Yelken açabilirsin uzaklardaki zengin topraklara, 
Başında, ayağında elmaslarla ve incilerle, 
Talihsizlikleri uzaklaştırmaya hiç ihtiyacın olmayabilir. 
Karşılaştığında tüm iyiliği içinde bulabilirsin...'

Melek ninniyi söylemeye devam etti. Sesin titrediğini duyunca onun gerçekten geri döndüğünü anladı. Gözlerini yavaşça açtı. Genç adam bedenini kıpırdatmaya korkuyordu. Hareket etse, en ufak hareketinde kaybolacakmış gibiydi... Bütün bedeni işlevini yitirmişti. Kalbi kulaklarında atıyordu. 

'Seni izleyen melekler olabilir, 
Her bir adımında sana yol göstermek için, 
Seni sakınıp, tüm zararlardan korumak için. 
Uyu yavrum...'

Parker, boğazındaki yumruğu gidermek için seslice yutkundu. Gözünden süzülen yaş yavaşça yastığa damladı. O buradaydı. Geri dönmüştü. Gerçekti. Hayal görmüyordu. Bedenine kımıldamasını, koşmasını söylüyordu. Fakat bedeni ona ihanet ediyordu. 

Her zaman duymaya alıştığı, aşık olduğu ses ninni söylüyordu. Bir kez daha güçlükle yutkundu. Fakat boğazındaki yumru gitmiyordu. Nefes almasını engelliyordu. Gözleri, biriken yaşlardan dolayı sızlıyordu. 

Bacakları sonunda ona itaat ederek hareketlendi. Yavaşça yataktan kalktı. Çıplak ayakları ses çıkarmadan büyük odanın beyaz tüllerle ayrılmış kısma doğru ilerliyordu. Rüzgarla savrulan perdelere yaklaşınca durdu. Dizleri, tüm bedeni titriyordu. Sağ eli yavaşça kalktı. Bebeklerinin uyuduğu odayı ayıran beyaz tülü yavaşça itti. 

İşte oradaydı. Beyaz beşiklerin arasında duruyordu. Beşikleri yavaşça sallayarak, melekleri ağlatacak kadar güzel olan sesiyle ninni söylüyordu. Bebeklerini uyutuyordu. Sırtı Parker'a dönüktü. Kahverengi gür saçları, şelale gibi omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Üzerindeki beyaz elbiseyi görünce Parker'ın kalbi korku ve acıyla sızladı. 

Ya rüyaysa? diye düşündü. Ya gerçek değilse?

Onun Jordan'ı asla beyaz giymezdi. Parker artık beyazdan nefret ediyordu. Beyaz onun için ölüm demekti. Jordan'ın beyazlar içindeki ölü bedeni gözlerinin önünde canlanınca gözlerini sımsıkı yumdu.

Bu acıya katlanamıyordu. Eşinin geri dönmesini ve gördüklerinin rüya olmamasını istiyordu. Kapalı gözlerinden dökülen yaşlar arkalarında iz bırakarak yavaşça yanaklarından aşağıya döküldü. 

'Aşkı ve mutluluğu getirebilirsin ,
Son günlerine karşılık olarak sevilebilirsin, 
Şimdi uykuya dal, seni koruyacağımı kastetmiyorum. 
Bir süre yanında oturacağım ve şarkı söyleyeceğim uyu yavrum..'

Ninni bitince Parker gözlerini açmaya korktu. Gözlerini açıp onu orada göremezse buna dayanamayacağını biliyordu. Titrek bir nefes aldı. Önce kokusunu, yıllar önce aşık olduğu, onu bir bütün yapan, eksik parçasını getiren kokuyu aldı. 

Sonra sıcaklığını hissetti. Küçük ve 'sıcak' bir el yanağındaki ıslaklığı sildi. Tadına aşina olduğu o dudaklar yavaşça dudaklarının üzerini örttü. Parker kollarını kaldırıp ona sıkıca sarılmak ve bir santim bile uzağına gitmesine izin vermek istemiyordu. Fakat bedeni ona itaat etmiyordu. Öylece kımıldamadan duruyordu. Ardından aşık olduğu o sesi tekrar duydu. 

''Merhaba babacık.'' 

Genç kurtadam yavaşça gözlerini açtı. İşte oradaydı. Tüm güzelliği ve canlılığı ile karşısındaydı. Elini kaldırıp gerçek olduğuna inanmak istercesine yanağını okşadı. Sıcacıktı. Yanağını okşayan eli yavaşça boynuna oradan kalbine indi. 

Tık, tık. 

Tık, tık... Avucunun altındaki kalbi atıyordu. 

Dudakları şaşkın bir gülümsemeyle kıvrıldı. Genç kızın yüzünü avuçları arasına aldı. Kokusunu doya doya içine çekerken alnını, burnunu yanaklarını öptü. Sonra dudaklarını tutkulu ve özlem dolu bir öpücükle birleştirdi. 

Kaç saat ondan ayrı kalmıştı? Bir gün mü geçmişti? Yoksa iki mi? Zaman kavramını yitiren Parker bunun cevabını bilmiyordu. Bildiği tek şey yüzyıllar geçmiş gibiydi. Onsuz geçen her saniye bir yıla bedeldi.

Kollarını sıkıca genç kızın beline doladı ve onu havaya kaldırdı. Jordan'ın sıcak kolları onu sımsıkı sardı. Alınlarını birbirlerine yasladılar ve dudaklarını zorlukla ayırıp gözlerinin içine baktılar. İkisinin de gözyaşları akmamak için savaş veriyordu. Parker hiçbir şeyi umursamadan hıçkırarak çocuklar gibi ağlamak istiyordu. 

Canlılıkla parlayan bal rengi gözlerin içine baktı. Aşkı buradaydı. Bir daha asla ayrılmayacaklardı. Kendine bile yabancı gelen boğuk sesiyle sonunda konuşmayı başardı.

''Merhaba annecik.''

...

Sızlayan bir beden. Hem de çok fazla acıyla sızlayan bir beden! 

Rebekah bedeninin yorgunluğu, acıyan ve 'yanan' birden fazla yeri nedeniyle inledi. Üzerinde büyük, kocaman bir yük vardı. O 'yük' hem nefes almasını zorlaştırıyor hem de mesanesine baskı yaparak genç kızı zorluyordu. Acilen tuvalete gitmesi gerekiyordu. Yoksa işeyecekti!

Gözlerini açamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. Uykunun uyuşukluğundan sıyrıldıkça bedeninin sızısını, acı haykırışını daha net duydu. Bacaklarının arası çok fena acıyordu. Adeta yanıyordu! Kalçası, karnı, göğüsleri, bacakları! 

'Lanet olsun bana ne oldu?' 

Gözlerini kırpıştırarak zorlukla açtı. İlk gördüğü şey beyaz tüller oldu. Tavandan iki yana açılan beyaz tüller... Genç kızın gözleri kocaman açıldı. Dün gece.. Ah tanrıların kutsadığı Ares ve o koca büyük... Yanakları kıpkırmızı oldu. Seslice yutkundu. 

Başını yavaşça soluna doğru çevirdi ve Ares'in derin bir uykuda olan rahatlamış yüzünü gördü. Sarı saçları karışmıştı. Yüzü genç kızın sadece birkaç santim uzağındaydı. Yüzüstü yatıyordu. Bir kolu genç kızı sıkıca sarmıştı. Uzun ve adaleli bacağı Rebekah'nın bacaklarının arasına dolanmıştı.. İkisi de tamamen çıplaktı. 

Dudakları yavaşça kıvrıldı. Ares'i uyurken izlemenin keyfini çıkartmaya karar verdi. Tanrıların çok sık uyumadığını biliyordu. Sadece gerçekten çok yoruldukları ve güçleri azaldığı zaman uyuyorlardı. Bu düşünceyle genç kızın gülümsemesi genişledi. Gözlerinin önünde dün geceden çeşitli ve 'farklı' kareler belirince yanakları yanmaya başladı. Yedi yüzyılın acısı fena olmuştu! Bedeni sanki üzerinde ayı tepinmiş gibiydi. Genç kız kıkırtısını bastırmak için alt dudağını ısırdı. 

Kaç saat uyumuştu? Başını çevirip tülün ardından içeriye süzülen güneşe baktı. En son itiraz dolu inlemelerle uyumak istediğini söylediğini hatırlıyordu. Savaş tanrısı oldukça yaramazdı. Genç kızı tüm gece uyutmamıştı! Tüm gece boyunca! En sonunda uyuması için onu kollarının arasına çektiğinde gün yeni aydınlanıyordu! İçeriye giren güneş ışınlarına bakılırsa bir yada iki saat uyuyabilmişti.

Zihninde beliren düşünceyle bıkkınlıkla iç çekti. Apollon sabah gecikmeden Zeus'un tapınağına gelmelerini söylemişti. 

''Lanet olsun!'' diye sessizce homurdandı Rebekah. Geç kalmış olmalıydılar. Büyük ihtimalle herkes özelliklede çok sevgili kardeşi Apollon onlarla alay edecekti! 

Genç kızın mesanesi kırmızı sinyaller verince Ares'in kolu ve bacağının altından kalkmaya çalıştı. Kolu itmeye çalıştı fakat hâlâ derin uykusunda olan Ares huysuzca homurdanarak onu daha yakınına çekti. Sanki bu mümkünmüş gibi!

Ares'i uyandırmayı düşündü. Fakat sonra hemen bu düşünceden vazgeçti. Onu uyandırırsa yaramazlıklarına devam edeceğini tahmin etmek zor değildi. Önce acilen banyoyu kullanması ve Olimpos dağının en görkemli tapınağına, annesi ve babasının tapınağına ışınlanması gerekiyordu. Oraya gidince Ares'i uzaktan uyandırabilirdi.

Ares'in kolunu iki eliyle kavradı ve zorlanarak kaldırdı. Hızla doğruldu ve Ares'in tepkilerini kontrol ederek kolunu yastığın üzerine bıraktı. Belinin üzerindeki bacağın altından zorlukla sıyrılmaya çalıştı. Bir ayağını yataktan aşağıya sarkıttı. Diğerini çekmeye çalıştı fakat Ares'in kalın bacağının altında kalmıştı! Ares'in ağırlığı altında ayak parmakları uyuştuğu için onları hissetmiyordu. Son bir denemeyle bacağını hızla çekti. Bacağı Ares'in esaretinden kurtuldu fakat dengesini kaybederek geriye doğru yere düştü. 

Sırtı ve başının arkası sızlarken dudaklarından kaçan inlemeyi zorlukla bastırdı. Yatağın kıpırdanmasıyla gözleri kocaman açıldı. 

''Lütfen uyanmış olma.'' diye fısıldadı. 

Uyuyan devi uyandırmama konusunda kararlıydı. Ares uyanırsa beraber duş alıp, ardından hazırlanıp tapınağa gideceklerini düşünmüyordu. Rebekah'da en az Ares kadar burada kalmak ve her şeyi unutup sadece birbirlerinin tadını çıkartmayı istese de onları bekleyen büyük bir aile kavuşması, Jordan'ın dönüşü ve savaş vardı. 

Geçen birkaç saniyenin ardından odadaki sessizlik devam edince genç kız tuttuğu nefesini bıraktı. Yavaşça ayağa kalktı. Yüzünün önüne gelen saçları kulağının arkasına sıkıştırdı. Ares, sırtüstü dönmüştü ve uyumaya devam ediyordu. 

Savaş tanrısı uyusa da etrafta çıplak gezmek istemeyen Rebekah, Ares'in üzerindeki beyaz örtüyü almak için elini uzattı. Örtü savaş tanrısını beline kadar örtüyordu ve muhteşem vücudu gözler önündeydi. Genç kız örtüyü aldığı an karşılaşacağı görüntü nedeniyle vazgeçti. 

Yatağın etrafını saran tülü açtı. Odadaki büyük koltuğun üzerindeki kürkü görünce parmak uçlarında yürüyerek kürkü aldı ve bedenine sardı. Mesanesi artık patlamak üzereydi. Hızlı ve sessiz adımlarla banyoya girdi. Tuvalette işini hallettikten sonra boy aynasının karşısına geçti ve kürkü yere bıraktı. 

''Ah lanet olsun!'' dedi yüzünü buruşturarak. Bütün vücudunun neden yandığı ortadaydı! Boynundaki morarıklar, göğüslerinde ve bedenini birden fazla yerindeki kızarık ve diş izleri! Ah evet Ares'den kesinlikle kaçması gerekiyordu!

Aynadan arkasındaki kapının yansımasını görünce iç geçirdi. Ağrıyan ve sızlayan vücudunu rahatlatmak için duş alması gerekiyordu. Yavaş adımlarla kapıyı açtı ve sıcak buharın bedenine çarpmasıyla gülümsedi. Ares'in kaplıcalar dışında başka hiçbir şeyde yıkanmamasının iyi yönü tam olarak buydu!

Kapıyı kapattı. Kaplıcanın merdivenlerini indi. Her adım attığında su yükseliyor ve bedenini sarıyordu. Kızarıklar sıcak suyun etkisiyle sızlayınca genç kız inledi. Bacaklarının arası gerçekten acıyordu. Nefesini tutarak suyun altına daldı. Bedeni acıyla sızlasa da kısa sürede sıcak su etkisini gösterip ağrıya kaslarını açmaya başlayınca rahatladı. 

Dakikalar boyunca sıcak suyun tadını çıkardı. Her ne kadar sudan çıkmak istemese de Ares uyanmadan gitmesi gerekiyordu. Dakikalardır dinlendirdiği ve yumuşayan bedenini zorlukla sıcak sudan çıkardı. Merdivenlere çıkarken attığı her adımda bacaklarının arasının sızlamasıyla yüzünü buruşturdu. Bugün zor bir gün olacaktı! 

Saçlarının suyunu sıktı. Banyonun diğer bölümüne geçerek yere bıraktığı kürkü tekrar bedenine sardı. Ardından gözlerini kapattı ve odaklanmaya çalıştı. Hâlâ güçleri üzerinde tam kontrol sağlayamıyordu. Fakat eskisine göre daha iyi olduğu ortadaydı. Giyinmek için kıyafete ihtiyacı vardı. İstediği şeyler rahat bir pantolon ve yumuşak bir kazaktı. Fakat gözlerini açtığında elinin üzerinde duran elbiseyi görünce omuzları çöktü ve yüzünü buruşturdu. 

Sadece pantolon ve kazak istemişti elbise değil! Uzun elbiseyi kaldırdı. Beyaz antik yunan elbiselerinin bir benzeriydi. İki taraftan da derin bir yırtmacı ve göğüs dekoltesi vardı. Önceki hayatında sürekli bunları giyse de artık giyeceğini düşünmüyordu. Bunun içinde nasıl hareket edecekti! Her yeri açıktaydı. Eski hayatında bu kıyafetle koşup, avlandığını ve savaştığını hatırlayınca kendini tebrik etti.

Bedeni feci şekilde sızlıyordu. Bacaklarının arası yürürken sızlıyorken bir de pantolon giydiğini düşündü. En korkunç şeymişçesine bu düşünce genç kızı titretti. Hiçbir şeyin bedenine sürtünmesini istemiyordu. İmkanı olsa bütün gün bu kaplıcanın içinde çıplak kalmayı tercih ederdi. Anlaşılan zihni bunu düşünmüş ve bu elbiseyi getirmişti.

Ciğerlerine çektiği havayı oflayarak bıraktı ve yumuşak beyaz elbiseyi giydi. Zaten dolgun olan göğüsleri her an elbiseden fışkıracakmış gibi görünüyordu. Uzun ve derin yırtmaç yürürken ona zorluk çıkartacaktı. Fakat pantolona göre daha rahattı. Ares'in onu bu halde gördüğünü düşünemiyordu bile!

Aynadaki yansımasına yaklaştı ve başını yana yattırarak kendini inceledi. Tanrıça gibi hissetmiyordu. Henüz tamamlanmamıştı. Bir yarısı Elysion'da hâlâ uyuyordu. Bugün ailesinin kalan büyük bir kısmıyla tekrar tanışacaktı. Karşılarına çıktığında onu tanrıça olarak görmelerini istiyordu. O nedenle bu elbiseyi giydiği için kararlılıkla başını salladı. 

Nemli saçlarını elleriyle şekillendirdi. Sağ avucunu açtı ve öne doğru uzattı. Gözlerini yumdu ve bu kez doğru nesnenin elinde belirmesini umdu. Birkaç saniye sonra parmaklarındaki sert dokuyu hissedince dudakları kıvrıldı. Gözlerini açtı ve siyah yayını inceledi. Onun gerçek kimliğinin en büyük kanıtı bu yaydı. 

Yayını ve okla dolu sadağı sırtına yerleştirdi. Ardından ailesiyle tekrar tanışmak için gözlerini yumdu ve Olimpos dağının en yüksek tepesinde bulunan tapınağı zihninde canlandırdı.

...

''Ares?''

''Savaş tanrısı Ares geri dönmüş. Geri dönmüş!''

''Oh Tanrılar adına çıplak! Çıplak.'' Kıkırdayan kızlar ve öfkeyle bağıran bir ses ''Hemen arkanızı dönün sizi azgın periler!''

''Gördün mü? Eros'u kıskandıracak kadar harika bir vücudu var.''

Ares duyduğu seslerle yüzünü buruşturdu. Kıkırtılar, homurdanmalar... 

Gür kadın sesi tekrar bağırdı. ''Kıçlarınızı kaldırın ve bir işe yarayın! Hemen Enyo, Phobos, Deimos'u çağırın.'' Genç perilerin kıkırtısı tekrar duyuldu. 

''Savaş tanrısı Ares? Efendim geri dönmüşsünüz.'' O kadın tekrar konuştu fakat bu kez sesi daha sakin geliyordu. 

Bunun üzerine Ares uykudan zorlukla sıyrıldı. Tek gözünü açtı ve başını kaldırdı. Yatağını çevreleyen beyaz tüller açılmıştı. Dört büyük yardımcısından biri olan Eris yatağın ayak ucunda dikiliyordu. Onun arkasında ise beyaz elbiseli hizmetli periler duruyordu. Hepsinin sırtlarındaki kanatları hızla çırpıyordu ve ayakları yere değmiyordu. Perilerin hepsi onun çıplak vücudunu arsızca süzüyor ve ellerini ağızlarına kapatarak kıkırdıyorlardı. 

Eris sıkılı dişleri arasından zorlukla konuşarak perilere arkalarını dönmelerini emretti. Ardından altın rengi gözlerini Ares'e çevirdi. Phobos, Deimos, Eris ve Enyo... Ares'in en yakın dostları ve yardımcılarıydı. Hepsi büyük tanrıların çocukları olmalarına karşın Ares'in tapınağında yaşar ve ona hizmet ederlerdi. Ares'e olan saygıları sonsuzdu. 

Savaş tanrısı dört yardımcısıyla birlikte nice zaferler kazanmıştı. Her savaşı beraber yönetir ve şekillendirirlerdi. Tarihte beşinin adı anıldığı an herkes korkuyla titrerdi. Ares'in ordusu Zeus'un, Olimpos'un yüce ordusunda bile daha güçlüydü.

Phobos ve Deimos ikizlerdi. İkisi de Ares'in gördüğü en iyi dost ve savaşçılardı. İki tanrıda her zaman Ares'in gölgesi olmuştu. Onun peşinden asla ayrılmazlardı. Phobos korkunun tanrısıydı. Savaşta en büyük galibiyeti, düşmanlarına korku salarak alırdı. Deimos ise dehşetin tanrısıydı. 

Eris ve Enyo ise Artemis ve Athena'dan sonra görebileceği en cesur tanrıçalardı. Dört tanrıçada savaşmayı severdi. Bu da neden bu kadar iyi anlaştıklarını açıklıyordu. Eris, fitnenin ve kavganın tanrıçasıydı. Enyo ise bozgun tanrıçasıydı. 

Eris, siyah saçlarını her zaman yaptığı gibi sıkıca toplamıştı. Çekik gözleri her zaman öfkeyle ve sinsilikle parlarken bu kez yaşlarla sulanmıştı. Ares dostunu uzun bir zamandır görmemişti. Eris'in gözlerinin dolu olmasının sebebini anlayabiliyordu. Dudakları gülümsemeyle kıvrıldı fakat boşluğu tam da o an fark etti. Yüzündeki gülümseme yavaşça silindi ve yerini öfkeye bıraktı. 

Rebekah yoktu! Tapınakta olmadığını anlaması için onu aramasına gerek yoktu. Onun burada olmadığını hissedebiliyordu. Ares'in değişimini fark eden Eris kaşlarını çattı ve ''Efendim her şey yolunda mı?'' diye sordu.

''Kahrolası kadın!'' diye kükredi Ares ve yataktan hızla kalktı. Ares'in sesiyle köşelere sinen periler ne kadar korksalar da karşılarında tüm çıplaklığı ile dikilen Ares'den gözlerini alamadılar.

O sırada odanın kapısı açıldı ve şaşkınlıkları yüzlerinden okunan Enyo, Phobos ve Deimos girdi. Ares onları umursamadan ellerini çıplak beline koydu ve Rebekah'a ulaşmaya çalıştı.

'Rebekah hangi cehennemdesin?' diye gürledi genç kızın zihnine fakat cevap alamadı. Genç kızın zihnindeki eğlence kıvılcımlarını görebiliyordu.

'Rebekah bana nerede olduğunu söyle! Seninle sonra öyle bir saklambaç oynayacağım ki...'

'Sakin ol Ares. Zihninde beliren resimleri görebiliyorum. Birkaçı hoşuma gitti.' dedi Rebekah arsızca. 'Fakat bir süre bu dükkan kapalı senin yüzünden yürüyemiyorum!'

Bu düşünce Ares'e barbarca haz verdi ve genişçe gülümsedi. 

''Ares? Her şey yolunda mı?'' Can yoldaşı Phobos'un sesini duyan Ares gözlerini açtı ve odada dört yardımcısından başka kimsenin kalmadığını gördü. Dördü de ona garip ifadelerle bakıyorlardı. Yedi yüzyılın ardından Ares'i karşılarında, çıplak olarak görmek hepsini şaşırtmıştı.

Ares güçlerini kullandı ve saniyeler içinde üzerinde kıyafetleri belirdi. Kırmızı pelerini, savaşçı elbisesi ve kılıcı... 

Zihniyle son kez Rebekah'a seslendi. 'Lanet olası savaş bittikten sonra seni mağaraya kaçıracağım. Ve her sabah ışınlanamayacak kadar yorgun kalkacağına emin olacağım.'

Rebekah'nın zihninde kırmızı bir sis oluştu. Anlaşılan planı eşinin hoşuna gitmişti. Onu göremese de Rebekah'nın yanaklarının kızardığını biliyordu. 

'Azgın ayılar gibisin Ares giyin ve buraya gel!'

Ares genişçe gülümsedi. Dört yardımcısının hâlâ ona şaşkınlıkla baktığını görünce gülümsemesi büyüdü. ''Sizleri tekrar görmek güzel.'' 

Phobos şaşkınlığından kurtuldu ve Ares'in yanına gelerek sarıldı ve dostça sırtına vurdu. ''Geri döndün!'' 

''Odanı temizlemek için perileri getirmeseydim döndüğünü bilmeyecektik.'' dedi Eris. Phobos'un geri çekilmesiyle Ares'e sarıldı.

Dudakları çarpık bir gülümsemeyle bükülen Ares ''Biraz yalnız kalmaya ihtiyacımız vardı.'' dedi.

Enyo suratını buruşturdu. ''İhtiyacınız?'' diye sordu. 

Ares, Artemis'in uyandığını henüz bilmediklerini o an hatırlıyordu. ''Artemis uyandı. Dün gece buradaydık fakat oyun seven tanrıçanız beni burada bırakıp kaçtı.'' dedi. Bir süre odada huzur kaçıran bir sessizlik oldu. Dört yardımcısı çatılı kaşlarla birbirlerine bakıyordu. Sonra delirip delirmediğini anlamak istercesine Ares'i süzdüler.

''Efendim iyi olduğunuza emin misiniz?'' diye sordu Deimos. ''Aklımı kaybetmedim. Artemis uyandı Zeus şuan Olimpos da bizi bekliyor. Bundan bütün tanrıların haberi yok çünkü saklı kalması gereken bazı şeyler vardı. Dörtlü huzursuzca kıpırdandı ve birbirlerine baktılar. Ardından Enyo en yakın dostunun gerçekten uyanıp uyanmadığını öğrenmek için bir adım öne çıktı. 

''Artemis gerçekten uyandı mı?'' Gözleri dolmuştu. Ares güçlü savaşçının ağlayacağına emindi. Huysuzca homurdandı. ''Artemis uyanmasa benim burada işim ne sizi beyinsizler! Toparlanın birlikte Zeus'un tapınağına gidiyoruz. Kendi gözlerinizle görünce inanırsınız.'' dedi ve ışınlanarak saniyeler içinde ortadan kayboldu.

...

''Rebekah penguen gibi yürüyorsun!'' dedi Jasmine kahkaha atarak. Genç kız dişlerini sıktı ve yanında yürüyen arkadaşının karnına dirseğini geçirdi. 

Jasmine öne doğru eğilip karnını tutarken bile gülüyordu. Zeus'un tapınağına ışınlanacağına Athena'nın tapınağına ışınlanmıştı. Kendine lanetler okuyarak tekrar denemek üzereydi ki tapınağın bahçesinde Jasmine'i görmüştü. Uzun bir süredir arkadaşıyla yalnız kalamadığını hatırlayarak onun yanına gitmişti. Şimdi ise bundan pişmandı. 

Daha ilk göz göze gelmelerinde Jasmine, Rebekah'nın boynundaki morlukları görmüş ve sinsice gülümsemişti. Sonrasında ise Rebekah'nın yürürken zorlandığı görmüş ve dakikalarca gülmüştü. Kahkaha krizinin ardından gözleri şeytanlıkla parlamış 'her detayı' anlatmasını istemişti. Rebekah elbette hiçbir şey anlatmamıştı. Görüntüsü yeterince şey anlatıyordu!

Huysuz yaşlılar gibi homurdanmış ve surat asmıştı. Alay konusu olmaktan hoşlanmıyordu. Özellikle de böyle bir konuda. Neyse ki Jasmine günün geri kalanında onu rahatlatacak olan o sihirli cümleyi kullanmıştı. Zeus'un toplantısına geç kalmamışlardı. Athena'nın sabah aldığı habere göre Zeus hâlâ baş tanrılar ve olanları bilmeyen diğer tanrılarla birlikte konsey toplantısı yapıyordu. Toplantı bitene kadar hepsi beklemek zorundaydı. 

''Jass çok ciddiyim! Eğer biraz daha gülersen oklarımdan birini kıçına sokacağım bakalım o zaman sende rahat yürüyebiliyor musun?'' Sözlerinin tehditkar olması gerekiyordu fakat bu kez o da Jasmine ile birlikte kahkahalarla güldü.

''Ahh tanrı aşkına! Yılın çifti olmaya adaysınız. Şu haline bak yürüyemiyorsun bile!''

Elbette durum Jasmine'in anlattığı kadar vahim değildi. Normal yürüyebiliyordu. Sadece yürüdükçe canının acımasıyla yüzünü buruşturması, inlemesi ve birkaç adımda bir penguenler gibi yürüyüp sonra tekrar normal yürümesi haricinde!

''Tamam kes şunu artık! Biraz oturalım.'' dedi Rebekah. Bahçedeki geniş çardağa doru ilerlerken Jasmine'in hâlâ kıkırdaması üzerine gözlerini devirdi. 

''Ee sizden ne haber? Yani sen ve Caleb?'' Jasmine çardağa kendini attı ve rahatça oturdu. Yüzündeki gülümseme yerini dudak bükmeye bıraktı.

''Anladım ki Caleb'ın beni öpüp sarılıp iki kelime aşk cümlesi fısıldaması için ölümden dönmem gerekiyor. Saldırının olduğu gün güzeldi. Sonrası? Göt herif bana yine eskisi gibi davranıyor! Yani onun sorunu ne anlamıyorum. Beni seviyor. Birbirimizi tamamlıyoruz, ruh eşiyiz. Tamam bunu biliyorum ama sevgisini göstermiyor! Bununla ilgili bir sorunu olmalı ama onu çözeceğim!'' 

Rebekah Jasmine'in homurdanmalarına gülümsedi. Yırtmacına dikkat ederek oturdu. ''Ahh!!'' İnleyerek alt dudağını dişledi. Otururken bile canı acıyordu! Ares'i gördüğü yerde onu mahvedecekti. Jasmine yine gülmeye başladığında Rebekah kollarını göğsünde birleştirdi ve ayağını öfkeyle yere vurmaya başladı. 

‘’Burada her şey yolunda mı?’’ Athena’nın aralarına katılmasıyla Rebekah’nın yanakları yanmaya başladı. Harika! Diye geçirdi içinden. Jasmine o koca çenesini tutamayacak ve birlikte bekaret yemini verdiği dostunun yanında ikinci kez rezil olacaktı. Tarih bu konuda tekerrür etmeyi çok seviyordu!

‘’Sadece Jasmine’in saçmalıkları!’’ diye homurdandı genç kız. Jasmine sonunda kahkahalarını bastırdı ve gözlerinden akan yaşları sildi. Athena tam karşılarına otururken ‘’Ares nerede?’’ diye sordu. Bunun üzerine Jasmine tekrar kahkaha atmamak için kendini tutmaya başladı. 

Genç kız huzursuzca kıpırdandı ve boynunu kaşıdı. Gözlerini Athena’dan kaçırarak ‘’Tapınağında uyuyor.’’ Dedi. 

Athena’nın gözleri kısıldı ve dudakları her şeyi anladığını belirten keyifli ve alaylı bir gülümsemeyle kıvrıldı. ‘’Boynun.’’ Dedi. Rebekah elini hemen boynuna götürünce zeka tanrıçasının gülümsemesi genişledi. ‘’O izleri kapatsan iyi olur. Apollon buralarda dolanıyordu ve seni gördüğü an sonsuz yaşamın boyunca alay edeceğine emin olabilirsin.’’ 

Rebekah dudaklarını büzüp kısık sesle homurdanırken saçlarını iki omzundan aşağıya doğru sarkıttı. Konuyu değiştirmek için ağzını açmıştı ki Athena tekrar söze girdi. 

‘’Ah neredeyse unutuyordu. Sabahın erken saatlerinde Hades Jordan’ı getirdi.’’ Rebekah’nın elleri havada asılı kaldı. Gözleri kocaman açılmış ağzı açık kalmıştı. Jordan geri dönmüştü! Bunu nasıl unutabildim diye hayıflandı. 

‘’N..nerede? Şuan burada mı?’’ heyecandan kekelemişti. Hızla ayağa kalktı. Bazen kendini o kadar bencil bir pislik gibi hissediyordu ki bu kendinden nefret etmesine neden oluyordu. Şuanda da kendinden o kadar çok nefret ediyordu. Jordan geri dönmüştü oysa Rebekah hâlâ buradaydı. Onun yanında değil! 

Athena dolgun, küçük dudaklarını büzdü. ‘’aslında onları biraz yalnız bıraksak iyi olacak.’’ Rebekah ne demek istemediğini anlamadı. Yüzünü buruşturdu ve sorarcasına baktı. ‘’Jordan ve Parker yalnız kalsalar iyi olacak. Hem zaten şuan pek uygun değiller. İnan bana!’’ dedi Athena. 

Rahatlamanın etkisiyle Rebekah’nın omuzları çöktü ve kıkırdadı. ‘’Parker’dan önce Jordan’ı ben görmeliydim. Şimdi onu bizden alıkoyacak!’’ Dedi. Ardından gözlerini kıstı ve sinsi bir şekilde gülümsedi. ‘’Onlara biraz müsaade etmek mantıklıca. Fakat gerektiğinden fazla Jordan’ı alıkoyarsa eh Tanrıçaları olarak ne yapacağımı biliyorum.’’

O sırada tapınakta şiddetli bir çığlık sesi yükseldi. Ardından birkaç patlama sesi ve Trent’in adının haykırıldığını duydular. Athena ve Jasmine endişeyle ayağa kalktı. Üçü tapınağa doğru ilerlerken yüksek merdivenlerden Trent’in koşarak çıktığını gördüler. Kurtadam hem kaçıyor hem de kahkahalarla gülüyordu. Rebekah’ı görünce yolunu değiştirdi ve onlara doğru yöneldi. 

Tanrıça Athena’ya saygıyla başını eğip selam verirken göğsü hızla inip kalkıyordu. Alnında ter damlacıkları belirmişti. Bakışlarını Rebekah’a çevirdi. Tanrıçasına da aynı saygıyla selam verdikten sonra Caroline’ın tekrar çığlık atması üzerine genişçe gülümsedi.

‘’Trent neler oluyor?’’ diye sordu Rebekah. Gözleri eğlenceyle parlayan Trent, omzunun üzerinden tapınağın girişini kontrol etti. Genişçe gülümserken alt dudağını dişledi. Tekrar Rebekah’a döndü.

‘’Şeyy.-‘ Caroline’ın tekrar çığlık atması ve duyulan gümbürtüyle sözleri yarım kaldı. Yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi masumca Rebekah’a baktı. Ensesini kaşırken ‘’Kuzenine küçük bir oyun oynadım.’’ Dedi.

‘’Ne tür bir oyun bu?’’ diye sordu Jasmine büyük bir merakla. Trent ellerini cebine soktu ve omzunu silkti. ‘’Bilirsiniz Caroline benimle konuşmuyordu. Bende benimle konuşmasını sağlayacak bir tehdit oluşturmak için Apollon’dan küçük bir yardım aldım.’’ Dedi. Gülümsemesi ışıl ışıldı. Ne kadar keyifli olduğu belli oluyordu.

Gülümsemesine engel olamayan Rebekah tek kaşını kaldırdı ve kollarını göğsünde birleştirdi. ‘’Bu ne tür bir koz Trent?’’ diye sordu. Duyulan bir başka gümbürtü sesiyle hepsi yerinden sıçradı.

‘’Pekala Caroline tapınağımı yerle bir etmeden onu durdursam iyi olacak.’’ Dedi Athena ve hızla tapınağa doğru ilerledi.

Trent, Rebekah’nın hâlâ cevap beklediğini görünce ‘’Üzgünüm size söyleseydim bunu koz olarak kullanamazdım. Sadece şu kadarını söyleyebilirim Caroline’a yaptığımız şey gerçekten gaddarca fakat o küçük burnu havada olan kızıl kahin ne Apollon nede benim bunu bir başkasına söylememiz için her ikimizin de dediğini yapmak zorunda. Başına gelen şey kimsenin duymasını istemeyeceği türden bir şey.’’ Dedi. Sonrasında ise Caroline’ın çığlığı tüm tapınakta yankılandı.

‘’Seni öldüreceğim Trent! Zeus şahidim olsun ki bunu sana ödeteceğim! İntikamım acı dolu olacak!’’



Konsey yavaş yavaş dağılırken odadaki sesler azalmaya başladı. Tanrılar mutluluk gözyaşları içinde Zeus’un tapınağından ayrılıyordu. Hepsi Dünya’nın dört bir yanına salacağı mutlu haber için sabırsızlanıyordu. 

‘Tanrıça Artemis geri dönmüştü!’

Zeus bütün bir gece ve sabah süren toplantının ardından herkese tüm gerçekleri anlatmıştı. Olimpos’un yüce ordusu çoktan hazırlıklara başlamıştı. Ordu toplanıyor dünyanın dört bir yanındaki yoldaşları Olimpos’a geri dönüyordu. Hepsi büyük savaşta Zeus ve ailesinin yanında olacaktı. 

Titanların haberi tahmin ettiği kadar büyük bir yankı yaratmamıştı. Artemis’in uyanışı yani Rebekah hakkındaki tüm gerçekleri anlatmıştı. Tüm tanrılar bu haberi şok, ilgi ve mutlulukla karşılamıştı. Ardından karşılarındaki tehlikeden bahsettiğinde ise aldığı cevap sadece kabulleniş olmuştu. Artemis’in geri dönüşünün mutluluğunu bu haber bile gölgeleyememişti. 

Taht odasının kapıları yavaşça kapandı. Salonda sadece eşi ve kardeşleri Demeter, Hestia, Hades ve Poseidon kaldı. Hiçbiri konuşmuyordu. Özelliklede güzeller güzeli eşi Hera. Sessiz gözyaşları akıtıyordu. Gözleri kapalıydı. Elleri arasında tuttuğu madalyonu sıkıca kavramıştı. Dudaklarını avuçlarına bastırıyor ve kıpırtısızca duruyordu. 

Titanlar, karşılarındaki tehlikenin farkında olmadığına emindi. Artemis’in geri dönüşünün haberinin ardından Hera kendini kaybetmiş gibiydi. Demeter, Hestia ve Posedion içinde aynı şeyler geçerliydi. Hepsi tahtlarında sessizce oturuyordu. 

Bu mutlu haber onlarda büyük bir şok etkisi yaratmıştı. Zeus’un anlattıkları yaptıkları hataları yüzlerine vurmuştu. Dünyadan ne kadar uzaklaştıklarının, insanlığa sırtlarını dönüşlerini yüzlerine vurmuştu. Artemis on sekiz yılı aşkın bir süredir yaşam mücadelesi veriyorken hepsi kendi köşesine çekilmiş habersizce kendi hayatlarını sürmüştü. 

Hephaestus haberi duyunca öfke nöbeti geçirmiş ve tapınağı terk etmişti. Kardeşinin uyanışının saklanmasında hiç mantıklı bir amaç görememişti. Fakat Zeus sakinleşince onun gerçekleri göreceğini biliyordu. Apollon saklayarak doğru olanı yapmıştı. 

Mutluluktan ağlayan Afrodit kocasının peşinden tapınaktan ayrılmıştı. Persephone ise önce mutluluktan ağlamış sonrasında Hades’e kardeşi hakkındaki gerçekleri sakladığı için öfke kusmuş ve kardeşi Hephaestus gibi tapınağı terk etmişti. Çocukları arasında durumu en sessiz karşılayan Dionysos olmuştu. 

Zeus, Dionysos’un dış görüntüsünün altında yatanı biliyordu. Oğlunu çok iyi tanıyordu. Her zaman alaycı olan, elinden şarabı eksik olmayan, her gün tapınağında hiç bitmeyen partiler veren Dionysos aralarında en duygusal olanıydı. Artemis’in uykuya yatışının ardından Zeus oğlundaki büyük değişimi fark etmişti. Dionysos eskisi gibi değildi. Gülümsemesi gerçekliğini kaybetmişti. Her zamankinden daha fazla içiyordu. Dionysos yılar öncesinde tanrıları bile sarhoş edecek o şarabı bulduğunda Zeus bunu yapmasını yasaklamıştı. Fakat emindi ki Dionysos acısını gömmek için gizli gizli o şaraptan yapıyor ve içiyordu. 

Şimdi ise haberi aldığında sadece bakmıştı. Ne gülümsemiş ne şaşırmıştı. Hiçbir tepki vermemişti. Diğerlerinin ardından elleri cebinde sessiz adımlarla tapınağı terk etmişti. 

‘’Onu görmek istiyorum.’’ Zeus düşüncelerin arasından Hera’nın sesiyle sıyrıldı. Tanrıça Apollon’la aynı olan gözlerini Zeus’a çevirmişti. Avuçları arasında tuttuğu, Artemis’e ait olan madalyon dudaklarından birkaç santim uzaktaydı. 

Tanrı kral tahtından kalktı ve eşinin yanına ilerledi. Hera’yı alnından öptü ve elinin çenesine yerleştirerek kendisine bakmasını sağladı. ‘’O da seni bekliyor hayatım. Kendini hazır hissettiğinde kızımızı göreceksin.’’

‘’Onu kollarım arasına almadığım sürece gerçekten uyandığına inanamayacağım. Kızımı bana getir Zeus.’’ 

Zeus eğilerek eşinin dudaklarını nazikçe öptü. ‘’Nasıl istersen kraliçem.’’

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin