BÖLÜM 4

62.3K 2.9K 82
                                    

...KAÇIRILMA...

Ateş de yanan odunların çıtırtısı tüm odayı dolduruyordu. Hava kararmış tekrar kar yağmaya başlamıştı. Rebekah ise saatler sonra ancak kendime gelebilmişti. Zihni gördüklerine bir anlam vermeye çalışırken mantığı ondan çok uzak bir yere gitmişti. Çünkü mantığı çoktan gördüklerine bir açıklama bulmuştu. Ancak bunu kabullenmiyordu. Kabullenemezdi de. Kurt sıradan bir hayvan gibi değildi. Hareketleri normal bir hayvan gibi değildi. Gözleri, büyüklüğü… Hiçbir şeyi normal bir kurt gibi değildi. Ve içindeki bir ses o kurdun, ara sokaktaki kurt olduğunu söylüyordu. Zihni bunlarla savaşırken mantığı çoktan efsanevi şeyleri kabullenmişti. İşte bu yüzden Rebekah, mantığını tuvalete atıp üzerine sifon çekmek istiyordu.

İç çekip önüne düşen nemli saçlarını eliyle geriye itti. Şuan daha önemli olan bir şey vardı. Bu saçma olayı sonra düşünmek üzere beynin arkalarına itti. Oturduğu yerden kalkıp odanın ışığını açtı. Saatlerdir açılmayı bekleyen kutuyu çantasından çıkartıp tekrar salona geçti.

Uzun bir süre siyah kutuya baktı. Küçükte olsa içinden çıkacak şeyin geçmişine ait bir şey olmasını diledi. Titreyen elleriyle kutunun pürüzsüz kapağını açtı. Siyah kutunun içinde sararmış bir zarf ve siyah kadife bir kumaş vardı. Kaşlarını çatarak kadife kumaşı kaldırdı. Kumaşın altında bıçak vardı.

''Lanet olası.’’ Genç kız şaşkınlıkla küçük dilini yutmuştu resmen. Ne tür bir insan kızına bıçak bırakırdı ki?

Kutunun içindeki bıçağı eline aldı. Kabzası altındı ve üzerinde parlak kırmızı taşlarla işlemeler vardı. O kadar taşa rağmen oldukça hafifti. Dikkatlice inceledi. Bir isim, arma her hangi bir şey bulmak için. Ancak hiçbir şey yoktu. Bıçağın keskin, kavisli ucu ışığın altında parlıyordu. Bıçağı dikkatlice koltuğun kenarına bırakıp zarfı eline aldı. Kâğıdı çıkartırken kâğıtla birlikte zarfın içindeki ağırlık, 'pat' sesiyle yere düştü. Genç kızın gözleri, üzerine düşen ışıkla parlayan kolyeye takıldı. Gümüş kolyeyi eline alarak inceledi. Kolyenin ortasında altı yapraklı bir çiçek vardı. Üstteki yaprakların etrafından aşağıya doğru inen burgu halinde ince uzun taşlar, ışık vurdukça parlıyordu. Upuzun bir zinciri vardı. Kolyeyi de bıçağın yanına bırakıp mektubu açtı. Kâğıdın üstünde bir adres, adresin altında ise

’Bıçak ve kolyeyi asla yanından ayırma. Bunlar annenindi. Sana vermemi istedi. Her şeyi öğrenmek için adreste yazan yere gel. Güvende değilsin. Bilmediğin çok şey var. Güvende olmak istiyorsan benden kimseye bahsetme ve bunlar eline ulaştığında vakit kaybetmeden yanıma gel. Klotho’ yazıyordu.

'Bunlar annenindi’

’Güvende olmak istiyorsan’

’Klotho’

Genç kız sinirlenerek kaşlarını çattı. Kağıdı tekrar tekrar inceledi kutuya baktı ama başka hiçbir şey yoktu. Öfkeyle kağıdı masaya koydu. Bıraka bıraka sadece bunları mı bırakmışlardı? Hiçbir açıklama yapmadan öylece bunları bırakıp gitmişler miydi? Klotho ne demek istemişti? 

''Güvende olmak istiyorsan’’ diye mırıldandı. Bu ne demekti? Rebekah güvende değil miydi? Ne tür bir tehlike olabilirdi ki? Biyolojik ailesinin başında ne tür bela vardı? Bu bela her ne ise önce ayrılmalarına sebep olmuştu şimdi de Rebekah’nın peşinde miydi? Kimdi bu kişiler? Ailesinden ve ondan ne istiyorlardı? Homurdanarak oturduğu yerden kalktı ve volta atmaya başladı.

''Nasıl bir oyunun içindeyim böyle?’’ diye söylendi. Oradan oraya yönlendirilip duruyordu. Ama hala elinde bir sonuç yoktu. Tek istediği sorularına cevap bulmaktı. Ama o sorularına cevap bulmak yerine daha fazla soru ile karşılaşıyordu.

''Klotho?’’ diye mırıldandı. Garip ve farklı bir isimdi. Daha önce böyle bir isim duymamıştı. Elini saçlarını arasından geçirip iç geçirerek kâğıtta yazan adrese baktı tekrar. Anlaşılan uzun bir yolculuk onu bekliyordu. Çünkü kâğıtta ki adreste Yunanistan yazıyordu…

***

Kalabalık koridorda herkes farklı bir tarafa koşuşturuyordu. Kalede telaşlı bir geceydi. Herkes yavaş yavaş odalarına çekilirken birden vampirler tarafından saldırıya uğramışlardı. Çok fazla hasar yoktu. Sadece birkaç kurtadam yaralanmıştı. Fakat bu bile harekete geçmek için yeterliydi. Alfa Vincent sürünün komutanlarını, beta ve omegayı acilen toplantı salonuna çağırmıştı.

Parker toplantı salonunun kapılarını itip içeriye girdi. Alfa tahtında oturuyordu. Tahtın hemen sağ tarafında beta James duruyordu. Ama tahtın sol tarafında ki omeganın yeri boştu. Gözleri salonda Caleb’ı ve Jordan’ı arayan Parker sonunda onları buldu ve hızlı adımlarla yanlarına gitti.

Sabahtan beri ilk kez Jordan’ı görüyordu. Bütün gece ona bir şey olup olmadığı merakı içinde geçmişti. Hızla onlara yaklaşırken Jordan onu gördü ve hızla ileri atılıp kollarını Parker’ın boynuna doladı.

''Lanet olası kadın bir daha ortadan kaybolursan senin kıçını pataklayacağım.’’ Dedi Parker kollarını sıkıca sevgilisine dolarken.

''Merak etme ben gayet iyiyim kovboy.’’ Jordan’ın gülümsemesi üzerine Parker da rahatlayıp ona sıkıca sarıldı.

''Birbirinizi yemeye başlamadan önce sessizce dinleseniz. Burada acil bir durum söz konusu’’ diye homurdandı Caleb her zamanki asabi haliyle. Jordan gözlerini devirdi ve kolunu Parker’ın beline doladı. Parker da kolunu onun omzuna atarken

''Bugün yine mutluluk saçıyorsun dostum.’’ Dedi ve Caleb’ın omzuna hafifçe yumruk attı. Caleb gözlerini devirdi.

''Yerime geçmeliyim. Toplantı bitince beni bekleyin.’’ Dedi Parker. Sevgilisinin dudaklarına tekrar öpücük kondurup Alfanın sol tarafındaki yerine geçti. Büyük odada sadece sürünün komutanları ve şifacıları vardı. Hepsi kafaları karışmış bir şekilde konuşup tartışıyorlardı. Alfa Vincent’ın boğazını temizlemesiyle bütün salonu sessizlik kapladı. Vincent oturduğu yerden kalkarak sürüsünün tam karşısında bütün heybeti ile dikildi ve otoriter sesi ile konuşmaya başladı.

''Bu geceki saldırı sadece bir uyarı niteliğindeydi. Rebekah’ı takip ettiğimizi anladılar. Onların hala neyin peşinde olduğunu bilmiyoruz. Onlar bizim düşmanlarımız ve yapacakları her ne ise kesinlikle iyi bir şey değil. Bu nedenle o kızı korumalıyız. Vampirler yıllardır bir şey arıyorlar ve aradıklarını hala bulamadılar. Diğer kızlara olduğu gibi kızı da öldürmelerine izin veremeyiz. Biz insanların ‘KORUYUCULARIYIZ’. Bu nedenle o kızı alıp buraya getirmenizi istiyorum. Vampirlerin ne zaman harekete geçeceğini bilmiyoruz. Onlardan önce davranmalıyız.’’ Dedi ve durup sürüsüne baktı. Sonra başını çevirip ''James.’’ Dedi. 

James kafasını sallayıp bir adım öne çıktı. ''Diğer alfalara haber verildi. Hepsi gün doğumu ile yola çıkacaklar. Ayrıca emriniz üzerine Ares’e ulaştım.’’ Ares’in adı duyulduğu an salonda fısıldanmalar başladı.

''Onu ikna etmek zor olsa da sonunda kabul etti. En kısa zamanda burada olacak.’’ Diye devam etti James çarpık gülümseme ile. Herkesin Ares den korkması onu eğlendiriyordu. Evet, Ares den o da korkabiliyordu ama karşısındakiler gibi adını duyduğu gibi yüzü kirece dönüşmüyordu. Ama kabul ediyordu ki Ares bu dünya üzerinde bulaşmak istemediği en berbat herifti. Onun düşmanı olmaktansa her şekilde yanında bulunmayı tercih ederdi.

''Güzel. Bundan sonra tetikte olmanızı istiyorum. Yeni dönüşüm geçirenlerin eğitimleri hızlandırılsın. Kale etrafındaki muhafızların sayısını arttırın. Ve yarın gün doğumu ile o kızı burada istiyorum. Caleb, Parker ve James. Üçünüz kızı buraya getireceksiniz. Tek bir saç teline bile zarar vermeseniz iyi ederseniz.’’ Dedi Vincent. Sonra gözlerini sürüsüne çevirip konuşmasına devam etti.

''Yıllardır sadece beklemekten sıkıldığınızı biliyorum. Artık pençelerimizi çıkarma vakti geldi. Bu günden itibaren savaş başlamıştır.’’ Diye gürledi Vincent ve bütün sürü haykırarak ona eşlik etti.

Artık her şey değişmeye başlamıştı. Vampirlerle yıllardır aralarında süren sessiz savaş bugünden itibaren tekrar canlanmıştı. Bakışlarını cama çeviren Vincent, uzaklardaki bacasından dumanı tüten kırmızı eve baktı. İçinde bir yerde bu kızın kilit nokta olduğunu biliyordu. Çünkü vampirler her kızı ailelerinin ölümünden sonra sadece 1 ay hayatta tutmuştu. Bu kız ise hala hayattaydı. Ve Vincent biliyordu ki vampirler yıllardır ne aradıysa artık bulmuşlardı.

***

Rüzgârlı vadinin tepesinde duran Vampir Kral Marcus ellerini arkasında birleştirmiş ilerideki küçük kırmızı eve bakıyordu. Yıllar sonra onu bulmuştu. Dudakları yukarı kıvrılırken mavi gözleri heyecanla parladı. Dişlerini tatlı bir sızı sardı. İçindeki yaratık harekete geçmek için can atıyordu. Ama henüz bunun için erkendi. Yıllarını onu bulmak için adamışken tek bir hata ile her şeyi mahvetmek istemiyordu.

Kafasını arkasına çevirip elleri ve ayakları zincirlenmiş kadına baktı. Yüzü ve vücudu yara içindeydi. Zaten uzun olan saçları daha da uzamış ve zayıflamış olan vücudunu sarmıştı. Yıllar önce beklide hayranlıkla baktığı Amazon Kraliçesi Helena şimdi ayakta durmakta bile zorlanıyordu. İki vampir onu kollarından tutuyordu. Yavaş adımlarla başı önüne düşmüş olan Helena’nın önüne geldi. Çenesini tutarak ona bakması için kafasını kaldırdı.

''Zavallı Helena. Bir zamanlar herkes senden korkarken, herkes sana saygı duyuyorken şimdi geldiğin şu hale bak.’’ Dedi cık cık sesi eşliğinde. Helena kafasını çevirmeye çalışınca çenesini tutan eller daha sıkı tuttu.

''Bana bak Helena. Senin ve kızının cellâdına bak.’’ Diye fısıldadı Kral kafasını eğip Helena’ya yaklaştırırken.

''Yıllar önce o gün kilisede kızını benden kurtarmayı başardın. Ve izini kaybetmemiz için onu 100 yıl boyunca uyuttunuz. Uyandıktan sonra 18 yıl boyunca onu benden saklamayı da başardın. Ama en büyük hatanız bizi hafife almak oldu. Tam 118 yıldır onu benden saklamayı başardın. Ama artık o küçük kızın ellerimde. Tıpkı senin gibi. ‘’ dedi Kral Helena’nın kafasını hızla arkaya doğru iterken. Ellerini tekrar arkasında birleştirip bakışlarını eve çevirdi.

''Artık Klotho’nun koruyucu büyüsünün etkisinden kurtulmaya başladı. Canavarların arasında tek başına her şeyden habersizce yürüyor. Ölen ailesinin yasını tutarken bir yandan da gerçek ailesini bulmaya çalışıyor. Yani seni ve babasını.’’ Dedi ve kıkırdadı. 

''Kocanın hala ondan haberi yok. Senin ve kızının öldüğünü sanıyor ve yasınızı tutmaya devam ediyor. Her gün onun acı çekişini izlemek benim için büyük zevk.’’ Helena’nın öfkeyle soluması üzerine Marcus tekrar kıkırdadı. Yavaş adımlarla Helena’nın etrafında dolandı. Tam önünde durduğunda kulağına eğildi ve fısıldadı. 

''Kızın tıpkı sana benziyor. Oldukça güzel.’’ Dudakları sinsi bir gülümsemeyle kıvrıldı. ''Belki de küçük bebeğine veda etmen için size bir şans tanımalıyım. Çünkü çok yakında ölü bedenini ayaklarının altına sereceğim.’’ Dedi sırıtarak. Helena içine dolan öfke ile Kral’ın suratına tükürdü. Yüzü sinirle kasılan Kral, elinin tersi ile Helena’ya tokat attı. Kafası sert bir şekilde savrulan Helena acıya aldırmadan sessizce gülmeye başladı. Sonra kahkahası büyüyerek sessiz ormanda yankılandı. İlerideki ağaçlardaki kuşlar gürültüyle gökyüzüne uçtu. Helena yanan bakışlarını Krala çevirerek konuşmaya başladı. Uzun süredir konuşmadığı için sesi artık kendine bile yabancı gelmeye başlamıştı. 

''Unuttuğun önemli bir nokta var Marcus. O benim kızım. O Amazon Savaşçılarının Prensesi. Onun içinde saf güç yatıyor. Ve seninde bildiğin gibi kehanet…-

''Kehanet, kehanet, kehanet.’’ Diye gürledi Vampir Kral Marcus. İleri atılarak Helena’nın saçını geriye çekti ve yüzlerini aynı hizaya getirdi. ''Onu öldürdüğümde her şey bitecek ve bütün güç benim elime geçecek. Kehanete fazla inanıyorsunuz. O daha güçlerine kavuşamadan ölü bedeni ayaklarımın altında olacak. Onu gözünüzde fazla büyütmeseniz iyi edersiniz.’’

''Yanılıyorsun Marcus. Büyük bir hata yaptın ve yakında çok yakında bunun bedelini ödeyeceksin.’’ Dedi Helena ve sözleri Marcus’un attığı bir tokatla son buldu.

''Götürün şu kadını buradan.’’ Marcus’un öfkeyle bağırmasıyla askerler korkuyla titredi. Kralın emrini hemen yerine getirirken Marcus bakışlarını tekrar kırmızı eve çevirdi.

''Yakında… Hem de çok yakında benim olacaksın Rebekah…

***

Genç kızın gecesi yine kâbuslarla geçmişti. Uykusuz, yorgun ve bitkindi. Yine o kâbusu görmüştü. Birde buna yeni, saçma kâbuslar eklenmişti. Kurtlar tarafından kovalanıyor ya da onların yemeği oluyordu. Bu nedenle uyuyamamış erken saatte kalkmıştı. Duşunu alıp giyindi. Uyumadığı halde yatak da oyalanmanın bir anlamı yoktu.

Çantasına gerekli eşyalarını koyarken saate baktı. Henüz 11’e geliyordu. Şehir merkezine ulaşana kadar neredeyse 2 saat geçecekti. Sabah yerel kanaldaki haberleri izlemişti. Ormanlık alandan şehir merkezine giden ulaşım yollarından bazıları ağaç devrilmeleri ya da kar birikmesi yüzünden kapalıydı. Kar yağıyordu. Ama uçuşları etkileyecek kadar şiddetli değildi. Yinede biletini almamıştı. Burada havanın ne olacağı belli olmuyordu. Havaalanına gittiğinde en yakın saate biletini alacak ve bekleyecekti.

Rebekah oyalanmanın bir anlamı olmadığı düşünüyordu. Gerçekleri bir an önce öğrenmek istiyordu. Bunun içinde Yunanistan’a gidip Klotho’yı bulmalıydı. Her ne kadar neler döndüğünü bilmese de Klohto’nun yazdıkları onu huzursuz etmişti. Çantasını kapının yanına bırakıp montuna uzandı. Üzerine siyah bir pantolon ve kalın bordo renk bir kazak giymişti. Uzun siyah saçlarını şapkanın altından düzeltti. Bugüne kadar saçlarının annesine yani annesi olduğunu sandığı Sarah’a benzediğini düşünüyordu. Onun haricinde hiçbir şekilde ne ona ne de Andrew’e benzemiyordu. Gözleri mavinin en açık tonlarındandı. Sarah ve Andrew’in ise kahverengiydi. Küçükken buna bir anlam veremezdi. Neden onlara hiç benzemediğini bir türlü anlayamazdı. Onlara sorduğunda hiç göremediği büyükannesine benzediğini söylerlerdi. Yani yalan söylüyorlardı.

Aynadaki yansımasına yaklaştı ve dikkatli bir şekilde kendini inceledi. Acaba gerçek anne ve babasından hangisine benziyordu? Annesinin mi yoksa babasının mı gözleri maviydi? Babası uzun boylumuydu yoksa kısa ve şişman mıydı? Annesi onun gibi siyah saçlı mıydı? Acaba kardeşi var mıydı? Rebekah hep bir kardeşi ve teyzesi olmasını istemişti. Ancak görüştüğü bir akrabası yoktu. Sarah ve Andrew ise işleri nedeniyle tekrar çocuk sahibi olmak istemediklerini söylerlerdi hep. Gerçek ailesini çok merak ediyordu. Ama daha da merak ettiği şeyse onu neden terk ettikleriydi? İşte artık bunu öğrenmenin vakti gelmişti.

Montunu üzerine geçirdi ve çantasını omzuna taktı. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki birden sağ eli acıyla yanmaya başladı. Acı o kadar fazlaydı ki gözleri karardı ve aniden yere dizlerinin üzerine düştü. Kolundaki çanta yere düşerken genç kızın ağzından boğuk bir inleme çıktı. Sağ elindeki bundan yıllar öncesine ait olan yara izi yanıyordu. Diğer eliyle sağ elinin bileğini sıkıca kavradı ama acı geçmek bilmiyordu. Rebekah yerde acıyla kıvranırken gözleri yaşardı. Yerden zorlukla kalktı. Başı dönüyor gözleri kararıyordu. Nefes almakta zorlanıyordu. Tutunarak sarsak adımlarla mutfağa geçti ve elini soğuk suyun altına tuttu. Soğuk su anında etkisini gösterdi. Rahatlamayla ağzından başka bir inleme daha çıktı.

Elinin yanması geçince suyu kapatıp elini yüzünün hizasına kaldırdı. Bundan yıllar öncesine ait olan kesik izi kızarmıştı. Sarah’ın söylediğine göre bu yarayı 4 yaşındayken almıştı. Parkta oynarken üzerine düştüğü bir cam parçası Rebekah’nın eline girmişti. Yıllar geçmesine rağmen yara izi hala yerinde duruyordu. Bugüne kadar pek belli olmayan açık pembe renkteyken şimdi kıpkırmızı olmuştu.

''İşte bu gerçekten garip.’ Diye mırıldandı. Acı hafif değildi. Sanki elini ateşe sokmuşlarcasına canı yanmıştı. Dikkatle eline bakarken gözü hemen önümde duran camdaki hareketliliğe takıldı. Cama yaklaşarak dışarıya baktı. Ağaçların arasında bir hareketlilik vardı. Gözlerini kısıp cama iyice yaklaştı sanki az önce ağacın arasından hızla geçen bir kurt görmüştü. Kalbi hızla atarken etrafa iyice baktı ama ağaç ve kardan başka hiçbir şey göremedi. Sonunda bunun beyninin bir oyunu olduğunu kabullenip bakışlarını eline yöneltti.

''Tanrım! Bana neler oluyor böyle?’’ Başını öne eğip alnını eline dayadı. Acaba gerçekten eli acımış mıydı yoksa bunu da hayal mi etmişti? Bu aralar neyin gerçek neyin hayal olduğuna bir türlü karar veremiyordu. Derin bir iç çekti. ''Umarım tüm bu olaylar sona erdiğinde kendimi deliler hastanesinde bulmam.’’

Son kez elini inceledikten sonra tekrardan kapıya yöneldi. Bu sırada cebindeki telefonu titredi. Jasmine’den mesaj gelmişti. Ailesinin onu evlatlık edindiğini öğrendiği günden beri hiç konuşmamışlardı. Jasmine sürekli arasa da Rebekah telefonlarına cevap vermiyordu. Çünkü onunla konuşamayacak kadar güçsüz hissediyordu kendini. Mesajı açıp okudu.

‘Üç gündür deli gibi sana ulaşmaya çalışıyorum eğer bugünde bana ulaşmazsan ilk uçakla oraya geliyorum haberin olsun.’

İç çekerek önüne düşen saçları arkaya atan Rebekah kararından vazgeçmemek için hızla Jasmine’in numarasını tuşladı. Arkadaşı ilk çalışta telefonun açtı ve Rebekah, Jasmine’in bağıran sesi nedeniyle telefonu kulağından biraz uzaklaştırdı.

''Beni hatırlayabildiğine sevindim. Burada deliye döndüğümün farkında mısın? Lanet buzlar ülkesinde, ormanın içinde, vahşi hayatın tam ortasında yaşıyorsun ve ben her gün burada endişeleniyorken bir de 3 gündür beni aramıyorsun. Ben seni arıyorum ama onlara da cevap vermiyorsun. 3 gündür hangi cehennemde olduğunu bana söyleyecek misin?’’ Rebekah Jasmine’in sonunda susması üzerine derin bir nefes aldı.

''Bende seni özledim Jasmine.’’

''Beni özlediğin falan yok. Özlemiş olsaydın burada olurdun.’’ Dedi Jasmine sitemli bir sesle.

''Bunları daha öncede konuştuk henüz oraya dönemem.’’ Rebekah bu konuşmayı her seferinde yapmaktan sıkılmıştı.

''Ben yanına geleyim diyorum ama dersler çok yoğun kafamı kaldıramıyorum.’’

''Önemli değil. ‘’ Rebekah tam kapatması gerektiğini söyleyecekti ki Jasmine tekrar konuşmaya başladı. ''Hey konuyu değiştiriyorsun. Bir dakika önce bana hesap ver. Nerelerdeydin niye telefonlarımı açmadın?’’ Rebekah bir süre durup düşündü eğer şimdi Jasmine’e ailesi ile ilgili öğrendiği gerçeği söylerse uzun bir süre daha telefon görüşmesi yapmak zorunda kalacaktı. Bunun için yalan söylemeye karar verdi.

''Telefonumu ormanda yürüyüş yaparken kaybettim. Bu sabah buldum.’’

''Lanet bir ormanda yaşarsan olacağı bu işte.’’ Onun sözleri üzerine kıkırdayan Rebekah saate baktı. Gitmesi gerekiyordu.

''Üzgünüm ama kapatmam gerekiyor. Önümüzde ki bir iki gün konuşamayabiliriz. Çünkü Yunanistan’a gidiyorum.’’ Ah lanet olsun.

''Yunanistan mı? Yunanistan da ne işin var.’’ Rebekah kendine tekrar lanet okudu. Ne diye Yunanistan’ı araya karıştırmıştı ki?

''Anne ve babamın hiçbir akrabasını tanımadığımı biliyorsun. Bir iki tanesinin yerini buldum Yunanistan da yaşıyorlarmış. Ve onları ziyaret etmeye karar verdim.’’ Dedi genç kız. Arkadaşına ikinci kez yalan söylediği için kendine bir kez daha lanet okudu. Ama tam olarak da yalan sayılamazdı. Gerçek anlamda akraba ziyaretiydi bu.

''İnanmıyorum Becky buna çok sevindim. Akrabalarınla iletişime geçmek senin için çok daha iyi olacaktır. Bak ne diyeceğim önümüzdeki hafta sınavlar ve dersler bitiyor belki bende yanına gelirim ve beraber tatil yaparız. Hem Yunan erkeklerinin taş gibi olduğunu duymuştum. Belki kendimize sevgili buluruz. Yakışıklı, uzun boylu ve kaslı olanlarından.’’ Genç kız arkadaşının kıkırdamasına eşlik etti.

''Pekâlâ. Olabilir. Ben sana haber veririm. Ama şimdi kapatmam gerekiyor.’’

''Tamam. Kendine iyi bak. Telefonunu bekleyeceğim. Ve seni seviyorum.’’

''Bende seni seviyorum Jass.’’ Dedi Rebekah ve telefonunu kapattı. Ardından tekrardan saate baktı. 11.30’du. Geç kalmadan havaalanına gitmek istiyordu. Çünkü biletini ayırtmamıştı. Kar yaşından dolayı uçak seferlerinin iptal olacağını düşünüyordu ama yinede şansını deneyecekti. Tam kapıdan çıkmak üzereydi ki beyninde sürekli tekrarlanan bir cümle yüzünden elini kapı tokmağından geri çekti ve homurdanarak salona yöneldi.

’Sana verdiklerimi asla yanından ayırma.’

Masanın üzerinde duran bıçağa ve kolyeye kararsızca baktı. Eğer uçuşlar iptal edilmediyse ve bıçağı yanına alırsa havaalanında yaşanacak olan olaylar çoktan gözünün önünde canlanmıştı. Arabasının havaalanın park yerinde bırakmak zorunda kalacaktı. Böyle bir durumda bıçağı da içinde bırakabilirdi. Bıçağı siyah kadife beze sarıp çantasının en altına koydu. Kararsız kalıp sonunda uzun kolyeyi de boynuna geçirip kazağının altına attı. Kolye o kadar uzundu ki neredeyse göbeğine kadar iniyordu. Kolyeyi yanında taşıyacaktı. Ama aynı şeyi bıçak için söyleyemiyordu. Ancak içinden bir ses sürekli yanına alması gerektiğini söyleyip duruyordu.



Rebekah yaklaşık 20 dakikadır yoldaydı ancak kasabaya giden ana yola bile daha yeni varmıştı. Yolda ilerlemek çok zordu. Karı ne kadar temizleseler de yol buz tutmuştu. Kasabaya giden ana yolda ilerlerken ileride kırmızı ve mavi ışıkları yanan 2 polis aracı ve kar temizleme aracını gördü. Biraz ileride de bir çekici vardı. Anlaşılan bazı arabalar yolda kalmıştı. Polislerden biri kenara çekmesi için işaret verdi. 

Rebekah arabayı yolun kenarına park edip camı açtı. Camı açmasıyla hızla esen rüzgar arabanın içine doldu ve genç kızın bedenini titretti. Zayıf ve uzun boylu polis memuru hızlı yağan karda arabaya yaklaşarak kafasını camdan içeri soktu. Memurun siyah saçları kafasındaki polis şapkasına rağmen ıslanmıştı. Saçlarındaki sular arabanın içine damlıyordu. Üzerindeki kalın üniformanın omuz kısımları yağan karla kaplanmıştı. Ela rengi gözlerini örten kirpiklerinde bile kar taneleri vardı.

''Bir sorun mu var memur bey?’’ diye sordu Rebekah sesini yükselterek. Rüzgarın uğuldamasından dolayı sesini duyurmaya çalışıyordu. Rebekah’nın İngilizce konuşmasının üzerine, genç polis de belirgin Rus aksanı ile İngilizce konuştu.

''Hanımefendi böyle bir havada dışarıya çıkmamalıydınız. Şehre giden iki ana yolda kapalı. İleride bir ağaç devrilmiş ve şehre ulaşamıyoruz. Şuanda tek yol ormanın içindeki patika. Ancak orası böyle bir havada çok tehlikeli olabiliyor. Evinize dönmek zorundasınız.’’ Dedi sesini duyurmak için bağırarak. Dışarıda rüzgâr uğuldayarak etrafı beyaz toz bulutuna kaplıyordu.

''Üzgünüm memur bey ama benim acilen şehir merkezine ulaşmam gerekiyor. Sanırım ormanın içindeki yolu kullanabilirim.’’ Ana yol kapandı diye eve dönecek değildi. Bir kere yola çıkmıştı ve her ne kadar ormanın içindeki patikayı pek bilmese de şehre ulaşabilirdi.

''Bakın hanımefendi dün ulusal kanallarda şehrin kuzeyindeki kasabalarda yaşayanlara evde kalmaları konusunda uyarı yapılmıştı. Evinizde olmalıydınız. Çok acil bir durum olmadığı takdirde o yolu kullanamazsınız.’’

''Ama bu çok acil bir durum.’’ Diye yalan söyledi. Gerekirse bütün kuralları çiğneyip o kasabaya ulaşacaktı. Polis memuru bir süre sessizce durup baktı sonra tam konuşacaktı ki

''Jack?’’ diye bağırdı diğer polis memuru. Rebekah onun ne zaman yanlarına geldiğini görmemişti. Diğerine göre biraz daha kısaydı ve belirgin bir göbeği vardı. Çirkin keçisakalı ve bıyığı tombul yüzünü kaplıyordu. Rebekah’la konuşan polis memuru ona dönüp Rusça bir şeyler söyledi. Genç kız sabırsızca arabada beklerken ilerideki yol çalışmasına baktı. Polisler ormanın içine giden patikanın önüne barikat kurmuşlardı. Bu da ne kadar uğraşsa da onlar çekilmediği sürece geçemeyeceği anlamına geliyordu. Arabanın içi camdan içeriye giren soğuk hava nedeniyle buz gibi olmuştu. Rebekah’nın bedeni üzerindeki monta rağmen titriyordu.

''Merhaba Hanımefendi. Ben polis memuru Stas Wall. Kasabaya gitmeniz için size yardım olacağız.’’ Rebekah tuttuğu nefesi vererek rahatladı.

''Çok teşekkür ederim memur bey.’’ Dedi gülümseyerek. Memur donuk bir şekilde gülümsedi. Aynı şekilde gözleri de donuk bakıyordu. Yüzündeki gülümseme genişlerken ''Ekip arkadaşım Henry ile şehre geri dönmemiz gerekiyor. Bizim aracı dikkatli bir şekilde takip etmeniz yeterli. ’’ dedi. Aksanı diğer memurdan daha da belirgin ve kabaydı.

''Tekrar teşekkürler.’’ Dedi Rebekah içindeki huzursuzluğu bir kenara atarak.

Polis tekrar gülümseyip aracın camından kafasını çekti ve adı Jack olan memur ile konuşmaya başladı. Rebekah hemen camı kapattığı için ne konuştuklarını anlayamamıştı ama tartıştıkları belliydi. İki polis memuru sonunda tartışmalarını bitirdi ve Stas araca doğru yöneldi. O sürücü koltuğuna geçerken yan koltuğa adının Henry olduğunu tahmin ettiği polis oturdu. Jack kendi polis aracına doğru ilerlerken hala homurdanıyordu. Genç kız kafa karışıklığıyla kaşlarını çattı. Polislerin kendi içinde sadece bir yol için tartışmaya düşmesi gereksiz ve saçmaydı. İşçiler ormanın içindeki patikaya giden yolun önündeki barikatı kaldırdıklarında polis aracı hareket etti ve Rebekah da onların arkasından aracını ormanın içindeki patikaya soktu.

Sonunda ormandaki patikadan çıkmışlardı. Şehir merkezine giden yolda ilerledikçe fırtınanın şiddeti azalıyordu. Rebekah rahatladı. Bu uçuşların iptal edilmeyeceği anlamına geliyordu. Biraz sonra öndeki polis aracı yolun solunda ki benzinciye girdi. Rebekah da hemen arkalarından girip aracını park etti. Araçtan önce Stas çıktı. Rebekah’nın olduğu tarafa dönüp garip bir şekilde baktı ve benzincinin yanındaki markete doğru ilerledi. Kaşlarını çatan genç kız markete ilerleyen polisin arkasından baktı. Sonra kafasını iki yana salladı. Birkaç gündür yaşadığı olaylar onu iyice şüpheci yapmıştı. O sırada diğer polis Henry arabaya benzin dolduruyordu. Rebekah soğuk havaya aldırmadan araçtan çıktı. Uzun süren yolculukta bacakları uyuşmuştu. Şapkasını iyice aşağıya çekti. Dışarısı gerçektende soğuktu.

Benzinci olabilecek en ilginç yerdeydi. Bu yolu çoğu insanın kullanmıyordu. Bu yeterince kötü değilmiş gibi birde neredeyse ormanın içindeydi. Benzincinin arka tarafı ormanla iç içeydi. Böyle bir yerde insanlar neden çalışırlardı ki?

''Hanımefendi?’’ Rebekah düşüncelerinin içinden ona seslenen Henry sayesinde ayrıldı ve ona döndü. ''Efendim? Bir sorun mu var?’’

''Hayır, sadece Stas cüzdanını koltukta unutmuş. Acaba ona götürebilir misiniz?’’ Bir eliyle bezin pompasını tutuyordu diğer eliyle de siyah bir cüzdanı tutuyordu. Ondan bir gariplik olduğunu Rebekah hemen anladı. Gözleri ve davranışları tıpkı Stas da olduğu gibi donuktu. Sanki boşluğa bakıyor gibiydi.

''Tabii ki.’’ Dedi huzursuzca. Arabadan çantasını aldı. Sıcak, şekersiz bir kahve uykusunu açabilir ve bu saçma düşünceleri zihninden uzaklaştırabilirdi. Polisin uzattığı cüzdanı alıp marketten içeriye girdi. İçeride televizyona dalmış olan kasiyerden başka kimse yoktu. 
Televizyonun sesi fazla açıktı. Kasiyer buna aldırış etmeden öylece televizyona bakıyordu. Rebekah gözleriyle reyonların arasında Stas’ı aradı. Biraz ilerideki cips paketlerinin önünde olduğunu görünce ona doğru ilerledi.

''Affedersiniz. Bunu unutmuşsunuz.’’ Dedi arkası ona dönük olan memura. Stas omzunun üzerinden Rebekah’a baktı. Bakışlarındaki o tuhaflık genç kızın içini ürpertirken gülümsemeye çalıştı.

''Teşekkürler.’’ Dedi ve birden Rebekah’nın arkasına geçip bir eliyle ağzını kapatıp diğer eliyle de kollarına sarıldı. O kadar hızlı ve ani davranmıştı ki şaşkınlıktan tepki bile verememişti Rebekah. Onu marketin arka kapısına doğru sürüklemeye başladığında bağırmaya çalıştı ancak ağzını kapatan eli yüzünden sesi boğuk çıkıyordu. Bedenini saran sıkı koldan kurtulmaya çalıştı ancak faydası yoktu.
Stas ayağıyla arka kapıyı itip açtı. Rebekah çırpınıyor, bağırıyordu ama bir faydası yoktu. Marketten uzaklaşırken ağaçların arasındaki siyah aracı gördü. Aracın önüne gelince

''Şimdi elimi çekiyorum ama bağırır ya da kaçarsan silahımı kullanmaktan çekinmem. İyi bir nişancıyım. Bacağından alacağın yara seni öldürmez ama canını fazlasıyla yakar.’’ Dedi. Rebekah gürültülü bir şekilde yutkunarak kolları arasında hareketsiz kaldı.

''Beni anladın mı?’’ diye fısıldadı kulağına. Genç kız bir kere kafasını salladı.

''Güzel.’’ Dedi Stas ve ellerini yavaşça çekti. Rebekah gözleriyle etrafı taradı. Markete doğru koşsa çoktan silahını çeker ve onu vururdu. Ormana ilerlese bembeyaz olan bir yerde kendini saklayamazdı. Acaba Henry de Stas’la beraber miydi? Ona güvenebilir ve yardım isteyebilir miydi? O düşünürken Stas çoktan harekete geçmişti. Genç kızın bedeni korkuyla titrerken memur elindeki kelepçeyi bileklerine geçirip onu ön koltuğa oturttu. Hızlı adımlarla sürücü tarafına geçip aracı çalıştırdı ve ormanın içinde ilerlemeye başladı. Genç kız korkuyordu. Bedeni titriyor ve terliyordu. Nereye gidiyorlardı? Onu neden kaçırıyordu bilmiyordu ama polisin yüzündeki donuk ifade çenesi kapalı tutması için yeterliydi. Endişeyle ilerledikleri yola baktı. Ormanın içinde nereye gidiyorlardı ki?

Kalbi hızla atıyor bedeni titriyordu. Gözlerini kapattı ve derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştı. Bir polis tarafından kaçırılacağı aklının ucuna bile gelmezdi. Acaba Klotho yazdığı mektupta güvende değilsin derken bundan mı bahsediyordu? Genç kızın zihni sorularla dolmuştu. Ancak Stas’ın sorularına cevap vermeyeceği net bir şekilde belliydi. Buradan kurtulması gerekiyordu. Onun elinden hemen kurtulması gerekiyordu. Genç kız planlar kurmaya çalışırken omzunda asılı olan çantanın içindeki bıçağı hatırladı. Markete girmeden çantayı yanına aldığı için Tanrıya binlerce kez teşekkür etti.

Kafasını kaldırıp Stas’a baktı. Gözlerini yola dikmiş ifadesizce arabayı kullanıyordu. Rebekah elindeki kelepçenin demirini sıkıca tutup çantayı yavaşça kucağına çekti. Yan gözle baktığında memurun hala yola baktığını gördü. Uzun saçlarını yavaş hareketlerle öne çekip, memurun yüzünü görmesini engelledi. Çantanın fermuarını iki parmağıyla sıkıca tuttu. Adrenalin ve korkuyla bedeni titriyordu. Sakinleşmeliydi ancak sakinleşemeyecek kadar şaşkın ve korkmuştu. 

Çantanın içinden bıçağı polis fark etmeden alsa ne yapacağını bilmiyordu. Şuan ki adrenalinle korkusuz bir şekilde bıçağı adamın boğazına saplayabilir daha sonra da bir insanı öldürdüğü için rahatça delirebilirdi. Saçlarının arasından memura baktı. Bakışlarını Stas’dan ayırmadan yavaşça fermuarı itti. Ses çıkarmamak için fermuarı milim milim oynatıyordu. Çantanın ağzı iki elinin girebileceği şekilde açıldığında gözlerini kapatıp tuttuğu nefesini bıraktı.

’Az kaldı. Dayan Rebekah’ diye düşündü. Ellerini çantanın içine doğru uzatıyordu ki aracın ani bir frenle durmasıyla hızla öne savruldu. Tekrar geriye yaslanan Rebekah çevreye baktı. Arabanın önünde siyah bir araba vardı ve onun önünde baştan aşağıya siyah giyinmiş üç adam duruyordu. Üçü de garip tipli, uzun kaslı ve iri adamlardı. İnsanların karşılaştıkları an yollarını çevirecekleri tipteydiler.

Ortadaki siyah kısa saçlı ve uzun boyluydu. Siyah gömleğinin önü açıktı ve esen rüzgârın etkisiyle uçuşuyordu. Önü açık olan gömleği adamın kaslarla kaplı gövdesini gözler önüne seriyordu. Ellerini siyah pantolonunun cebine sokmuş üzerindeki kıyafetlerle aynı renk olan siyah gözlerini Rebekah’a dikmişti. Onun sağında duransa kıvırcık kahverengi saçlıydı. Yüzünde çarpık bir gülümseme, mavi gözlerinde eğlendiğini ifade eden neşeli bir bakış vardı. Tıpkı diğeri gibi siyah bir pantolon giymişti ve üzerinde vücudunu saran kısa kollu siyah tişört vardı. Bedenini saran tişört kaslarını gizlemek yerine daha belirgin kılmıştı.

Diğer tarafta olansa, en korkunç olanlarıydı. En azından Rebekah böyle düşünüyordu. Yüzündeki sabit ifade insanın bütün kanının çekilmesine yetecek kadar ürkütücüydü. Buz mavisi gözleri donuk gibiydi. Uzun ve simsiyah olan saçları dağınık bir şekilde rüzgârın etkisiyle uçuyordu. Dudağında ve burnunda piercing vardı. Üzerinde siyah pantolon ve bol siyah atlet vardı. Sol kolu tamamen dövmelerle kaplıydı. Sağ kolunda ise dövmeler aralıklarla yapılmıştı. Bol atletin açık yakasından görebildiği kadarıyla tam kalbinin üzerindeki bir şeyler yazıyordu ve yazının üzerinde pençe izine benzeyen bir başka dövme vardı. Diğer ikinsin yanında biraz daha zayıf ve kısa gibi dursa da sıradan bir erkeğe göre kaslı bir yapıya sahipti.

Rebekah sesli bir şekilde yutkundu. Bu adamlar kesinlikle manyak olmalıydı. Çünkü dışarıdaki dondurucu soğukta, üzerindeki kıyafetlerle üşümüş hatta donmuş olmaları gerekiyorken hiç etkilenmiyorlar gibi duruyordu. Ve keskin bakışları psikopat olduklarının kanıtıydı. Genç kız yanındaki polise baktı. Stas aracı durdurmuştu ve kıpırtısız bir şekilde öylece karşıya bakıyordu. Neden bir polis memuru onu kaçırmış olabilirdi ki? Böyle bir durumda güvenmesi gereken kişiler polisler olması gerekiyorken onlar tarafından kaçırılmıştı? Genç kızın bakışları karşıdaki hareketliliğe takıldı. Ortadaki adam hızlı adımlarla gelip onun tarafındaki kapıyı açtı ve Rebekah’ı dışarı çıkardı. Rebekah bileğini tutan elden kurtulmaya çalıştı.

''Bırak beni lanet herif. Ne istiyorsunuz benden.’’ Diye bağırdı. Endişe her yerini sarmıştı ve ne yapacağını bundan nasıl kurtulacağını bilemiyordu. O adamın elinde çırpınırken kıvırcık olan

''Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştim.’’ Dedi gülümseyerek. Dövmeli olan ona dönüp ters ters baktı.

''Bırak beni.’’ Diye bağırdı Rebekah tekrardan. Ayaklarını kara gömdü ve onu sürüklemesini engelledi.

''Sakin olur musun biraz. Amacımız sana zarar vermek değil.’’ Dedi Rebekah’nın kolunu tutan adam.

''Benimle dalga mı geçiyorsun sen göt oğlanı. Piç kurusu. Bırak beni dedim sana.’’ Rebekah’nın sözleri üzerine kıvırcık saçlı olan kahkahalarla gülmeye başladı. Rebekah’nın kolunu tutansa homurdandı ve genç kız çırpınmaya devam ederken karşısına geçip gözlerini gözlerine dikti. Siyah gözleri birden sarıya dönüp parlarken ''Kıpırdama.’’ Dedi ve Rebekah’nın bütün vücudu dondu. Kaslarının hiçbirini kıpırdatamıyordu. Sadece gözlerini oynatabiliyordu. Parmağını bile kıpırdatamazken beyni çığlık çığlığa kaçmasını söylüyordu. Kalbi biraz daha böyle atmaya devam ederse derisini yırtıp dışarı fırlayacaktı. Gözleri... Gözleri tıpkı o gördüğü yaratık gibiydi.

Kaçmalıydı. Hemen bunların elinden kurtulmalıydı ama hareket edemiyorken nasıl kaçacaktı. Kelepçe nedeniyle kolunda sallanan çantaya göz ucuyla baktı. Bıçağa ulaşma imkânı yoktu. Bunu nasıl yapabilmişti? Neden hareket edemiyordu? Rebekah beyniyle tartışmaya girmişken adamın gözleri tekrar siyaha döndü ve bakışlarını satanist görünüşlü adama çevirdi.

''Caleb polisin hafızasını sil. Hemen yola çıkıyoruz.’’ Sonra tekrar Rebekah’a dönüp tek hamlede onu omzuna attı ve aracın arka koltuğuna yerleştirdi. Rebekah kafasını oynatamadığı için net bir şekilde onları göremiyordu ama göz ucuyla satanist kılıklı, -adı Caleb olanın- polis memuruna bakarak bir şeyler söylediğini gördü. Sonra Rebekah’nın ona baktığını anlamışçasına sarıgözlerini ona çevirdi. Yavaş adımlarla arabaya yaklaşıp yüzünü Rebekah’nın yüzüne yaklaştırdı ve tek bir kelime söyledi.

''Uyu.

Ve Rebekah da öyle yaptı…

***

Caleb, genç kızın gözlerini birden kapatmasıyla öne doğru düşen bedenini yakaladı ve arka koltuğa yatırdı.

''Ellerindeki kelepçeleri aç.’’ Arkasına dönerek Parker’a seslendi. Parker sanki her gün yaptığı sıradan işlerden biriymiş gibi ıslık öttürerek arabanın etrafından dolanıp Rebekah’nın bileğindeki kelepçeleri çıkarttı. O sırada ona dik dik bakan Caleb’a baktı sırıtarak.

''Ne var?’’ 

''Şuanda her an vampirlerin saldırısına uğrayabileceğimizin farkındasın dimi. Biz ses yapmamak için elimizden geleni yapıyoruz senin bir şarkı söylemediğin kaldı.’’ Dedi kaşlarını çatarak.

''Biraz rahatla. Alt tarafı birkaç sülükle uğraşırız o kadar. Her zaman dünyaya kaşlarını çatmak zorunda değilsin. Gülümse biraz.’’ Caleb dişlerini sıkarak arabanın etrafından dolandı ve ön koltuğa geçip oturdu. Bazen –çoğunlukla- Parker’ı kıvırcık saçlarından tutup sürükleyerek vampir ordusunun ortasına atmak istiyordu. O zamanda böyle gülümseyebilecek miydi?

Gözleriyle etrafı taradı. Dün gece güzel bir plan yapmışlardı. Direkt olarak kızı evinden kaçıramazlardı. O zaman vampirler kokularından, Rebekah’ı kurtadamların kaçırdığını anlarlardı. Bunun için farklı bir plan yapmışlardı. Kızın bu sabah evden çıkacağını biliyorlardı. Sabahın erken saatlerinde şehre giden yolları kapatmak için birkaç ağacı devirmek onu oyalamak için yeterliydi. Daha sonra devreye etki altına aldıkları polisler Henry ve Stas girecekti. Diğeri işlerini zorlaştırsa da Stas, Jack’den kurtulmayı başarmıştı. Plana uygun hareket ederek Rebekah’ı marketten kaçıracak ve özel zırhlı araçla kurtların bölgesine getireceklerdi. Zırh sayesinde kızın kokusunu vampirler takip edemeyecekti. Caleb yinede planın bu kadar kusursuz işlemesinden hoşnut değildi. Her an saldırıya uğrayacaklarını düşünerek tetikte bekliyordu.

''Hemen yola çıkıp kaleye dönmeliyiz. Etraf temiz gözüküyor. Ama yinede temkinli olalım.’’ Dedi o sırada sürücü koltuğuna yerleşen James. Parker da Rebekah’nın kafasını kaldırıp koltuğa yerleşti ve kızın kafasını bacaklarına koydu. James aracı hızlı bir şekilde kullanmaya başlarken Parker Rebekah’ı inceledi. Kaşlarını çatarak aynadan James’e baktı.

''Sizce vampirler bu kızları neden arıyordu?’’ James de aynadan Parker’a baktı.

''Bilmiyorum ama her ne arıyorlarsa bence buldular. Çünkü bu kız hala hayatta.’’

''İçimden bir ses yakında büyük bir savaş olacağını söylüyor.’’ Diye araya girdi Caleb.

''İşte etrafına mutluluk saçan iyilik meleği yine konuştu.’’ Dedi Parker sırıtarak. Ama içten içe o da yakında büyük bir savaşın onları beklediğini hissediyordu. Bakışları yanında uyuyan kıza çevrildi.

''Ve her şeyin ortasında bu kızı olacak.’’

***

Cam kenarında oturan Helena aralıktan gelen esintiyle gözlerini yumdu. Rüzgârın uğultusunu özlemişti. Güneşin yakıcılığını, kuşların neşe içinde öten seslerini dinlemeyi. Ormanı, askerlerini, evini özlemişti. En önemlisi de minik kızını özlemişti. 

Yıllardır Vampir Kral Marcus’un tutsağıydı. O kadar uzun zamandır bu demir parmakların arasındaydı ki artık hücresindeki her taşın şeklini ezberlemişti. Böceklerin yuvalarının neresi olduğu, farenin geceleri nereden içeriye girdiğini biliyordu. Aradan geçen 118 yıl sonra artık hücrenin kasveti, karanlığı ve rutubeti onu rahatsız etmiyordu. Yıllar boyunca yaptığı tek şey oturmaktı. Rüzgarın, doğanın ve günde sadece 1 saat hücrenin içine vuran güneşin tadını çıkartmak için hep camın kenarında oturuyordu. 

Yıllar önce Marcus kiliseye, o kadar kalabalık bir orduyla gelmişti ki Helena ve az sayıda askerden oluşan ordusu kazanamamıştı. Ordusundan sadece kız kardeşi Anna ve onunla birlikte 2 kişi kaçabilmişti. Onların da evlerine dönebildiklerinden emin değildi. Çünkü Kral peşlerinden vampirleri yollamıştı. Kendi ordusundaki diğer kadın savaşçılar ölmüş, Helena da Kral’ın tutsağı olmuştu.

Vampirler Helena’nın askerlerine, onun gözünün önünde türlü işkenceler yapmış ve hepsinin kanını içerek bedenlerini kurutmuşlardı. Ne zaman gözlerini kapatsa onları görüyordu. Çığlıkları hiçbir zaman kulaklarından silinmiyordu. O gün kaçmayı başaran kardeşi ve diğer iki savaşçı kurtulmuş olsalar bile Helena artık onların öldüğünü biliyordu. Kardeşi ve bütün ordusunun öldüğünü biliyordu. Helena dışında hiçbirisi uzun yaşayamazdı. Bu güce, uzun yaşama sadece Helena sahipti. Bir daha kardeşini asla göremeyecekti. Ama en azından Helena onun hayatını güzel bir şekilde yaşamış olmasını umuyordu. Tahta geçip halkını yönetmiş ve zamanı geldiğinde tahta çıkacak bir başka varis bırakmış olmasını umuyordu.

Helena uzun bir hayat yaşayabilirdi. Geç yaşlanıyordu. Diğer Amazon Kadınlarından farklıydı. Bunu önceleri bir hediye olarak görse de şimdi bir lanet olduğunu düşünüyordu. Çünkü yaşadığı hayat boyunca sürekli acı çekecekti. Kocası, kızı, kardeşi ve halkı için… Hepsinin acısı Helena ile birlikte yaşayacaktı. Kralın tutsağı olduğundan beri işkenceler görmüş, aç bırakılmış, dövülmüştü. Ama bunların hiçbirisi diğer acının önüne geçemezdi. Tam yüzyıldır kızının yerini söyletmek için işkenceler görmüştü. Ancak her şeye rağmen kızının yerini söylememişti. Nasıl söyleyebilirdi ki?

Askerleri ölmüştü. Helena da belki de ölecekti ama bu dünyadan gitmeden önce intikamını alacaktı. Onu kızından ayırdıkları için, hayatını mahvettikleri için, sevdiği adamdan ayırdıkları ve askerlerini öldürdükleri için… Hepsinin intikamını alıp öyle ölecekti. Ancak o zaman huzur içinde mezarında uyuyabilirdi. Çektiği bütün acıların bedelini onlara ödetecekti.

Şimdi en büyük acısı ise kızına bu kadar yakınken onu görememekti. Onu o kadar merak ediyordu ki. Artık 18 yaşında olduğunu biliyordu. Uyuduğu 100 yılı da sayarsa gerçekte kızı Diana 118 yaşındaydı. Ama o bunu bilmiyordu. Gerçekte ne olduğunu kendi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Helena her şeyiyle onu merak ediyordu. Yıllar önce ona kilise de Diana adını koymuştu. Ancak Marcus’un ondan bahsederken Rebekah dediğini duymuştu. Evlatlık alan aile ona bu ismi koymuş olmalıydı. Ancak Helena için o Diana’ydı. Diana gerçekten de Marcus’un dediği gibi Helena’ya mı benziyordu? Hüzünle gülümseyerek, gözünden düşen yaşı elinin tersiyle sildi. Onu koruyamamaktan çok korkuyordu. Kral artık onun Helena’nın kızı olduğunu biliyordu. Diana’yı saklamak için elinden geleni yapmıştı ama başarısız olmuştu. 

Marcus,Klotho’nun büyüsünün azaldığını söylemişti. Klotho onu sadece 18 yaşına gelene kadar koruyabilirdi. Ve Helena’nın hesaplamalarına göre Diana 18’ini 4 ay önce doldurmuştu. Muhtemelen onu koruyan büyü yok olmak üzereydi. Tıpkı Marcus’un dediği gibi canavarların içinde tek başına yürüyordu. Diana’nın bir an önce Klotho ya da babasını bulması gerekiyordu. Klotho’yu bulmalı ve kendi hakkındaki gerçeği, güçlerini, kim ve ne olduğunu öğrenmeliydi. Kehanet gerçekleşene kadar güvende ve güçlü olmalıydı. Yoksa her şey sona erecekti.

Dışarı da güneş ışınları yeryüzüne yeni düşüyordu. Bu lanet şehri hiçbir şey ısıtamaz diye düşündü. Kardan nefret ediyordu. Kar onun için sadece ölüm ve acı demekti. Tutsak edildiği odanın camından bakarken birden sağ elindeki kesik yanmaya başladı. Acıyla haykırarak, dizlerinin üzerine düştü. Yerde sırt üstü yuvarlandı. Vampirlerin sesini duymaması için dudaklarını birbirine bastırdı. Nefes alıp verişleri hızlanırken acı biraz sonra birden dindi.

Yattığı yerden kalkan Helena sağ elini kaldırıp baktı. Kesik izi kızarmıştı. Dudakları önce hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı ve ardından dudaklarından kahkahalar döküldü. Kapının önünde nöbet tutan vampirlerin odanın içine girdiğini hissedebiliyordu. Onlara aldırış etmeden ayağa kalkıp cama yöneldi ve bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Gülümseyen dudaklarından fısıltı halinde bir cümle döküldü.

''Sonunda kızım güçlerine kavuşuyor...''

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin