BÖLÜM 38

46.6K 2.3K 167
                                    

…HİDRA…

Jasmine, derin derin nefesler alırken garip sesler çıkartan Jordan'ı kolundan tutmuş arka avluya doğru çekiştiriyordu. ''Lanet olası Trent ve Felicia nerede? Hâlâ şatonun etrafında nöbet mi tutuyorlar?''

''Bil..Bilmiyorum! Ah Jass geliyorlar!'' 

Homurdanan Jasmine ''Ciddi misin? Bende şaka olsun diye ıkındığını düşünüyordum! Geldiklerinin farkındayız herhalde!'' dedi. Korkunç kükreme tekrar duyulurken, ayakları altındaki zemin sarsıldı.

''Jordan lanet olsun bu şey ne? Amazonlar uykudan uyanırken biraz huysuz mu oluyorlar? Neler oluyor dışarıda?'' Jordan cevap olarak iki büklüm oldu ve çığlık attı. 

''Bana bak yürürken bebekleri çıkartmasan iyi olur! Biraz daha içeride tutmaya çalış!'' 

Jordan kafasını kaldırarak Jasmine'e baktı. Köpek dişleri uzamıştı ve gözleri sarıya dönmüştü. ''Çeneni kapat!'' diye bağırdı. Sesi sanki aynı anda iki kişi birden konuşuyormuş gibi çıkmıştı. Seslice yutkunan Jasmine, görünmez fermuarı dudaklarına çekti. Jordan acıyla tekrar haykırırken tam karşılarındaki kapı savrularak açıldı. Felicia ile Trent yarı çıplak ve dağılmış bir halde içeriye girdiler. Trent'in üzerinde sadece siyah pantolon vardı ve pantolonun düğmesi açıktı. Felicia ise saçı başı dağılmıştı üzerinde sadece siyah bir tişört vardı. Trent tam ağzını açmıştı ki aynı anda Klotho ve Caroline ortalarında belirdi. 

Karşılaştığı görüntü karşısında gözleri kocaman açılan Caroline, Trent'in üzerine yürüyerek ''Bu halin ne? Siz yoksa-'' diye bağırdı. Ellerini beline koyan Trent ''Ciddi misin? Gülerdir bana boka baktığın gibi bakıyordun! Şimdi mi fark ettin!'' 

Klotho araya girerek Caroline'ın konuşmasını engelledi ''Kesin şunu!'' Ardından bakışlarını Felicia'ya çevirdi. ''O ses düşündüğüm şeye mi ait?''

''Eğer düşündüğün şey, dokuz kafası olan ve havaya alev püskürten çirkin, korkunç bir yaratıksa kesinlikle evet!

‘’Do..dokuz kafa mı? A..Alev püskürtmek?’’ Korkuyla kekeleyen Jasmine, Jordan’ın kolundan çıkarak bir adım geriye gitti. ‘’Lanet olsun ben nasıl bir dünyadayım böyle! Şuan burada olmamam gerekirdi. Üniversitede olmam gerekirdi. Erkek arkadaşımın yurt odasına gizlice girmiş, çok terbiyesizce şeyler yapıyor olmam gerekirdi! Burada olmam değil!’’ Jasmine’in hızlıca söyledikleri karşısında holdeki herkes ona baka kaldı.

‘’Jass… Ah.. Senin sevgilin mi var?’’ dedi Jordan ıkınmalarının arasından. 

Yüzünü buruşturan Jasmine kafasını kaşıdı. ‘’Teknik olarak artık sevgili sayılmayız. Yani Caleb’la tanışmadan önce öyleydi ama sonra işler değişti. Henüz onu arayıp ayrıldığımızı söylemedim. Bu arada aramızda kalsa iyi olur yoksa Caleb beni yer!’’

Jordan tam ağzını açmıştı ki bir başka sancıyla tekrar iki büklüm oldu. Klotho genç kızın koluna girerek ayakta durmasına yardım etti.

‘’Pekâlâ. Jordan doğuruyor. Hidra akıl alması güç bir şekilde burada ve bize saldırıyor. Şatodan ne kadar uzaklıkta?’’ diye sordu tüm ciddiyetiyle. 

‘’Buraya gelmesi on dakika sürer. Ormanın çıkışında. Kalın ağaçları yıkarak buraya doğru gelmeye çalışıyor. Lanet olası yaratık gerçekten de çok büyük. Neredeyse ayağıyla beni eziyordu!’’ dedi Trent yüzünü buruşturarak. 

‘’Bunu kimin yaptığını düşünmene gerek yok anne! Kız kardeşin Kirke’den başkası olamaz! Lanet olası cadı hepimizi öldürmeyi kafasına koymuş.’’

‘’Kirke ne yaptı?’’ Duydukları sesle hepsi salonun girişine döndü. Rebekah, sırtında yayıyla, bütün bedeni kan içinde holün girişinde duruyordu. Ares hemen yanındaydı ve omzunda baygın haldeki Maxwell’i tutuyordu. Pek nazik tuttuğu söylenemezdi. Klotho’nun gözleri tek tek içeriye girenleri taradı. James baygındı ve yaralı haldeki Parker onu kucağında taşıyordu. Eos, Athena ve Apollon bitkin görünüyorlardı. Parker ve Caleb ise yaralıydı. Yaraları iyileşme sürecinde olsa da, her an yere yığılacak gibi görünüyorlardı. Vincent’ın da onlardan bir farkı yoktu ve kucağında uyur vaziyetteki Helena’yı tutuyordu. Lucien da kendini Vincent’a yaslamıştı. Sık nefes alıyordu ve gözleri kapalıydı. Rengi bembeyaz olmuştu. Onların durumu böyleyken Hidra ile savaşmalarının imkânı yoktu. Hepsi, her an yeri boylayacak gibi görünüyordu. 

Klotho’nun gözleri tekrar Vincent’ın kucağındaki Helena’ya çevrildi. Kirke’nin hapsinden kurtulduktan sonra, onu yıllardır uyanık tutan büyünün etkisinden kurtulmuş olmalıydı. Onun belki de günlerce uyanmayacağına emindi. Bedeni o kadar çok zayıflamıştı ki! Eski heybetli Amazon Kraliçesinin görüntüsünden eser yoktu. Çelimsiz, küçük bir insan gibiydi. 

Kükreme ve sarsıntı tekrar kendini belli ederken Klotho kendine geldi. 

Yorgun gözleri, kocaman açılan Apollon, ‘’Hidra?’’ diye sordu.

‘’Evet! Kirke’nin yaptığı tam olarak bu. Hidra’yı uyandırmış ve şuan üzerimize doğru geliyor!’’ 

‘’Ne demek oluyor bu? Hidrayı mağarada uyandırmış olsaydı Zeus şuan burada olurdu!’’ dedi Ares bağırarak.

‘’Hidra? Hani şu dokuz kafalısı olan Hidra öyle değil mi?’’ dedi Rebekah şaşkınlıkla soluyarak. 

Kafasını evet anlamında sallayan Eos Klotho’ya dönerek ‘’Hidra’yı uyandırması imkânsız. Bunu nasıl yapmış olabilir. Babam duymadan yapmış olması imkânsız!’’ Dedi.

‘’Zeus burada olmadığına göre Hidra’yı uyurken mağaradan çıkartmış olamaz mı?’’ diye sordu Rebekah kaşlarını çatarak. 

‘’Hidra, Hekate’nin büyüsüyle korunan mağarada uyuyor. İki dünya arasındaki kapının tam üzerinde uyur. Uyutulmasının sebebi Titanlar tarafından lanetlendiği için, söylenilen her emri yerine getirmek zorunda. İradesi yok! Zeus onu bu nedenle uyuttu. Hidra’yı uykuya yatıran kişi Hekate. Hidra’nın oradan uyurken bile çıkartılmaması için büyü yapanda Hekate. Kirke’nin bunu yapması mümkün değil!’’ dedi Athena. Ses tonundaki şüpheyi sezen Rebekah bakışlarını ona çevirdi. Maxwell’in gerçekleri anlatmasının ardından Hekate ortadan kaybolmuştu. Ve o gün Rebekah ondaki rahatsız edici enerjiği iliklerine kadar hissetmişti. Onun yanında huzursuz olmasının tek sebebinin Hekate’nin gücünden kaynaklanmadığını düşünmeye başlıyordu. 

‘’Ne demek istiyorsun Athena!’’ diye bağırdı Klotho. Gözlerinden adeta alev çıkıyordu. Annesinin ihanet edebileceğine asla inanmazdı. 

‘’Sadece gerçekleri söylüyorum Klotho. Bana karşı bir kez daha sesini yükseltirsen sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsın. Ne düşünüyorsam onu söylüyorum!’’ Apollon, Athena’nın kolunu tuttu ve iki tanrıçanın arasına girdi. 

‘’Kesin şunu! Hekate’nin bize ihanet etmesi mümkün değil. Ancak kız kardeşim haklı. Kirke o büyülü sözleri bilmediğine göre, Hidra’yı nasıl mağaradan dışarıya çıkarttı ve uyandırdı?’’ Diye bağırdı Ares. 

Jordan çığlık atınca tüm gözler ona döndü.‘’Jordan?’’ Parker, Kucağındaki James’i hiç düşünmeden sertçe yere bıraktı ve sarsak adımlarla Jordan’ın yanına ilerledi.

‘’Jordan doğuruyor. Siz bitmiş haldesiniz. Helena uyuyor. James baygın ve Hidra üzerimize geliyor. Ares planın nedir?’’ dedi Caroline. Rebekah yorgunluğunu umursamadan koşarak Jordan’ın yanına gitti. Jordan’ın yüzü ve bedeni ter içinde kalmıştı. Aralarında ki bağdan dolayı bebeklerin ona seslendiğini duyabiliyordu. Sanki kulaklarına şarkılar fısıldıyorlar gibiydi. Doğumu yapması için Rebekah’a adeta yalvarıyorlardı.

‘’Pekâlâ! Herkes koca çenesini kapatsın. Bebekleri hissediyorum. Doğum çok yakın. Hepimiz Hidra’ya karşı koyamayız.’’ Genç kız havadaki asılı gerçeğin farkına vardığında gözleri yuvalarından fırlarcasına açıldı. ‘’Amazonlar! Hepsi savunmasız.’’ diye bağırdı. 

‘’Hidra’yı onlardan olabildiğince uzağa çekeceğiz. Amazonlara bir şey yapmalarına izin veremeyiz.’’ Dedi Ares.

‘’Bu koku! Lanet olası bu kokuda ne böyle?’’ Dedi yüzünü buruşturan Lucien. Dişleri sıkılan Vincent ‘’Vampirler! Anlaşılan Hidra yalnız değil.’’ Dedi. 

‘’Oh tanrım bu cidden harika!’’ diye soludu Jasmine korkuyla. Parker, Jordan’ı sakinleştirecek sözler mırıldanırken herkes telaşla konuşmaya başlamıştı. 

‘’Yeter!’’ Ares’in adeta kükremesiyle herkes sustu. ‘’James, Jasmine ve Helena’yı şatonun en üst katındaki zindana götürün ve oraya kilitleyin. Onların başında bekçilik yapacak kimseyi bırakamayız.’’ Jasmine itiraz etmek istedi. Ancak Ares’in öfkeli bakışları üzerine seslice yutkunarak sustu. 

‘’Athena, sen Eos’la birlikte dışarıya çık ve kalan tüm gücünüzle vampirleri yakın. Savaşmayın sadece onları yakın! Güçleriniz tükenmek üzere. Trent, Caroline ve Lucien, siz şatonun ön kısmına gidin. Bu şatoya hiçbir yaratığın girmesine izin vermeyeceksiniz. Caleb ve Vincent siz şatonun arka kısmına geçin ve Amazonları koruyun. Klotho sende onlarla git ve Amazonları, Helena olmadan uyandır. Sakın Helena olmadan yapmam deme yapacaksın. Savaşçılara ihtiyacımız var. Parker, sen eşinin yanından ayrılma.’’ Dedi ve genç kıza döndü. 

‘’Doğumu yapabilecek tek kişi sensin. Sen onların tanrıçasısın. Jordan’ın yanında olman gerek.’’ Gözleri kocaman açılan Rebekah ne diyeceğini bilemedi. Doğumu nasıl yapacaktı bunun hakkında hiçbir fikri yoktu. Şu durumda yardım alabileceği kimse yoktu. Bunu tek başına yapmak zorundaydı. 
Bakışlarını Klotho’ya çevirerek ‘’Hekate nerede? Burada olacağını söylemişti?’’ diye sordu. 

Yorgunlukla iç çeken Klotho ‘’Bilmiyorum.’’ Dedi. ‘’Ona ulaşmaya çalıştım ama benimle iletişime geçmedi.’’ 

‘’Hekate’ye ulaşmaya devam et. Herkes hemen dışarıya! Hidra buraya yaklaşmadan karşısına çıkmalıyız. Apollon ve ben Hidra’ya saldıracağız.’’ Dedi Ares. 

Kaşlarını çatan Rebekah, huzursuzlukla dudağını kemirdi. İçindeki rahatsız edici duygu onu bir türlü terk etmiyordu. İçgüdüleri onu uyarıyordu. Bir şeyler, kötü bir şeyler olacağını söylüyordu. Holdeki herkes Ares’in emrini yerine getirmek için hızlı adımlarla giderken tek tek onlara baktı. Bitkin halde görünen, nefes almakta bile zorlanan Caleb, ayakta durmakta zorluk çeken Lucien, güçleri tükenmek üzere olan Athena, Eos… Kollarında uyuyan eşini tutan, yorgunluktan omuzları çökmüş babası. Hepsi savaşamayacak kadar kötü durumdaydı. Yardıma ihtiyaçları vardı. Büyük bir desteğe ihtiyaçları vardı. 

Ares, Olimpos’a gidene kadar her şeyin saklı tutulması konusunda oldukça kararlıydı. Rebekah’nın uyandığını koz olarak kullanmak istiyordu. İleride Titanlarla büyük bir savaş olacağını biliyorlardı. Yaratıklar, karşılarındaki tanrıların yas içinde olduğunu, içlerinden birini kaybetmenin acısıyla, kendilerini tamamen kaybettiklerini ve Artemis’in öldüğünü düşünüyorlardı. Yaratıklar yanılmıyordu. 

Tanrıların hepsi Artemis’in uykuya yatmasının ardından, dünya ve görevleriyle olan tüm ilişkilerini kesmişlerdi. Öyle ki Dünyada yaşanan kaoslardan bile habersizlerdi. Çünkü baş tanrı Zeus, artık hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Her şeyden çok sevdiği, tüm çocukları arasında gözdesi olan kızını kaybetmenin verdiği acı ve azapla köşesine çekilmişti. O güne kadar aralarından birinin ölebileceğini hiç düşünmemişti. Çünkü onlar ölümsüzdü. Bundan bu kadar eminken en sevdiği kızını kaybetmek onun için kabullenmesi çok zordu. Zeus’la birlikte tüm tanrılar yavaş yavaş köşelerine çekilmişti. Sanki onlarda Artemis ile birlikte uzun bir uykuya dalmış gibiydiler. 

Ama bugün değişecekti. Değişmek zorundaydı. Bu uykudan uyanmak zorundaydılar. Yoksa Rebekah ailesinden, dostlarından birini kaybedecekti. Yardım için burada olması gereken asıl kişiyi çağıracaktı. Ancak bunu Ares’e söylemeyecekti. Çünkü ne olursa olsun henüz hiçbir tanrının gerçekleri bilmemesi konusunda kararlıydı. Savaş stratejisinin Rebekah tarafından bozulacak olması onu yeterince sinirlendirecekti. 

Herkes Ares’in emriyle salondan koşar adımlarla giderken Ares genç kız yaklaştı ve dudaklarını birleştirdi. Uzun ve tutkulu veda öpücüğünün ardından Rebekah seslice yutkundu ve Ares’e sıkıca sarıldı. Çenesini genç kızın başına yaslayan Ares, kolları arasındaki bedeni sıkıca sardı.‘’Dikkatli ol gecenin prensesi. Sadece hayatta kal!’’ 

Yüzünde hüzünlü bir gülümseme oluşan Rebekah, gözlerini kapatarak Ares’in orman kokusunu doyasıya içine çekti. ‘’Hiçbir güç beni senden tekrar ayıramaz. Dikkatli ol savaş tanrısı. ’’ Başını geriye çekerek Ares’in mavi gözlerinin içine baktı ve ona henüz söyleme fırsatı yakalayamadığı, o sihirli iki kelimeyi fısıldadı. 

‘’Seni seviyorum.’’ 

Ares’in gözlerindeki yoğun duygular, genç kızın tüm bedenini titretti. O gözlerde yüzyıllardır çekilen acı, özem ve asla bitmek bilmeyen aşk vardı.

‘’S'agapo poly neraida koritsi. Geçmişte, şimdi ve daima!’’ Elini kalbinin üzerine yerleştirdi. ‘’Burası her zaman sana aitti. Sonsuza kadarda öyle olacak. Hangi görünümde, hangi bedende olursan ol. Sen benim gecemin prensesisin. Sensiz bir saniyeye bile tahammül edemediğim güzeller güzeli neraida koritsi .’’

Ares eğilerek dudaklarını, tutkuyla son kez birleştirdi. Ayrılmak dünyadaki en zor şeymiş gibi güçlükle kendini geri çekti. Yüzündeki gülümsemeyle göz kırptı ve Apollon’un ardından yok oldu Endişeyle dudaklarını kemiren Rebekah, onlara bir şey olmaması için dua etti. İçindeki kötü his, genç kızı adeta kemiriyordu. Birine bir şey olacak düşüncesi onu bir saniye bile terk etmiyordu. 

Boşalan holde sadece Jordan’nın hızlı nefes alışverişleri ve Parker’ın onu rahatlatmak için söylediği cümleler yankılanıyordu. Rebekah onlara döndü ve Jordan’ın boşta olan koluna girerek ayakta durmasına yardım etti.

‘’Ahh!’’ Jordan’ın haykırmasıyla Parker ‘’Rebekah bir şeyler yap!’’ dedi. 

Telaş ve heyecan tüm bedenini sararken, ‘’Pekâlâ tamam! Tamam! Sakin olun her şey kontrol altında.’’ Dedi genç kız. Söylediklerine kendi bile inanmıyordu. Doğumu nasıl yapacağını bilmiyordu. Önce onu yatırması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle en yakın koltuk, ya da yatağa götürmek için Jordan’ını yürümesi için yavaşça çekiştirdi.

‘’Önce seni yatırmamız gerek.’’

Yüzü ter içinde kalan Jordan zorlukla nefes alıyordu. Rebekah’nın onu holün sonundaki yatak odasına doğru götürdüğünü görünce zorlukla konuşarak 

‘’Doğum..Dış..Dışarıda olmak zo..zorunda.’’ dedi. 

Rebekah durdu ve şaşkınlıkla Jordan’a baktı. ‘’Ne?’’ 

‘’Doğum doğada olmak zorunda! Henüz her şeyi hatırlayamadığın için bilmemen normal. Sen sadece ayın tanrıçası değilsin. Doğanın ve avcılığın tanrıçasısın. Kurtların doğumu ormanda olmak zorundadır. Seninle aralarındaki bağın kuvvetli olması için doğada doğum yaparlar. Dolunay zamanı doğuranlar ise en şanlılarımız olarak görülür. Çünkü doğdukları an ayın ışığıyla kutsanırlar.’’ Dedi Parker hızlı hızlı açıklama yaparken.

‘’Ne yani şimdi dışarıda savaşın ortasında mı doğuracaksın?’’

Jordan acıyla haykırırken, her an heyecandan düşüp bayılacakmış gibi görünen Parker ‘’Doğamız gereği öyle olmak zorunda. Doğdukları ilk an doğanın kolları arasında olmalılar.’’

‘’Hay ben doğanıza!’’ diye bağırdı Rebekah. Jordan iki büklüm olmuş sık nefesler alırken onu beş kat aşağıya indiremeyeceklerini biliyordu. Parker’ın onu kucağında taşıyıp taşıyamayacağından emin değildi. Parker hem yaralıydı ve de fazla, çok fazla heyecanlıydı. 

‘’Pekâlâ! Tanrıça güçlerim şuan benimle birlikte olsanız iyi olur.’’ Diye mırıldandı ve gözleri kapattı. Sakince derin nefesler alıp verirken şatonun iç avlusundaki çalılık alanı gözlerinin önünde canlandırdı. Birkaç saniye geçmişti ki çığlıklar ve karmaşanın sesleri daha yakından duyulmaya başladı. Şaşkınca gözlerini kırpıştırarak açan Rebekah şatonun iç avlusunda durduklarını görünce şaşkınlıkla güldü.

‘’İşte bu bebeğim! Başardım!’’

‘’Evet. Harika. Şimdi bebekleri oradan çıkartsan.’’ Dedi Parker. Seslice yutkunan Rebekah kıvranıp duran Jordan’a baktı. Ellerini saçlarının arasından geçirdi. 

‘’Pekala başlıyoruz. Parker sen yere otur ve bacaklarını iki yana aç.’’ Yüzünü buruşturan Parker ‘’Doğuran ben değilim! Bacaklarımı niye ayırıyorsun!’’ 

Gözlerini deviren Rebekah ‘’Kapa çeneni kıvırcık. Otur ve bacaklarını aç!’’ diye bağırdı. Parker toprağın üzerine otururken homurdanıyordu. 
Genç kız endişeyle çevresine baktı. Kurtların uluma seslerini duyabiliyordu. Hidra’nın korkunç kükremelerini duyabiliyordu. Ares ve Apollon onu buradan uzak tutmak için tüm güçleriyle saldırıyor olmalılardı. Dostları ve ailesi bulundukları alanın çevresinde tüm güçleriyle savaşıyordu. Vampirlerin buraya giremeyeceklerini biliyordu. Kurtlar buna izin vermezdi. Ancak aynı şeyi, önüne gelen her şeyi yakıp, yıkan Hidra için söyleyemezdi. 

Jordan’ı kolundan tutan Rebekah Parker’ın açık bacakları arasına oturmasına yardımcı oldu. Dizlerinin üzerine çöktü ve Jordan’ın bacaklarını iki yana ayırdı. Sırtından yayı ve sadağı çıkartarak yanına koydu. Parker, sık nefesler alan Jordan’ı rahatlatmak için saçma şeyler söylerken, Rebekah belindeki kınından bıçağını çıkarttı.

‘’Lanet olsun! Aklını mı kaçırdın Bıçakla ne halt yiyorsun?’’ diye bağırdı Parker şaşkınlıkla. Dişlerini sıkan genç kız, ‘’Şu çeneni kapat! Ne yaptığımı biliyorum!’’ dedi. En azından bir kısmını diye ekledi içinden. Jordan’ın siyah elbisesinin eteklerini karnına kadar sıyırdı ve iç çamaşırını bıçakla kesti. Karşılaştığı görüntü karşında gözleri kocaman açılırken dudakları tiksintiyle aşağıya doğru kıvrıldı.

‘’Ohh tanrım! Jordan şeyinde şey var!’’

‘’Ne..! Ne var?’’ diye soludu Jordan. Ardından kafasını geriye atarak Parker’ın omzuna yasladı ve ıkındı.

‘’Nesi var? Bir şey mi oldu? ‘’ dedi Parker endişeyle.

‘’Sakin ol babacık! Jordan’ın şeyinde olan şey sadece bir kafa! Tanrım bu büyümüş yani farklı sanırım o görmeye başladığım şey bir kafa!’’ 

Parker kollarıyla Jordan’ı sıkıca tutuyorken kafasını yana çevirdi ve öğürdü. ‘’Cinsel hayatımı sonlandırmak istemiyorsan ayrıntıları kendine sakla. Ahh lanet olsun!’’ Suratını tiksintiyle buruşturmuştu.

‘’Onları içime sokarken böyle demiyordu ama!’’ diye bağırdı Jordan. Bağırmamış adeta kükremişti. Gözleri sarıya dönmüştü ve köpek dişleri uzamıştı. 

‘’Tamam, sakin ol bebeğim dönüşüm geçiremezsin!’’ dedi Parker.

‘’Hemen onları çıkartın!’’ Başlayan değişimden dolayı Jordan’ın sesi daha kalın çıkıyordu. Çenesi uzamaya başlamıştı bile. Rebekah içgüdülerine dayanarak dönüşüm geçirirse bebeklerin öleceğini biliyordu.

‘’Jordan sakin ol!’’ dedi sesini yükselterek. Parker’ın kolları arasında çırpınan Jordan, onu duymuyor gibiydi. ‘’Bebeğim sakin ol! Birazdan her şey bitecek. Bebeklerimizi kucağımıza alacağız. Sakin olmak zorundasın!’’ 

Jordan’ın dönüşümü geçen her saniye daha da ilerlerken genç kız tanrıça güçlerini devreye sokarak ‘’Şunu hemen kes Jordan !’’ diye bağırdı. Tanrıçasının emrine uyan Jordan’ın bedeni hemen sakinleşti. Gözleri eski rengine dönerken, mırlamaya benzer sesler çıkarıyordu. 

‘’İşte böyle bebeğim sakin ol! Her şey birazdan bitecek.’’ Dedi Parker, eşinin kulağına fısıldayarak. Bir yandan da Jordan’ın şişkin karnını okşuyordu. Rahat bir nefes alan Rebekah kollarını sıyırdı ve öne doğru eğildi. Ne yapacağını bilmiyordu ama bu konuda içgüdülerine güvenmekten başka şansı yoktu. 

''Ikın Jordan. Tüm gücünle ıkın.'' dedi Rebekah. Başını Parker'ın omzuna yaslayarak acıyla haykırdı. 

''Ahhh!'' Parker'ında bağırmasıyla Rebekah şaşkınca ona baktı.

''Bana öyle bakma karım kucağımda doğuruyor!'' Genç kız inanamazmış gibi kafasını iki yana sallayıp tekrar öne eğildi. Jordan'ın bacaklarını iki yana açıp karnına doğru ittirdi. 

''Hera aşkına! Kafası neredeyse çıktı. Tekrar ıkın!'' Genç kız eliyle bebeğin kafasını tuttu. Jordan -ve ona eşlik eden Parker- neredeyse uluyarak bağırıyordu. Genç kızın kuvvetle tekrar ıkınmasıyla bebeği gövdesinden tutan Rebekah, yüzündeki şaşkın gülümsemeyle küçük Owen'ı elleriyle dikkatlice tuttu. Sık sık nefesler alan Jordan yaşlar akan gözlerini Rebekah'nın elindeki minik bebeğe çevirmişti. Kendi oğluna. 

Şaşkın gülümsemesi tüm yüzünü kaplayan Parker, elinin tersiyle gözünden akan yaşı sildi ve kolları arasındaki eşine daha sıkı sarıldı. Bacakları ve elleri sürekli hareket halinde olan Owen, minik bedeninden çıkması imkansız gibi görünen bir sesle ağlıyordu. Gözünden mutluluk göz yaşı süzülen Rebekah burnunu bebeğin burnuna yaklaştırdı ve hafifçe sürttü. Onu hissedebiliyordu. Minik bebeğin içindeki kurdu, aralarında oluşan yeni bağı hissedebiliyordu. Sanki Owen'ın kalbinden çıkan görünmez ip Rebekah'nın kalbine bağlanmıştı. tıpkı diğer kurtlarda olduğu gibi. Anne olan sadece Jordan değildi. Rebekah'da anneydi. Kurtların söylediği gibi. O hepsinin annesiydi. 

İkinci bebeğin doğumuyla kasılmalar tekrar başlarken, aynı anda Hidra’nın kükreyişi daha yakından duyuldu. Yerin sarsıntısı kesilmiyordu. Başını kaldıran genç kız seslice yutkundu. Hidra’nın 'Artemis' diye kükrediğine yemin edebilirdi.

‘’Lanet olası yaratık buraya geliyor!’’ diye haykırdı Parker. 

‘’Olamaz! Ares? Apollon?’’ diye soludu Rebekah. Aralarındaki bağı kullanarak ‘Apollon?’ diye seslendi. Ancak kardeşinden hiçbir cevap gelmedi. 

Korkuyla ‘Ares?’ dedi. Ancak yine cevap gelmedi. Korku ve endişe tüm bedenini kaplarken Owen'ın tekrar ağlamaya başlamasıyla bakışlarını ona çevirdi. İçgüdüsel bir hareketle elini Owen'ın göbek bağı üzerinde gezdirdi. Rebekah'nın elinden çıkan beyaz ışıkla birlikte bağ yok olurken bu yaptığına kendi bile şaşırdı. 

''Reyna?'' diye soludu Jordan.

''Doğum başlamadan seni buradan götürmemiz gerek. Parker onu ayağa kaldırmaya çalış. Ya da kucağına al'' dedi Rebekah. Owen'ı dikkatlice kucağında tutarak ayağa kalktı ve bu kez Eos’a seslendi. 

‘Hepimiz tükendik Rebekah. Artık savaşamıyorum. Athena son güçlerini kullanıyor. Lucien insana dönüştü. Çok kan kaybediyor. Vincent ve Caleb savaşıyor ancak vampirler çok kalabalık.’

Sesinden ne kadar güçsüz olduğu belli oluyordu. Rebekah bir kez daha seslice yutkundu. ‘Ares ve Apollon?’ diye sordu korkuyla. Kalbi adeta acıyla atıyordu. Aldığı nefesler ona yetmiyordu. 

‘Apollon benim yanımda. Tüm gücü tükendi. Ancak Ares’in nerede olduğunu bilmiyorum.’ 

‘’Rebekah! Orada!’’ Parker’ın bağırmasıyla genç kız ifadesiz bakışlarını ona çevirdi. Jordan’ı yerden kaldırmaya çalışırken eliyle surların üzerindeki vampiri gösteriyordu. Kucağındaki bebeği Parker'ın kolları arasına bıraktı. Sırtında asılı sadaktan ok çeken genç kız donuk bir halde yerden aldığı yayına yerleştirdi ve onlara doğru koşan vampirin boğazına hedef aldı. Ok vızlamayla havada süzülerek hedefi bulurken surların üzerindeki vampirler çoğaldı. İçeriye giriyorlardı. Defalarca Ares'e seslendi. Ama her defasında cevap alarak aldığı boşluk, genç kızın kalbine hançer gibi saplanıyordu. 

Parker bir koluyla beceriksizce bebeği tutmaya çalışırken, diğer kolunu Jordan'ın beline dolamış ayakta tutmaya çalışıyordu.
Bir başka vampiri yere seren Rebekah bu kez Klotho'ya seslendi. ‘Klotho! Amazonlar?’Parker ve Jordan’ın önüne geçerek onlara yaklaşan vampirleri bir bir yere seriyordu. 

‘Savaşçılardan bazıları vampirler tarafından öldürüldü. İçeriye girmeye başladılar. Helena olmadan onları uyandıramıyorum. Kraliçelerinin onlara seslenmesi gerek.’ 

Dişerini sıkan Rebekah kendine birkaç saniye tanıdı. Ares’in yokluğunu düşünmemeye çalışıyordu. Hidra’nın her adımında onlara doğru yaklaşıyordu. Jordan ikinci doğumu başlamıştı. Amazonlar tehlikedeydi. Öfkeyle burnundan solurken bedenin etrafında beyaz bir ışık huzmesi oluşmaya başladı. Işığın etkisiyle vampirler onlara saldırmak yerine tıslayarak sinmeye başlamışlardı.
Parker’ın ‘’Siktir!’’ diye soluduğunu duydu. 

‘’Uyanmak için anneme ihtiyaçları yok. Ben buradayım.’’ Dedi sıkılı dişlerinin arasından. Zihninde hızlı bir plan oluşturdu ve vakit kaybetmeden Parker ve Jordan'ın yanına ilerledi. Jordan'ın doğumu her an gerçekleşebilirdi. Hiçbir şey için vakit yoktu. Parker'ın omzuna dokundu ve korkuyla köşelere sinmiş yaratıklar, onlara saldırmadan önce Klotho'nun yanına ışınlandılar. 

Daha önce rüyasına Apollon ile durdukları balkonda duruyorlardı. Amazonlar tek dizlerinin üzerine çökmüş, çevrelerinde olanlardan habersiz bir şekilde uyuyorlardı. Caleb ve Vincent onlara yaklaşan her vampiri öldürüyorlardı. Ancak bazı savaşçılar daha uyanamadan ölmüştü. En önde duran teyzesini gören Rebekah bencilce rahatladığını hissetti.

''Parker, Jordan'ı köşeye çek ve sırtını duvara yasla az önce benim yaptığımın aynısını sen yapacaksın.'' dedi. Parker'ın yüzü bembeyaz oldu ancak itiraz edemeyeceğini biliyordu. Jordan'ı dikkatlice oturturken, açık kapıdan içeriye girdi. Kucağında oğlunu sıkıca tutuyordu. Camdan sarkan uzun perdeyi yırtarak aldı ve Owen'ı onun içine yerleştirerek sardı. 

Klotho'nun yanına ilerleyen Rebekah Caleb'a arkadan saldırmak üzere olan vampiri hedef alarak okunu serbest bıraktı. Klotho bulunduğu korkuluktan yaptığı büyülerle vampirleri geri savururken yan gözle Rebekah'a baktı. ''Parlıyorsun!'' 

''Savaş anında böyle oluyor. Güçler yüzünden olabilir. Ne yapılması gerekiyorsa yap. Artık savaşçıların uyanması gerek!'' 

Başını sallayan Klotho ''Söylediklerimi benimle birlikte tekrar et.'' dedi. Genç kız omzunun üzerinden haykıran Jordan'a baktı. Owen kırmızı perdenin kumaşına sarılmış bir şekilde yerdeydi. Parker Jordan'ın bacakları arasına yerleşmiş ve ıkınması için eşine söyleniyordu. Genç kız tüm bunların bitip sakin hayatının başlamasını istiyordu. Endişe, korku ve acının bulunmadığı güvenli hayatının başlaması için zamanı ileriye alma gücünün olmasını isterdi.

Klotho'nun büyülü sözleri söylemesiyle bakışlarını Amazonlara çevirdi. Klotho ikinci kez söylerken genç kız Yunanca olan cümleyi onunla birlikte tekrarladı. Aynı kelimeyi tekrar tekrar söylerken sesleri giderek yükseliyordu. Gökyüzünde karabulutlar gök gürültüsü eşliğinde toplanmaya başladılar. Surların üzerindeki vampirler heykel gibi kıpırtısızca duruyorlardı. Hepsi korkuyla sinmişti. 

Son kelimeyi yüksek sesle söylerken aynı anda gök gürledi ve bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı. Bütün orman sessizliğe bürünmüştü. Hidra'nın korkunç sesi bile kesilmişti. Sessizlikte duyulan tek şey Jordan'ın hızlı nefes alış verişleriydi. 

Savaşçılar hâlâ kıpırtısızca duruyordu. Kulaklarda çınlayan gök gürlemesi tekrar duyulurken aynı anda bütün savaşçılar gözlerini açtı. 
Yüzlerce savaşçı kadının tek odak noktası Rebekah'dı. Yüzlerinde şaşkınlık, tedirginlik, korku hiçbir ifade yoktu. Hepsi ifadesiz bir şekilde Rebekah'a bakıyordu. Genç kızın gözleri teyzesi Anna ile birleşti. Sarı saçları yağan yağmurdan dolayı ıslanmıştı. Mavi gözlerindeki sorgulayıcı bakışla genç kız gülümsedi.

''Merhaba teyze.'' Anna'nın yüzünde şaşkın bir gülümseme oluşurken, yavaşça ayağa kalktı. Gözlerini Klotho'ya çevirdi. Sonra tekrar Rebekah'a baktı. Aradığı kişi bulamayınca kavisli sarı kaşları çatıldı. 

''Helena?'' Avludaki savaşçılar birbiri ardına ayağa kalktı. 

''Kraliçeniz güvende ve yaşıyor. Tanrıça Artemis'e selam!'' diye bağırdı Klotho. Aynı anda tüm savaşçılar savaş narası atarak, kınından çektikleri kılıçlarını gökyüzüne kaldırdılar. Genç kızın yüzündeki gülümseme genişlerken Anna tüm gücüyle bağırdı. ''Tanrıçaya selam!'' Savaşçılar bir kez daha nara attı. Köşelere sinen vampirler korkuyla surların arkasına atlayarak kaçmaya çalışınca Anna ikinci kılıcını da çekti ve temkinli bir ifadeyle etrafına bakındı.

''Surların etrafı vampirlerle dolu. Ve hidra üzerimize saldırıyor.'' dedi genç kız Anna'ya. Bununla birlikte Anna başını salladı.

''Kraliçe Helena adına, Tanrıçamız Artemis ve Athena adına saldırın!'' diye bağırdı. Bununla birlikte Kurtlar uludu ve savaşçılarla birlikte surların ardına geçtiler. Hidra'nın korkunç kükremesi duyulurken genç kız bakışlarını şatonun sol tarafında yıkılan ağaçlara çevirdi. Hidra giderek yaklaşıyordu. Onu buradan uzağa götürmeliydi. 

''Klotho git ve Athena'ya yardımcı ol. Güçleri tükenmiş durumda. Bu sırada Hades'e seslen yardımına ihtiyacımız var.'' Klotho başını sallayarak gözden kayboldu. 

Bulundukları yer onları yağmurdan koruyordu. Yağmur gökyüzü delinmişçesine hızla yağıyordu. Bakışlarını Jordan'a çevirdi. Yorgunluktan gözlerinin altı kararmıştı ve bedeni ter içindeydi. İkinci doğumu henüz gerçekleştirememişti. Parker'ında ondan farkı yoktu. Yaraları henüz iyileşmişti ancak dinlemeye ihtiyacı vardı.

''Hidra buraya geliyor. Ne yapacağız?'' dedi Parker telaşla bakışlarını ona çevirerek. 

''Sen doğumun sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi dışında hiçbir şey yapmayacaksın. Hidrayla ben ilgilenirim.'' dedi. Surların ardındaki ormanda ağaçlar bir bir yıkılırken yer korkunç bir uğultuyla sarsılıyordu. 

Genç kız bir kez daha Ares'e seslendi. Ancak ondan tekrar cevap alamayınca kalbi acıyla sızladı. Ölmeyeceğini biliyordu. Onlar tanrıydı. Ölümsüzlerdi. Güçleri sonsuzdu. Ancak içindeki endişe onu bir türlü rahat bırakmıyordu. 

Son bir çabayla gözlerini kapattı ve ona seslendi. ‘’Sana sesleniyorum baba! Ben gecenin, ayın ve doğanın tanrıçası Artemis! Sana ihtiyacım var! Bana inanman gerek. Buradayım ve sana ihtiyacım var. Benim. Mikrı Gazela.''

Zeus ona inanmayabilirdi. Rebekah bundan emindi. En azından şansını denemişti. Bir zamanlar ona her zaman bu şekilde seslenirdi. Belki babası 'minik ceylanı' duyunca ona inanabilirdi...

...

Ares homurdanarak doğruldu. ''Lanet olası piç herif!'' kafasını kesmekten vazgeç! Sayende artık on iki kafası var!'' Dizlerinden destek alarak öne eğilen Apollon başını kaldırdı. Yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. Tanrılar ölümsüzdü. Ancak güçlerini uzun süre kullandıktan sonra tükeniyorlardı. Apollon'un kendisine gelebilmesi için bir süre dinlenmesi gerekiyordu. Her an yere yıkılabilirdi. 

''Ben gövdesini nişan aldım. Kafasına kılıç fırlatan sensin!'' dedi. Devasa büyüklükteki Hidra arka ayakları üzerinde havaya kalkarak kükredi ve ortadaki kafası Ares'e doğru döndü. Aynı anda koca ağzı açıldı ve alev püskürtmeye başladı. Son anda ışınlanarak kaçan Ares Hidra'nın arkasında belirdi. Büyük kılıcını kuyruğuna sapladı. Yaratık bir kez daha kükrerken kafalardan bir kaçı ona doğru döndü. 

Ayakları üzerine eğildi ve hızla havaya sıçradı. Gökyüzüne doğru süzülürken Hidra'nın püskürttüğü alevler ona ulaşmaya çalıştı. Kılıcını iki eliyle tutarak yaratığın tüm kafaların çıktığı kalın boynuna atladı. Apollon Hidra'nın dikkatini dağıtmak için önden saldırıyordu. Güçlerini kullanarak ateşe hükmeden Ares ellerinin altındaki kalın boynu yakmaya başladı. Kulakları sağır eden kükremenin ardından on iki kafa ona döndü ve üzerine ateş püskürttü. Işınlanmakta geç kalan Ares, tekrar Hidra'nın karşısında belirdiğinde yanan kolunu umursamadı. 

Yan gözlerle Apollon'a baktığında ağaçtan destek alarak ayakta durduğunu gördü. Daha fazla dayanamayacağını biliyordu. Elini ona doğrulttu ve Eos'un yanına gitmesi için güçlerini kullandı. Apollon'un yarı baygın bedeni kaybolurken aynı anda gövdesine çarpan sert dikenli kuyrukla geriye savruldu. Ağaca çarpıp yere düştü. 

''Beni uğraştırmasan olmaz!'' diye homurdandı ve hızla ayağa kalktı. Güçlerinin tükenmek üzere olduğunu biliyordu. Yorulmuştu ama duramazdı. O asla savaş kaybetmemişti. Yapısında pes etmek, yada durmak yoktu. Kazanana kadar bırakamazdı. Bu onun hem gücü hem de lanetiydi. Savaş tanrısı asla kaybetmemişti. Ve kaybetmeyecekti de. Hidra şatoya doğru koşarak ilerlemeye başlamıştı. Onun arkasından koşan Ares, ucunda zehirli iğnesi bulunan kuyruğunu tuttu ve devasa büyüklükteki yaratığı kendine doğru çekti. Bütün kasları tel gibi gerilmişti. Yaratık başlarından birkaçını ona doğru uzattı. Ağızları onu ısırmak için yeterince uzanamıyordu.

Kükreyerek yaratığı çeken Ares, kuyruğundan tutarak tüm gücüyle onu döndürdü. Yaratık gülle gibi havada süzülerek döndü. Ares'in ellerini çekmesiyle geriye savrularak ağaçlara çarptı. Nefes nefese kalan Ares yere düşen kılıcına elini uzattı. Kılıç havada süzülerek ona doğru geldi. Hidra ayağa kalkmaya çalışırken, Ares koştu ve hayvanın köpek bedenine bezeyen bedeninin üzerine çıktı. Kılıcını kalbinin olduğu noktaya saplamak üzere kaldırdı. Hidra'nın sivri dişlerini sırtına geçirmesiyle, kılıç hedefinden biraz saptı. Dişlerin kemiklerine kadar saplandığını hisseden Ares sıkılı dişleri arasından sık nefesler alıyordu. 

Göğsünden içeriye sivri bir şeyin girdiğini hissettiğinde bakışlarını öne indirdi. Onun kılıcı Hidra'nın kalbini bulamamıştı. Fakat Hidra'nın kuyruğundaki sivri iğne onun kalbini bulmuştu. Yaratığı sımsıkı tutan elleri gevşerken sırtındaki dişler ve göğsünden çıkan iğne geri çekildi. Bedeni sertçe yere düşerken Hidra kükredi. Ares ölmeyeceğini biliyordu. Ancak tükenmek üzereydi. Gerekirse bacaklarını ve kollarını kopartsınlar yine duramazdı. Gücü durmasını engelliyordu. Doğasında pes etmek yoktu. Hidra hızla şatoya doğru ilerlerken Artemis' diye haykırdı. Hedefini biliyordu. 
Zihninde Rebekah'nın ona seslendiğini duydu. Ancak ona cevap veremedi. Gücünü toplamaya çalışıyordu. Gözlerini kapattı ve öfkeyle birbirine kenetlediği dişlerinin arasından hırıltılı nefesler almaya başladı. Rebekah tekrar tekrar onun seslenirken Ares öfkeyle bağırdı. O savaş tanrısıydı. Asla duramazdı. Durmayacaktı da. Bedenindeki kanamaları görmezden gelerek gücüne yoğunlaştı. Gökyüzünde kara bulutlar toplanmaya başlamıştı. Gücünün her bir hücresinde tekrar toplandığını hissederken hırsla bağırdı. Gök gürültüsü onun sesine eşlik ederken şimşekler çakmaya başladı. 

Hızla yerden kalktı. Savaş her zaman onun kurallarına göre yönlenirdi. Gözlerini kapattı ve ellerini iki yanında yumruk yaptı. Şişek yakınındaki ağaçların arasına düşerken Ares büyülü sözleri mırıldandı. Bedenini etrafında minik bir hortum oluştu. Üzerindeki kıyafetler sıyrılarak yok oluyordu. Ayaklarında antik yunan savaşçı ayakkabıları belirdi. Üzerinde siyah savaşçı kıyafeti oluşurken boynundan aşağıya dalgalanan kırmızı pelerini oluştu. Ağaçların arasına savrulan kılıçları havada süzülerek ona doğru geldi. Hortum dinerken kılıcını gökyüzüne kaldırdı ve aynı anda kırmızı bir şimşek gök yüzünü yardı. Savaş, Tanrısı için yeni başlıyordu. 

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin