BÖLÜM 16

49.7K 2.7K 46
                                    

…UYKUDAKİLER…

Genç kız yüksek sesle yutkundu. Gördüklerine inanamayarak gözlerini sıkıca kapattı. Birkaç saniye sonra tekrar açtığında her şey hala aynı yerinde duruyordu.
Büyük avlunun her yeri taşlarla kaplanmıştı. Yüzyıl öncesine ait olduğu belli olan savaş eğitim alanıydı. Etrafta hedef tahtaları, mızraklar, kılıçlar, ok ve yaylar vardı. Hepsi belirli bir düzenle avlunun en arka kısmında duruyordu.

Genç kızın nefesinin kesilmesine neden olan görüntü ise tam aşağısında yüzlerce kadının tek dizleri üzerinde çökmüş duruyor olmasıydı. Yüzlerce demek az kalırdı. Binlerce, savaşçı kıyafetli kadın tek dizlerinin üzerine çökmüş, iki ellerini birleştirerek dizlerinin üstüne koymuşlardı. Gözleri kapalıydı. Bedenleri ve başları dimdik kıpırtısızca duruyordu. Gözleri açık olsa hepsinin bakışları şuanda Rebekah’nın ve Suratsızın bulunduğu noktada kesişecekti. Bedenleri kıpırtısızdı ama esen hafif rüzgârla birlikte uzun saçları geriye savruluyordu. Hepsi sırayla dizilmişti. Onların en önünde tek başına sarı saçlı bir kadın duruyordu. O da diğerleri gibi tek dizinin üzerindeydi. Bedeninin üst kısmı ve kafası dimdikti. İki elini dizine koymuştu. Hepsi heykel gibi duruyorlardı. Ancak genç kızın fark ettiği bir diğer gerçekse onlar yaşıyordu. Nefes alıp verirken göğüsleri inip kalkıyordu.

Rebekah’nın ağzı açık kalmıştı. Elleri balkonun korumalığını sıkıca kavradı. Kadınların hepsi çok güzeldi. Üzerlerinde kahverengi deri etek, yünlü botları ve üstlerinde zırhları vardı. Eteklerinin kemerinde parlayan uzun kılıçları ve hançerleri vardı. Hepsinin sırtında okları ve yayları duruyordu. Hepsi savaşa hazır gibiydiler. ‘’Bunlar gerçek mi?’’ diye sordu Rebekah gözlerini kadınlardan ayırmadan.

‘’Burası ve onlar gerçek hayatta var. Ben gerçekte var olan bu görüntüyü senin zihnine yansıttım.’’ 

Rebekah olayın şaşkınlığını atıp gerçeğin farkına vardı.‘’Bunlar Amazon Kadınları.’’ Heyecandan kalbi hızla atıyordu.

‘’Evet. Onlar Amazon Savaşçıları. İşte karşında üçüncü ipucun duruyor. Senin söylediklerin üzerinden konuşabilirim. Bunun haricinde sana bir şey anlatamam. Sen anlamasaydın Amazon Kadınları olduklarını bile söyleyemezdim. Düşün ve iyi incele Rebekah. Sen farkına vardıkça konuşabilirim.’’ Dedi Suratsız. Rebekah sesli bir şekilde yutkundu. Gözüne çarpan bir şey vardı ama ne olduğunun farkına varamıyordu. Heyecandan dili tutulmuştu. Zihni donmuştu adeta. ‘’Burasının gerçekte var olduğunu söyledin. Nasıl olurda bunca yıldır kimse onları ve bu şatoyu görmedi? Birçok insan Amazon ormanlarında keşif yaptı. Nasıl olurda onları görmezler?’’

‘’Bu büyü sayesinde. Şatonun bulunduğu yer, ormanın en vahşi ve balta girmemiş yeri. Amazon ormanlarına gelen insanların çoğu buraya gelemiyor. Gelse bile şato ve savaşçıları büyü sayesinde göremiyorlar.’’ Rebekah kadınların suratlarını tek tek inceledi. Bir yandan dudağını kemiriyor bir yandan da düşünüyordu. ‘’Dur! Eğer burası gerçekse. Yani amazon kadınları yaşıyor!’’ Suratsız cevap vermedi. Rebekah tekrar kadınları inceledi. ‘’Nefes alıyorlar ama kıpırdamıyorlar. Uyuyorlar gibi.’’

‘’Evet, hepsi uykuya yatırıldı.’’

‘’Neden?’’ diye sordu genç kız bakışlarını ona çevirip.

‘’Sana bunun nedenini açıklayacağım. Ama anlatacağım hikâyede bazı açık kalan noktalar olacak. Bunları senin doldurman gerek.’’ Rebekah kafasını salladı ve bakışlarını tekrar savaşçı kadınlara çevirdi. Dikkatini bütün savaşçıların önünde tek başına duran çekti. Çok güzel bir kadındı ama Rebekah'nın dikkatini bu çeken şey bu değildi. Bu kadın birisine benziyordu ama Rebekah'nın uyuşan zihni kime benzediğini bir türlü çıkartamıyordu.

‘’Helena’yı biliyorsun. Saldırıyı da biliyorsun. En önde duran sarışın savaşçı Helena’nın sağ kolu ve kız kardeşi Anna.’’ 
Bunu duyunca genç kızın gözleri büyüdü ve sarışın savaşçıyı daha dikkatli inceledi. Yüz hatları, yapılı ve uzun vücudu, sapsarı saçları… Prenseslere yakışacak kadar güzel ve asil görünüyordu. Suratsızın tekrar konuşmasının üzerine söylediklerini dikkatlice dinledi.

‘’Helena ve Anna, Hippolyta’nın soyundan geliyorlar. Kardeşlerden büyük olduğu için tahtta Helena geçti. Helena’nın öldüğü saldırı sırasında Anna hayatta kaldı ve evlerine yani Amazon Krallığına geri döndü. Ancak tahtta geçmeyi reddetti.’’ Suratsızın susması üzerine Rebekah bakışlarını ona çevirdi. ‘’Neden tahta çıkmadı?’’
‘’Rüyalarına dâhil olmamı sağlayan kadın aynı zamanda bu hikâyede başrolde. Helena ve amazon savaşçılarının yakın dostuydu. Anna tahtta geçmeyi istemedi. Bunun yerine o kadından bütün orduyu ve kendisini uyutmasını istedi. Kardeşi olmadığı sürece bu dünyada yaşamak ve krallığın başına geçmek istemedi. Sadece o geri döndüğü zaman uyanacaklardı. Ve yüzyıllar süren bekleyiş içinde uykuya yatırıldılar.’’ 

Rebekah kaşlarını çattı. ‘’Bu çok saçma. Yani ilk kısmı anladım rüyalarıma girmene yardımcı olan kadın Helena ve savaşçıların dostuydu. Ve savaşçıların hepsini o uykuya yatırdı. Tamam ama Anna’nın amacını anlamadım kardeşi olmadığı sürece yaşamayı istememiş. İyide Helena öl…’’ Rebekah cümleyi tamamlayamadı. Gözleri kocaman açıldı. Gerçek hızla suratına çarparken Suratsızın anlattığı hikâyedeki önemli kelimeler aklında tekrarlandı.
’Kardeşi olmadığı sürece.’
‘Sadece o geri döndüğü zaman’
’Bekleyiş.'
’Uykuya yatırılmak.’

‘’Helena ölmedi! Anna onu bekliyor! Geri dönmesini ve tahtta geçmesini bekliyor. Anna onun yaşadığını biliyor! O zaman Helena nerede? Saldırı sırasında Marcus onu öldürmedi mi?’’

‘’Haklısın Helena ölmedi. Yaşıyor. Ve Marcus onu öldürmedi.’’ Rebekah tekrar suratsıza döndü.

‘’Dur bir dakika. Marcus onu öldürmediyse ve Helena eşinin yani Vincent’ın yanına dönemiyorsa tek bir anlamı var. O da Kirke ve Marcus’un tutsağı! Marcus onu kaçırmış olmalı. Ama bunca yıldır neden Helena’yı hayatta tutuyor? Sadece Vincent’a olan nefretinden Helena’yı kaçırdıysa onu bu kadar süre hayatta tutması saçma. Eğer Vincent’a acı çektirmek istese Helena’nın öldüğünü söylemezdi. Yaşadığını söylerdi. Böylece Vincent eşini kurtarmak için çabalardı. Başka bir şey olmalı?’’ diye düşündü Rebekah.

‘’Söylediklerinin hepsi doğru. Helena Marcus’un 100 yıldır tutsağı.’’ Havada asılı kalan bir şey daha vardı. Ama Rebekah bunu göremedi. Tam aklına gelen bütün küfürleri sıralamak üzereydi ki havada asılı kalan gerçeğin farkına vardı. ‘’Bebek!’’ Diye bağırdı. Sesi heyecandan yükselmişti. ‘’Helena hamileydi. O yaşıyorsa o zaman bebekte yaşıyor demektir. Bunları Vincent’a söylemeliyim. Yüzyıllardır karısı ve çocuğunun yasını tutuyor. Bunu bilmeye hakkı var. Lanet olsun bir dakika Helena hayattaysa bebek? O ölmüş olmalı. Aradan yüzyıl geçti. Helena, Vincent onun kokusunu aldığı için yaşlanmıyor ama bebek yaşlanabilir. Hayır, yaşlanamaz çünkü bebek kurt olmalı. Yani bebekte yaşıyor.’’ Rebekah balkonda volta atarak hızlıca düşünüyor ve düşüncelerini sesli bir şekilde ifade ediyordu. Suratsız onu omuzlarından tutup durdurdu.

‘’Wov dur bakalım Einstein. Biraz sakinleş. Bir Helena ve bebeği –gerçi ona bebek demek doğru olmaz şuan oldukça büyük- yaşıyor. İki asla Vincent’a anlatmak yok. Bundan ona bahseder sen benden de bahsetmek zorunda kalacaksın. Sonra Vincent bunu Ares’e anlatacak ve Ares de benim kim olduğumu bulup kıçıma tekmeyi basacak ve her şey karışacak.’’ Rebekah Suratsızı itip tutuşundan kurtuldu. Kaşlarını çattı ve ellerini beline koydu. Sinirle ayağını yere vuruyordu.

‘’Bu umurumda değil! Vincent’ın bunu bilmeye hakkı var! Senin kıç korkun için bunu saklayamam. Bencililiğin sırası değil!’’ Diye bağırdı Rebekah.

‘’Bak bencillik yaptığım yok! Bunu Ares duyarsa rüyalarına girmeme yardım eden iki kadını bulacak ve sonra da beni bulacak. Her şey birbirine karışır. İnan bana Ares çok kızacak ve o kızarsa yine dünyada savaşlar patlak verir. Bu durumda diğer insanları da düşünmeli ve bencillik yapmamalıyız.’’ Rebekah homurdandı ve tekrar volta atmaya başladı.

‘’Zaten her şey bittiğinde ve kehanet başarıyla gerçekleştiğin de bile Ares bize yani kehaneti bilenlere çok fazla kızacak. Bunu ona nasıl anlatacağımızı bilmiyoruz. Biliyorsun adama ne söylesen hemen kızıyor ve şimşekler çakıyor.’’ dedi ellerini havaya kaldırıp abartıyla sallayarak. Rebekah durup suratsıza baktı.

‘’İyide kehanet benim hakkımda Ares niye kızacak ki?’’ Suratsızın omuzları çöktü. ‘’İşte bunu hiç sorma. Çünkü verecek cevabım yok. O lanet herif zaten her şeye kızıp duruyor. Neyse kehanetin sonunda herkes mutlu bir şekilde hayatına devam edecekken Ares’in gazabını üstüne çeken ben oluyorum.’’ Dedi suratsız söylenerek. Rebekah tek kaşını kaldırdı. ‘’Neden?’’ diye sordu.

‘’Çünkü benimle birlikte kehaneti bilen kendini beğenmiş kıçı kalkıklar Ares’den korktuğu için her şeyi ona benim anlatmamı ve kaçık Ares’in gazabını üstüme çekmemi istiyor. Maalesef onların dediklerini yapmak durumundayım.’’ Suratsızın homurdanmasının üzerine Rebekah kahkaha attı. ‘’Merak etme sana yardımcı olurum.’’ Dedi gülümseyerek. Tekrar balkonun korumalığına yaklaştı.

‘’İşte bu rahatlamamı sağladı. Bilirsin Ares biraz fazla egosu yüksek biri. Şimdi Artemis’in yasını tuttuğu için suratsız ve kimseyle ve konuşmuyor. Ama önceki halini bilseydin şuan ki haline tapardın.’’ Rebekah’nın suratındaki gülümseme yavaşça silindi. Omzunun üzerinden suratsıza baktı. ‘’Ares seni tanıyor öyle mi?’’ Suratsız kendin emin bir şekilde kahkaha attı.

‘’Evet şekerim. Beni Ares tanıyor, sen de tanıyorsun. Herkes beni tanır ve sever. Fazla çekici biriyim çünkü.’’ Rebekah gözlerini devirdi. ‘’Evet! Ares mi yoksa senin mi egon daha yüksek belli!’’ Genç kız bakışlarını tekrar amazon kadınlarına çevirdi. ‘’Hikâyenin devamını anlatmadın?’’ Bunun üzerine suratsız iç çekti ve anlatmaya devam etti.

‘’Anna kardeşini kurtarmak için çok çabaladı ama Marcus’un büyük vampir ordusu karşısında çok sayıda savaşçısını kaybetti. Vincent’a gidip durumu açıklayamazdı. Çünkü onlara yardım eden ‘kadın’ Vincent’ın gerçekleri öğrenmesi için uzun bir zaman olduğunu bunun onların arasında kalmak zorunda olduğunu söyledi. Anna ve diğer savaşçılar Helena gibi geç yaşlanmıyorlardı. Hepsi sıradan insandı. Anna hem bunun için hem de kardeşine kavuşamadığı için yaşamak istemedi ve ordusuyla beraber uyutulmayı istedi. Ve istekleri kabul oldu. Sadece Anna değil. Bütün savaşçılar kraliçelerinin tekrar başa geçeceği güne kadar uyumak istedi. Şatonun avlusuna gelerek hepsi kraliçelerini selamladıkları pozisyonu aldılar ve uzun bir uykuya daldılar. Helena gelip tekrar Kraliçe olana kadar uyumaya devam edecekler. Helena geldiğinde tam burada senin bulunduğun nokta da duracak ve savaşçılarının uyanmasını sağlayacak.’’ Rebekah tuttuğu nefesini bıraktı.

''Hepsi savaşa hazır bir şekilde giyinmiş. Bütün silahları üzerlerinde.'' dedi genç kız Anna'ya bakarak.

''Evet. Hepsi bütün silahlarını kuşanıp uykuya yatırıldı. Çünkü Kraliçeleri buraya geldiği zaman onun intikamını almak için Vampir Krala savaş açacaklar. En azından planladıkları bu.'' Genç kız kaşlarını çatarak başını Suratsıza çevirdi. ‘’Bu saçmalık! Helena’yı kim kurtaracak? Onca yıldır çocuğu ile Marcus’un tutsağı. Bunca zaman kurtulamadıktan sonra bir daha nasıl kurtulacak? Dahası kocası bile bilmiyorken onu kurtarması gereken kişi kim?’’

‘’İşte burada sen devreye giriyorsun.’’ Rebekah gözleri büyüyerek suratsıza baktı. ‘’Ben mi?’’

‘’Kehanetin sadece seninle ilgili değil. Sana amazon kadınlarını boşuna göstermedim. Senin yapacağın şey onları ve Helena’yı da kurtaracak. Hepinizin ortak noktası var. Marcus ve Kirke.’’ Genç kızın omuzları çöktü. Omuzlarına o kadar çok ağırlık yüklenmişti ki altında eziliyordu. Herkesin kaderi onun elindeydi. Nasıl olup da onları hayatta tutup bu işin altından kalkacaktı bilmiyordu. Ama yapmak zorundaydı.
Önce ailesi. Ares. Vincent. Helena. Ve şimdi de uykuya yatırılmış savaşçı kadınlar... Hepsinin kaderi Rebekah'nın yapacaklarına bağlıydı.
...
Rebekah gözlerini açtığında hızla yatakta doğruldu. Nefes nefeseydi. Suratsızla bu seferki buluşması çok farklıydı. O kadar çok şey öğrenmişti ki beyni zonkluyordu. Amazon kadınları yaşıyordu. Vincent’ın çocuğu ve karısı yaşıyordu. Büyük ihtimalle ikisi de Marcus ve Kirke’nin tutsağıydı. İyi de Helena’yı neden kaçırmışlardı? Sadece Vincent yüzünden kaçırıldığını düşünmüyordu. Ortada daha farklı bir şey olmalıydı. Ama neydi? Kehanetin ne olduğu artık daha çok merak ediyordu. Tamamını ne zaman öğreneceğini bilmiyordu ama en azından bir kısmını biliyordu. Ancak ondan saklanan kısım genç kızı ürkütmeye başlamıştı. Vincent, Helena, kurtadamlar, Ares ve Rebekah. Kehanet hepsini içine alıyordu. Ve tüm dünya diye düşündü Rebekah. Bu kadar büyük bir olay da nasıl olurda başrol oynayabilir? Dahası herkesi nasıl kurtaracaktı? İşler iyice karışmaya başlamıştı.

Gözlerini kapatan Rebekah sakinleşmek için derin nefes aldı. Önce her şeyi sıraya koymalıydı. Suratsızın söyledikleriyle başlamalıydı. İlk olarak tapınağı araştıracaktı. Sonra Büyücü Tanrıça Hekate ile ilgili bilgi toplayacaktı. Vincent ile ailesini arayacak ve gizlice Vincent’ın çocuğunu bulmaya çalışacaktı. Ama her şeyden önemlisi Rebekah’nın gözden kaçırdığı önemli bir şeyler vardı. Genç kızın kafasını kurcalayan ve farkına varmadığı için kendine kızdığı bir şeyler. Rüyasında amazon kadınları ile ilgili farkına varamadığı bir şey vardı ama neydi? İkinci olarak Jordan ile derslerinden aklında takılan bir başka şey daha vardı. Ama ne olduğunu bir türlü bulamıyordu. İki gerçekte havada aslı kalmıştı ve Rebekah ne yaparsa yapsın onlara ulaşamıyordu. Aklı onca bilgiyle o kadar karışmıştı ki kaçırdığı göremediği bir şeyler vardı.
Oflayarak nefesini bıraktı. O sırada odada yalnız olduğunun yeni farkına vardı. Nasıl olurda Ares’i unutmuştu! Dün gece Ares buradaydı. Yatağın yan tarafı Ares’in bedeninin şeklini almıştı. Genç kızın suratı asıldı. Uyandığında burada olacağını düşünmüştü. İçine çektiği nefesi dışarı üfleyip bacaklarına dolanmış yorganı çekti ve yataktan kalktı. Banyoya doğru ilerlerken acaba bugün eğitime Ares’in gelip gelmeyeceğini merak ediyordu.

Rebekah kapıya yaklaşırken nefesini tuttu. Bir yanı Ares’in orada olmasını istiyordu. Mantıklı düşünen tarafı ise Ares haricinde herhangi birinin orada olmasını diliyordu. Ama ne yazık ki mantık kaybetmişti. Çünkü Ares her zamanki yerinde duruyordu. Rebekah dudaklarının yukarı doğru kıvrılmasına engel olamadı. Ona doğru yaklaşırken Ares omzunun üzerinden Rebekah’a baktı.

‘’Günaydın. Kendini nasıl hissediyorsun?’’ Bedenini genç kıza çevirerek ellerini siyah eşofmanının ceplerine soktu. Gözleri Rebekah’ı dikkatlice inceliyordu.

‘’Normal. Sanki dün olanları ben değil de bir başkası yaşamış gibi.’’ Rebekah bir elini boğazına götürerek boğazını temizledi. Anlaşılan kısılan sesi geri gelmişti.

‘’Güzel. Hadi başlayım.’’ Dedi Ares kafasıyla dışarıyı işaret ederek. Rebekah kafasını sallayarak Ares’in ardından dışarıya çıktı. Güneş daha yeni doğuyordu. Kar durmuştu ama hava her zamanki gibi dondurucuydu. Merdivenleri inip taşlı yolda yürüdüler. Kale duvarları arkasındaki orman yolunda ilerlerken Rebekah düşünmemeye çalışıyordu. Bütün her şeyi en azından sadece bir saat de olsa düşünmek istemiyordu. Bütün soruları zihninin derinliklerine saklayıp kilit altına aldı. Daha sonra beynini patlatmak için bol bol zamanı olacaktı nasılsa. 

Ağaçların arasındaki açıklık alana gelince ikisi de aynı anda durdu ve her zaman yaptıkları gibi vücutlarını esnettiler. Rebekah bacağını düz bir şekilde kaldırıp başına değdirdi. Düzenli nefes alıp verirken diğer bacağına geçti. Öne doğru eğilip ayakkabısının uçlarını tuttu.

‘’Esnek bir vücudun var. Dövüşlerde işine yarayacak.’’ Rebekah ayakkabısının ucunu tutup öne doğru eğilirken kafasını kaldırıp Ares’e baktı. Az önce Ares ona iltifat mı etmişti? Tam olmasa da iltifat sayılırdı. ‘’Kıyamet mi kopacak?’’ diye sordu kıkırdayarak. Ares kollarını esnetirken kaşlarını çattı. ‘’Bu da nerden çıktı?’’

‘’Az önce bana iltifat ettin. Tam olarak iltifat sayılmasa da bedenime ettiğin onca hakaretten sonra bunu iltifat olarak kabul ediyorum.’’ Ares çarpık bir şekilde gülümseyerek kafasını iki yana salladı. ‘’Onlar hakaret değildi.’’ Rebekah doğrulup gözlerini Ares’e dikti. Şaşkınca kafasını iki yana salladı. Anlaşılan birinin hakaret anlayışı farklıydı.

‘’Başlayalım mı?’’ diye sordu Rebekah. Ares kafasını salladı ve yan yana patika boyunca koşmaya başladılar. Önce tempolu koştular. Patikayı dönünce hızlarını arttırdılar. Bir süre karların temizlendiği patikada hızla koşmaya devam ettiler. Ares hiç zorlanmıyormuş gibi duruyordu. Sanki bu onun en yavaş koşusuymuş gibiydi. Daha önce beraber antrenman yaptığı Parker ve Caleb da böyleydi. Rebekah’nın ciğerleri patlar bacakları sızlarken onlar rahat bir şekilde koşardı. Ama bugün böyle değildi. Rebekah sanki istese daha da hızlı koşabilecek gibiydi. Ciğerleri ya da bacakları zorlanmıyordu. Nefes alışları normaldi. Oysa şuan oldukça hızlı koşuyorlardı.

‘’Ares bir sorun var.’’ Dedi kaşlarını çatarak. Bu kadar hızlı koşmasına rağmen rahat bir şekilde konuşabilmişti. Ares birden durunca Rebekah da durdu. Hızlı nefes alıp vermiyordu. Kalp atışları normaldi. Sanki az önce koşmamışta yürümüş gibiydi.

‘’Ne sorunu? Neyin var?’’ Ares’in endişeli sesi düşüncelerin arasından sıyrılmasını sayladı. Savaş tanrısı tam karşısında duruyor endişeyle onu inceliyordu. Rebekah onun bu davranışına gülümsemek istedi ama dalgınca kafasını iki yana salladı.‘’Görmüyor musun? Her sabahki gibi koşuyoruz. Her gün köpek gibi dilim dışarıda koşardım. Nefes almakta zorlanırdım. Bacaklarım sızlardı. Hep senin arkanda kalırdım. Ama ben şuan normalim!’’ Ares şaşkınca kaşlarını çatınca Rebekah tekrar konuşmaya başladı.

‘’Demek istediğim sanki daha hızlı koşabilecekmişim gibi hissediyorum. Bu tempo beni zorlamadı. Normalde zorlanıyordum ama bugün farklı hissediyorum.’’ Ares bunun üzerine tek kaşını kaldırıp genç kızı süzdü. ‘’Deneyelim o zaman.’’ Dudakları çarpık bir gülümsemeyle büküldü ve genç kıza arkasını dönerek koşmaya başladı ve birden göz önünden kayboldu. O kadar hızlı koşmuştu ki resmen uçmuştu. Rebekah şaşkınlıkla Ares’in ardından baktı. Tıpkı kurtlar gibi ışık hızıyla hareket ediyordu. Hatta onlardan daha hızlıydı.

‘’Sence bu yeterince hızlı mı?’’ Rebekah Ares’in nefesini ensesinde hissedince sıçrayarak çığlık attı. ‘’Tanrım ödümü patlattın!’’ Dedi ona dönerek ve koluna yumruk attı. Ares gülümsüyordu. O kadar hıza rağmen nefesi bile kesilmemişti.

‘’Bakalım ne kadar hızlısın.’’ Rebekah gözleri devirdi. ‘’Daha hızlı koşabileceğimi hissediyorum derken bu hızdan bahsetmemiştim.’’ Diye homurdandı ve Ares’in yanına geçti.

‘’Hazır mısın?’’ Rebekah boynunu iki yana bükerek, omuzlarını gerdi. Belini hafifçe öne eğdi. Bir bacağını diğerinin önüne attı ve ‘’Hazırım.’’ Dedi. 
Ares ile aynı anda koşmaya başladılar. Az önceki hızla başlayana Rebekah yavaş yavaş kendini biraz daha zorladı. Bacakları daha ileriye atılırken, rüzgâr kulağında uğulduyordu. Hızı daha da artarken saçları tokadan kurtuldu ve arkasından dalgalanmaya başladı. Artık rüzgâr bedenini ısırarak esiyordu. Sanki son hızla ilerleyen bir motorun üzerindeymiş gibiydi. Ayakları yere değdiği an tekrar havalanıyordu. Etraftaki görüntüler bulanıklaşmıştı. Süratle giden bir trenin canımdan bakıyormuş gibi görüntüler hızla kayıyordu. Rebekah kendine inanamayarak kahkaha attı. Ağzını açtığı an soğuk hava hızla içeriye doldu. Gülümseyerek kafasını yana çevirdi ve Ares’e baktı. Ares de tıpkı Rebekah gibi şaşkınca gülümsüyordu. Birkaç dakika içinde başladıkları noktaya geri dönmüşlerdi. Rebekah yavaşlayarak durdu. Şaşkınca gülümsüyordu. Kalbi kulaklarında atıyor, nefesi hızlanmıştı. Ama bedeni sızlamıyordu.

‘’Bunu gördüm mü? Lanet olsun! Gördün mü?’’ Dedi Rebekah ve kahkahalarla gülmeye başladı.

‘’Ares az önce resmen uçuyordum!’’ Dedi bakışlarını ona çevirerek. Ares ellerini beline koymuş hafif bir gülümsemeyle genç kızı izliyordu. ‘’O kadar da abartmayalım. Benim kadar hızlı olmasan da yine de iyisin.’’ Rebekah gözlerini devirdi ama gülümsemeye devam etti. ‘’Ne kadar uğraşırsan uğraş bunu bozamayacaksın.’’ Hala buna inanamıyordu. Az önceki koştuğu hız sınırı bir insanın asla yapamayacağı bir şeydi. Hız resmen başını döndürmüştü. Koşarken kendini kuşlar gibi özgür hissetmişti. Ares ve kurtlar kadar olmasa da onlara yetişebilecek kadar hızlıydı. Artık insan olmama düşüncesi onu korkutmuyordu. Bunu fark eden Rebekah şaşkınca kıkırdadı.
‘’Bu inanılmaz bir şey.’’ Diye mırıldandı.

‘’Sanırım bu geçen gün olan güç patlamasının sonucu.’’ Dedi Ares.

‘’Tekrar yapalım. Buna hala inanamıyorum. Harikaydı.’’ Rebekah’nın sözleri üzerine Ares kahkaha attı. ‘’Koşmak için ilk defa bu kadar heveslisin. Bunu kaçıracağımı sanmıyorum.’’

Ares spor salonunu kapısını açıp içeriye girdi. Arkasından gelen ve hala kıkırdayan Rebekah’nın sesini duyunca kafasını iki yana sallayıp gülümsedi. Odanın kapıları arkalarından kapanırken Rebekah duvardaki dolaba yönelip iki havlu aldı. Birini bedenine sardı diğerini de Ares’e fırlattı.

‘’Alıştırma yaptıkça daha da hızlanabilirim. Seni geçecek kadar.’’Ares şişeden suyunu içerken tek kaşını kaldırıp garip bir ifadeyle Rebekah’a baktı.

‘’Bu. Asla olmayacak bir şey. Kimse beni geçemez.’’

‘’Ahh. İşte yine egosu yüksek Ares ortaya çıktı. Belki senden bile hızlı olurum nerden biliyorsun.’’ Şişeyi odanın diğer tarafında bulunan çöp kutusuna basket atan Ares, genç kızın önüne gelerek eğildi ve burnunun ucuna işaret parmağıyla dokundu. ‘’Bak güzelim. Ben tanrılar arasında en hızlı olan Hermes’i bile yendim. Ve sen beni yenebileceğini düşünüyorsun. İnanç güzel şeydir.’’ Dedi ve göz kırpıp, sırıtarak kıyafetlerin bulunduğu dolaba ilerledi.
‘GÜZELİM’ Rebekah salakça gülümsemesini engelleyip ellerini beline koydu.

‘’Göreceğiz.’’ Ares her zamanki gibi üstündeki tişörtü çıkarttı. Rebekah ne kadar bakışlarını kaçırmaya çalışsa da boşunaydı. Gözlerini Ares’in bedeninden ayırması imkânsızdı. Yunan heykellerinden bir farkı yoktu. Kusursuz bir beden, kusursuz sarı saçlar ve kusursuz bir yüz... Kalbi ritmini değiştirmeye başlayınca boğazını temizleyip bakışlarını çevirdi. Savaş tanrısı üzerine siyah atlet giyip ‘’Bakalım başka ne gibi yeteneklerin varmış.’’ Dedi.


Şişedeki suyun tamamını içen Rebekah hala yüzündeki gülümsemeye engel olamıyordu. Koşudaki hızından sonra az önce tam 95 kilo kaldırmış ve kum torbasını patlatmıştı. Aletlerle çalışırken inanılmaz derece de güçlüydü. Hepsinde öncekilerden daha az yorulmuş ve daha fazla güç sarf etmişti.

‘’Sıra dövüşte!’’ Rebekah şişeyi çöp kutusuna atıp canına okuyacağı için mutluluktan sırıtan Ares’in tam karşısına geçti. Pozisyonu aldı ve saldırıyı bekledi. Önceki derslerde bire bir dövüş yapmışlardı ama genel olarak Ares önce hareketi gösteriyor Rebekah uyguluyordu. Geri çekilme, sıyrılma, saldırı, hepsini öğrenmişti. Şimdi ise dövüş zamanıydı.

Ares odanın karşısında duruyordu ama göz açıp kapayıncaya kadar Rebekah’nın önünde bitti ve yumruğunu savurdu. Rebekah eğilerek yumruktan sıyrıldı. İleriye atılarak yumruğunu savurdu. Ama yeterince hızlı değildi. Ares yumruktan sıyrıldı ve atağa geçti. Genç kız bir biri ardına gelen tekme ve yumruklardan sadece bir-iki tanesinden sıyrılmayı başardı. Ares’in bacaklarına attığı muhteşem bir tekmeyle kıç üstü yere yapıştı. ‘’Ahh’’ diye inledi. 

‘'Speedy Gonzales? Yoruldun mu?’’ Ares’in sırıtan yüzünü görünce homurdanarak ayağa kalktı.

‘’Hala sapa sağlamım savaş tanrısı. Henüz ölmedim.’’ Dedi ve tekrar saldırdı. Ares ustaca her tekme ve yumruk darbesinden sıyrıldı ve genç kız tekrar yeri boyladı. ‘’Seni boşuna savaş tanrısı yapmamışlar!’’ Diye inledi yattığı yerden. Kesinlikle her yeri moraracaktı. Ares kendini beğenmişçe gülümserken Rebekah sendeleyerek tekrar ayağa kalktı.

‘’Üçüncü düşüşünde bu dövüş biter. Şimdiden nakavtlıksın.’’

‘’Hiç de bile!’’ Dedi Rebekah ve tekrar saldırdı. Ares’in tekme ve yumruklarından sıyrılarak yanına yaklaştı ve çenesini hedef alarak yumruk attı. Ancak Ares yumruğunu havada yakaladı. Diğer eliyle atağa geçti ve Ares bunu da aynı eliyle tutup kolu ile sıkıştırdı. Rebekah kaburgalarına dizini geçirmek üzere ayağını kaldırdı ancak Ares dizini tam kaburgalarının bir iki santim gerisinde yakaladı ve havada tuttu. Suratında kendini beğenmiş bir gülümseme vardı. Rebekah tek ayağının üzerinde bedeni Ares’e yaslanmış bir şekilde duruyordu ve ‘benimle dalga mı geçiyorsun sen’ dercesine bakıyordu. Yüzlerinin arasında sadece santimler vardı. Bedenleri birbirine yaslanmıştı. Rebekah kollarını çekmeye çalıştı ama Ares buna izin vermedi.

‘’Teknik olarak bu hamlen başkası üzerinde işe yarayabilirdi. Ama bunlar benim gibi rakibinin bir sonraki hamlesini önceden gören savaş tanrısı önünde hiçbir şey.’’

‘’Harika. Tebrikler. Anladık bu da senin mükemmel yeteneklerinden biri. Seninle en başından beri çalışmam hataydı. Yapacağım her şeyi önceden görebiliyorsun. Şimdi! Beni bırakabilir misin?’’ Ares bakışlarını genç kızın yüzünden yavaşça aşağıya indirdi. Önce kırmızı dudaklarına, sonra terden ıslanmış beyaz boynuna baktı. Bakışları daha da aşağıya göğüslerine indi ve sonra tekrar kırmızı dudaklara odaklandı. Rebekah sesli bir şekilde yutkundu.
‘’Sende ilgimi çeken bir şeyler var Rebekah. Ve bu bazen beni deli ediyor.’’ Sesi fısıltı gibiydi. Ferah nefesi genç kızın yüzünü yalayıp geçti. Gözlerini Rebekah’nın dudaklarından ayıramıyordu.
Ares bedenini kımıldatıp ondan uzaklaşmayı istiyordu ama kendi sert vücuduna yaslanmış, sıcak yumuşak vücut bunu engelliyordu. Uzaklaştırmak yerine daha da yakınına çekmek istiyordu. Bedeni ile beyni savaş içindeydi. Ares ona karşı hissettiklerine bir isim bulamamıştı. Aralarındaki bağı her ne kadar inkâr etmek istese de hisleri bunu engelliyordu. Artemis’in ardından birilerine böyle hisler duyabileceğini sanmıyordu. Ama tatlı, dik başlı, inatçı ve tehlikeli derecede güzel olan Rebekah bütün düşüncelerine ve planlarını suya düşürmüştü. 

Gözlerini kapattı ve tuttuğu nefesini serbest bıraktı. Alnını Rebekah’nın alnına yasladı. Bacağını ve ellerini yavaşça serbest bıraktı. Ama bedenini bırakamadı. Kollarını, genç kızın ince belinin etrafına dolayarak sıkıca sarıldı.
Şaşkın ördeğe dönen Rebekah rüyada gibiydi. Ares’in sıcak kolları bedenini öyle sıkıyordu ki düşünmeden kollarını kaldırdı ve onu gördüğü ilk günden beri yapmak istediği şeyi yaptı. Kollarını geniş omzunun üzerinden boynuna doladı ve gözlerini kapattı. Yaptığı çok doğal gibiydi. Sanki olması gereken yer burası gibiydi. 
Derin bir nefes alan Ares beynindeki savaştan yorgun düşmüştü. Artemis'e olan yoğun duyguları. Rebekah'a karşı hissettikleri kafasını o kadar karıştırıyordu ki. Kendini geri çekmekten yorulmuştu. Burnunu genç kızın pürüzsüz boynuna sürttü. Rebekah'nın bedeni titreyince Ares'in bedenindeki bütün kan tek bir yerde toplanmaya başladı. Kafasını geriye çekerek gözlerini açınca aynı anda Rebekah da gözlerini açtı. Buz mavisi gözler bir süre birbirine takılı kaldı. Sonra aynı anda ikisi de geriye çekildi. Rebekah saçlarını kulağının arkasına iterken ayakkabılarına bakıyordu. Ares elini saçlarının arasından geçirdi ve boğazını temizledi.

‘’Bugünlük bu kadar yeter. Sen kahvaltını yaparken ben diğerleri ile konuşurum. Sonra Jordan yanına gelir.’’ Rebekah kafasını tamam anlamında salladı. Ares kapıya doğru ilerlerken genç kız suratını buruşturdu. Az önce savaş tanrısı ona ilk kez açıklama mı yapmıştı? Hem o sarılmada nereden çıkmıştı. Bedenini kontrol altına almalıydı. Sanki bunu yapabilecekmiş gibi.

Kapı tıklatılınca tekrar içeriye nemfler girdi. Rebekah’nın hiç dokunmadığı kahvaltı tabaklarını sessizce toplayıp götürdüler. Genç kız hala spor salonunda olanların etkisinden kurtulamamıştı. Soğuk duş almıştı ama bir türlü kendine gelememişti. Onun sıcaklığını hissetmek o kadar güzeldi ki. Ares’in söyledikleri ve birbirlerine sarılmaları garip bir durumdu. Ama Rebekah için hiç olmadığı kadar doğal ve normal gibiydi. Daha önce böyle hissetmemişti. Sebeplerini bilmiyordu ve öğrenmekte istemiyordu. Çünkü cevaplardan korkuyordu.

Genç kız, boş hayallere kapılmayacak kadar akılıydı. Ama hızla çarpan kalbi bir saniye de olsa umutlanmasını sağlamıştı. Sonra hemen bu düşünceden kendini soyutlamıştı. Çünkü aralarında bir şey olmasını imkânı yoktu. Ares hala Artemis’i seviyordu ve onu bekliyordu. Eğer aralarında bir şey başlasa bile Artemis uyandığında ne olacaktı? Ares hiç düşünmeden eşinin kollarına gidecek ve Rebekah değersiz bir çöp gibi geride kalacaktı. Bu nedenle en mantıklı olan şey Ares’e karşı olan duygularını kilit altında tutmaktı. Lanet olsun ki Ares’in söyledikleri zihninde yankılanırken duygularını kilit altında tutmayı başaramıyordu.

'Sende ilgimi çeken bir şeyler var Rebekah. Ve bu bazen beni deli ediyor.'

Daha fazla düşünmek istemeyen Rebekah oturduğu yerden hızla kalktı ve odasından çıktı. Suratsızın ona gösterdiği tapınağı bulmak için kütüphaneye gitmesi gerekiyordu. Bu aklını olabildiğince Ares’den uzak tutmaya yeterdi. Çünkü boş durursa düşünceleri tehlikeli bir yöne kayıyordu. 
Kütüphanenin önüne geldiğinde yüzünü buruşturdu. Burada yaşadığı olayı düşünce, bedeni ürperse de kütüphaneye girmek zorundaydı. Açık duran kapılardan içeriye girdiğinde yine boş olduğunu görünce gözlerini devirdi. Bu kurtlar hiç kitap okumaz mı diye mırıldandı.
Koskocaman odanın girişin de durup bütün kitaplıklara baktı. Nereden başlayacağını bilmiyordu. Burası milyonlarca kitapla doluydu. Rebekah’nın aklına Vincent ile kahvaltı yaptığı oda geldi. Oradaki kitapların çoğu yunan mitolojileri hakkındaydı. Ve kitaplar buradakilerden çok daha azdı. O kütüphane iyi bir başlangıç olurdu. Hem Vincent istediği kitabı okuyabileceğini söylemişti. Tam odadan çıkmak için dönmüştü ki Felicia ile burun buruna geldi. Genç kız ürkse de bunu ona belli etmedi. Felicia her zamanki gibi yine neredeyse yok denecek kadar az giyinmişti. Uzun topukluları ile Rebekah’dan birkaç santim uzun duruyordu. Dudakları sinsi bir gülümsemeyle kıvrıldı. ‘’Selam Rebekah.’’

‘’Selam.’’

‘’Hala hayatta olduğunu görmek garip. Çünkü dün neredeyse öldüğünü düşünmüştüm. Ares ismini öyle kükreyerek haykırınca savaş tanrısını bu kadar kızdıracak ne yaptığını merak ettim doğrusu.’’

‘’Seni ilgilendirmez.’’ Dedi Rebekah dişlerinin arasından ve yanında geçmek için adım attı ama Felicia yana kayarak önüne geçti.

‘’Ne var Felicia? Yolunu mu kaybettin? Çünkü senin gibi içinde beyin bulunmayanlar kütüphaneye adım bile atmazlar.’’ Felicia’nın dudakları gerilirken, gülümseme sırası Rebekah’a geçmişti. ‘’Bana bak insan parçası kokundaki garipliğe rağmen umurumda değilsin. Vincent ve Ares’in neden seninle bu kadar ilgilendiğini anlayamasam da hakkında çıkan dedikodulara inanmaya başlıyorum.’’ Rebekah’nın yüzündeki gülümseme silindi ve kaşları çatıldı.

‘’Ne dedikodusu?’’ Felicia ağırlığını bir bacağına verip elini beline koydu ve kırmızı rujlu dolgun dudakları tekrar yukarı doğru kıvrıldı.‘’Ares ile aynı zamanda buraya geldiniz. Sürüdeki bazı kızlar senin onunla birlikte olimpostan geldiğini düşünüyorlar. Tanrıların yarattığı saçma yarı insan canlılardan biri olduğunu ve bu yüzden garip bir kokun olduğunu söylediler. Ares’in eğlenceliği olduğunu düşünüyorlar. Özelliklede partide Trent’le yaptığın danstan sonra buna bende inandım. Ares’in neden seni öyle götürdüğü de belli kendine ait malı başkasıyla paylaşmak istemiyor.’’ Öne eğilip sır veriyormuş gibi fısıldadı. ‘’Anlarsın ya fahişe.’’ Rebekah’nın elleri iki yanında yumruk oldu. Dişleri öfkeyle birbirine kenetlendi. Bedeni titriyordu. Adeta kulaklarından duman çıkıyordu. Duyduklarına inanamıyordu. Bu hayatında duyduğu en saçma aynı zamanda en aşağılayıcı şeydi. 

''Utanmana gerek yok tatlım. Tanrılar senin gibi yüzlercesini yaratıyor. Sonuçta birilerinin onları tatmin etmesi gerekiyor değil mi?'' Felicia kahkaha atarken Rebekah sıkılı yumruğunu havaya kaldırıp Felicia’nın yüzüne geçirdi. Ani saldırı karşısında şaşıran Felicia, gerileyip kanayan burnunu tuttu. Kendi kanını görünce gözleri öfkeyle sarıya döndü. Dişleri sivrileşerek hırlamaya başladı. Ama Rebekah ondan korkmuyordu. Tersine onu öldüresiye dövmek istiyordu. Tam Felicia’nın üzerine atılmak üzereydi ki birden rüzgâr esti ve Caleb ve James belirdi. Ama öfkenden köpüren genç kız onlara aldırış etmedi.

‘’Neler oluyor burada?’’ diye sordu James ama Rebekah onu kenara doğru itti.

‘’Seni adi orospu! Sana kimin fahişe olduğu gösterip, kendi ellerimle geberteceğim!’’ Dedi ve Felicia’a doğru atıldı. Aynı anda Caleb arkasına geçerek Rebekah’ı tuttu. Genç kızın bedeni yerden havalandı. Ayakları ve kollarıyla çırpınarak Caleb’dan kurtulmaya çalışıyor bir yandan da Felicia’a küfürler saydırıyordu. Arkasındaki Caleb Rebekah’ı sakinleştirmek için ne kadar uğraşsa da azdı. Neler olduğuna bir anlam veremeyen James Felicia’ı sakinleştirmek için iki kızın arasına girdi. Felicia öfkeden deliye dönmüştü. Yamulan burnundan oluk oluk kan akarken neredeyse dönüşüm geçirmek üzereydi. James onu durdurmayacağını anlayınca gözleri sarı renge döndü ve kükreyerek konuştu. ‘’Kesin şunu!’’ Aynı anda bütün sesler kesildi. 

James tehdit eder bir şekilde Felicia’a doğru eğildi. ‘’Derhal buradan git! Bir daha asla Rebekah’nın etrafında dolaşmayacaksın! Beni anladın mı?’’ Felicia hırlayınca James dişlerini göstererek tekrar kükredi. Bunun üzerine Felicia kuyruğunu bacaklarının arasına alan bir köpek gibi ortadan kayboldu. James Rebekah’a döndü. Hala Caleb’ın kolları arasında havada duruyordu. Kesik kesik nefes alıp veriyordu. Öfkeden yanakları kıpkırmızı olmuştu. James onu biraz olsun rahatlatmak için gülümsedi.

‘’Neden askerimin burnunu kırdığını sorabilir miyim?’’ Rebekah homurdanıp tekrar Caleb’ın kolları arasında kıpırdandı.

‘’İndir beni Caleb!’’ Dedi dişlerinin arasında.

‘’Bir yerlere saldırmayacağın konusunda anlaşırsak indireceğim Blackwood.’’ Rebekah onun yüzünü göremese de sırıttığını hissedebiliyordu. ‘’İndir dedim!’’

'’Tamam! Tamam!’’ Diye mırıldandı Caleb ve Rebekah’ı indirdi. Rebekah üstünü düzeltip elini saçlarını asından geçirdi.

‘’Neler oldu burada?’’ diye sordu James tekrardan. Rebekah volta atarken tam James’in önünde durdu ve sıkı dişlerinin arasından konuştu.

‘’Lanet olası sürün olimpostan gelen bir ucube ve Ares’in fahişesi olduğumu düşünüyor.’’ Diye bağırdı. James ve Caleb’ın suratı buruştu.

‘’İyi de bu çok saçma.’’ Dedi James.

‘’Ama sürün öyle düşünmüyor.’’ James elini Rebekah’nın omzuna koydu. ‘’Merak etme ben hallederim. Şimdi biraz sakinleş.’’ Rebekah gözlerini kapatıp derin nefes alıp vermeye başladı. O kurtlar hakkında neler düşünürken kendini ihanete uğramış gibi hissediyordu. Anlaşılan hepsi düşündüğü kadar iyi ve masum değildi. Kafasını iki yana sallayarak gözlerini açtı.

‘’Her neyse benim Vincent’ın kütüphanesine gitmem gerek. Oradaki kitaplarda bir şeye bakacağım.’’ 

‘’Tamam. Caleb da seninle gelsin. Hem yardımı dokunur hem de yalnız kalma. Bir de şey Ares bu olayı öğrenmese iyi olur. Yoksa kıçıma tekmeyi basacağına eminim.’’ James’in suratını buruşturması üzerine Rebekah biraz daha rahatlayarak kıkırdadı. ‘’Tamam.’’ Dedi ve Caleb ile merdivenlere yöneldi. Vincent’ın odasına gelene kadar hiç konuşmayan Caleb kapıyı açıp Rebekah’nın geçmesi için kenara çekildi. Rebekah odaya girdiğinde kimseyi göremedi. Vincent’ın burada olacağını düşünmüştü. Caleb arkalarından kapıyı kapatınca kütüphaneye doğru yöneldi. Caleb da peşinden gelip kütüphanenin kenarına yaslandı. Kollarını göğsünde birleştirip ayaklarını çaprazladı. Rebekah kitapları tek tek incelerken ‘’Ne arıyorsun?’’ diye sordu. Genç kız kitaplardan gözlerini ayırmadan cevapladı.

‘’Tanrılar ve tapınaklarıyla alakalı bir şey. Bir tapınağı arıyorum ama kimin tapınağı olduğunu bilmiyorum.’’ Cevabı karşısında Caleb’ın kaşları çatıldı.

‘’Ne demek istediğimi anlamadığını biliyorum çok uzun bir hikâye ve benim acelem var. Tapınaklarla ilgili herhangi bir kitap biliyor musun?’’ Bakışlarını Caleb’a çevirdi. Caleb dudaklarını düşünceyle büzmüştü. Hiçbir şey söylemeden Rebekah’nın arkasından dolanarak kütüphanenin en sonuna gitti ve en üst rafından kalın bir kitap çıkarttı. Kitabın üstünde ‘Tapınma ve Tapınaklar’ yazıyordu.

‘’Aradığın şey bu olabilir mi Blackwood?’’ Rebekah gülümseyerek Caleb’ın yanına ilerledi. ‘’Sen bitanesin.’’ Kitabı alıp şöminenin karşısındaki koltuğa oturdu. Bacaklarını alçak sehpaya uzatarak kitabı kucağında açtı. Caleb da tanına gelerek oturdu ve bacaklarını sehpaya uzatıp, bilekten çaprazladı. Bir kolunu Rebekah’nın arkasından koltuğun arka kısmına koydu.

‘’Nasıl bir şey aradığını biliyor musun bari?’’

‘’Renkli çiçeklerle dolu bir bahçesi var. Ama tapınağın şeklini bilmiyorum.’’ Caleb’ın sessiz kalması üzerine Rebekah bakışlarını ona çevirdi. ‘’Ne? Bana öyle bakma. Kulağa saçma geldiğini biliyorum ama yardım ette bulalım şunu.’’ Kitabı bacakları üzerinden ona doğru kaydırdı.

Kitabın ilk sayfasında Zeus’un heykelinin resmi vardı. Resmin altında Zeus ile ilgili bilgiler yazıyordu. Rebekah sayfaları çevirerek bilgi kısmını geçti. Zeus’un tapınağının resmine gelince öne eğilip dikkatle inceledi. Bu olimpostaki tapınağıydı kocaman bir bahçesi vardı. Ama Rebekah’nın gördüğü tapınak bu değildi. Tek tek Hades, Hestia Poseidon Afrodit… Hepsinin tapınaklarına baktılar. Aralarındaki enerjinin bir bağlantı olabileceğini düşünüp Ares’in olimpostaki tapınağına bile bakmışlardı ama hiçbiri o tapınak değildi. Geriye sadece Apollon, Artemis, Hermes ve Eos kalmıştı. Rebekah gözlerini ovuşturarak kafasını geriye yasladı.

‘’Başka bir şey yok mu? Başka bir detay. Artemis, Apollon, Eos ve Hermes haricinde kaç tanrı ve tanrıça olduğunun farkında mısın? Bunlar sadece baştaki 12 tanrılardı Blackwood.’’ Rebekah inleyerek nefesini bıraktı. Neredeyse 1 saattir buradaydılar ve önlerinde yüzlerce tanrı vardı.

‘’Bilmiyorum.’’ Diye inledi. Zihninde yanan ampulle gözlerini hızla açtı. ‘’Şelale. Şelalesi vardı.’’

‘’İşte bu işimizi kolaylaştırdı. Şimdi birkaç yüz tanrıyı elemiş olduk ama hala elimizde yüzlerce tanrı var.’’ Dedi Caleb gözlerini devirerek. Rebekah oflayarak tapınağı tekrar düşünmeye başladı. Ayırt edici başka ne vardı ki? Yılan biçiminde kıvrılan yolu ve etrafındaki ağaçları hatırlayınca tekrar Caleb’a döndü.

‘’Servi ağaçları vardı.’’dedi. Caleb’ın kaşları düşünceyle çatıldı. Rebekah’nın ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştı. Ama yine de ona yardım edecekti. Kitabı kendi bacaklarının üzerine çekti ve aradığı sayfayı buluncaya kadar çevirdi. Tapınağın resmini açınca kitabı genç kıza uzattı.

‘’Aradığın bu mu?’’ Rebekah resme baktığı an bunun o tapınak olduğunu anladı. Kıvrımlı yolun sonunda büyük bir tapınak yükseliyordu. Önündeki bahçe tıpkı rüyasında olduğu gibi renkli çiçeklerle doluydu. Rüya o kadar canlıydı ki Rebekah şimdi bile o çiçeklerin güzel kokusunu hissedebiliyordu.

‘’Kimin bu tapınak?’’ diye sordu.

‘’Her tanrının özel bir ağacı vardır. Servi ağacı ise Tanrıça Artemis’in ağacıdır. Bu tapınakta onun tapınağı...’’

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Where stories live. Discover now