BÖLÜM 31

48.3K 2.4K 16
                                    

...HADES...

Ağaçların arasına saklanan Maxwell sessizce avını izliyordu. Bir baba ve beş ya da altı yaşlarındaki minik oğlu el ele tutuşmuş, ormanda ona doğru yaklaşıyorlardı. İkisi de tehlikeden habersizdi. Minik çocuk zıplayarak yürüyor bir yandan da tekerlemeler söylüyordu. Babası ise gülümseyerek oğlunun ezberlediği tekerlemeyi dinliyordu. Açlıktan boğazı yanan Maxwell'in gözleri kırmızıya döndü. İçindeki şeytan yine fısıldamaya başlamıştı.

'Saldır! Saldır!' 

Ağacın dalında öne doğru eğildi. Baba ve oğul tam altına geldiğinde üzerlerine atlamak için harekete geçiyordu ki hiç beklemediği bir şey oldu. Minik çocuk tekerlemeyi bitirdi ve babası kahkahalarla gülerek onu kucağına alıp sıkıca sarıldı. Çocuk babasına sarılırken adam onun kafasını okşayarak ''Aferin sana evlat. Harika bir iş başardın. Bütün tekerlemeyi ezberledin. Şimdi ne istersin söyle bakalım.'' dedi.

Dişlerini sıkan Maxwell kalbindeki sızıyı göz ardı etmeye çalıştı. Ancak acı o kadar büyüktü ki artık bunda başarılı olamıyordu. Üç yüzyıllık yaşamı boyunca bunu hep yapmıştı. Artık yapamıyordu. Çünkü içindeki yara gün geçtikçe daha da büyümüş artık iyileşemeyecek dereceye gelmişti. 

''Bisiklet! Bisiklet istiyorum baba.'' diye bağırdı minik çocuk mutlulukta. ''Hadi o zaman gidip anneni de alalım. Sonra bisiklet almaya gidiyoruz.'' dedi adam ve minik çocuğu yere indirdi. 

''Seni seviyorum baba!'' diye bağıran çocuk babasının bacaklarına sarıldı. Yüzüne sıcak bir gülümseme yayılan adam ise eğilerek oğlunun başını okşadı. ''Bende seni seviyorum ufaklık.''

Hırıltılarla nefes alan Maxwell daha fazla buna katlanamadı. Karşıdaki ağaca atlayarak ormanın içinde hızla koşmaya başladı. Rusya'nın karlı tepelerine varana kadar durmadı. En sonunda tepeye vardığında tüm gücüyle haykırdı. Sesi tepelerde yankılanarak ona geri döndü. Derin nefesler alıp veriyordu. Kendini ne kadar sakinleştirmeye çalışsa da başarısızdı. birden tüm gücü tükenmişçesine yere dizlerinin üzerine çöktü.

Artık yorulmuştu. Hayatından, kendinden, her şeyden nefret ediyordu. amaçsızca sadece babasından ve Kirke'den aldığı emirleri yerine getiriyordu. Tıpkı bir kukla gibiydi. Onun görüşlerinin bir önemi yoktu. Ne düşündüğünün ne istediğinin onunla ilgili hiçbir şeyin bir önemi yoktu. O bir hiçti. 

Yüzyıllar önce sıcak güzel denebilecek bir aileye sahipti. Onu çok seven bir annesi ve kardeşleri vardı. Babası Marcus her şimdi nasılsa o zamanlarda öyleydi. Ne Maxwell'i ne de kardeşlerini hiçbir zaman sevmemişti. Her zaman hırslıydı ve güç peşindeydi. Ailesine önem vermeyen bir babaydı. Bazen gider aylarca geri dönmezdi. Nerede olduğunu nereye gittiğini zavallı annesi bile bilmezdi. Ancak buna rağmen hayat o zamanlar Maxwell için güzeldi. Annesi ve kardeşlerinin sevgisi ona yetiyordu. Marcus o zamanlar kasabanın en zenginlerindendi. Ama parayı sadece kendi kullanırdı. Kardeşleri, annesi ve Maxwell çoğu zaman aç olarak gezerdi. Çünkü Marcus eviyle hiç ilgilenmezdi. Babasından yediği dayaklar Maxwell'in canını acıtıyordu ama bunu belli etmiyordu. Aç kaldığı günler onun içi önemli değildi. Anne ve kardeşlerinin sağlıklı ve iyi olması ona yeterdi. Tek istediği şey mutlu bir aileye sahip olmaktı. Ancak her şey o gelince değişti. Kirke!

Marcus sık sık yaptığı gibi gitmişti. Maxwell annesi ve kardeşlerine bakmak için bütün gün çalışıyordu. Annesi vereme yakalanınca işler onun için daha da kötüye gitmeye başlamıştı. Kısa sürede annesini kaybetmişti. Annesini kaybetmesinin ardından kız ve erkek kardeşini de aynı hastalıktan kaybetmişti. Artık tek başınaydı. ailesinin gözlerinin önünde yavaşça eriyip gidişini izlemiş hiçbir şey yapamamıştı. tüm bu süreçte Marcus onun yanında değildi. Nerede olduğunu bile bilmiyordu. 
ailesinin kaybının ardından kendini kaybeden Maxwell delirmek üzereydi. Onları o kadar çok seviyorken hepsini kaybetmek bütün dünyasını alt üst etmişti. Artık tek başına kaldığı gerçeğiyle yüzleşmek istemiyordu. Tam da o sırada Marcus yanında Kirke ile birlikte geri dönmüştü. Olanları duyunca Marcus hiç üzülmemişti. Karısının ve çocuklarının ölümünü hiç umursamamıştı. Maxwell, ne kadar kötü de olsa babasının bunu duyunca üzüleceğini düşünmüştü. Ama yanılmıştı. Babası daha farklı gözüküyordu. Ondaki gariplik genç adamı ürkütmüştü. Ardından neler olduğunu öğrendi. 

Kirke Marcus'daki hırs ve zalimliği görünce onun yeni deneyi için kusursuz olduğunu anlamıştı. Artemis ve tüm Olimposa saldırmak için yeni bir ordu yaratıyordu. Ve Marcus bunun için harikaydı. Babasına olanları gören Maxwell korkmuştu. ailesinin kaybının ardından kendini kaybetmişti. Bunun ardından babasının dönüştüğü yaratık onu deliliğin sınırlarında gezdiriyordu. Maxwell'deki gücü hisseden Kirke ise hiç düşünmeden genç adamı vampire dönüştürmüştü. 

Gözlerini ikinci kez dünyaya açan Maxwell artık kendini daha farklı hissediyordu. Güçlüydü. Üstündü. Her şeyi yapabilirdi. Ancak bunu yapmak istemiyordu. Kirke'ye onu insana dönüştürmesi için yalvardı. Bu durum zaten oğlunu sevmeyen Marcus için utanç kaynağıydı. Kirke onu dönüştürmeyince pes etmeyen Maxwell günlerce, haftalarca beslenmedi. İnsanlara zarar verme düşüncesine bile katlanamıyordu. En son çareyi kendini öldürmekte aradı. Ama hiçbir şekilde ölmedi. Yeni soğuk bedeni hiçbir şekilde ölmüyordu. 

Oğlunun utanç kaynağı olduğunun düşünen Marcus ise onu öldürmek istiyordu. Ama Kirke buna izin vermiyordu. Çünkü tanrıça Maxwell'in içindeki gücün farkındaydı. Babasından bile daha güçlü, akıllı ve kurnaz olduğunu görebiliyordu. Bu nedenle onu karanlık bir mahzene kapattı.. Maxwell gibi birini kaybetmeyi göze alamazdı. Onun gibi güçlü vampirlere ihtiyacı vardı. Dört yüz yıl mahzende kapalı kalan Maxwell sonunda içindeki tüm iyiliği kaybetti. Kafese tıkılmış panter gibiydi. Açlık onu kör etmişti. İstediği tek şey yakalamak ve öldürmekti. Kan istiyordu. Geçmişin onun için bir önemi yoktu. Artık çok güçlüydü. Her şeyi yapabilirdi insanlarda üstündü. 

Maxwell'in değişimini gören beyaz kahin sonunda onu serbest bıraktı. Maxwell o gün bütün geçmişini yok etmişti. Artık o eski basit ve güçsüz Maxwell değildi. Yeniden doğmuştu. O günü hayatının ilk günü olarak kabul etti. Yaşadığı karanlık dört yüzyılı tamamen yok saydı. Ama içinde hala var olan sevgisiz minik Maxwell'den habersizdi. O minik Maxwell zamanla büyüdü. Saldırdı, avladı, yok etti. Ancak ne yaparsa yapsın hiçbir zaman babasının gözünde değeri artmadı. O minik çocuğun sevgi açlığı zamanla büyü, büyüdü ve sonunda kocaman bir tepe gibi oldu. İstediği tek şey sevilmekti, ailesinin olmasıydı. Çevresinde onu seven kişilerin olmasıydı. İnsanları avlamaktan yorulmuştu. Onlara zarar vermek istemiyordu. Ancak içindeki şeytan saldırması için her gün her saniye zihnini kemiriyordu. Marcus ve Kirke'nin kuklası olmaktan yorulmuştu. Soğuk hiçbir şey hissetmeyen bedeninden nefret ediyordu.Güneşi teninde hissetmek sıcaklığını hissetmek istiyordu. Sıradan bir insan olarak yaşamak istiyordu. Kirke'nin bitmek bilmeyen Rebekah planlarından yorulmuştu. Ona zarar vermek bile istemiyordu. Ama aldığı emirleri yerine getirmek zorundaydı. 

Yüzyıllardır sayamadığı kadar çok kadınla birlikte olmuştu. Hiçbirinin sevgisini hissetmemişti. Hiçbir zaman sevilmemişti. Kimse gerçek Maxwell'i tanımıyordu. O Maxwell Gregori'ydi. Annesi ve iki küçük kardeşinin ölümüne şahit olmuş minik bir çocuktu. Babasından dayak yiyen, aç bırakılan bir çocuktu. Gerçekte yedi yüz yaşında olmasına rağmen hayatının, karanlık mahzende geçen korkunç dört yüzyılını hatırlamamak için oradan kurtulduğu günü yeniden doğduğu gün olarak kabul eden Maxwell'di. En önemlisi ise içinde sevgiye aç minik bir çocuk taşıyan korkunç bir yaratıktı.

Hiçbir amacı olmamasından yorulmuştu. Babasının saygı ve sevgisini kazanmak için uğraşmaktan yorulmuştu. Artık kukla değildi. O adamın sevgisine ihtiyacı yoktu. Kirke'ye ihtiyacı yoktu. 

Önüne düşürdüğü başını kaldıran Maxwell karlı tepelere bakarken uzun zaman sonra ilk kez gerçekten gülümsedi. Artık ne yapacağını biliyordu. Yeni bir amacı ve hedefi vardı. Bunun için önce Rebekah'ı bulması gerekiyordu.

...

Bacağını aralıksız sallayan Vincent elindeki bardaktan büyük bir yudum aldı. Yakıcı soğuk sıvı boğazından akıp giderken kesik kesik nefesler alıyordu. Rebekah hala dönmemişti. Dün gidişinin ardından her yerde onu aramışlardı. Sonrasında Ares'in yanına olduğunu öğrenmişti. ama bu onu rahatlatmamıştı. Çünkü dün gece kızı savaş tanrısıyla birlikte ıssız bir yerde baş başaydı. Neredeyse güneş doğmak üzereydi. Oysa ki Rebekah ve Ares hala ortalıkta yoktu. Rebekah'nın tanrıça Artemis olması bir şeyi değiştirmiyordu. O Vincent'ın kızıydı. Ve tanrıça da olsa ondan izin alması gerekirdi. 

gözlerini kapatan Vincent burun kemerini tuttu. Dün Hekate'nin aniden ortaya çıkışının üzerine hiç uyumamıştı. Duydukları ve öğrendikleri onu yorgun düşürmüştü. Ne yapacağını bilmiyordu. Helena'yı kurtarmanın bir yolu vardı. Ancak bu kızı için çok tehlikeliydi. Vincent kızı ve eşi arasında seçim yapmak zorunda kalmıştı. Ve bu onu mahvediyordu. Liam, Josh ve Maggie'i Rusya'ya geri göndermişti. Üç kurtadam bu sabah erkenden yola çıkmışlardı. Vincent'ın Lucien'a ihtiyacı vardı. Kuzeni bu akşam Yunanistan'a gelecekti. Rusya'daki kale ise Vincent'ın Liam'a verdiği talimatlar ile yönetilecekti. 

Felicia Rebekah ile birlikte ortalarda yoktu. Ve bu Vincent'ı rahatlatan tek şeydi. Felicia'nın Ares ve Rebekah ile birlikte olması içindeki yeni oluşan ve fazla kıskanç baba tarafını rahatlatıyordu. James ve Trent sürekli adanın çevresinde nöbet tutuyorlardı. Caleb ise Vincent'ın verdiği emirle Yunanistan da ki kaleye gitmişti. Oradaki alfayı kurtları hazırlaması ve diğer bütün alfaları harekete geçirmesi için uyaracaktı. 

Her şey yeterince karışık değilmiş gibi her geçen saniye olaylar daha da karışıyordu. Jordan hamileydi. Uzun zamandır onu tanıyordu. En iyi askerlerinden biriydi ve Caleb ile birlikte bütün orduyu yönetiyorlardı. Vincent bir süre sonra onu kendi kızı gibi görmüştü. Hamile olduğu için mutluydu ancak bu onu korumasız duruma sokuyordu. Kurtların hamileliği en fazla beş hafta sürüyordu. Ve Jordan şimdiden ilk haftayı doldurmuştu. Kurt bebekleri çok güçlü olduğu için hamileliğin ilk haftası annenin neredeyse tüm gücünü tüketirlerdi. İkinci haftadan itibaren annenin karnında hızla büyümeye başlar ve kısa sürede gelişimini tamamlardı. 

Bebeğin ne zaman doğacağı anne ve babanın ne kadar güçlü olduklarına bağlıydı. Vincent bir buçuk haftada gelişimini tamamlamış ve doğmuştu. Baş alfanın soyundan geldiğini için çok güçlüydü. Parker sürüdeki en güçlü kurtlardan biri olduğu için onu omegası olarak seçmişti. Jordan da en güçlü askerlerden biri olduğu için tüm sürünün baş komutanı olmuştu. İkisi de çok güçlüydü. Bu nedenle doğum birkaç gün içinde bile gerçekleşebilirdi. Dün Hekate Jordan'ın hamile olduğunu söylediğinde genç kurdun karnı dümdüzdü. hiçbir şey belli olmuyordu. Bu sabah uyandıklarında ise Jordan'ın karnı birden şişmişti. Hekate bebeğin normal insanların hamileliğine göre dördüncü aydaki gelişimini tamamladığını söylemişti. Bebek bir günde dört aylık gelişimini tamamladıysa gerçekten de güçlüydü. Bu durum Jordan'ın daha fazla güç kaybetmesine neden oluyordu. Bir de bebekler ikiz olunca iş onun için daha zordu.

''Baba?'' Vincent duyduğu sesle hızla yerinden kalkıp arkasını döndü. Rebekah kapının önünde duruyordu. Ares ise onun hemen arkasındaydı. Korumacı bir şekilde kolunu genç kızın beline dolamıştı. Onları birden karşısında gören Vincent kızgınlık ve şaşkınlıktan dolayı konuşamadı. Rebekah'a dünün hesabını sormak üzereydi ki ondan önce Ares konuştu. ''Diğerleri nerede?''

Kaşlarını çayan Vincent kızgınlığını gizlemek için üzerindeki siyah gömleği düzeltti. Hekate, Klotho ve Caroline ile birlikte seradalar. Apollon, Eos ve Athena ise Hades'in yanına gittiler.''

''Hekate buraya mı geldi? Diğerleri neden Hades'in yanında? Kötü bir şey dönüyor yine!'' dedi genç kız. Bir gün ortadan kaybolmuştu ve yine her şey karışmıştı.

''Hekate'nin, annen için bazı planları var. Onu bulabiliriz. Ama ortada kesin bir şey yok. Bu nedenle kardeşlerin ve Athena, Hades'in yanına gitti. Ona sormamız gerek bazı şeyler var.'' 

Rebekah'nın bütün bedeni gerildi. Annesini bulabilecekti. Ama kötü ve zor yollardan olacağını anlamıştı. Hades ve Hekate işin içindeydi. Hekate'nin bulduğu yol neydi ki Hades'i devreye sokuyorlardı? Durum ciddiyetini Ares de anlamıştı. Genç kızın belini saran kolu gerilmişti.

''Nasıl? Onu nasıl bulabiliriz? Hades'le ne ilgili var bunun?'' diye sordu Rebekah. Vincent derin bir iç çekti. Rebekah onun gözlerinin altındaki koyu halkaların farkındaydı. Durum her ne ise babasını uykusuz bırakacak kadar ciddi ve kötü olmalıydı.

''Bunu Hekate'den dinlemeniz daha doğru. Onunla konuşmadan önce Jordan'ı ziyaret etsen iyi olur. Sana ihtiyacı var.''

''Ne demek ihtiyacı var? Lanet olsun sadece bir gün burada değildim neler oldu?'' dedi öne doğru bir adım atarak.

''Ciddi ve kötü bir şey değil. Sadece onu yanına git.'' dedi Vincent. Yüzünde sıcak ve yorgun bir gülümseme oluştu. Ares'in kolundan sıyrılan genç kız hızla üst kata çıkan merdivenleri tırmandı. Odanın önüne gelince kapıyı savurarak açtı.

''Siktir!'' hızla ayağa kalkan Parker korumacı bir şekilde Jordan'ın ve Rebekah'nın arasına girdi. İçeriye girenin Rebekah olduğunu görünce küfür savurarak elini saçlarının arasına soktu ve tuttuğu nefesi bıraktı.

''Lanet olsun! altıma sıçıyorum!'' diye söylendi. Onu umursamayan Rebekah Parker'ın omzunun üzerinden Jordan'ı görmeyi çalışıyordu.

''Çekil önümden Parker! Jordan'ın neyi var? İyi mi?'' diye sordu. 

''Harika ötesiyim.'' Yataktan gelen cılız ses ile Rebekah'nın kalbi kulaklarında atmaya başladı. endişeden kocaman açılmış gözlerle Parker'a döndü. Ama kıvırcık kurt adam gülümsüyordu. Tıpkı eskisi gibi gülümsüyordu. Mavi gözleri mutlulukla parlıyordu. Bu kez şaşkına dönen genç kız kaşlarını çattı. Odada ki garip titreşimi o an hissetti. Güç o kadar belirtisizdi ki bir belli oluyor bir kayboluyordu. İç güdüsel olarak tanrı yanı devreye girdi. Bu titreşimi daha önce Jordan'ın yanındayken bir kez daha hissetmişti. Ama ne olduğunu hakkında hiçbir fikri yoktu. Daha fazla dayanamayan genç kız Parker'ı hızla önünden itti.

''Neler olu-'' cümlesini tamamlayamayan Rebekah'nın ağzı açık kaldı ve ''Hera aşkına!'' diye soludu.

Yatakta yatan Jordan'ın teni bembeyazdı. Gözlerinin altı ise kapkara halkalarla doluydu. Önceki haline göre zayıflamıştı ve yanakları içeri çökmüştü. Buna rağmen yüzünde sıcak bir gülümseme vardı ve bir eliyle şişkin karnını okşuyordu. ''Merhaba tanrıçam! yeni kurtlarınla tanışma vakti.'' 
Elleriyle ağzını kapatan Rebekah şaşkınlıkla gülümsedi. Onun iyileşemeyeceğini sanmıştı.Oysaki Jordan hamileydi. ''Bu. Nasıl?'' dedi şaşkınlıkla. Birden sıcak bir kol omzuna dolandı.

''Bebeğin nasıl yapıldığını sormuyorsundur umarım. Eğer soruyorsan da zevkle anlatırım. Bildiğin üzere biz Jordan'la çok fazla neredeyse her gün, günde birkaç kez sev-

''Lanet olsun kıvırcık kafa kapa çeneni!'' dedi Rebekah Parker'ın sözünü keserek ve dönüp ona sıkıca sarıldı. ''Baba oluyorsun inanamıyorum!'' dedi sevinçle. Parker da genç kıza sıkıca sarıldı.

''Evet. Bir taşla iki kuş vurdum.'' dedi. sonra geri çekilip düşünceli bir ifadeyle kaşlarını çattı. ''Hayır bir spermle iki yumurta vurdum galiba.'' Jordan gülerken Rebekah suratını buruşturdu.

''Sen ne saçmalıyorsun?''

''İkizlerimiz oluyor. Biri kız biri erkek.'' Jordan'ın sözleriyle ikinci kez şok geçiren Rebekah şaşkın bakışlarla Jordan'a döndü.

''Başka bir şey varsa şimdi söyleseniz iyi olur yoksa düşüp bayılacağım!'' dedi ve yatağa ilerleyip Jordan'a sıkıca sarıldı. ''İkinizi de tebrik ederim. Bu şimdiye kadar aldığım en harika haber.'' 

''Teşekkür ederim.'' dedi Jordan. Rebekah geri çekilip genç kızın suratını inceledi. Parker Jordan'ın diğer tarafına otururken ''Böyle olması normal öyle değil mi? Yani solgun olman? Zayıflamışsın?''

''Yediklerinin neredeyse tamamını bebekler tükettiği için zayıfladı ama böyle olması normal. Kurt bebekleri çok hızlı geliştiği için annenin tüm gücünü tüketiyorlar. Bir gecede dört aylık gelişimlerini tamamladılar. Bu da bebeklerin ne kadar güçlü olduğunun göstergesi. Bebekler ve Jordan gayet iyi.''

Genç kız Jordan'ın eğitimleri sırasında okuduğu kitaplardan hamilelik döneminin nasıl geçtiğini biliyordu. Bebek ne kadar erken doğarsa o kadar güçlü bir kurt oluyordu. ''Bunu duyduğuma sevindim. Artık sana daha iyi bakmamız gerek. Peki isim düşündünüz mü?'' diye sordu. Jordan ve Parker birbirlerine sevgiyle bakıp gülümsediler. Parker eğilip Jordan'ın dudaklarına tutkulu bir öpücük kondurdu. Ardından Rebekah'a döndü. ''Evet seçtik. Kızımızın adı Reyna. Oğlumuzun adı ise Owen.'' 

Gülümseyen genç kızın içindeki mutluluğun tarifi imkansızdı. Bebekler cehennemin ortasında doğacak olsa da onlara asla zarar gelmeyeceğini biliyordu. Çünkü onları koruyacak tanrılar tanrıçalar ve büyük bir kurt sürüsü vardı. Elini kaldırarak Jordan'ın şişkin karnına koydu. ''Reyna ve Owen ha? Bunları sevdim.'' 

Elinin altındaki kıpırtıyla genç kız kıkırdadı. Onları hissedebiliyordu. İçlerindeki kurt Rebekah'a sesleniyordu. bebeklerle arasındaki bağı hisseden genç kız gözlerini kapattı. Odaya girince hissettiği güç buydu. Bebekler onu çağırıyordu. Aralarında bağ Rebekah'a her şeyi söylüyordu. Ama Rebekah güçlerini yeni öğrendiği için bunu fark edememişti. Şimdi ikisini de çok iyi hissediyordu.

''Onları hissedebiliyorum. Gerçektende çok güçlüler.'' dedi. Gözlerini açtı. Diğer elini Jordan'ın karnına koydu. ''Reyna tam olarak burada. Owen ise burada.'' dedi gülümseyerek ve bebeklerin yerlerini gösterdi. 

Parker öne eğilerek Jordan'ın kazağını sıyırdı. Kafasını Jordan'ın karnına sürterek ''Benim bebeklerim nasılmış? Owen adamım şimdiden seninle diğer erkekler konusunda konuşmalıyız. Kız kardeşinin etrafında bir tanesini bil barındırmaya niyetim yok. Sana gelince. Çok şanslısın. Yakışıklı ve çapkın bir baban var. Sana nasıl kız tavlanır öğreteceğim.'' dedi ve agucuk gibi sesler çıkartarak onlarla konuşmaya devam etti. Jordan ve Rebekah kahkahalarla gülüyorlardı. 

...

''Siktir'' Homurdanan Trent'e omzunun üzerinden bakan James başını inanamazmış gibi iki yana salladı. Siyah tişörtü kafasından geçirdi. 

''Bir dahaki sefere bana kafa tutma çaylak!'' 
Suratını buruşturan Trent topallayarak James'ın yanına yaklaştı. ''Ben çaylak değilim. Sürüdeki en iyi askerlerden biriyim. Bunu sende biliyorsun. Ama sana kafa tutmakta hata yaptığımı biliyorum. Sonuçta sen betasın. En hızlımız sensin.'' dedi. 

''Betaya ancak senin gibi salaklar kafa tutar.'' duydukları sesle ikisi de kafalarını ormanın girişine çevirdi. Felicia ağaca yaslanmış onları izliyordu. Duruşundan uzun bir süre orada olduğu belliydi. Yani James ve Trent'i dönüşümden sonra çıplak gördüğü anlamına geliyordu.

''Evet. Sarı bela yine ortaya çıktı!'' dedi Trent. 

''Yokluğumda beni özlediğini biliyorum canım. Söylesene Caroline sen ve beni biliyor mu yani bir zamanlar yattığımızı. Tek gecelikte olsa geçmiş sonuçta.'' dedi Trent'i kızdırmak için. 

Trent hırlayarak öne atıldı. ''Seninle hiç birlikte olmadık Felicia! Bunu hep istediğini biliyorum ama ben senin gibi herkesle yatmam kriterlerim var. Ne yazık ki sen o kriterlere hiç uymadın. Şimdi git ve kendini becerecek birini bul!'' Felicia kırılsa da bunu belli etmedi. Yüzündeki sahte gülümsemeyi sabit tuttu. Rebekah ve Ares onu almaya geldiğinde onu ağlarken yakaladıkları için öfkeliydi ve öfkesini birinden çıkartması gerekiyordu. Daniel'in yokluğuna alışması imkansızdı. Sanki her şey kötü bir kabus gibi geliyordu ona. Uyanacak ve kendini Daniel'in kolları arasında bulacaktı. Eski Felicia olarak görecekti kendini. Şimdiki fahişe, kendini herkesten saklayan Felicia'yı değil. 

Trent'in sözleri üzerine James onun kafasına sertçe vurdu. Trent öne sendelerken ''Hey'' diye haykırdı.

''Göt herif! Her ne olursa karşındaki bir kadın. Sözlerine dikkat et!'' dedi bağırarak. Felicia umursamazca omzunu silkse de kırıldığını görebiliyordu. Trent homurdanarak onlardan uzaklaştı. Meşe ağacının dalına astığı tişörtü almak için ilerlerken topallıyordu. Kafasını iki yana sallayan James Felicia'a döndü.

''Rebekah nerede?''

''Ares ile evde. Ortalık karışmış ha? Az önce şu geveze Jasmine bana her şeyi anlattı.''
İç çeken James kafasını salladı. ''Jordan hamile. Hekate geldi. Diğer tanrıları topladı ve onlarla konuştu. Bir şeyler dönüyor ama henüz bize söylemediler. Apollon Eos ve Athena ortadan kayboldu. Lanet olsun işler yine boka sarıyor!''

''Caleb nerede? Onun kızı ortalıkta gezip duruyor. Her şeyi anlattı ama Caleb'ın nerede olduğunu söylemedi. Bir şey sorunca cevabı kırk yoldan çevirip anlattığı için yanından kaçtım.'' dedi Felicia. 

James gülümsedi. ''Kadın susmak bilmiyor! Caleb gittiğinden beri daha çok konuşmaya başladı. Vincent dün onu buradaki kaleye gönderdi. Mesaj iletmesi için. Hala dönmedi.''

''O dönene kadar tanrılar yardımcımız olsun! Neyse ki Rebekah döndü. Jasmine'i bize değil ona bela olur.'' dedi yanlarına yaklaşan Trent.

İç çeken James ''Bak işte ilk kez mantıklı bir şey söyledin çaylak. Hadi devriye bitti eve dönüyoruz açlıktan ölüyorum.'' 

Eve doğru yürürken Trent ve Felicia birbirleri ile atışıyorlardı. James ise sabahtan beri aynı şeyi düşünüyordu. Eos'un nereye gittiğini? Neden gittiğini? Ve neden James'e hiçbir şey söylemeden ortadan kaybolduğunu? Eos onu deli ediyordu. Banyoda Rebekah ile konuşurken gizlice orada belirmiş ve onları dinlemişti. Bu demek oluyordu ki Eos belli etmese de James'i izliyor ve her an nerede ne yaptığını biliyordu. Bu onu umursadığı anmalına geliyordu. ama buna rağmen lanet kadın ondan kaçıyordu. Birde onu yakmıştı. Hem de tam kıçından. Bütün gün oturamamış ve yatamamıştı. Bu yetmiyormuş gibi bütün herkes onunla alay etmişti. 

''Kıçımın tanrıça bozuntusu!'' James'in homurdanması üzerine Trent ve Felicia susup ona döndü. İkisinin de ona baktığını gören James kaşlarını çattı. ''Ne?''

Felicia gülümseyerek ''Şafak tanrıçası ile aran mı bozuk?'' diye sordu.

''Aramız mı bozuk? Bizim mi? Biz diye bir şey yok ki! O kıçı kalkık şafak tanrıçası ben de beta James! Burnu havada, kendini beğenmiş tanrıça! Ona yapacağım şeyi çok iyi biliyorum. Dizime yatırıp o tatlı kıçına sayısız şaplak atacağım. Böylece bir daha benim kıçımı yakmak neymiş görür. Aslında ben- Ahh lanet olsun!'' James sıçrayarak bağırınca Trent ve Felicia aynı anda saldırının geldiği yöne döndüler. Her zamanki helenistik dönem kıyafetleri içinde Eos tam arkalarında duruyordu. Bir elini beline koymuş, diğer eli ise havadaydı ve parmaklarının arasında beyaz ışık saçan bir küre duruyordu. Öne uzattığı sağ bacağının neredeyse tamamı uzun yırtmaçtan dolayı gözler önündeydi.

Ani saldırı karşısında yerinden sıçrayan Trent ''Lanet olsun altıma sıçıyordum!'' diye homurdandı. James ise yerinde duramıyor, küfürler savurup bir eliyle dumanlar tüten poposunu söndürmeye çalışıyordu.

''Lanet kadın! Yine kıçımı yaktın!'' diye bağırdı.

''Sende bir kez daha arkamdan konuştun. bir daha olmasın yoksa bu kez yanan şey sadece kıçın olmayacak!'' Elindeki ışık topu yok olurken Eos eteğini savurarak arkasını döndü ve ilerlemeye başladı.

Öfkeden gözü dönen James ''Sen ve o lanet ışık topların! Bunu sana ödeteceğin kadın! Beni duydun mu? Hepsini sana ödeteceğim!'' diye bağırdı. Omzunun üzerinden poposuna baktı ve bütün küfürleri homurdanarak söyledi. Pantolonunun arkası yanmıştı ve poposu gözüküyordu. Teni kızarmış tavuğa dönmüştü ve hala dumanlar çıkıyordu.
Felicia ıslık öttürerek James'in arkasına geçti. ''Hoş popon var. Yazık oldu.'' dedi ve kıkırdayarak eve ilerledi. Kaşlarını çatan James ''Siktir git Felicia bir de seninle uğraşamam.'' diye homurdandı. O sırada sıcak bir kol boynuna dolandı.

''Ahh tanrıçalar ve kaçık fantezileri! Aynısından bende de var. Senin ki en azından seni umursuyor. Benimki onu da yapmıyor kıçımı yakmasına razıyım. Yeter ki bir şekilde benimle iletişime geçsin!'' Homurdanan James Trent'in kolunu itti ardından çatılı kaşlarla çevresine ve eve baktı. Sonra tek kaşını kaldırarak Trent'e döndü.

''Çıkar pantolonunu.''
Gözlerini büyüten Trent bir adım geri attı. ''Azdığını biliyorum ama fantezilerini kızgın tanrıçana sakla bana değil!'' 

''Göt herif pantolonumun kıçı yok! Ver şunu bana bu şekilde eve gidemem.!!

''Ben nasıl gideceğim. Siktir git asla vermem.'' James öne adım atıp Trent'i yakalamaya çalıştı ama genç kurt adam hızla geri çekildi.

''Bana bak çaylak ben senin üssünüm ve sana emir veriyorum. Hemen. Pantolonunu. Çıkar.'' dedi tehdit dolu bir sesle ve hırladı. Homurdanan Trent pantolonunu düğmesini açtı.

''Bunu Caroline yapsaydı şimdiye çoktan pantolon inmişti ama sen olunca havaya giremiyorum. Tanrım iğrenç!'' 

''Piç herif! Çeneni kapat ve soyun. İğrenç fantezilerini duymak istemiyorum!''

''Evet. Duymak istemiyorsun ama şuan üzerimde uyguluyorsun!''

...

Derin bir nefes alan Rebekah huzursuzdu. Hekate ile henüz konuşmamıştı. Klotho ve Caroline ile birlikte üçü seradaydı ve henüz çıkmamışlardı. Hekate'nin yaptığı büyü nedeniyle içeride konuşulanlar ne duyulabiliyor ne de içeri girilebiliyordu. Bahçeye çıkan genç kız gerginlikle tekrar derin bir nefes aldı. Neler olduğunu bir an önce öğrenmeliydi. Yoksa endişe ve korku onu kemirecek ve deliliğin sınırına götürecekti.

''Sıkıntılı görünüyorsun peri kızı.'' Beline sarılan sıcak kollar tenine değdiği an bütün endişe ve sıkıntısı yok oldu.

''Neler olduğunu öğrenmem gerek yoksa delireceğim. Hekate'nin planı ne olabilir ki? Plan her ne ise zor ve kötü olduğu belli ama ne?'' Ares genç kızın boynunu nazikçe öptü ve kokusunu içine çekti.

''Neler olduğunu bende bilmiyorum. Vincent'ı ne kadar sıkıştırdıysam anlatmadı. Hekate kimseye bir şey anlatmamasını istemiş. Plan her ne olursa olsun cevabım şimdiden belli. Hayır!'' Rebekah omzunun üzerinden Ares'e baktı.

''Planın ne olduğunu bile bilmiyorsun. Ayrıca annemi kurtarmak için her şeyi yapacağımı biliyorsun!''
Ares kaşlarını çattı. Çenesi gerilmişti. ''Planın ne olduğunu öğrenmeme gerek yok! Kötü olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Ve sana zarar gelecek hiçbir şeye izin vermem! Asla. Başka bir yolunu bulabiliriz.'' Rebekah ağzını açmıştı ki bir başka ses araya girdi.

''Savaş Tanrısı Ares! Hiç değişmemişsin. Her zaman ki gibi asabi, huysuz ve kesin kararlı!'' Rebekah Ares'in kolları arasından sıyrılıp sesin geldiği yöne döndü. 
Athena ve Apollon tam karşılarında duruyordu. İkisinin ortasında ise bir başka adam vardı. Üzerinde ki her şey siyahtı. Gece kadar siyah saçları kulaklarının hizasında uçuşuyordu. Gözleri de tıpkı saçları gibi simsiyahtı. Üzerinde ki helenistik dönem erkek savaşçı elbisesi ve sırtında uçuşan pelerini bile siyahtı. O kadar uzun ve heybetliydi ki genç kızın üzerine gölgesi düşüyordu. Neredeyse Ares kadar iri ve kaslıydı. Yüzünde çarpık bir gülümseme vardı. Omzunun üzerinden Ares'e bakan genç kız onunda gülümsediğini gördü.

''Saklandığın yer altı çukurundan çıktığını görmek güzel.'' dedi Ares. Açıklıkta adamın kahkahası yankılandı. ''Seninde saklandığın mağaradan çıktığını görmek güzel.'' Siyahlar içindeki adam sonunda gözlerini Rebekah'a çevirdi. Yüzünde hüzünlü ve içten bir gülümseme oluştu.

''Merhaba Artemis. Yoksa Rebekah mı demeliyim?'' 

Onun kim olduğunu anlamak genç kız için zor değildi. İçindeki özlem kendini belli edercesine kalbini sızlatıyordu. Dudakları içten bir gülümsemeyle kıvrıldı ve omuz silkti. 

''Şu aralar Rebekah'ı tercih ediyorum. Peki ben sana ne demeliyim. Amca mı? Yoksa Hades mi?''

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin