Detayla Randevu - Bölüm 77

2.6K 94 2
                                    

BBA

O eve ayak basmayalı aylar olmuştu. Acı ve özlemle geçen bomboş günler..
Nasıl olduğunu unuttuğum taşlı yolda yürürken kolumdaki çantanın deri sapını daha da çok sıkıyordum. Adımlarım geri geri gidiyordu, ama yine de ilerlemeye devam ediyordum. Taşlı yolun sonunu görmek istiyordum belki de. Kalbimin korkuyla sıkışmasına rağmen, hala o güzel, iki katlı evi görmek istiyordum.
Oysaki buraya bir daha asla gelemeyeceğimi sanıyordum. Elaine’in arabasının gelip bizi buradan götürdüğü gün buraya tekrar geleceğim aklımın ucundan bile geçmemişti. Daha sonraki günlerse, evet, belki de bin kere bu taşlı yolda yürüyeceğim zamanları hayal etmiştim. Ama kısa sürede bu hayaller de bitmişti. Şimdiyse gerçekten o tanıdık taşlı yolda yürüyordum. Her adımda karnıma bir başka ağrı saplanıyor, ayakkabılarımın ucu tozlandıkça sona yaklaştığımı hissediyordum. Belki de buraya gelmemeliydim. Belki de sadece gelmek istemediğimi söyleyip geri çevirmeliydim onu. Ve Jace’i. Beni onlara yemek yapmam için ikna etmeye çalışırken Edward’ın ısrarla bakan gözlerine kaymamalıydı bakışlarım. Sıcak gülüşünü görmemeliydim. Belki o zaman Jace’i bu isteğinden vazgeçirecek bir şeyler söyleyebilirdim ama o bana öyle bakarken nasıl hayır diyebilirdim ki.. Nefes bile alamamıştım. Onun etkisi altından çıkamadığım günlere geri dönmüş gibiydim. Sürekli gülüyordum. Garipti, ama gülebiliyordum. Hem de daha sonra ne olacağını düşünmeden gülüyordum. Mutluluk uzun zamandan sonra tekrar benimleydi.
Birkaç metre ötedeki siyah volvoyu gördüğümde durakladım. Çok yaklaşmıştım. Kalbim tekrar ağzımda atmaya başladı. Tükürüğüm boğazımda düğümlenmişti. Endişeyle başımı arkaya çevirip çok gerilerde kalan yola baktım. Geri dönsem ne olurdu? Tam bir korkak olduğumu anlardı sanırım. Hiçbir şeyle gerektiği gibi yüzleşemeyen biri olduğumu anlardı. Bu doğruydu. Oraya girmekten çok korkuyordum. Ya hissettiğim her şey taşıyamayacağım kadar ağır gelirse? Ya o mor koltukları gördüğümde ya da kapının girişindeki askılığı gördüğümde kendime engel olamayıp önünde iğrenç bir şekilde ağlarsam? Tam bir rezalet olurdu ve ben şimdiden endişeyle titremeye başlayan kirpiklerime engel olamıyordum. Akşama kadar nasıl dayanacaktım ki? En iyisi dönmekti. Evet, evet. Kesinlikle geri dönmeliydim.
"Anne!" Hızlı bir dönüşle geldiğim yolu geri gideceğim sırada Jace’in sesini duyup ona doğru döndüm. Bahçe kapısını aralık bırakmış, yüzündeki kocaman gülümsemeyle birlikte sekerek yanıma doğru geliyordu. Aman Tanrım. Şimdi asla geri dönemezdim.
“Sonunda gelebildin!” Kendini kucağıma doğru atıp kollarını boynuma dolayarak bana sarıldı. Benim kollarım da onun ince bedenini sarmıştı. Güçlü ol Bella, dedim kendi kendime. Alt tarafı bir ev.  “Seni beklerken çok sıkıldık.”
Ama oldukça açıktı ki, birazdan karşılaşacağım ev, ‘alt tarafı bir ev’ değildi. Birazdan karşılaşacağım ev, hayatım boyunca sahip olmak istediğim küçük ama hoş bir bahçesi olan, iki katlı, geniş salonlu, beş odalı, eski ama bir o kadar da modern bir havası olan, kahverengi boyalı harika bir evdi. Küçük bir tavan arası bile vardı. Arka balkonu, verandası..  Arka balkona çıktığınızda birkaç metre ileride başlayan patikayı görebilirdiniz. Ağaç kokusunu içinize çekerken bayılacak hale bile gelirdiniz. Egzoz kokularıyla dolup motor sesleriyle kafanızı ütüleyen bir yerde değildi bu ev. Sabahları sadece kuş sesleri duyardınız. Hayallerimi süsleyen evdi bu. İlk gördüğüm andan itibaren her zaman içinde bulunmak isteyeceğim sıcak bir yuvaydı. Uzun zaman önce buradan kopmuştum. Ama her zaman bu evle aramda olduğunu düşündüğüm o bağa sıkıca tutunmuştum. Şimdi, kucağımdaki Jace’le birlikte bahçe kapısından içeri girerken de bunu yapıyordum. Korkmamaya, çekinmemeye, berbat anılarımı hatırlamamaya çalışıyordum. Burası bana zarar vermeyecek tek yer olmalıydı.

“Hoş geldin.” Kapının girişine geldiğimde Jace’in etrafına sardığım ellerimin titrediğini ve ter içinde kaldıklarını biliyordum. Bu yüzden daha yavaş nefes almaya çalışarak Jace’i yere bıraktım. Göz ucuyla evin içini gördüğümde ise tüylerim diken diken olmuşlardı. “Bir an gelmeyeceksin sandım.” Başımı yerden kaldırıp yüzüne baktım. Kapıya yaslanmış, elleri siyah hırkasının cebinde, bana yine o güzel gülümsemelerinden birini veriyordu. Ellerimi saçlarım arasından geçirdim. Kalp atışlarım mantıklı davranmama izin vermiyordu.
“Aslında dönüp gitmek üzereydim.” Kıkırdadı.
“Gelsene.” Bunu demesiyle birlikte dünden beri nasıl yapacağımı uzun uzadıya düşünüp durduğum şeyi, sadece bir saniyede yaptım. Kapıdan içeriye adımımı attım, ve, işte buradaydım. Benden birkaç santim daha kısa olan askılığın hemen yanında. Üstten üçüncü parmaklıkta asılı duran kahverengi spor ceketini gördüğümde garip bir duygu beni sımsıkı sarmalasa da, gözlerinin üzerimde olduğunu bildiğim için bir ucube gibi davranmamaya çalıştım. Gözlerimi evin içinde gezdirmemeye çalışırken çantamın saplarını sıkıca tutuyordum. Uzun zaman sonra tekrar burada olmak rahatsız hissettirmişti.
“Orada dikilmeye devam edecek misin?” Sanki adımımı içeri attığımdan beri aynı yerde dikildiğimi fark etmemiş gibi ona baktım. Gözleri gülüyordu.
“Ah, fark etmemişim.” dedim bir adım daha atıp kapıyı kapatmasına izin verirken.
“Heyecandan olsa gerek.” dedi bir eliyle salonu gösterip oraya geçmemi söylercesine. Söylediği şeye cevap vermedim. Gözlerim yerde, salona doğru yürümeye başladım. Çünkü doğru söylüyordu. Kendimi düğünümde olduğum gibi hissediyordum. Mutlu ama bir o kadar da rahatsız.. Garip. Tuhaf.
“Hey.” diye seslendi. “Ayakkabılar.” Başımı çevirip ona baktım.
“Ne?”
“O tozlu şeylerle içeri giremezsin, bu evin kuralları var.” Tek kaşımı kaldırıp ona bakmayı sürdürdüm. Bu benim kuralımdı. Evlendikten sonraki haftalardan birinde ona böyle bir şey söylediğimi hatırlıyordum. Gözlerim tıpkı şimdi onun da bana yaptığı gibi, tozlu ayakkabılarındaydı ve onları çıkarması için oldukça büyük bir çaba sarf etmem gerekmişti. Aniden yüzümde bir tebessüm oluştuysa da çok fazla gevşek görünmemek için kendimi toparladım.
“Doğru, kusura bakma. Bugün biraz dalgınım.” Ardından geldiğim gibi geri gidip kapının kenarında ayakkabılarımın bağcıklarını çözdüm ve onları her zaman bıraktığım yere, askılığın dibine bıraktım.
“Şimdi geçebilir miyim?” Başını biraz geriye çekip beni süzdü.
“Sanırım bir fazlalık daha var.” Elleri kırmızı deri ceketime doğru gitti. Fermuarı açarken burnuma saçlarından gelen buram buram Head&Shoulders kokusu dolmuştu. Ardından arkama geçip onu omuzlarımdan aşağıya doğru kaydırdı.
“Şimdi geçebilirsin.” Dediğini yapıp salona doğru yürüdüm ve televizyonun altındaki üçlü koltuğa oturdum. Jace gelip kucağıma oturduğunda ise omzumdaki çantayı yere bırakmıştım.
“Kahvaltıyı kaçırdın.” dedi elindeki ekmeği didiklerken. “Babam harika bir omlet yapmıştı.”
“Başka bir şey yapmayı beceremiyor zaten. Her zaman, omlet.”  
“Ne?” diye atıldı karşı koltuktan. Yine iki kişilik koltuğun yüzde seksenini kaplamıştı. Bunu nasıl yapıyordu hala çözememiştim. “Ben her şeyi yapabilirim, Bella. Sadece her zaman omlet yapıyorum çünkü oğlun omletten başka bir şey yemiyor.”
“Hayır, sucuklu yumurta da yiyorum ama o uzun sürüyor deyip yapmıyorsun.” Dudaklarımı birbirine bastırıp sessizce güldüm. Bu hallerine bayılıyordum.
“Beklemek istemiyorum diyen sensin.”
“Ama sucuklu yumurta yapacağını bilsem beklerim.”
“Sen uzun zamandır kafana şaplak yemiyorsun Jace farkındasın değil mi? Arayı kapatalım derim.”
“Annem sana izin vermez.” Kollarını sıkıca boynuma doladı ve kısılmış gözlerini Edward’a dikti. Ne zaman bir olay olsa Edward’dan kurtulmak için bunu yapardı. Çünkü her nasılsa bir şekilde Edward’ı Jace’in başını yastığa bastırıp çırpınışlarını izleyerek eğlenme zevkinden vazgeçirmeyi başarıyordum. Tabi bazen başaramadığım zamanlar da olurdu ama onların eğlendiğini gördüğümde oyuna ben de dâhil olurdum. Edward, geriye yaslanıp ellerini başının arkasında birleştirdi.
“Anneni kim takar ki? Pelüş bir ayı kadar yumuşaktır o.” Bu ukala tavrına gözlerimi devirdim.
“Ha ha. Çok komik.”
“Neden?” Gülümseyerek doğruldu. “Yumuşak biri değil misin?” Bakışlarında bariz bir oyun havası vardı. Bu her zaman yaptığımız sabah atışmalarına benziyordu. O beni sinir edip suratımı sinirden ya da utançtan kıpkırmızı etmek için uğraşır, bense sakinliğimi korumak için içinden dualar ederdim. Şuan gördüğüm munzur yüz ifadesiyle birlikte bana sorduğu sorular beni çileden çıkarırdı ve en sonunda saçlarını çekiştirirdim. Oyun genellikle onun bir daha saçlarıyla oynamamamı söylemesiyle biterdi. Kucağımdaki Jace’i kendime daha çok çektikten sonra doğrudan yüzüne baktım.
“Değilim.”
“Öyle mi?” Anladığını belirtircesine kafasını salladı. “Bunu bilmiyordum. Gece ayıcıklı pijama giyip yatan birine benziyorsun.”
“Şimdi öğrendin.”
“Sinirlenmiş gibisin.” Amacına ulaştığını anlayınca sırıttı. “Sakin ol.” Sinirlenmekten daha çok, gıcık olmuştum. Neden beni her seferinde herhangi bir nedenden dolayı kızartmaya çalışıyordu ki? Üstelik bu komik bile değildi! Ama o karşımdaki koltukta gülmeye devam ederken oldukça eğlenir gibi görünüyordu. Somurttum.
“Ben acıktım.” dedi Jace ve kucağımdan yere zıpladı.
“Ben de. Umalım da annen yemeği yakmadan yapabilsin. Yoksa onunla ölene kadar dalga geçeceğim.” Sonunda, buraya gelme amacım ortaya çıktığında ayaklandım.
“Sen ortada bir şey yokken de benimle dalga geçiyorsun zaten. Yemeği yakmamı beklemene gerek yok.”
“Hım. Haklısın. Bakalım seni sinir edecek şeyler bulabilecek miyim? Önden buyurun lütfen.” Jace Edward’ın az önce oturduğu yere oturup televizyonu açtığında ben de Edward’a dik dik bakarak mutfağa doğru yürüdüm. Lanet şey. Her zaman beni gıcık etmeyi başarıyordu. Aslında bunu yapıyor olması bir bakıma iyiydi çünkü az da olsa gerginliğimi üzerimden atmış sayılırdım. Bu evi o anlamda düşünmemeliydim. Sanki burası bir arkadaşımın eviydi ve ben de ona küçük bir akşam yemeği hazırlayacaktım sadece. Böyle düşündüğümde heyecanımı gizlemek daha kolay oluyordu.
“Evet?” dedim mutfağa girip tezgâhın önündeki yerimi aldıktan sonra. Ayakkabılarım olmadan ondan daha da kısaydım. Burnumu havaya dikip onu izledim. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu.
“Ne? Yemeği sen yapacaksın.”
“Orasını biliyorum. Ama bunu yapmam için bana bir tencere gerek öyle değil mi? Ve malzemeler.”
“Yani?” Yüzümü buruşturdum.
“Yani bana bir tencere ver, Edward.”
“Neden ben verecekmişim? Sana yardım edersem tadı çıkmaz.”
“Senin tencerenin yerini nereden bileyim ben?! Çince falan da konuşmuyorum yani dediklerimi anlayabilirsin.” Ben çileden çıkmaya başlamışken son derece uysal bir sesle konuştu:
“Tencerenin yerini biliyorsun.” Bakışları şu son zamanlarda olduğu yumuşaklığındaydı. Sinirimi almaya başlamışlardı bile ama tenceresinin nerede olduğunu bilmediğimden emindim.
“Hayır, bilmiyorum.” dedim daha sakin bir sesle.
“Evet, biliyorsun. Tencereyi, malzemeleri ve diğer ihtiyacın olan şeyleri.” Ben ona koca bir soru işaretiyle bakarken gülümsedi ve geri geri gitmeye başladı. “Beni ararsan Jace’le birlikte televizyonun karşısında olacağım. Sana kolay gelsin.” Gözden kaybolmasından birkaç saniye geçmeden geri geldi. “Ah, bir de, elini çabuk tutarsan sevinirim. Açlıktan ölmemi istemeyiz.”
Oh, hayır ukala şey, açlıktan ölmeni isterim. Cesedinin üzerine çıkıp salsa bile yaparım. Sinirle şişirdiğim yanaklarımdaki havayı dışarıya verdim. Bu adam gerçekten de tam bir ahmaktı! Beyninde çok ciddi sorunlar vardı. Ne dediğimi anlamamış olmasıysa imkânsızdı çünkü Edward şu a deyince bütün alfabeyi sıralayan tiplerdendi ama nedense beni çileden çıkarmaya bayılıyordu.
Sinirle ve eskiden kalma bir alışkanlıkla alt dolaba uzanıp kapağını açtım. Tencereyi nereye koyduğunu nereden bilecektim ki b--. Ops. İşte buradaydı. Diğer tencerelerle birlikte köşeye büzülmüş bir şekilde duruyordu mavi kaplı tencere. Hemen yanında da tavalar vardı. Tencereyi oradan almadan kapağı kapattım. Gerçekten de düşündüğüm şey olmuyordu değil mi? Düşüncelerimin doğruluğunu tespit etmek için parmaklarımın ucunda yükselip sağdan ikinci kapağı açtım. Su bardakları buradaydı. Ardından hemen çatal ve kaşıklar için alt çekmeceye uzandım. Onlar da buradaydı. Vücudumu bir şok dalgası kaplamıştı. Ne yani, her şey bıraktığım gibi mi kalmıştı? Düzeltme; her şeyi bıraktığım gibi mi bırakmıştı? Hiçbir şeyi değiştirmeden, hiçbir şeye dokunmadan? Yutkundum ve son olarak ikinci çekmeceyi açıp kâğıt peçetelerin orada olup olmadığına baktım. Oradalardı. Gözlerim büyümüşken çekmeceyi istemsizce geri ittim.
Her şey bıraktığım gibiydi. Masanın üzerindeki örtü bile. Salonun düzeni, yemek masasının yeri, mutfaktaki havlu kâğıdın yeri bile. Aynıydı. Ellerimi kurulamak için kullandığım havlunun hemen yanındaydı. Edward onun yerini sürekli değiştirir, masanın üzerine bırakırdı. Bense ona binlerce kez havlu kâğıdın orada durmasını istediğimi söylerdim. Ardından kavga ederdik. Bana ‘mutfak düzeni böyle olmaz, Bella’ derdi. Neredeyse yaptığım her şeye bir kulp takardı. Peçeteler ayrı bir çekmecede durmamalı Bella, bardakları o rafa koyma Bella, yemek masasının üzerini neden bir perde kaplıyor Bella, lanet olası tabakları neden oraya koyuyorsun Bella?.. Benden kurtulduktan sonra her şeyi kendi istediği gibi yapar sanıyordum. Belki rengini beğenmediği mor koltukları bile değiştirirdi.. Ama yapmamıştı. Aksine, içeriye girdiğimden beri her şeyin eskisi gibi olduğunu anlayabilmiştim. Evin o kendine has kokusu bile.. aynıydı.
Kendime engel olamayarak gülümsedim. Çok geçmeden yüzümdeki gülüş sırıtmaya dönmüştü. Yüzümdeki aptal ifadeyi engelleyemiyordum. Keyfim yerine gelmişti. Her şeyi bıraktığım gibi bulmuş olmamdı belki beni sevindiren, ya da her şeyin eskisi gibi olduğunu gördükten sonra onunla benim aramdaki şeyin de hala buralarda bir yerde, hiç bozulmamış bir şekilde bekliyor olduğu ihtimaliydi. İki şekilde de, gülümsüyordum. Daha önce hiç gülümsemediğim kadar gülümsüyordum hem de. Ve ben, az sonra onlar için güzel bir akşam yemeği hazırlayacaktım. Tıpkı eskisi gibi. Yeniden bu eve aitmiş gibi.

“Uyudu.” diye fısıldadım dizlerime uzanmış Jace’in saçlarını okşarken. Yemek yedikten sonra okul ödevi için hazırladığı fotoğraf albümünü bize gösterirken dizlerimde uyuyakalmıştı. Alnına dökülen saçlarını bir kez daha geriye doğru çektim. Tekrar aynı yerini almışlardı. Edward ayaklanıp,
“Yatağına bırakıp gelirim.” dedi ve ardından kollarını Jace’e doğru uzatıp onu koltuk altlarından kavrayarak kucağına aldı. Jace’in sarı kafası onun omzuna düşmüştü. Edward onu merdivenlerden yukarıya çıkarırken uzun saçları havada sallanıyordu. Onlar gözden kaybolana kadar onları izledim. Ardından iç çekerek ayağa kalktım. Artık gitme vaktiydi. Saat gece 00:14’tü ve ben güya akşam yemeğinden sonra doğruca eve gidecektim. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Yemek yedikten sonra birlikte tabu oynamış, daha sonra da Jace’in hazırladığı fotoğraflara bakmıştık. Ah tabi, bir de el kızartmaca oynamayı kabul etmiştim. Tüm bunları yapmış olmamıza rağmen yine de zaman çok çabuk geçmişti.
Çantamla birlikte askılığa doğru yürüdüm ve düzgünce yerleştirilmiş kırmızı ceketimi oradan çektim. Ayakkabılarıma uzanmışken merdivenlerden gelen ayak seslerini duymuştum. Başımı oraya doğru çevirdim.
“Ne yani? Gidiyor musun?” Sesinde şaşkınlık vardı. Aynı şekilde bakışları da öyleydi.
“Evet.” diye cevapladım hemen. Başka ne yapacaktım ki? “Saat geç oldu.”
“Bence de.” Birkaç hızlı adımda yanıma gelip kapının koluna uzanmış elimi geri çekerek oraya yaslandı. “Bu saatte gidemezsin.” Son derece ciddi duran yüzüne baktım. Koca bedeniyle kapının önünde durmuş, geçmemi engelliyordu. Kendi kendime güldüm. Burada kalacağımı düşünmüyordu değil mi?
“Geç bile kaldım. Elaine evde beni bekliyordur.” Yüz ifadesi sertliğini korumaya devam etti.
“Hafta sonunu birlikte geçireceğimizi sanıyordum.”
“Öyle yapacağız.” dedim yere eğilip ayakkabılarımın bağcıklarını bağlarken. “Yarın geçerken beni de alırsınız.” Doğruldum ve ceketimi çantamın arasına doğru koydum. Gitmeye hazırdım ama görünüşe göre onun buna izin vermeye hiç niyeti yoktu. Hala kapının önünde dikilmeye devam ettiğini görünce kaşlarımı çattım.
“Geçmeme izin verecek misin?” dedim tekrar kapıya uzanmaya çalışırken.
“Hayır.” Kapı koluna doğru giden elimden tutup beni kendine çekti. “Bu saatte hiçbir yere gidemezsin.” Kolları yüz ifadesinin aksine yumuşak bir tavırla belimi sardı. Kendimi aniden kolları arasında bulunca bocalamıştım. Gözleri çok yakınımdaydı.
“Ne yapıyorsun?”
“Bu gece burada kal.” Öne doğru adım attığında onunla birlikte geriye doğru gittim. Sonra bir tane daha attı. Gittikçe kapıdan uzaklaşıyorduk ve kollarından bedenime yayılan sıcaklık beni kendimden geçirmeye başlıyordu. Gözlerimi kırpıştırdıktan sonra hayır anlamında başımı salladım. Söylediği şeyi düşünmek bile kalbimi sıkıştırmıştı.
“Edward, gitmem lazım.” Her ne kadar kolları arasında kalmak için can atsam da bu evin bende kalan anılarının verdiği korkuyla avuçlarımı göğsüne dayayıp onu hafifçe itmeye çalıştım. İşe yaramamıştı. Şimdi daha da yakınımdaydı. Dudakları alnıma değdi.
“Hayır, burada kal.” dedi bir kez daha ardından alnıma değen dudakları gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatmama sebep oldu. Gözlerimi tekrar açtığımda karşımda gördüğüm ısrarcı ve her zaman beni fikrimden caydırabilen gözlerini gördüğümde bu seferki direnişimin de yıkılacağını biliyordum. Yine de sıkıntıyla gözlerimi ondan kaçırdım. Bunu yaparken eve bakmamaya çalışıyordum. Bana önünde mahkeme celbini verdiği masayı görmemeye çalışıyordum.
“Yapamam.” Sesim titremişti.
“Neden?” Beni daha da gerilere götürdü. Kapı, artık benden çok uzaktaydı. “Sadece bir gece.”
“Edward, lütfen, ısrar etme.” Sesim neredeyse yalvarır gibi çıkmıştı. “Buraya gelmek bile benim için yeterince zordu.” Kolları etrafıma daha da sıkı dolandı ve dudaklarını saçlarım arasında hissettim. Sıcak nefesi ensemdeki tüyleri teker teker havalandırıyordu. Tüm vücudum uyarıldığında titredim ve ellerim istemsizce hırkasının kenarlarını kavradı.
“Yanımda uyumanı özledim.” Nefesim bir süre için boğazımda kaldı. “Bu gece burada kal. Sadece bu gece.”
“Edward ben-“
“Lütfen. Lütfen Bella.” Başını saçlarımdan alıp yüzüme baktı. Gözlerinde o çok nadir gördüğüm buğu vardı. Ben tükürüğümü yutmaya çalışırken o gözlerini yüzümde gezdirerek kalbimin daha da hızlı erimesini sağlıyordu. “Fazla zaman yok.”
“Ne zamanı?” Parmakları yüzüme ulaşıp başımı hafifçe yukarıya doğru kaldırdı. Aralanmış dudakları tam önümdeydi.
“Önemi yok. Sadece bu gece sana sarılmama izin ver.” İç yakan sesi kalbimi buldu. Orayı sımsıcak yapmıştı. Sol tarafımın alev aldığını hissediyordum. “Seni özledim.” Sanki söyleyecek bir şeyim varmış da söylemek istemiyormuşum gibi dudaklarımı birbirine bastırarak gözlerimi kapattım. Başım omzuna doğru yaslanmıştı. Oysa söyleyecek bir şeyim yoktu. Ama direncimin kırıldığını biliyordum. Nasıl gidebilirdim ki? Kalbim ona aitken.. nereye gidebilirdim?
“Yukarı çıkmam.” diye atıldım hemen. Bunu söylerken bile gözlerimin önüne yeşil-mavi-kahverengi yatak örtüsünün göze çarptığı odamız gelmişti. Hayali bile kalbimi un ufak ediyordu. Parmaklarım hırkasını daha sıkı kavradı. Oraya gitmeyi kaldıramazdım.
“Tamam. Biz de burada uyuruz.” Benden hafifçe uzaklaşıp kolumdaki çantayı aşağıya doğru çekti. “Hadi, bırak.” Dediğini yapıp çantayı çekmesine izin verdim. Ardından parmakları parmaklarımın arasından geçti ve az önce oturduğum üçlü koltuğa doğru çekildim. Elimi sıkıca kavramıştı. Sanki kaçmamı engellemek ister gibi.. Koltuktaki ufak yastıkları yan yana koyuşunu izledim.
“Buraya sığamayız.”
Dediğimi umursamayıp beni de beraberinde çekerek koltuğa uzandı. Önce nereye yatacağımı bilmeden ellerim elimde ayakta dikildim ama daha sonra beni elimden çekerek koltukta bana açtığı yere uzanmamı sağladı. Sadece bacaklarım koltuktaydı. Geri kalan diğer her şeyimse onun üzerindeydi. Çekinerek başımı göğsüne indirdim. Kendi kalp atışlarım gibi onunkileri de duyabiliyordum. Düzensizlerdi.
“Buradayken rahat olmadığını biliyorum.” dedi bir süre sonra. Kolları beni yine sarmalamıştı. “Bu yüzden gelmeni istedim. Yüzleşebilmen için.” Kokusu burnuma dolduğunda korkunç bir sızı hissettim. Daha bir saniye bile geçmeden gözlerim yaşlarla dolmuştu. Tekrar kolları arasında yatıyor olmama inanamıyordum.
“Çünkü sana burada ihtiyacım var. Duyuyorsun değil mi?” Hafifçe doğrulup yüzüme baktı. Gözlerimi başımın altındaki tişörtüne dikmiştim. Ama ne söylediğini kelimesi kelimesine duyuyordum. Kalbim tekrar konuştuğunda bir kuş gibi çırpındı. Söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum.
“Artık sensiz uyumak istemiyorum.”
Bunu bilmekse beni tekrar tekrar güldürmeyi başaran çok az şeylerdendi.

Detayla RandevuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin