Detayla Randevu - Bölüm 51

2.6K 64 0
                                    

Bölüm 51
-BBA 

“Ah, sokayım sana Bella. Yine mi?” Elaine elindeki birasıyla birlikte gözlerini devirerek yanıma, son bir buçuk saattir çöktüğüm kanepeye oturdu. Avuçlarımda delik deşik olmuş peçetede bir delik daha açarak omuz silktim. Buna çok fazla şaşıracağını sanmıyordum, birazdan geçerdi. Ne de olsa her akşam yaptığım şeyi yapıyordum. Pencerenin önündeki kanepeye oturmuş, gelmesini bekliyordum. Alışmıştım. Benim için sıradan bir şeydi. Onu görmenin ya da konuşmanın canımı daha çok acıtmaktan başka bir işe yaramayacağını bildiğim halde her akşam aynı yerde oturup siyah volvonun kapıya yanaşmasını bekliyordum. Acınacak halde miydim? Kesinlikle.
“Tamam. Artık yeter. Her ne halt düşünüyorsan bana da anlatıyorsun ve bu sinir bozucu sessizlik bitiyor.” Gözlerimi yoldan ayırıp ona çevirdim. Gözleri anlatmamı emreder gibi son derece sert bir şekilde bakıyordu ve benim de anlatmaya ihtiyacım vardı zaten. Geçmişin içinde tek başıma boğulmaktan sıkılmıştım. Ama yine de tekrar omuz silkip gözlerimi peçeteye çevirdim. Üzerimdeki battaniyenin üzerinde parçalara ayrılmıştı.
“Boş ver. Hoşuna gideceğini sanmıyorum. Yine beni tekmelersin ve..—“
“Ah, tamam tamam. Biliyorum. Geçen gece için kusura bakma. Sarhoştum, kafedeki güzel kıçlı herif beni karısı zannetmişti ve sen de yatağın üzerinde ‘bana Edward’ı geri getir’ diye zırlamaya başlayınca.. bilirsin, kendimi tutamadım. Özür dilerim, oldu mu? Şimdi bana bu sefer ne düşünüyorsun onu anlat. Belki eğlenecek bir şeyler bulabilirim.” Hafifçe gülerek tekrar pencereye döndüm. O da bu sırada elindeki biradan birkaç yudum almıştı. Az önce düşündüklerimin gözlerimin önünde tekrar canlanmasına engel olamıyordum ve dediği gibi eğlenecek bir şeyler bulabilirdi. Mesela onun söylediklerinin karşısında nasıl bocaladığımla ya da söylediğim diğer şeylerle eğlenebilirdi. Aklıma geldiğinde ağlıyor olsam bile kendimi tutamayıp gülüyordum ve gülmeyi o kadar çok özlemiştim ki.. Artık birlikte olduğumuz ve benim gülmemi sağlayacak hiçbir şeyimiz kalmadı sanıyordum ama vardı. Onunla geçirdiğim zamanlar hala aklımdaydı ve şuan siyah volvonun görünmesini beklediğim yolda yavaş yavaş bir şeyler oluşmaya başlıyordu.
“Tamam, anlatacağım.” Titrek bir nefes alarak gözlerimi kırpıştırdım. “Tanıştığımız günü düşünüyordum. Elizabeth’le birlikte odama gelmişti ve o çok…” Doğru kelimeyi bulmak için çabaladım. Yavaş yavaş gözlerim dolmaya başlıyordu.
“Ukala mıydı?” Söylediği şeye gülmeden edemedim. Ama doğruydu. Gözlerim, evin önündeki boş yolda oluşmaya başlayan ofisime takılmıştı. Önce her zaman oturduğu siyah deri koltuk oluştu, daha sonra benim masam.. Bir sonraki saniyede ise artık burada değildim. Oradaydım.
24 yaşındaydım, çılgındım, mutlu olduğumu zannediyordum ve asla başımdan atamayacağım biriyle tanışmak üzereydim. Siyah volvonun ukala sahibiyle..
“Evet, kesinlikle. O şimdiye kadar gördüğüm en ukala insandı.”

Ofisimden gelen yabancı sesleri duyduğumda, Marlena’nın Elliot hakkında söylediği saçma şeyleri dinliyormuş gibi yaparken bir yandan da elimdeki kahveyi içmeye çalışıyordum. Daha sonra Marlena’dan izin isteyerek ayrılmış, yavaşça ofisime doğru yürümeye başlamıştım. Gözlerim aceleyle kolumdaki saate kaydı ve beynim randevuma geç kaldığımı idrak edince yavaş adımlarım iyice sıklaştı. Kahretsin! Marlena’yı dinlemeye kalkarsam böyle olurdu işte. İyi iş becerdin Bella!
 “Anne! Seni gerçekten kırmak istemiyorum ama bu saçmalığa daha fazla katlanamam, tamam mı? Her türlü bahse girerim ki asıl buradakilerin bir tedaviye ihtiyaçları var. Sekreter kız az önce bana o çok güzel zannettiği gözlerini ardına kadar açarak ‘iyi günler, gününüz nasıl geçiyor’ dedi. İnanabiliyor musun?! Bana ‘gününüz nasıl geçiyor’ dedi!”
“Evet. Bu genelde bir insanı rahatlatmak için sorulan bir sorudur, normaldir ve teknik olarak bunun seni rahatlatması gerekir. Şimdi ayakta dikilip durmayı bırakıp oturur musun lütfen?”
“Normal midir? Süper. Sen de delirmeye başladın. Söyler misin bana, adını bile bilmediğim biri günümün nasıl geçtiğini neden merak ediyor? Günümün iyi geçip geçmediğinin onu biraz bile ilgilendirdiğini sanmıyorum ama dürüst olmak gerekirse günüm bok gibi geçiyor! Tam on beş dakikadır bana yardım edeceğini düşündüğün bir doktoru bekliyoruz ama gelen giden yok. Ben eve gidiyorum, sen burada istediğin kadar takılabilirsin.”
“Konuşurken nefes almayı dene Edward ve biraz sabırlı ol. Az sonra burada olacaktır.”
“Tanrım! Bir de şu kadınla tanışacağım. Neden beni sadece öldürmüyorsun ki? Sadece, öldür beni ve tüm bunlar—“ Ne diyeceğimi daha fazla düşünmeden hızla içeri daldım ve başımı kahvemden ayırmadan masama geçtim. Bir yandan da neden geç kaldığımla ilgili bir şeyler söylemeye çalışıyordum. Muhtemelen az sonra elimde olmadan yüzüm kızaracaktı ve ilk günden rezil olmuş olacaktım. Kendimi becermek istiyordum!
“Özür dilerim, özür dilerim.. Umarım çok bekletmemişimdir. Dosyalarla ilgili birkaç sorun çıkınca gecikmek zorunda kaldım ve tabi bir de şu kahve var. Sanırım bu bir çeşit bağımlılık gibi bir şey oldu ama idare etmek--. Ah, Tanrım, çok sıcak!” Birkaç damlası parmaklarımın üzerine dökülen kahve yüzünden yüzümü buruşturdum ve elimi sallayarak acıyı dindirmeye çalıştım. Beyaz tenim birkaç dakikaya kalmadan kızarmış olacaktı. Ve işte ben buna rezilliğin fiyaskosu derdim!
“İyi misiniz?” Masanın önündeki koltuklardan birinde oturan kadının nazik sesini duyunca ona bakarak gülümsemeye çalıştım. Bir yandan da darmadağın çekmecemde ıslak mendil bulmak için kıçımı yırtıyordum. Soktuğumun çekmecesinde her bok vardı ama ıslak mendil hangi cehenneme girmişti bilmiyordum! Küfür etmemek için kendimi kastım ve kahve dolu bardağı biraz ileri ittirerek ondan uzaklaşmaya çalıştım. Parmaklarım hala yanıyordu.
“Umm.. Kusura bakmayın. Ufak bir kaza. Gerçekten.. birazdan geçer.” İnandırıcı olmaya çalışarak yüzümdeki gülümsemeyi genişlettim ve onlara fark ettirmeden parmaklarımı yakan kahveyi pantolonumun kenarına silerek elimi temizledim. Ardından ortamı toparlamaya çalışarak dikkatimi işime vermeye çalıştım. Masamın üzerindeki dosyayı karıştırmaya başlayarak mı başlasaydım?
“Sanırım sizinle daha önce tanışmıştık. Elizabeth’di değil mi?” diye bir giriş yaptım bana ufak bir tebessümle bakan kadına dönerek. Birkaç gün önce gelip benimle görüştüğünü hatırlıyordum. Oğluyla ilgili bir sorun olduğunu söylemişti. Yani.. hatırladığım kadarıyla öyleydi.
“Evet. Cuma günü görüşmüştük. Size oğlumdan bahsetmiştim siz de yardım edebileceğinizi söylemiştiniz. O da buraya çok büyük bir hevesle geldi.” Yüzündeki tatlı gülümsemeyi bozmadan başını sağ tarafa doğru çevirdi. “Öyle değil mi, tatlım?” Pencerenin önündeki karaltıyı ancak Elizabeth o tarafa doğru döndüğünde fark edebilmiştim. Başımı iyice o tarafa çevirdiğimdeyse, gerçek bir adonis heykeliyle karşılaştım. Önce uzun boyu, geniş omuzları ve belinden kayıp gidecekmiş gibi duran pantolonundan başka bir şey görememiştim. Ama birkaç saniye sonra bize doğru dönünce onun gerçek bir adonis heykeli olduğuna dair şüphem kalmamıştı. Gözlerim rengini tam olarak anlayamadığım uzun saçlarında gezinirken ilk kez konuştu. Yüzünde zoraki bir gülüş oluşmuştu.
“Tabi. Sabırsızlanıyorum.”
Gözlerimiz birleştiğinde daha önce yapmadığım bir şey yaparak gözlerimi ondan kaçırdım ve masanın üzerindeki dosyaya çevirdim. Garip bir şey hissediyordum. Bakışları o kadar.. o kadar şeydi ki karşısındaki insanı garip hissettirmeyi başarıyordu. Neden kendimi aniden bu konuda başarısız olacakmışım gibi hissettiğimi bilmiyordum. İçimi garip bir his kaplamıştı işte. Nedenini bilmiyordum.
“O zaman ben sizi yalnız bırakayım.” Elizabeth ayağa kalkıp elini uzatınca ben de ayağa kalkarak elini sıktım. Neyse ki yüzündeki sevecen gülümseme beni biraz da olsa griplikten kurtarabilmişti. “Şimdiden teşekkürler.” Aynı şekilde ona gülümsedikten sonra yerime oturdum ve o odadan çıkıp giderken vakit kaybetmeden küçük not defterimi çıkarttım. O aptal his yine geri gelmişti ve o aptal hissin kıçını şimdi tekmeleyecektim! Kendime gelip her zaman yaptığım şeyleri yapmam gerekiyordu. Kendime iyice güç vererek başımı kaldırdım. Artık pencerenin önünde değildi. Şimdi annesinin az önce oturduğu yerde oturuyordu ve bakışlarının çok arkadaş canlısı olduğunu söyleyemezdim. Buna rağmen gülümsedim ve iyi bir giriş yapmaya çalıştım. Ellerimin terlediğini çok sonra fark edecektim.
“Annen sana biraz fazla yükleniyor, ha?”
“Şimdi seni onaylamam gerekiyor öyle değil mi?” Başını iki yana sallayarak kendine kendine güldü ve ardından gözlerini kapattı. Başını sallarken saçları da onunla birlikte her yana savruluyordu. “Harika.”
Evet, tamam, belki o kadar da iyi bir giriş yapamamıştım. Ama bunu hata olarak kabul etmeyecektim çünkü henüz onu tanımıyordum ve bir seansta bülbül gibi şakımasını bekleyemezdim. Birkaç gün sonra bana alıştığında ve arkadaş olabildiğimizde daha rahat olacaktı. Buna emindim. Bu yüzden saçları kadar değişik renklere sahip olan gözlerindeki alaycı bakışlara aldırmadan öne doğru eğildim ve yüzümün sağ tarafına doğru gelen saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım.
“Umm.. tamam. Bu seni konuşturmak için yardımcı olmadı. O halde tanışalım.” Beni aramızdaki mesafenin verdiği ölçüde baştan aşağı süzerken gizli bir nefes aldım ve az önce saçlarıma giden elimi ona doğru uzattım. Korkaklık yapmayacak kadar çok kişiyle tanışmıştım öyle değil mi? Bunu halledebilirdim. “Ben Bella. Yani.. aslında.. Isabella. Genelde Bella derler. Sakın Fransız mısın diye sorayım deme çünkü seni öldürebilirim. Fransız değilim, Amerikanım. İşte annemi delicesine sevmemin bir diğer sebebi, abuk sabuk isimler bulması. Neyse. Ve sen de..?” Neredeyse başka hiçbir şeyini kıpırdatmadan sadece elini uzattı ve düz bir sesle konuştu. Yüzündeki ifade bile değişmemişti.
“Edward.”
“Güçlü bir isim olduğunu duymuştum.” diye atıldım hevesle çıkan sesimi kaybetmeden. “Anlamı ne?”
“Psikiyatrlardan nefret eden insan anlamına geliyor. Çok hoş değil mi?”
Ve sanırım ilk defa, o her zaman sabırla yüzümde koruduğum gülüş yavaş yavaş soldu. Onun yüzü ise tam aksine, insanın sinirini bozacak kadar güçlü bir şekilde gülüyordu. İyice arkasına yaslanmış, parmaklarıyla masada ritim tutmaya başlamıştı. Bense kendimi toparlamaya çalışıyordum. Toparlanmalıydım çünkü benim işim buydu. Buraya sorunlarını çözemeyen insanlar gelirdi ve ben de onlar ne kadar sinir bozucu olurlarsa olsunlar yardım eder ve sorunlarını çözerdim. Bu seferkinde de böyle yapmalıydım. Söylediklerini kişisel olarak almama gerek yoktu öyle değil mi? Ama bunu yine de biraz da olsa kişisel olarak almıştım.
“Ops. Biraz streslisin demek? Sorun değil. Hallederim. Şimdi biraz senden konuşalım. Buraya neden geldin?” Durup düşünmek için bile beklemeden cevap verdi. Sesindeki bıkkınlığı sezebilmiştim.
“Annemin bitmek bilmeyen ısrarlarına katlanamadığım için.”
“Hayır. Demek istediğim.. Sorunun ne olduğunu düşünüyorsun?”
“Ah, şu mesele.” Aniden gülümsediğini görünce ben de gülümsedim. Hevesle öne doğru eğilmişti. Sanırım bu bir şeyler söyleyeceği anlamına geliyordu. Evet, işte bu! Çok fazla beklememe bile gerek kalmamıştı. Herkes eninde sonunda ortama alışırdı. O konuşmaya başlamadan önce hızlıca masanın üzerindeki kalemi aldım ve not defterime daha sonra okumak üzere bir şeyler karalamaya hazırlandım.
“Sorunum olduğunu düşünmüyorum. Tamamen sorunsuzum. Bana yardım etmek yerine koridordaki sekreter kıza yardım edebilirsin, sana bayılacağından eminim. Şimdi öylesine otursak, sonra da seni bir daha görmesem olur mu? İnan beni çok mutlu edersin.” Gülümsemem yine yüzümde soldu ve bu sefer kendimi tutamayarak gözlerimi devirdim. Elimdeki kalemi sertçe not defterinin üzerine bıraktıktan sonra arkama yaslanarak kollarımı göğsümde kavuşturdum ve sırıtan suratıyla karşı karşıya geldim. Bugün neden bu kadar sabırsızdım bilmiyordum ama sinirlerim bozulmuştu. Bu da beni istediğim gibi konuşmaya yönlendiriyordu.
“Evet. Kesinlikle bir sorunun var. Özellikle de bir bayanla nasıl konuşulması gerektiği konusunda. Her zaman böyle kaba mısındır?”
“Ah, yapma.” Ukala bakışları yüzümde dolaştı. İçeri giren güneş saçlarının rengini yer yer sarıya boyuyordu. “Ben İngiliz’im. Kabalık kanımda yok. Beni bir odaya kapatıp saçma sapan sorular sormayan bayanlara karşı oldukça kibarımdır.”
“Sana saçma sapan sorular soruyorum öyle mi?”
“Evet. Ve bir de o aptal deftere bir şeyler yazmaya çalışıyorsun. Bir işe yarıyor mu bari? Ya da bekle, şöyle sorayım. Oraya benim hakkımda ne yazacaksın?” Sinir bozucu bakışları ve yapmacık gülüşleri altında gözlerimi ondan ayırmadan masaya doğru eğildim ve kalemimi elime aldıktan sonra aptal defterimi önüme çektim. Hani şu işi eve taşımama olayı vardı ya? İşte ben o konuda berbattım ve kendimi kötü hissetmeme sebep olmuştu. Şimdi oraya gerçekten bir şeyler yazacaktım.
“Sorularımın neden saçma olduğunu düşündüğünü bilmediğimi ama sorunun neyse onu çözene kadar her hafta Salı ve Perşembe günleri saçma sorularıma katlanman gerektiğini yazacağım. Yanına bir de kalp koymak istiyorum. O da saçlarını beğendiğim için. İşte böyle.” Tıpkı söylediğim gibi yazdıklarımın yanına küçük bir kalp çizip içini kırmızı kalemimle doldurdum. Bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum ama ona bakmadan kâğıdı not defterinden koparttım ve önümdeki dosyanın ilk sayfasına koydum. Şimdi kendimi kötü hissetmiyordum. Sanki birbirimize hiç meydan okumamışız gibi başımı kaldırdım ve tatlı talı gülümsedim.
“Eklemek istediğin bir şeyler var mı?”
“Ah, tabi.” Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. Sesi sakin ve yumuşak çıkıyordu ama yüz hatları için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Adonis heykelini sinirlendirmiş olmalıydım. Kapıdan çıkmadan önce bana doğru dönmüştü.
“Salı ve Perşembe günlerinde bir uzaylının gelip beni kaçırması için bütün hafta dua edeceğimi de ekle. Yanına da kalp koy. O da kızıl oluşunu beğendiğim için.” Ukala gülüşü gözlerimdeki tatlı ifadeyi dondurdu. Dişlerimi sıkmaya başlamıştım.
“Ben kızıl değilim.”
“Kalbin içini kırmızıyla boyamayı da unutma.”

“Senin yerinde olsam o kalbi onun kıçına sokardım. Sokarken de kıçını biraz dikizlerdim tabi.” Elaine kahkahalarla gülerken ben sadece hafifçe güldüm ve başımı tekrar peçeteme çevirdim. İşte güzel, eğlenceli bir anının bendeki etkisi ancak bu kadar oluyordu. Sadece küçük bir tebessüm. Fazlası yok. Fazlasının olması için yanımda onun da olması gerekiyordu. Şuan bunları Elaine’e değil de Edward’a anlatıyor olsaydım eminim Elaine’den daha fazla kahkaha atardım. Çünkü bunun güzel bir akşam yemeğinden sonra yatağımızda oturup yaptığımız rezillikleri birbirimize anlatmaktan ibaret olduğunu bilirdim. Ama şimdi öyle değildi. Şimdi yaptığım şey geçmişi irdeleyip içinden mutlu olmamı sağlayacak şeyler çıkarmaktı. Yatağımızda birlikte oturmuyorduk ya da Edward ne kadar gıcık biri olduğumu söyleyerek benimle dalga geçmiyordu. Yalnızdım ve bunları kendi kendime düşünmek sadece daha da yalnız olduğumu hatırlatıyordu bana. Bir daha asla birlikte gülemeyeceğimizi ya da bir daha asla eskisi gibi olmayacağımızı.. Ona dokunamayacağımı ya da onun bana dokunamayacağını.. Her şeyin çoktan bitmiş olduğunu ve benim acizliğimi..
“Hey, ne oldu şimdi? Bella, hadi ama. Bu eğlenceliydi. Eğer sürekli geçmişi hatırlayacaksan gülümseyebilmelisin.” O konuşurken yanaklarımı ıslatan yaşları paketinden çıkarttığım bir diğer peçeteyle silmeye çalıştım. Her şeyde yaptığım gibi bunu da becerememiştim.
“Bella. Yapma.”
“Geri dönmek istiyorum. Tekrar yirmi dört olmak istiyorum. Ya da yirmi beş. Fark etmez sadece geri dönmek istiyorum.”
“Yapamazsın. Bella, kimse yapamaz. İki ay oldu. Burada soktuğumun altmış gününden bahsediyorum ve sen hala aynı yerdesin. Biliyorum, şuan imkânsız geliyor ama günün birinde sadece gülümseyeceksin, inan bana. Sonsuza kadar acı çekemezsin. Bir gün unutacaksın.”
“Hayır, asla. Öyle söyleme. Unutmayacağım.” Gözyaşlarımı bir kez daha silerek başımı daha güçlü bir şekilde salladım. Böyle söylenmesinden nefret ediyordum. Çünkü unutmak istemiyordum. Ama en kötü yanı da buydu. Sen öldüğünü zannederken hayatın devam ettiğini öğrenirdin. Ölmek isterken yaşamak zorunda olduğunu öğrenirdin. Bu şekilde yaşamak ise berbattı. Böyle ağlayarak, aptal gibi gelişini bekleyerek, senden kopup giden parçaları arayarak.. Berbattı. Bir süre sonra iyice yoruluyordun.
“Ama toparlanman gerekiyor Bella. Onsuz da yapabileceğini göstermelisin. Kendine sürekli onu aslında sevmediğini söylemelisin. Acıyı biraz bile dindirmez ama güçlü hissettirir. Güçlü olmak da katlanmana yardım eder duydun mu beni? Sürekli bu battaniyenin altında oturup ağlayarak yaşayamazsın. Tamam, istersen benim yanımda ağlayıp bana seks hikâyelerinizi anlatabilirsin ama onun yanındayken yaşıyormuşsun gibi davran. Çoktan atlatmışsın gibi davran. Ne bileyim yap bir şeyler ama seninle bir daha bu tür bir konuşma yapmamıza izin verme çünkü kendimi aşk doktoru gibi hissediyorum.”
Daha önce hiçbir zaman duygularımı saklamayı, yüzüme benimle hiç ilgisi olmayan başka bir maske geçirmeyi ya da rol yapmayı düşünmemiştim ama itiraf etmeliydim ki düşüncesi bile beni güçlü hissettirmişti. Edward’ın her şeyde nasıl böyle rahat olduğunu şimdi daha iyi anlıyor gibiydim. Çünkü onun da bir maskesi vardı. Aciz olmadan yaşamak için herkese karşı kullandığı bir maskesi vardı. Maskesini bana karşı kullanmayacağını düşünmüştüm ama şimdi açıkça görüyordum ki benimleyken asla kendisi olmamıştı. Bunu ben de yapabilir miydim? Ona yalan söyleyip, sanki hiç umurumda değilmiş gibi yapabilir miydim? Deli gibi bana dokunmasını istediğim zamanlarda yürüyüp ondan uzaklaşabilir miydim? Maskeyi kullanmayı bilmiyordum. Hayatım boyunca asla bir maskeye ihtiyaç duymamıştım. Asla. Ama şimdi hissedebiliyordum. Acı bana maskeyi nasıl kullanacağımı öğretecekti.
“Yani onu özleyemeyeceğim, ağlayamayacağım ya da sevemeyeceğim öyle mi?”
“Öyle değil. Şimdikinden daha çok özle ya da daha çok sev. İstiyorsan ağlamaktan geber. Ama bunların hepsini gece olup Jace uyuduğunda yap. Şimdi bilmiyorsun ama gülerken de ağlayabilirsin. Ya da.. onun canını acıtmaya çalışırken kendi canını acıtırsın. Ne olduğunu göremiyorsa bu onun suçu, senin değil. Sadece.. yap şunu Bella. Yapabileceğini biliyorsun. Bir dene. Şimdi dene. Geldiğinde göster ona. Tanımadığı bir Bella göster.”

Elaine’le konuştuğumuz o akşama kadar onun canını gerçekten acıtmaya çalışmayı düşünmemiştim. Sadece kendimce bir şeyler için çabalayıp durmuştum ama bir işe yaramamıştı. Bundan önce yaptığım şeylerle canını acıttığımı düşünmüyordum. Ama bu bundan sonra da başarısız olacağım anlamına gelmiyordu. Karar vermiştim. Maskeyi takacaktım. Büyük ihtimalle onun canını kolay kolay acıtamayacaktım ama Elaine’in dediği gibi bu güçlü hissettiriyordu. Çoktan ölmüş olduğumu unutturuyordu. Bunun için yapacaktım. Bunun için hazırlanmış, bunun için bu elbiseyi giyip salonun ortasında dikilmeye başlamıştım. Aslında bunu başarıp başaramayacağımdan emin değildim. Hatta geldiğinde ağlayarak ona sarılacağımdan korktuğum için Elaine’in zorla giydirdiği yüksek, çok yüksek topuklu ayakkabıların içindeki bacaklarım durmadan titriyordu. Benim için kolay olmayacaktı. Ne de olsa bunca yıl ona yapma dediğim şeyi yapacak, duygularımı saklamaya çalışacaktım. Yine de.. imkânsız sayılmazdı. Elaine’le her şeyi yirmi dakikada hazırlamış sayılırdık. Dolapta gerilere tıktığım elbisemi çıkartmış, kısa süre içinde şekle giremeyeceğini anladığım saçlarımı toplamış, yüzüme hafif bir makyaj yapmıştık. Bu süre içinde Jace’in ‘nereye gidiyorsun’ ‘ne zaman geleceksin’ içerikli sorularını cevaplamak zorunda kalsak da sanırım halletmiştik. Küçük yalanım ise basitti. Özgürlüğümü kutlamak için aklıma gelen ilk yer neresi olursa oraya gideceğimi söyleyecektim. Elaine bunu gerçekten yapmamı söylese de gideceğim tek yer ona cehennem gibi gelen ofisim olacaktı. Muhtemelen az sonra içimde tutmaya çalışacağım gözyaşlarımı ofisime saklayacaktım. Evet, kesinlikle öyle yapacaktım.

Detayla RandevuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin