BÖLÜM 20

48.1K 2.5K 43
                                    

…RÜYA…

Genç kız, gözlerini açtığında kendini yemyeşil bir açıklıkta buldu. Bütün günü Jordan’la antrenman yaparak geçirmiş ve sonunda yorgunluktan ölmüş bir şekilde yatağa girmişti. Gülümseyerek etrafına bakındı. Suratsızı göreceği için rahatlamıştı. Ona bir şey olduğunu düşüncesi zihnini kemirip duruyordu. Açıklıkta yürürken bunun Suratsızla beraber olduğu rüyalar gibi olmadığını fark etti. O rüyalar tamamen gerçekçiydi. Ama bu öyle değildi. Bu Suratsızla beraber olduğu rüyalar gibi değildi. Bu gerçekten de normal bir rüyaydı. O zaman Rebekah nasıl kendini yönetebiliyordu? Kaşlarını çatarak tekrar etrafına baktı. Ama yemyeşil ağaçlar ve renkli çiçeklerden başka bir şey göremedi. Bunun rüya olduğuna emindi. Ancak fazlası gibiydi. Dejavu gibi. Anı gibi… 

Kulağına müzik gibi gelen güzel kahkahaları duyunca sesin geldiği yöne doğru ilerledi. Ağaçların arasından geçince büyük tapınağı gördü. Tapınağa ilerleyen ince kıvrımlı yolun iki tarafı Servi ağaçlarıyla kaplıydı. Burası Artemis’in tapınağı diye düşündü Rebekah. Tıpkı kitapta gördüğü resimdeki gibiydi. Kahkahaları tekrar duyunca biraz ilerisinde ki figürü gördü. Bu Ares’di.

Üzerindeki kıyafetlerle gerçek anlamda insan olmadığı belli oluyordu. Eski dönem filmlerinde ki gibi siyah deriden eteği ve dizlerine kadar gelen sandaletleri vardı. Eteğin bel kısmının sol köşesinden, deriden kalın bir ip çapraz bir şekilde çıplak göğsünden sağ omzuna çıkıyordu. Onun haricinde üst kısmında bir şey yoktu. Çıplak göğsü güneş ışınlarının altında parlıyordu. Bütün kasları gözler önündeydi. Omuzlarına gelen sarı saçları rüzgarın etkisiyle geriye doğru uçuyordu. Saçlarıyla beraber boynuna bağlı olan kırmızı uzun pelerini de uçuşuyordu. Rebekah onu hep 'insan' olarak görmüştü. Bedeninin ve yüzünün bir insana ait olmayacak kadar harika olduğunun elbette farkındaydı. Ancak onu kendi kıyafetleri içinde görünce savaş tanrısı olmadığını iddia etmek çok zordu. 
Ares’in yüzü ona dönüktü. Ama Rebekah’ı açıklıkta olmasına rağmen görmüyordu. Önündeki kadınla konuşuyor ve kahkahalarla gülüyordu. Ares’i ilk defa bu kadar mutlu gören Rebekah, kadının ona ne söylemiş olabileceğini kıskançlıkla merak etti.

Kadının sırtı Rebekah’a dönüktü. Upuzun simsiyah saçları kalçasından da aşağıya iniyordu. Bu kadar uzun ve gür saçlarının olmasını isterdi. Kadının saçları neredeyse dizlerinin hizasındaydı ve bedenini pelerin gibi örtüyordu. Rüzgârın etkisiyle uçuşuyorlardı. Üzerinde gece kadar siyah, yerlerde sürünen uzun bir elbise vardı. İnce belinin etrafındaki altın kemer güneşin altında parlayıp Rebekah’nın gözünü alıyordu. Genç kız, kadının yüzünü göremese de onun Artemis olduğunu anlamıştı.
Rebekah ne konuştuklarını duymuyordu. Ama Artemis her ne anlatıyorsa Ares’in hoşuna gittiği belliydi. O güzel kahkahası bütün açıklıkta yankılanıyordu. Genç kızın içindeki kıskançlık giderek arttı. Ares'i bir kez bile bu şekilde gülerken görmemişti. Sonra Artemis genç kıza doğru döndü. 
Rebekah sesli bir şekilde yutkundu. Ömründe Artemis kadar güzel bir kadın göremeyeceğine emindi. Simsiyah upuzun saçları beyaz teniyle o kadar harika bir tezatlık oluşturuyordu ki! Küçük yüz hatları çekik, mavi rengi gözleri, minik burnu, kırmızı dudakları, dolgun ve uzun vücut hatları… Her şeyiyle kusursuzdu. Gecenin, ayın, doğanın ve avcılığın tanrıçası melekleri bile kıskandıracak kadar güzeldi.

Ares’e arkasını dönen Artemis uzun elbisesinin eteklerini kaldırdı ve koşuya hazır bir şekilde bekledi. Bunun üzerine Ares yüzündeki sevimli gülümseme ile omuzlarındaki pelerini çıkarttı. Yavaş ve kendinden emin adımlarla Artemis’in yanına gelince ‘’Beni hiçbir zaman geçemeyeceksin Gecenin Prensesi!’’ dedi. 

‘’Kendinden bu kadar emin olma Savaş Tanrısı! Bu dünyada seni bile yenecek kişiler var.’’ Artemis’in tatlı bir müziği andıran sesi genç kızın kulaklarını doldurdu. Ve ardından sevgililer koşmaya başladı. 
Rebekah’nın nefesleri sıklaştı. İçindeki kıskançlık duygusu zihnini kemiriyordu. Kalbi acıyla sızlıyordu. Uyanmak istedi. Kendine vurdu ancak uyanamadı. Gözlerini sımsıkı kapattı. Birkaç saniye sonra tekrar açtı. Ancak hala buradaydı. Tam da o sırada Ares açıklıkta belirdi. Kahkahalarla gülüyorken birkaç saniye sonra arkasından Artemis geldi. 

‘’Elbet seni bir gün geçeceğim Ares!’’ Dedi Artemis sahte bir kızgınlıkla. Bunun üzerine Ares gülümseyerek sevgilisine döndü. ‘’O gün ne yazık ki hiçbir zaman gelmeyecek sevgilim.’’ Dedi ve elini kaldırıp Artemis’in yanağına yerleştirdi. Artemis de elini onun elinin üzerine koydu. Ares yavaşça Artemis’e doğru eğilmeye başlayınca Rebekah yumruklarını sıktı. Kalbi acıyla sızladı. Bunu görmek istemiyordu. Onlara arkasını dönüp gözlerini kapattı. Uyanmak istiyordu. Ama nasıl yapacağını bilmiyordu. Arkasından gelen sesler midesini bulandırıyordu. Ellerini kulaklarına kapatıp gözlerini sımsıkı yumdu.

‘’Uyan!’’ Dedi kendi kendine. Hiçbir şey olmayınca tekrar denedi. Buna katlanamıyordu. Kalbi hiç bu kadar acımamıştı. Ailesi öldüğünde, hatta yetim olduğunu öğrendiğinde bile bu kadar acı çekmemişti. 

‘’Uyan’ Uyan! Uyan! UYAN!’’ Rebekah’nın sesi etrafta yankılanırken, yer titredi. Rebekah yavaşça gözlerini açtığında bütün görüntünün yok olmaya başladığını gördü.
***

Çığlık atarak yatağında doğrulan Rebekah kesik kesik nefes alıyordu. Bütün vücudu ter içinde kalmıştı. Gözleriyle hızla etrafına bakındı. Kaledeki odasında olduğunu anlayınca rahat bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp elini kalbinin üzerine koydu. Kalbi derisini yırtıp dışarı çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştı. 

‘’Sadece bir rüyaydı.’’ Diye mırıldandı. Gözlerini açıp elinin tersiyle alnında biriken teri sildi. İşaretinden çıkan ışık, karanlık odayı aydınlatıyordu. Bazen kalbiyle aynı ritimde yanıp sönerken bazen sadece yanıyordu. Rebekah artık ona alışmıştı. Eskisi kadar dikkatini çekmiyordu. Kafasını iki yana sallayarak yataktan aşağıya bacaklarını sarkıttı.

Bu nasıl bir rüyaydı böyle? Diye düşündü. Suratsızla olduğu rüyalar gibi değildi. O rüyalarda Rebekah çok gerçekçi hissediyordu. Sanki rüyada değilmiş gibiydi. Ama bu geceki öyle değildi. Etraftaki hiçbir şeyi hissedemiyordu. Gerçek rüya gibiydi ama kendini kontrol edebiliyordu. Ares ve Artemis onu görmemiş ya da duymamıştı. Hayalet gibiydi. Belki de bu rüyayı görmesindeki neden Ares ile öpüşmesiydi. Zihni onun Artemis’e ait olduğunu hatırlatmaya çalışıyordu. Ve bunun için harika bir yöntem bulmuştu! Derin bir nefes alıp yanaklarını şişirerek bıraktı.

Yataktan inerek cama doğru ilerledi. Henüz saat sabahın beşiydi. Hava daha aydınlanmamıştı bile. Alnını cama dayayarak gözlerini kapattı. Ama rüyası zihnin de tekrar canlanınca hızla gözlerini açtı. Rüyayı unutmak istiyordu. Hiç görmemiş olmayı diliyordu. Hala o acıyı hissedebiliyordu. Rüya da olsa etkisinden kurtulamamıştı. Sanki birisi kalbine defalarca bıçak sokmuş gibiydi. Boğazlarının arasına büyük bir yumru oturmuştu. Ne kadar yutkunsa da ondan kurtulamıyordu. Kalbi her atışında biraz daha sızlıyordu. 

Daha Ares’e nasıl bu kadar çabuk aşık olduğunu anlayamamışken, ona karşı olan aşkının büyüklüğü altında eziliyordu. Nasıl her şey bu kadar çabuk olabiliyordu? Hayatının her santimi hızla değişiyor ve Rebekah buna dur diyemiyordu. Kafasında binlerce bilinmezlikle uğraşıyordu. Omuzlarında büyük bir sorumluluk vardı. Ve kalbinde Ares’e olan büyük aşkını taşıyordu. Keşke Ares onu hiç öpmeseydi. Keşke onunla hiç konuşmasaydı, hatta buraya gelmeseydi bile. Zaten ona karşı olan hislerini gizlemeye çalışıyorken, o öpüşmenin üzerine bunu yapmak iyice zorlaşacaktı. Dışarıdaki aydınlanmak üzere olan ormana baktı. Tekrar kar yağmaya başlamıştı. Kollarını bedenine sıkıca sardı. Bir an önce her şeyin olup bitmesini istiyordu. Her şey olup bitsin ve Ares’den uzağa çok uzağa gitmek istiyordu. Göğsünden çıkan ışık cama yansıyordu. Dalgınca elini ışığın üzerinde gezdirdi. Ares’den uzağa gitse bile bu acıyı hep yaşayacağını çok iyi biliyordu.

***

‘’Benimle gel. Silah seçme zamanın geldi.’’

Bu, bugün Ares’in kurduğu üçüncü cümleydi. Suratı her zamankinden daha asıktı. Bu da öpüşmeden pişman olduğu anlamına geliyordu. En azından Rebekah’nın karşısına geçip o öpücüğün çok yanlış ya da kazayla olduğu gibi saçma bir açıklama yapmamıştı. Hiç olmamış gibi davranıyordu. Bu da Rebekah’nın işine geldi. Gözlerini her kapattığında hala o rüyayı görüyorken Ares’le böyle bir konuşma yaparsa canı daha fazla acıyacaktı. Bunun yerine Ares çok 'mantıklı' davranıp Rebekah’la gerekmedikçe konuşmuyordu. 
Bütün sabah ve eğitim boyunca Ares sadece üç cümle kurmuştu. İlki koşu için kapıda buluştuklarında ‘Hazır mısın?’ olmuştu. Ki Rebekah bugün eğitime gelmeyeceğinde emindi. Ama Ares kaçmak yerine hiç olmamış gibi davranıyordu. Diğer cümlesi James ile dövüşürken ‘Jordan saldır’ olmuştu. Sonuncusunu ise az önce kurmuştu. Rebekah’nın da pek konuştuğu söylenemezdi. Konuşmak istemiyordu. Sadece kafa sallamakla yetiniyordu. Bugün gülmeye programlanmamıştı. Zaten ruh hali kötüyken ayna karşısındaki berbat halini görünce resmen çöküntüye uğramıştı. Uykusuzluktan gözlerinin altı morarmıştı. Teni daha da solgunlaşmıştı. 

Ares’in ardından spor odasından çıktı. Boynundaki havluyu ikiye katlayıp parlayan işaretinin üzerine koydu. Üzerindekiler kalın olunca ışık gözükmüyordu. Bedeni her zamanki gibi sızlıyordu. Dövüşler sırasında diğerlerinin yenilmez olduğunu anlamıştı. İlk karşılaşmalarında Parker ve James bütün güçleriyle saldırmamıştı. Ama bugün James’in ne kadar güçlü olduğunu anlamıştı. Onu bir kere bile yere serememişti. Parker Road runner gibiydi. O kadar hızlı hareket ediyordu ki onu takip etmek imkânsızdı. Jordan ise o kadar esnek olup acımasız olan tek kız olabilirdi! Rebekah, onların sayısız darbelerini yediyse de hiç yere düşmemişti. Onların ataklarına karşılık verip saldırabiliyordu. 

Ares önde Rebekah arkada ilerlerken fazla yürümediler. Spor salonunun karşısındaki odaya girince Ares ışıkları yaktı. Tavandaki ışıklar tek tek sırayla yanarken Rebekah çeşitli silahlarla dolu odaya baktı. Kapı arkalarından kapanırken genç kız kendi etrafında dönüp ıslık öttürdü. Kılıçlar, bıçaklar, her türlü silah, ok ve yay bile vardı. ‘’Vay be kurtların büyük zulası varmış!’’ Dedi kılıçlardan birinin üzerinde elini gezdirirken. 

Etrafını inceleyerek ok ve yayların olduğu yere geldi. Oklardan birini eline aldı. Küçükken okçuluk kursuna yazılmayı çok istemişti. Ama annesi çok tehlikeli olduğunu söyleyip kabul etmemişti. Aynı şekilde ata binmeyi de çok istiyordu. Ama ikisi içinde ne yaptıysa izin koparamamıştı. İlkokula giderken büyüyünce Zeyna gibi olmak istiyordu. Belki de bu isteği zihnine kazınmıştı ve o yüzden okçuluk kursuna yazılıp, ata binmeyi istiyordu. Düşüncesi bile onu mutlu ediyordu. At üzerinde hızla çayırlarda koşmak, rüzgârın saçlarını savurduğunu hissetmek hepsi özgür hissetmesini sağlıyordu. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme oluştu. Belki tüm bunlar bittikten sonra hala nefes alıyor olursa, küçük bir at çiftliği satın alabilirdi. Nasılsa ailesinden ona dünya kadar miras kalmıştı. Hem istediği gibi ata binerdi hem de başkalarına ders verirdi. Şehrin gürültüsünden uzak, yemyeşil ağaçlar ve rengârenk çiçeklerle kaplı güzel bir çiftlik. Aynı zamanda gelen kişilerin kalabilmesi için otantik küçük sevimli bir otel. Genç kız bu planı zihnine not etti. Kesinlikle harika bir plandı. 

‘’Önce bıçaklarla başlayacağız. Asıl silahını sonra seçeceksin.’’ Ares’in sesiyle kendine gelen genç kız bakışlarını ona çevirdi. Sıra sıra çeşitli bıçakların bulunduğu rafın önünde duruyordu. 

‘’İstediğin bıçağı seçebilirsin. Eline ağır gelmeyecek, rahatça kullanabileceklerinden birini seç.’’ Ares’in yanına ilerleyip tek tek bıçaklara baktı. Aslında kendi bıçağını kullanabilirdi. Kütüphanedeki patlamadan önce giyinirken onu dolabında bırakmıştı. O günden beri yanında taşımayı unutuyordu. Yine de eğitimlerde kullanmak için başka bıçak seçmek istiyordu. Rafın en üstündeki siyah bıçak dikkatini çekti. Kabzası ve çelik kısmı simsiyahtı. Bir tarafı dümdüz, diğer tarafıysa tırtıklıydı. Uzanıp eline aldı. Elini düz açarak bıçağı tarttı. Oldukça kalın görünmesine rağmen hafifti. 

‘’Bu iyi mi?’’ diye sordu bakışlarını Ares’e çevirerek. Göğsünde birleştirdiği kollarını çözerek Rebekah’nın elindeki bıçağı aldı. Tenine değmemek için harcadığı caba genç kızın gözlerinden kaçmadı.

‘’İyi seçim. Tamamen titanyumdan yapılma. Oldukça keskindir. Hadi şimdi salona geri dönelim.’’ Bıçağı tekrar Rebekah’nın eline bırakıp üst raftan siyah bıçak kılıfı alıp odadan çıktı. Rebekah’da arkasından çıkıp tekrar salona ilerlediler. 
Salona girince Ares elindeki kılıfı masanın üzerine koydu ve odanın köşesindeki mankeni ortaya çekti. Ares’in çok konuşmaması ve sürekli çatılı kaşlarla gezmesi ortamı iyice geriyordu. Rebekah bu duruma daha ne kadar katlanabileceğini bilmiyordu. Ama biraz daha böyle devam ederse patlayacaktı. 

‘’Bir vampiri öldürmek için kalbini çıkartmalısın. Vampirlerin çok akıllı olduğu söylenemese de bütün darbelerde kalplerinin olduğu bölgeyi korurlar. Asla direkt kalplerine saldırma. Önce dikkatini dağıtmalısın. Boynuna saldır. Bacağını kes. Herhangi bir atakta bulun. Asla ama asla hareketsiz kalma. Çok hızlı hareket ederler ve karşılarındaki rakibin dikkatini dağıtmak için sürekli hareket halinde kalırlar. Bu yüzden seninde sürekli hareket etmen lazım. Bunu dans gibi düşün asla durmak yok.’’ Ares’in ciddiyetle anlattıklarını Rebekah zihnine not etti. Kafasını bir kere sallayıp devam etmesini bekledi. 

‘’İkinci olarak bir vampirle asla göz teması asla kurma. Yoksa seni etki altına alırlar ve işin biter. Vampiri öldürmek için yapman gereken iki şey var. Kafasını koparmak ya da kalbini çıkartmak. Ateşten çok korkarlar. Bedenini ateşe verdiysen tekrar uyanmayacağından emin olmak için kalbini çıkart ya da kafasını kopart. Ancak o zaman Kirke onları tekrar uyandıramaz ve yeni vampir yaratmak zorunda kalır.’’ Rebekah tekrar kafasını salladı. Böyle anlatılınca kulağa kolay gibi geliyordu. Ama öyle olmadığına adı gibi emindi. Yine de bunu yapabilirdi. Yapmak zorundaydı. İntikamını almak için yapmak zorundaydı. Ares mankenin arkasına geçerek elini mankenin kalbinin olduğu noktaya koydu.

‘’Bıçağını tam buraya sok ve çevir. Bu onun bir süre kendisinden geçmesini sağlar. Bedeni hareketsiz kalınca kafasına saldır. Kalbini sökmek senin için zor olur. Kurtlar bunu pençeleriyle halledebiliyorlar. Bıçakla bunu yapmak senin için zor olur. Bu yüzden boynunu kes. Bıçakla olabildiğine derine inerek kes. Bu onların işlerini görür.’’ 

‘’Şimdi pozisyon al ve saldır.’’ Rebekah derin bir nefes alıp pozisyonu aldı. Önce dikkat dağıt, sonra kalbe saldır. Kulağa kolay geliyordu. İntikam ateşi gözünü öyle kör etmişti ki öldürme fikri ona itici gelmiyordu. Bıçağın tenlerinden içeri girerken çıkartacağı ses midesini bulandırmıyordu. Ya da kafalarını nasıl kopartacağı düşüncesi onu korkutmuyordu. Bildiği tek şey yapacaktı. Ve bundan zevk alacaktı.
*** 

‘’Ahh!’’ Rebekah, ağrıyan omzunu ovarken ağzından çıkan inlemeye engel olamadı. Cam kenarında ki koltuğunda oturuyor, ayaklarını önündeki masaya uzatmış dinlenmeye çalışıyordu. Ayaklarını bilekten çaprazladı. Islak saçları koltuğun arkasından aşağıya sarkıyordu. Artık sıcak duş bile ağrıyan bedenini rahatlatmaya yetmiyordu. Bıçaklı eğitimi güzel geçmişti. Şimdiden neredeyse her şeyi öğrenmişti. Ama bir vampirler karşılaşmadığı sürece ne kadar iyi olduğunu anlayamayacaktı. 
Ares’in, gün boyu onunla pek konuşmaması sinir edici bir durumdu. Öpüşme hiç olmamış gibi davranması hem iyi hem kötüydü. Bundan sonra ne olacağını bilmiyordu. Hep böyle devam mı edecekti? Ares eğitimlere zorla gelecek ve ders bittiği gibi kaçarcasına uzaklaşacaktı? Ne kadar Ares’i düşünmek istemese de aklından onu hiç çıkartamıyordu. Ama bunu yapmak zorundaydı.

Önce Trent’i ziyaret etmeyi düşünüyordu. Ona özür borçluydu. Hoş olanlardan sonra Trent’in on metre yakınına bile gelmeyeceğini düşünüyordu. Yinede şansını denemeliydi. Günün geri kalanında Hekate’yi araştırmalıydı ve bir şekilde Suratsızla iletişime geçmeliydi. Daha bir gün oluştu ama onu şimdiden merak ediyordu. Niye hala gelmemişti? Rüyalarına neden girmiyordu? Bir şeyler olmuş olmalıydı. Ya Kirke onu yakaladıysa? Genç kız endişeyle kafasını iki yana salladı. Kötü düşünmeyecekti. Suratsız mutlaka gelecekti. Ona söz vermişti.

Hekate’yi araştırdıktan sonra mutlaka Vincent ile konuşmalıydı. Ailesini bulmak için ne yapması gerekiyorsa yapacaktı. Her ne kadar onlarla yüzleşmeye hazır olmasa da dışarıda oldukları her saniye onlar için tehlikeliydi. Burada güvende olmaları, Rebekah’ı rahatlatacak ve dikkatini diğer şeyler üzerine toplamasına yardımcı olacaktı. 
Ayaklarını indirerek koltuktan kalktı. Siyah pantolonunun kemer kısmına Ares’in verdiği siyah kılıfı taktı. Siyah bıçağı da kılıfa koyup üzerine deri montunu giydi. Kalede dolaşırken dikkatli olmalıydı. Diğer kurtların işaretinden çıkan ışığı görmemesi gerekiyordu. Neyse ki kalın giysilerin altından ışık belli olmuyordu. Nemli saçlarını eliyle düzeltip odadan çıktı. Trent’in odasına gelince tedirginlikle kapıyı çaldı. Birkaç dakika sonra kapıyı açarak içeriye girdi. 

Kapının tam karşısındaki siyah çarşaflı yatağın ortasında Trent uyuyordu. Sessizce içeriye girip kapıyı kapattı. Yatağa yaklaşırken olabildiğince ses çıkartmamaya çalışıyordu. Trent’in yüzün de hiçbir kızarıklık ya da şişlik yoktu. Yaraları çok hızlı iyileştiği için yüzü eski haline dönmüş olmalıydı. Siyah örtü Trent’in belinin üzerinde duruyordu. Üst kısmı çıplaktı ve kaburgalarının olduğu bölge sargıyla sarılmıştı. Uykunun verdiği huzurla yüzü gevşemişti. Rebekah çalışma masasına ilerleyip kâğıt ve kalem aldı. En azından ona not bırakabilirdi.

‘’Rebekah?’’ yataktan gelen cılız sesi duyunca Rebekah hızla arkasını döndü. Trent kafasını ona doğru çevirmiş gülümsüyordu. ‘’Selam.’’ Dedi Rebekah da gülümseyerek. Elindeki kâğıt ve kalemi masaya bırakıp yatağa ilerledi. ‘’Ben sadece nasıl olduğuna bakmak için gelmiştim. Çok fazla kalmayacağım.’’ 

‘’Burada olduğun için mutluyum. Hiç gelmeyeceksin sandım.’’ Rebekah şaşkınca kaşlarını kaldırdı. Olanlardan sonra Trent’den böyle bir tepki beklemiyordu. 

‘’Kendini nasıl hissediyorsun.’’ Genç kız ellerini ceplerine sokarak omuzlarını dikleştirdi. 

‘’Savaş tanrısının gazabına uğramış gibi!’’ Rebekah kıkırdadı. Trent de gülmeye çalıştı ama vücudu sarsılınca acıyla suratını buruşturdu. 

‘’Yapabileceğim bir şey var mı?’’ Rebekah öne doğru adım atıp yatağın kenarına oturdu. Trent kafasını iki yana salladı. ‘’Birazdan geçer.’’ Rebekah gözlerini kapıya çevirdi. Sonra tekrar Trent’e döndü. Ares’in gelip gelmeyeceği belli değildi. Şuan ki ruh haliyle delirmiş Ares’le uğraşacak durumda değildi. 

‘’Bıçak?’’ diye sordu Trent, işaret parmağıyla Rebekah’nın belinde asılı olan bıçağı gösterdi. 

‘’Koruma amacıyla. Ares sürekli yanımda taşımam gerektiğini söyledi.’’ 
Trent’in kaşları merakla çatıldı. ‘’Senin hikâyeni fazlasıyla merak ediyorum.’’ 
Rebekah gülümsedi. ‘’Belki bir gün sana anlatırım.’’ Trent de çarpık bir şekilde gülümsedi. ‘’Neden şimdi değil?’’

‘’Henüz zamanı değil. Aslına bakarsan bizde tam olarak neler olup bittiğini bilmiyoruz.’’ Genç kız sıkıntıyla iç çekti. ‘Nasıl bir ucube olduğumu henüz ben bile bilmiyorum’ diye ekledi içinden. Bakışları tekrar kapıya çevrildi. Ares’den korkmuyordu. Ama Trent için korkuyordu. Tekrar ona zarar vermesini istemiyordu. ‘’Aslında ben gitsem iyi olacak sadece nasıl olduğunu merak ettim.’’ 

‘’Sonra yine film izler miyiz?’’ 
Rebekah tek kaşını kaldırıp gülümsedi. Yataktan kalktı. ‘’Neden olmasın.’’ Trent’in gülümsemesi bütün yüzünü kapladı. ‘’Şimdi dinlen koca oğlan sonra görüşürüz.’’ Dedi ve odadan çıktı. Boş koridorda sessizce ilerlerken arkasından gelen sesi duyunca dişlerini sıktı.

‘’Bak. Bak. Kimler buradaymış. Yaptığın şeyden sonra Trent’den özür dilemeye mi geldin?’’ Rebekah Felicia'ya doğru dönüp tek kaşını kaldırdı. Bu kız gerçekten de kaşınıyordu. Üzerindekileri görünce Rebekah yüzünü buruşturmadan edemedi. bu kıyafetlerle nasıl rahat edebiliyordu. Yani olmayan kıyafetlerle!

‘’Trent’e ne yapmışım?’’ Felicia sinsi bir şekilde gülümsedi.

‘’Ona yanaşmaya çalışmasaydın Ares saldırmayacaktı. Senin yüzünden arkadaşımın geldiği hale bak! Arzularına engel mi olamadın yoksa?’’ Felicia’nın kıkırdaması Rebekah’nın ellerini iki yanında yumruk yapmasına neden oldu. Dişlerini o kadar çok sıkıyordu ki biraz daha sıkarsa hepsi kırılacaktı. 

‘’Sana attığım yumruk yetmemiş anlaşılan. Daha fazlasını mı istiyorsun?’’ Felicia tek kaşını kaldırarak hırladı. ‘’Şuraya da bakın. Birileri kendini bir şey sanmaya başlamış.’’

‘’Üstüme gelme Felicia. Yoksa bu senin için kötü olur.’’ Rebekah arkasını döndü. Tam adımını atmıştı ki Felicia’nın söyledikleriyle bütün sakinliğini kaybetti. 

‘’Aslına bakarsan burada Ares’in Trent’e değil sana kızması gerekirdi. Olimposlu garip ucube fahişesi kendisini tutamıyorsa bu Trent’in suçu değil ki!’’ 
Rebekah neredeyse hırlayarak Felicia’a döndü ve hızla koşmaya başladı. Rebekah’nın hızıyla şaşkına uğrayan Felicia üzerine atlayan bedenden kurtulamadı. Rebekah sert bir şekilde Felicia’nın üzerine atladı. Bedenleri yere çarparken Felicia acıyla inledi. Rebekah bacaklarını iki yana açarak Felicia’nın üzerine oturdu. Altındaki beden çırpınırken Felicia’nın saçlarını sıkıca tuttu tam yüzüne yumruğu indirmek üzereydi ki sıcak, kaslı kollar bedenini sıkıca sarıp onu Felicia’nın üzerinden çekti. Aynı anda Felicia hızla ayağa kalktı. Gözleri sarıya dönmüş, tüm dişerini göstererek hırlıyordu. 

‘’Neler oluyor burada?!’’ Ares’in kızgın sesiyle Felicia korkuya gözlerini kırpıştırdı. Gözleri eski haline dönerken sesli bir şekilde yutkundu. 
Rebekah göğsünün altından sıkıca onu kavrayan ellere vurdu. ‘’İndir beni!’’ Diye bağırdı. Ayaklarını havada hızla savuruyordu. 

‘’Sakin ol Rebekah!’’ Ares’in sinirli olduğu sesinden belli oluyordu. Ne kadar sakin konuşmaya çalışsa da bunu gizleyememişti.

‘’İndir beni dedim sana öküz herif!’’ Ama Ares onu duymazdan geldi. Gözlerini Felicia’a çevirerek ‘’Bana biriniz neler olduğunu açıklayacak mı?’’ dedi. 
Felicia korkudan bayılacakmış gibiydi. Tabii o yalanları söylerken göt korkusuna bunlar aklına gelmemişti. Şimdi resmen korkudan altına yapacak diye düşündü Rebekah. Ne kadar onu gebertmek istese de Ares’in olanları bilmemesi gerekiyordu. Eğer öğrenirse Trent’in başına gelenler Felicia’nın da başına gelebilirdi. Hatta daha kötüsü de olabilirdi. Felicia’dan hoşlanmıyordu ama Ares’e söyleyecek kadar da nefret etmiyordu. 

Felicia gözlerini Rebekah’a dikmişti. Korkuyu iliklerine kadar hissedebiliyordu. Rebekah’nın ne söyleyeceğini bekliyordu. Onu ispiyonlayıp, ispiyonlamayacağını. Ares yokken konuşmasını iyi biliyordu. Şimdi mi Rebekah’dan korkuyordu? Genç kız kıpırdanmayı keserek derin nefes aldı. ‘’Bir şey olduğu yok. İndir beni.’’ Felicia gözle görülür bir şekilde rahatladı. Omuzları çöktü ve rahatça nefes aldı.

‘’Neler olduğunu sordum ve cevap bekliyorum. Bir şey olmadığı için mi birbirinizin boğazına yapışmıştınız.’’ 

‘’İndir beni. Bir daha söylemeyeceğim.’’ Ares kaşlarını çatarak Rebekah’ı indirdi. Rebekah ellerini beline koyarak ‘’Git Felicia’ dedi. Felicia gözlerini Ares’e çevirdi. Bir müddet bekleyip kaçarcasına ortadan kayboldu. Bunun üzerine Rebekah Ares’e döndü. Hala açıklama bekliyordu. Kollarını göğsünde birleştirmiş bacaklarını aralamıştı. ‘’Bak sana açıklama yapacak değilim. Benimle ilgili hiçbir şey seni ilgilendirmez.’’ 

‘’Sen yine o çocuğun yanında mıydın?’’ Ares’in tehditkâr sesi Rebekah’ı etkilemedi. Aksine daha da kızmasına sebep oldu. Bütün gün onu görmezden gelmişti! Şimdi de kalkıp hesap mı soruyordu? ‘’Bundan. Sana ne.’’ Rebekah tane tane koşup Ares’e yaklaştı. Ares bıkkınlıkla homurdanarak kollarını çözdü ve ellerini saçlarının arasından geçirdi. Sonra birden Rebekah’nın burnunun dibinde bitti.

‘’Beni sınama Rebekah! Çok ciddiyim. Sadece dediklerimi yap ve uslu bir kız ol!’’
Rebekah konuşabilmek için yutkundu. Ares bu kadar yakınındayken ona karşı koymak zordu. Suratları arasında sadece santimler vardı. Tekrar yutkunup kaşlarını çattı. Sesinin kayıtsız çıkması için boğazını temizledi. ‘’Kusura bakma ahbap. Bu benim kitabımda yazmıyor. Ben istediğimi yaparım ve sen bana karışamazsın!’’ 
Ares, Rebekah’nın davranışlarına katlanamıyordu. Ona her karşı çıkışında daha çok ona çekiliyordu. O sinirle büzülen dudakları öpmek istiyor bedenini sıkıca sarmak istiyordu. Zihninde yaşadığı ikilem yüzünden delirme noktasına gelmişti. Yapmamalıydı. Rebekah’ı öpmemeliydi. Şimdi onun enfes tadını algılamışken ondan uzak durması imkânsızdı! Ve bu cadı, onunla hala inatlaşmaya devam ediyordu. Tamamen yanılıyordu. Onunla ilgili her şey Ares’i ilgilendiriyordu. Artık Ares’in radarına çoktan girmişti ve kurtuluşu yoktu. Ares onu yavaş yavaş ehlileştirecek ve her saniyesinden zevk duyacaktı. Dudakları sinirle geriye çekilerek gülümsedi.

‘’Göreceğiz ‘Neraida Koritsi’!’’ Dedi ve ortadan kayboldu. Saçları geriye savrulan Rebekah homurdanarak ayağını yere vurdu.

‘’Neraida Koritsi’ymiş. Götümün kenarı lanet herif! Piç kurusu!’’ Ares’in arkasından yüksek sesle bağırırken yerde resmen tepindi. Ondan kesinlikle nefret ediyordu. Kesinlikle! Ayaklarını yere vurarak odasına doğru ilerledi. Odasının kapısını hızla çarpan Rebekah, öfkeyle odada volta atmaya başladı. 

‘’Kendini bir şey sanan pislik herif!’’ Kim olduğu önemli değildi. Ona o kadar sinirliydi ki bütün sinirini çıkartana kadar suratını yumruklamak, küfürler yağdırmak istiyordu. ‘‘Neraida Koritsi’’ diye mırıldandı öfkeyle. Bu aptal cümlenin ne anlama geldiğini bile bilmiyordu!

Volta atmayı bırakıp elini saçlarının arasından geçirdi. Ares’e olan öfkesi Felicia ile olanları gölgeye düşürmüştü. Nasıl olurda hala böyle düşünebiliyordu? Neden Rebekah’a bu kadar büyük nefret duyuyordu? Yoksa Kirke’nin olduğu gibi o da mı Ares’e aşıktı. Bu düşünceyle genç kız yüzünü buruşturdu. Yüzyıllar öncesinde Artemis’in Kirke ile yaşadıklarını Felicia ile yaşamak istemiyordu. Tanrım! Bunun düşüncesi bile çok saçmaydı. Derin bir nefes aldı. Bu sırada kapı tıklatıldı.
Ares’in gelmiş olabileceğini düşünerek hızla kapıyı açtı. Ama karşısında Caleb’ı buldu. Caleb, ellerini cebine sokmuş, kapının pervazında yaslanmıştı. Alayla havaya kalkmış olan kaşı olanlardan haberi olduğu anlamına geliyordu. ‘’Kim Felicia mı Ares mi? Hangisi anlattı?’’ Caleb dudaklarını büzdü.

‘’Onlar değil ben.’’ Caleb sırıtırken Rebekah yüzünü buruşturdu. ‘’Ha?’’ 

‘’Sen Felicia’nın üstüne atladığın sırada koridorun sonundaki odadan çıkıyordum. Benden önce Ares aranıza girdi. Bende sessizce izlemeyi tercih ettim.’’ Rebekah Caleb’ın pis pis sırıtan yüzüne yumruk atmamak için kendini zor tuttu. ‘’İyi halt ettin!’’ Diye homurdanıp ona arkasını döndü. Cam kenarındaki koltuğa ilerlerken Caleb içeri girdi ve kapıyı kapattı. Koltuğa oturan Rebekah ayaklarını kendine çekti. Ağrıyan başını rahatlatmak için şakaklarını ovmaya başladı. Caleb yavaş adımlarla tam karşısına oturdu. Bacaklarını önlerindeki cam masaya uzattı. Geriye yaslanıp koltuğun ön ayaklarını havaya kaldırdı. 

‘’Söylesene Felicia’nın sorunu ne? Neden insanlardan ve benden bu kadar nefret ediyor?’’ Caleb ellerini pantolonunu cebine sokup kafasını yana eğdi. Üzerinde siyah gömlek ve siyah pantolon vardı. Gömleğin bütün düğmeleri açıktı. Vücudunun ön kısmındaki bütün dövmeler gözler önüne serilmişti. ‘’İnsanlardan nefret etmiyor. Sadece onlara kızgın.’’ 

‘’Ne?’’ Rebekah şaşkınca gözlerini kırpıştırdı.

‘’Bunda birkaç yüzyıl önce Felicia bir başka kurtla eşleşmişti. Adı Daniel’di. O zamanlar kalenin etrafında küçük bir köy vardı. Kalenin bulunduğu ormana büyü nedeniyle giremiyorlardı. Bu da onları korkutuyordu. Kısa süre sonra köylüler arasında, çocuklarına anlattıkları korku hikâyesi oluştu. Tepede korkunç bir canavarın yaşadığı ve geceleri gizlice köye inip çocukları kaçırmasıyla ilgili saçma bir hikâyeydi. Arada köydeki gençler cesaret gösterisi için sınırlarımıza girmeye çalışırdı ama hiçbirisi giremedi. Bir gün köye vampirler saldırdı. Köylüler korkuyla kaçmaya çalışıyordu. Hemen müdahale ettik. Vampirleri öldürdük ama köy halkı her şeyi görmüştü. Bizden de korkuyorlardı. Onlara zarar vereceğimizi düşünmüşlerdi. İnsana dönüşüp hafızalarını sildik. Ama gençlerden birkaçı saklanmıştı ve olan her şeyi görmüşlerdi. Grubumuzda Daniel ve Felicia kurt formundaydı. Olası bir tehlikeye karşı insana dönüşmemişlerdi. Kaleye dönerken gençler ellerindeki baltalarla birden ortaya çıktı. Grubun en arkasında kalan Daniel’e saldırdılar. Daniel ani saldırı karşısında tepki vermekte gecikti. Çünkü o daha ne olduğunu anlayamadan balta kafasını bedeninden ayırdı.’’

Caleb’ın soğukkanlılıkla anlattıkları Rebekah’nın şokla dona kalmasına neden oldu. Caleb’ın böyle korkunç bir olayı bu kadar rahat bir şekilde anlatması hiç hoş değildi. Bu korkunç bir şeydi. Felicia’nın çektiği acıyı tahmin edemiyordu. 

‘’Şimdi artık anlamışsındır. O gün Felicia bütün köylüleri öldürecekti. Onu zapt etmek çok zordu. Yıllarca onu tutsak etmek zorunda kaldık. Çünkü sürekli gizlice kaleden kaçıp Daniel’in intikamını almak istedi. Yıllar sonra kendini ancak toparlaya bildi. Önceden böyle değildi. Aklı başında ve 'giyinen' bir kızdı. Anlarsın işte. Herkes ona üzülüyor ve acıyordu. O da üzülecek bir şey olmadığını göstermek için bugün ki haline dönüştü.’’

‘’Tanrım!’’ diye inledi Rebekah. Felicia ilk karşılaşmalarında Rebekah’nın insan olduğunu söylemişti. Sadece farklı kokusu olan insan olarak görüyordu onu. İlk başta ki nefreti buydu. Sonradan Rebekah da ona karşılık verince işler bambaşka boyuta ulaşmıştı. Onun adına üzülse de bir yandan hala yüzünü dağıtma isteği doluydu. Birkaç saniye sonra Rebekah farkına vardığı gerçekle kıkırdadı. 

‘’Bu tanıştığımızdan beri yaptığın en uzun konuşmaydı.’’ Caleb çarpık bir şekilde gülümserken omzunu silkti. Rebekah tekrar kıkırdarken duyduğu sesle gülümsemesi dondu. Daha önce duyduğu kulakları tırmalayan çan sesi camları patlatacakmış gibi çınlıyordu. Caleb göz açıp kapayıncaya kadar ayağa kalkmıştı. Rebekah da hızla ayağa kalktı. ‘’Alarm.’’ Dedi endişeyle. Kaleye yine saldırı düzenlenmiş olmalıydı. Caleb camın önünde dışarıya bakarken Rebekah arkasına geçti.
‘’Bir şey görebiliyor musun?’’ 

Rebekah daha ne olduğunu anlayamadan Caleb ‘’Yere yat!’’ diye bağırdı ve Rebekah’ı hızla geriye savurdu. Caleb’ın darbesiyle genç kız geriye savrulup sertçe yere düştü. Aynı anda odasının camları büyük bir gürültüyle patladı. Caleb birkaç metre ötesine savruldu. Caleb’ın darbesi sertçe karnına çarpıp nefessiz kalmasına neden olmuştu. Poposu üzerine sertçe yere düşerken boğazından acı bir inilti koptu. Ciğerlerindeki tüm hava boşaldı. Öksürüklerinin arasından nefes almaya çalışırken, karnını tutarak doğrulmaya çalıştı. Görüşünü engelleyen saçları geriye doğru ittiğinde odasına giren beş çift kırmızı gözle karşılaştı. Vampirlerin beşi de bellerini öne doğru bükmüş dişlerini göstererek tıslıyorlardı. İçlerinden birisi kadındı. Dört erkeğin en arkasında duruyordu. 

Rebekah vakit kaybetmeden ayağa kalktı. Bir elini sızlayan karnına bastırdı. Vampirlerden iki tanesi üzerine doğru gelirken diğer eliyle belindeki bıçağını çıkarttı. Heyecan ve adrenalin şokla birlikte bedenine hücum etmişti. Ne yapacağını bilmiyordu. Vampirler ona doğru yaklaşırken suratlarına özellikle gözlerine bakmamaya çalışıyordu. Yan gözle Caleb’ın yerden kalktığını gördü. Havaya sıçrayan Caleb saniyeler içinde kurt formuna dönüştü. Yere indiğinde dört ayak üzerindeydi. 
Karşısındaki kadın vampir Rebekah’nın elindeki bıçağa bakarak kıkırdadı. ‘’Şu küçük kıza da bakın. Bize karşı koyabileceğini sanıyor!’’ Tıslayarak güldü. Yanında ki vampirde gülümsedi. İkisi de bellerini öne doğru bükmüştü. 

Rebekah onların saldırmasını bekleyecekti. Böylece onları şaşkına uğratabilir ve vakit kazanabilirdi. İçinde ki karşı konulmaz heyecan duygusu bütün bedenini kapladı. Sadece birkaç gün önce öğrendiği bütün hareketler zihninde film şeridi gibi hızla aktı. İçindeki gizli güç kendini serbest bıraktı ve bütün vücudunu kapladı. 
Kadın vampir diğerine başıyla işaret verince kel yaklaşık 1.90 boyunda olan vampir hızla koştu. Rebekah sağa manevra yaparak ondan kurtuldu. Vakit kaybetmeden beline tekme attı. Vampir öne doğru sendelerken şaşkınlığından yaralanıp tekrar harekete geçti. Havaya sıçrayıp kafasına tekme attı. Zihninde sürekli Ares’in sözleri tekrarlanıyordu.

‘Asla hareketsiz kalma’ 

Vampir darbelerin etkisinden kurtulamamışken bacak arasına tekme attı. Uluyarak dizlerinin üstüne düşünce kafasını tutup dizini vampirin yüzüne geçirdi. Vampirin bedeni geriye düşerken hızla üzerine oturup sağ elindeki bıçağı kalbine soktu. Vampirin gözleri sonuna kadar açılırken boğazından garip sesler geliyordu. Altındaki beden çırpınıyordu. Ama artık çok geçti. Vakit kaybetmeden bıçağı çevirdi. Vampir hareketsiz kalınca bıçağı çıkarttı. Ve hızla bıçağı boğazına geçirdi. Derisi yırtılırken gırtlağından acayip sesler çıktı. Bıçağı yana doğru kaydırmaya çalıştı. Ama ucu sert bir şeye takılmıştı. Rebekah yüzünü buruşturarak nefesini tuttu. Bıçağı iki eliyle kavrayıp yana doğru çekti. Bıçak mide bulandırıcı çıtırtı sesleriyle yana doğru kaydı. Kesilen deriden fışkıran kan genç kızın her yerine sıçradı. Rebekah bıçağı çekip boynu yarılmış ve yarıktan hızla kan fışkıran vampire baktı. Nefes nefese kalmıştı. Adrenalinin etkisiyle az önce yaptıklarına inanamıyordu. Bütün bunları sadece saniyeler içinde yapmıştı. Ve nasıl yaptığına kendi bile inanamıyordu. 

Şaşkınlıkla vampirin üzerinden uzaklaştı. Yerde geri geri sürünürken gözlerini vampirden alamıyordu. Çünkü vampirin kırmızı gözleri solmuştu. Canlı mavi gözler boş bir şekilde ona bakıyordu. Kırmızı gözleri ve dişleri olmadan tıpkı insandı. Genç kızın midesi bulandı. Bedeni elektrik akımına tutulmuş gibi titriyordu. Az önce vampir öldürmüştü. İnsana o kadar çok benziyordu ki genç kız çelişkiden kurtulamıyordu. Kulağına gelen tıslama sesiyle gözlerini kadın vampire çevirdi. Kırmızı gözleri şokla açılmıştı. Rebekah hemen bakışlarını gözlerinden çekip sivri dişlerle dolu ağzına odaklandı. En az onun kadar Rebekah da şaşkındı. Göz ucuyla Caleb’ın iki vampiri hallettiğini gördü. Boynuna sıkıca sarılmış olan vampirden kurtulmaya çalışıyordu. Kadın vampirin öne doğru adım attığını görünce gözlerini tekrar ona çevirdi. 
Tam o sırada kırık camlardan içeriye birbiri ardına altı vampir girdi. Rebekah onları görünce ayağa kalkmaya çalıştı, vampirin kanına basıp tekrar poposu üzerine düştü. Göz kapaklarından, yanaklarından, her yerinden kan akıyordu. Elinin tersiyle görüşünü engelleyen kanları sildi. Kadın hırlayarak üzerine atılınca sürünerek yana kaydı. Duvardan destek olarak ayağa kalktı. Şimdi şok geçirme sırası değildi kendine gelmeliydi. Birini öldürdü diye şok geçiremezdi. Bunu daha sonra tek başınayken oda da sekiz vampir yokken yapabilirdi. Ama az önceki vampiri nasıl öldürdüğünü hatırlamıyordu bile. Adrenalin etkisiyle kendini kaybetmişti. Şimdi adrenalinin yerini şok ve korku kaplamıştı. O vampir Rebekah’nın karşı koyabileceğini bilmiyordu. Şaşkınlığından yararlanarak onu rahatça öldürmüştü. Ama aynı şeyi üzerine doğru gelen üç vampir için söyleyemezdi. 

Yinede yapabilirdi. Derin bir nefes alıp bıçağını sıkıca tuttu. Kadın vampir içeriye giren diğer iki vampirle üzerine saldırınca aklına gelen ilk şeyi yaptı. Arkasını dönüp hızla geriye doğru koştu. Kapalı banyo kapısına yaklaşınca sıçrayarak ayaklarını kapıya yasladı ve havada takla atıp üç vampirin arkasına düştü. Vakit kaybetmeden ortadaki vampirin sırtına bıçağını geçirdi. Vampir acıyla bağırdı. Bıçak kemiklere denk gelince iki eliyle ittirdi. Çatırtı sesiyle bıçak sonun kadar içeriye girdi. Ama diğer iki vampir çoktan etrafını sarmıştı. Sağ tarafındaki kadın vampir üzerine atıldı. Uzun tırnaklı elleri sıkıca boynunu tutup onu havaya kaldırdı. Rebekah ayaklarını ona doğru savurdu. Boğazını sıkıca tutan parmakları çözmek istedi ama parmakları bir milim bile oynatamadı. Ciğerleri nefessizlikten yanmaya başlamıştı. 

Arkada odanın kapısı kırılarak açıldı. Aynı anda hızlı siyah bir gölge üzerlerine atılarak vampiri yakaladı. Rebekah vampirin ellerini çekmesiyle sertçe yere yapıştı. Ardı ardına öksürdü. Yana doğru eğilip hırıltıyla ciğerlerine nefes çekti. Bedeni hala şiddetle titriyordu. Kadın vampirin üzerine atlayan kurt tam karşısına geçti. Ağzındaki kopmuş kanlar içindeki kafayı yana fırlattı. Görüntünün vahşetiyle genç kız seslice yutkundu. Yan tarafında kafasız bir beden duruyordu. Gözlerini kırpıştırarak tam karşısında duran, gece kadar siyah tüyleri olan kurda baktı. Bu kurdu ilk defa görüyordu. Diğer kurtlar zaten anormal bir büyüklükteyken bu onlardan daha da büyüktü. Sarıgözleri Rebekah’nın üzerine kilitlenmişti. Rebekah onun Vincent olduğunu anlamakta zorlanmadı. Rahatlayarak gülümsemeye çalıştı. 

‘’Teşekkürler.’’ Diye mırıldandı. Vincent başını bir kere eğdi. Ardından sarıgözleri Rebekah’nın arkasında bir noktaya dikildi. Hırlayarak sıçradı ve Rebekah’nın üzerinden atladı. Başını eğen Rebekah kafasını çevirdiğinde Vincent’ın diğer iki vampire saldırdığını gördü. Odada Caleb ve Vincent haricinde bir başka kurt daha vardı. Kendini toparlayan genç kız sürünerek yere düşen bıçağını aldı ve ayağa kalktı. Ama bütün vampirler çoktan yeri boylamıştı. Odanın her yeri kanlarla kaplanmıştı. Bembeyaz cesetlerin parçaları farklı köşelere fırlatılmıştı. Genç kızın midesi tekrar bulandı. Bir daha bu odada kalabileceğini sanmıyordu. Seslice yutkundu. Özellikle yerdeki cesetlerin suratlarına bakmayı reddediyordu. Çünkü insana benzeyen gözler kusma isteğini arttırıyordu. Bu sırada Rebekah’nın iki katı büyüklüğündeki Vincent yanına geldi. Diğer kurt Caleb’ın yanına ilerliyordu. Rebekah o an Caleb’ın topalladığını ve bütün bedeninin kanla kaplı olduğunu gördü. Arka sağ bacağından oluk oluk kan akıyordu. Rebekah eliyle ağzını kapattı. Midesindeki her şeyi çıkartmak üzereydi. Caleb arka bacağının üzerine basmadan cam kırıklarından uzaklaştı ve koca bedeni yere serildi. Öndeki ayağı bir kez hareket etti ve sonra bütün bedeni kıpırtısızca yerde uzandı. Genç kızın gözleri kocaman açıldı. Titrek sesiyle dudaklarının arsından tek bir kelime çıktı.

‘’Caleb?!’’

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin