Korkak | 34. Bölüm

21.6K 992 116
                                    

Yoğun sınav haftam hala devam ediyor. Bu yüzden bölüm gecikmişti ama anlayışınız için teşekkür ederim. Umarım sıkılmadan okursunuz. Bölüm parçası The XX-Together  ve multimediaya göz atın. Yorum ve oy görmek dileğiyle.
İyi okumalaaar! :)

Çaresizlik. İçine düşürüldüğüm şans yoksunu durumun üzerimdeki somutlaşan sonucuydu. Düşüncelerimi hala daha toparlayamayışımın sebebi üstünde düşünülüp tartışılması gereken önemli bir konuydu. Kesik kesik düşünüyordum ve olmayan çözümü bulmakta zorlanıyordum.

Hayret de yoğundu aciz hissettiklerim arasında. Kemal’e bir şans daha vermek hayatımın aptallığıydı inkar etmiyordum. Edemezdim de zaten. Beni adeta sırtımdan bıçaklamış biriydi. İlk kez biri bana bunu yapıyordu ve bu kandırılmışlık hissi şiddetle ağlamama sebep oluyordu; kendi körlüğüme kızdığım için. Bunun başka hiçbir sebebi yoktu. Daha önce yabancı olduğum birçok duyguyu aynı anda hissediyordum, bu beni bitik bir hale sokuyordu. Çaresizlik, hayret, üzüntü ve daha onlarcası.

Doruk’un o son bakışı sürekli zihnimin etrafında dört dönüyordu ve tüm gecemi olanlar nedeniyle gözümü kırpmadan geçirmiştim, anneannemin şirin evinde. Evde yalnız kalmak istemediğim ve birine sarılma ihtiyacı ile yanıp tutuştuğum için –aslında bu kişi kesinlikle Doruk’u fakat bu sarılma isteğimin onunla gerçekleşme ihtimali, bir aborjin ile evlenme ihtimalim ile eş değerdi- anneannemin evine gelmiş ve ona sarılmıştım. Geceyi de küçüklüğümden beri benim için kendi hazırlamış olduğu odada geçirmiştim; camdan karanlığı, gökyüzünü ve yıldızları izleyerek.

Şimdi, güneşin doğuşunu ağlamaktan şişen ve ağıran gözlerim ve iç çekişlerim eşliğinde izlemiştim. Anneannem ne olduğunu sorduğunda sabah konuşuruz deyip onu geçiştirsem de, bu sabah onunla konuşmak zorundalığımı halletmem gerektiğini biliyordum.

Oturduğum yataktan kalkıp geceden kalma elbisemi çıkardım ve burada bıraktığım –yazın genelde burada kalıp anneannemle vakit geçirmeyi aşırı severdim- kıyafetlerimden elime geleni seçip giyindim. Odadan çıkıp banyoya ilerledim ve kendime duş almam gerektiğini hatırlattım. Su beni her zaman için rahatlatan bir unsurdu.

Ve yine su beni rahatlatmıştı. Vücudumdan narince akan masum damlalar içimdeki hiç de masum olmayan, aksine aptal hisleri de derimden söküp çıkarmış gibiydi; hissizleşmiştim. Duşta yaklaşık bir saat kaldığımı idrak ettiğimde suyu kapatıp çıktım. Kurulanma ve giyinme işimi hallettikten sonra aynanın önüne geçip virane gibi görünen yansımama baktım.

Kendimi ilk kez bu kadar çökmüş görmek hayal kırıklığımı bir tık yukarı çekmişti. Göz altlarımdaki morluklar alışık olmadığım kadar çoktu, şişen göz kapaklarım sebebiyle gözlerimi zor görüyordum. Gerçek manada bu kadar ağlamış mıydım? Yansımamın bana bağırdığı tek gerçek ‘senin sonun bu’ydu sanki. Bitikliğimi gözüme sokuyordu. Aynanın her iki yanındaki açık ahşap dolaplardan sağdakini açtım ve yüzüm için krem ve kapatıcı çıkardım. Dolabın kapağını kapatmamın ardından yüzüme su vurdum ve kuruladım. Kremi açıp yüzüme masaj yapmaya başladığımda gözlerimi de kapatmıştım. Derin nefesler almaya çalışıp düşünmemeye çabalıyordum, her ne kadar bu konuda da başarısız olsam da. Kremi sürdükten sonra kapatıcıyı aldım ve önce göz altlarımdan başlayarak tüm yüzüme sürüp kırgın ifademi kapatıcının altında bıraktım. Anneannemin beni bu denli harabeye dönmüş görmesine lüzum yoktu, bir de onu üzmek istemiyordum. Yüzüme sahte bir gülümseme maskesi yerleştirip banyodan çıktım ve mutfağa ilerledim. Anneanneme kahvaltı hazırlamayı planlıyordum. Mutfağa gitmeden önce odama uğrayıp saate baktım. Sekiz buçuk olmuştu saat. Hızlı olursam anneannem uyanmadan her şeyi halledebilirdim. Elim gerçekten ağırdı, bir omleti bile yirmi dakikadan fazla sürede yapmayı başarabilen biriydim.

Mutfağa girdiğimde ocakta buharı tüten çaydanlık gördüğümde anneannemin çoktan uyanmış olduğunu anladım. Merak etmiş olmalıydı tabi. Telaşlanmıştı kesin, kim bilir ne senaryolar yazmıştı kafasında. Zaten panik atağı vardı. Sabahı beklediğim için kendime kızdım. Bunları dün gece her ne olursa olsun akıl etmem gerekirdi.

Salona girdiğimde anneannemin her zamanki koltuğuna oturmuş çayını yudumlarken bulduğumda sahte gülümsememin yüzümde olduğuna emin olup yanına gittim ve karşısındaki koltuğa oturdum.

“Günaydın,” dedim kuru bir sesle. Oysa ki neşeli olması gerekiyordu, öyle planlamıştım.

“Günaydın, sarı papatyam,” dedi anneannem en az elindeki çayı kadar sıcak bir gülümsemeyle. Ama gözlerindeki merak ve endişeyi okuyabiliyordum.

“Güzel bir sabah?” diye bir yalan uydurdum havayı yumuşatmak için.

“Senli bir sabah. Güzel tabi ki küçük kızım benim. Özletip duruyorsun anneanneyi.” Sahte gülümsememin yerini içten bir gülümseyiş aldığında o da gülümsedi ve gözlerinin etrafını yıllanmış çizgiler aldı.

“Özür dilerim kraliçem.” Ailece hepimiz ona kraliçem diyorduk. Anneannemin yeğenleri, kardeşleri, abisi, herkes. Çünkü öyleydi, ailemizin kraliçesiydi.

“Hadi bakalım canını sıkan ne anlat bana.” Can alıcı soru yönelince yüzümün saniyede düşmesine engel olmadım. Bunu fark ettiğini biliyordum. Anneannem çok zeki bir kadındı.

“Arkadaşlar arası bir olay. Çok sevdiğim birini kaybettim,” son kelime yeniden ağlamam başlamama sebep olmuştu bile. “Onu kaybetmek istemiyordum ben.”

Anneannem yanıma oturup bana sarıldığında ben de ona sıkıca sarıldım. Saçlarıma öpücük kondurup okşuyordu. Yavaş yavaş ağlamam şiddetini yitiriyordu onun sayesinde.

“Eğer birbirinizi tanıyorsanız, seviyorsanız onu kaybetmemişsin demektir. Belki bir gün belki bir ay belki de bir yıl sonra yine yollarınız kesişir, emin ol.” İç çekip devam etti. “Bir şey olur, aklına sen gelirsin. Birlikte yaptığınız bir sohbet bile olabilir bu. Sonra eksikliğini hisseder senin. Bir yerlerde bir boşluk açmışsındır onun kalbinde. Onu doldurmak ister. Zaman alır ama düzelir arkadaşınla aran. Sen içini ferah tut, inci tanem. Boncuk gözlerin hep gülsün, böyle gözyaşı dökmesin.”

Ferahlatıcı etki gösteren sözleri anneannemin dudaklarından dökülüp kulağıma ulaşırken yavaş yavaş ağlamam kesiliyordu.

“Bu öyle bir şey değil. Beni hatırlasa bile eskisi gibi olamayız. Üstelik herkese rezil oldum, biliyor musun? Kimseyi görmek istemiyorum.” Geri çekilip dirseklerimi dizlerime yasladım ve yüzümü avuçlarımın arasında alıp gözlerimi yumdum. 

“Kime rezil oldun?” dedi sakince anneannem. Otokontrolünü asla bozmazdı, o her zaman çok güçlü bir kadındı. Ona imreniyordum ve kendime idol olarak görüyordum.

“Okuldakilere,” dedim fısıltıyla. Sanki her an yeniden ağlamaya başlayacakmış gibiydim.

“O insanların senden yüksek bir yanı var mı ki onlara rezil olduğunu düşünüyorsun? Emin ol, herkesin içinde sakladığı kirli çamaşırları vardır. Bazıları şanslıdır, su yüzüne çıkmaz.” Yüzümü kaldırıp onun kahverengi gözlerine baktım. Kendinden o kadar emin bir duruşu vardı ki. Omuzlarına dökülen kahve saçlarını tarayışı bile beni kimse ezemez havasındaydı. “Bak bir tanem, kendin ol. Hayatta kimsenin seni üzmesine izin verme. Yoksa sen kaybedersin. Herkes unutur, sen hatırlar yine kendine işkence edersin. Buna gerek var mı söyle bana.”

Yutkunduktan sonra kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. Bunun üzerine bana şefkatle gülümsedi.

“O zaman kendini topla. Sen benim kızım sayılırsın. Güçlü olmalısın. Öylesin de.” Güldükten sonra devam etti. “Çocukken buraya gelir, buradaki arkadaşlarınla seksek oynardın. Kazanırsan sana dondurma alacağımı söylemiştim. Oynarken düşmüştün, dizin kanamıştı ama sırf dondurma için oyuna devam etmiştin. İşte o zaman dedim ki, işte benim torunum. Kendini küçük görme, tamam mı?”

Anlattığı olayı hatırlamıyordum ama hoşuma gitmişti. Ondan küçüklüğümü dinlemeyi ayrı seviyordum. Ve söylediği her söz bana haklılığını haykırır nitelikteydi. En azından deneyebilirdim. Zaten dipteyken, deneyerek ne kadar daha dibe düşebilirdim ki?

“Kahvaltı?” dedim dudaklarımı iki yana ittirip gülümsemeye çalışarak. 

“Gel birlikte hazırlayalım. Eminim beceriksiz annen sana bir şey öğretmemiştir,” deyip güldüğünde bende ona hafifçe eşlik ettim. Çenemin acımasını gerektirecek kadar hafifçe.

***

Özlem giderici, en az  bin kalori almış olabileceğim maksimum lezzetli kahvaltımızın ardından yorgunluk kahvelerimi içmeyi bitirmiştik. Gitme vaktimin geldiğini biliyordum. Yarın beni belki de dünden daha zor bir gün bekliyordu. İnsan içine çıkacaktım, daha doğrusu Ece Serdar tüm o olmayan cesaretini toplayıp insan içine girecekti.

“Eve gitmeden önce sevdiğin bir şeyi yap.” Kafamı onu onaylamak amacıyla salladığımda “Paran var mı yanında?” dedi.

“Evet var, kraliçem. Merak etme sen.” Onun yumuşacık yanağını öptükten sonra “Görüşürüz,” dedim ve kapıdan çıktım.

“Çok özletme.” Ona gülümsedikten sonra “Emriniz olur,” dedim ve el salladıktan sonra oradan ayrıldım.

Tatlı yemeği sevdiğimden –asıl sebep anneannemin itiraz istemeyen ses tonuyla eve gitmeden sevdiğin bir şeyi yap demesiydi- yol üstündeki waffle kafesine oturdum ve malzemeleri seçtikçe iştahımı kabartan bir waffle siparişi verdim.

Acaba kelimesi ile başlayan sorular beynimi kemirdiğinden düşünemiyordum belki de artık. Bilmiyordum. Birçok kez üzülmüştüm, kırılmıştım fakat bu seferki çok başka bir üzüntüydü. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bunu kabullenmeye çalışmak en az biyoloji öğrenmek kadar zordu benim dünyamda.

“Buyrun efendim,” dedikten sonra önüme waffle’ımı koyan garsona minik bir gülümseme yolladım ve o da yanımdan ayrıldı.

Gerilen tüm hücrelerimi gevşetmesini umduğum tatlıma iştahla başladığımda aklıma telefonum geldi. Dün geceden beri kapalıydı ve artık açmam gerektiğini biliyordum. Bir yerlerden başlamam gerektiğini içimden tekrarladıktan sonra telefonumu açtım. Bir an, gelen bildirimler sebebiyle telefonumun sonsuza kadar donacağını sanmıştım ama neyse ki telefonum beni yarı yolda bırakmamayı seçmişti.

Dün geceden bu yana Poyraz 52 kez, Nil 23 kez, Elif 14 kez, Oğuz 32 kez, Buse 5 kez aramıştı. Bunun haricinde annem de iki kez aramıştı ama o sabah aramıştı. Mesajlara hiç girmiyordum bile. Derin bir nefes aldım ve önce annemden başlamayı tercih ettim. En azından onun hiçbir şeyden haberi yoktu, ona sadece iyi olduğum yalanlını söyleyecektim. Basitti.

Annemle iki dakikayı aşmayan sürede konuşmamızın ardından akşam eve geleceklerini öğrenmiş ve iyi olduğumu söylemiştim. Ve şimdi sıra Poyraz’daydı. Onunla konuşmak diğerleriyle konuşmaktan daha kolay oluyordu her zaman. Bu yüzden onu aramayı tercih ettim ve arama tuşuna bastım. Telefon çaldıkça benim heyecanım git gide artıyordu. Neden heyecanlandığımı da çözemiyordum.

“Ece? Ece sen misin? İyi misin?” son derece telaşlı sesi beni kendime getirdiğinde “Benim,” dedim kısaca. Ne diyeceğimi, ne konuşacağımı bile bilmiyordum ki. Sahi, ona ne anlatacaktım ben? Yaptığım, yaşadığım zavallı olayları mı?

“Beni çok korkuttun pislik.” Sebepsizce ağlama isteğim tetiklenmişti ama hayır. Bugün ağlamayacaktım. Yeterince kendimi yıpratmıştım ve daha fazla yıpratamazdım. Yoksa sonunda benden eser kalacağından şüpheliydim.

“Biliyor musun, waffle yiyorum şu an. Hatta. Iıım. Sonra da sahile gideceğim. İyiyim ben. İyi. Evet evet.” Dizdiğim kelimelerin doğruluğuna inanıp inanmayacağını bilmiyordum. Ses tonumun ne denli inandırıcı olduğu hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu.

“Gece neredeydin? Evine geldik ama kimse yoktu. Hatta iki saat boyunca evinde bekledik. Oğuz ile. Nil, Elif, Umut, Berk ve Buse de vardı. Hepimiz yani. Yüz kez aradık seni ama her seferinde cevap alamadık. Başına bir şey geldi diye o kadar korktuk ki. Tahmin bile edemezsin.” Kendimi ağlamamak konusunda sıkıyordum ama patlamama kıl payı kalmıştı. Benim için endişelenmeleri gerçek arkadaşlarım olduğunun bir kanıtıydı, değil mi? En azından her şeye rağmen benim yanımda olmaya çabalamışlardı.

“Anneanneme gittim. Deli kafamı biraz akıllandırmış olabilir. En azından okula gidecek kadar.” Hafifçe güldüğünü işittiğimde gülümsedim. Belki de ihtiyacım olan tek şey dost dayanışmasıydı ama ben bunu elimin tersi ile itmiştim. Çünkü o kadar yerin dibine girdiğimi hissetmiştim ki herkesten utanmıştım. İstisnasız herkesten.

“Eve döndüğünde görüşürüz. Seninle konuşmam gereken bir şey vardı. Her neyse, uğur böceği. Kafanı dağıt, waffle’ını da bırakma. Seni seviyorum, görüşürüz.”

“Bir kırıntı bile bırakmayacağım. Görüşürüz,” dedikten sonra telefonumu kapatıp değim gibi waffle’ımın hepsini bitirdim. Hesabı da ödedikten sonra en azından Poyraz’a yalan söylememiş olmak için sahile gitmeye koyuldum.

Yaklaşık yirmi dakika boyunca yürüdükten sonra, ayağımdaki bileksiz lacivert converse’leri çıkarıp çıplak ayakla kumların üstünde biraz yürüdüm. Sahilde daha sabah saatleri olduğundan tek tük insan vardı. Güneş harika açılarla denize vuruyor, denizin güzelliğine güzellik katıyordu. Hafifçe esen rüzgar yanaklarıma değerken bir an için huzuru hissetmek isteyip üstümdeki ince hırkayı kumların üstüne koydum ve yere uzandım. Kafamı hırkamın üstüne koyduğumda telefonumu aldım ve kulaklığımı takıp gözlerimi kapattım.

The XX’ten Together’ı açıp dinlenmeyi denedim. Güneşin göz kapaklarıma değmesini bile hissediyordum.

Düne kadar her şey yolundayken, şu an yolun sonunda kendi acınası halime bakarken buluyordum kendimi. Zaman neden bu kadar acımasızdı? Söz konusu ben olduğumda, neden hiçbir şey yolunda gitmemekte bu kadar inatçılık yapıyordu? Peri masallarındaki gibi bir mutlu son neden benim de sonum olmuyordu? Belki de bu sorunun cevabı, hiçbir peri masalında gizli kapaklı iş çeviren iyi kalpli bir başrolün olmamasıydı. Aslında benim masalımda prensim de yoktu. Doruk hiçbir zaman benim olmamıştı ki.

Kulaklıklarım kulağımdan çıktığında hızlıca gözlerimi açtım. Rüyalarımın derinliklerine gidip ışık demetlerinin mavi gözlerindeki eşsiz yansımalarını mı görüyordum şu an?

“Kalk hadi,” dedi gayet de gerçekçi bir sesle. Yüzünde öfke olmaması iyi bir şey miydi? Dediğini yapıp ayağa kalktığımda kelimelerimin boğazıma ulaşamadığını hissettim. Sadece ritimsizce atan kalp atışlarım vardı. Bir de karşımda duran kusursuz yüzü. “Her şeyi biliyorum.”

Gözlerinin güçlü mavisi güneş ışınları yansıması sayesinde elmas gibi görünüyordu. Saçlarının açık kahve rengi yine güneş ışığı sayesinde daha parlak görünürken, taranmadığını gözler önüne seriyordu. Yanağındaki gizli gamze, sert tavırlarına tatlılık katıyordu. Ölene kadar bir darbe olmadığı sürece kusursuz burnunu ölene kadar kıskanabilirdim. Kalın olmayan dudakları kusuru olmadığını bana bağırırken çenesinin katılığı erkeksiliğini on katına çıkarıyordu. Gülümsediği kısa zamanlarda beliren dişlerindeki küçük kusurlar onda kötü durmak yerine bildiğimiz tatlı duruyordu.

Arkadaşlarını da kendi gibi seçmiş olması onun şanslı biri olduğunu düşündürtüyor. Çileğe olan iradesizliği beni ona çeken bir diğer şeker özellik. Saçlarına olan özel ilgisi herkesi uyuz etse de buna aldırmıyor. Gitarı onun her şeyi. Pena koleksiyonu var ve ölene kadar saklamayı, çocuklarına miras olarak bırakmayı planlıyor. Deniz manzaralı bahçeli bir evi olsun istiyor, tesadüfe bakın ki tıpkı benim gibi.

O Doruk Onur. Koşulsuzca sevdiğim dünya tatlısı varlık. Hayallerimdeki sevgilim. Evet, hayal kurmak her zaman, her şekilde harika. En azından hayalimdeki ilişkimiz kusursuz, gerçekte tam tersi olsa da.

“Dilini mi yuttun?” Melodik sesi kulaklarımı bugün üçüncü kez doldurduğunda diğer tüm düşünce bulutları beynimden uçup gitti.

“Bir daha görüşmeyeceğimizi senden duymak istemiyorum,” dedim bana bile yabancı gelen hoşnutsuz ses tonum eşliğinde.

“Konuşalım mı?” Yutkunmayı deneyip belli belirsiz kafamı salladım. “Not olayını biliyorum.” Şaşkınca ona bakmaya başladığımda Dorukvari bir şekilde kendini beğenmiş bir ifadeyle gülümsedi. “Sen beni aptal mı sanıyorsun? Dün o fotoğraflarda kimin parmağı olabileceğini tahmin edebileceğimi hiç mi düşünmedin?”

Olayın şokuna kendimi o kadar kaptırmıştım ki, evet, bunu tabi ki düşünmemiştim. Ama yine de düşünsem de bir şey değişmeyecekti ki. Anlaşma her türlü bozulmuştu.

“Kemal’i bulup konuştum. Her şey o kızın bana olan saplantısı ile başlamış. Bizi birlikte görünce sevgilin olduğumuzu sanıp böyle bir plan kurmuş. Kemal ile konuşmuş ve onu da bu işe girmeye ikna etmiş. Kemal’in de en başından beri ikimizin görüştüğünden haberi varmış. Kız, adı Simge, Buse ile arkadaş olmaya çalışıp seninle ilgili bilgi bile almış. Hassas biri olduğunu öğrenince de işler onun için daha kolay olmuş. Bizi izleyip o fotoğrafları çekmiş, seni tehdit etmiş. Sorunlu biri yani.”

Dünyanın en saçma bakışıyla Doruk’un gözlerine bakmaya çalışırken, hissettiğim şaşkınlığa vücudum mide bulantısı ile tepki veriyordu. Ve gözyaşı. Bugün ağlamayacağım desem de yine kendimi tutamamış hafifçe de olsa gözyaşlarımın akmasına izin vermiştim.  Lanet olası kızda var olan hayal gücü nasıl bu kadar geniş olabilirdi ki? Sorunlu biri yüzünden mi hayatım mahvolma derecesine gelmişti? Kemal için diyecek bir şey dahi bulamıyordum, orası çok başka bir dünyaydı.

Doruk’un kollarını bana sardığını hissettiğimde içimi rahatlamışlık hissi kapladı birden bire. Kollarının arası güven demekti benim için. İstediğim her şeydi burası. Paha biçilemezdi.

“Bir şey söylemeyecek misin?”

“Kendime acıyorum. Özür dilerim. Her şey için. Anlaşmayı daha ilk haftadan bozduğum için. Seni de kendim gibi okuldakilere rezil ettiğim için. Böyle biri olduğum için. Özür dilerim.”

Yüzümü avuçlarının içine alıp bakmaya doyamadığım gözlerini bana sabitlediğinde ilk kez kızgın olduğunu fark ettim.

“Özür dilemesi gereken sen değilsin, Ece. Özür dilemesi gereken o iki piç, tamam mı? Ve göreceksin. Senden özür dileyecekler.” Hafifçe burnumu çektiğimde baş parmaklarıyla yanağımda kuruyacak olan gözyaşlarımı sildi. “Ağlama.” Kafamı belli belirsiz salladığımda hala beynimde dönen soru işaretleri vardı.

“Şimdi ne olacak? Bir daha birbirimizin yüzüne bakmayacak mıyız?” Cevabından en çok korktuğum soruyu ona yönelttiğimde gözlerinden bir an için şaşkınlık geçtiğini gördüm. Ama sonra hemen toparlamıştı. Merak duygusu git gide içimdeki şiddetini artırırken vereceği cevabı dört gözle bekliyordum.

“Sonuçta anlaşma isteyerek bozulmadı. Neden birbirimizin yüzüne bakmayalım ki?” Kalbim birden hızlanmaya başladığında gülümsedim. Ciddi manada sırıtarak gülümsedim.

Midemdeki kelebekler bitkisel hayattan çıkıp dans etmeye başladıklarında kollarımı Doruk’un boynuna sardım. Bunu hangi cesaretle yaptığımı bilmiyordum ama iyi gelmişti. Doruk’un kolları belimi sardığında kafasını omzuma gömdü ve derin bir nefes aldığını hissettim.

“Dün gitmeden önce Poyraz’a söylediklerin doğru muydu?” Beynim flashback yaparak dün geceye gittiğinde Poyraz’a son söylediğim şeyler aklıma geldi. Birden yanaklarıma çöken kızgın ateşi hissettiğimde Doruk kafasını geri çekip aramızda kalmış birkaç santim mesafeden gözlerime bakmaya başladı. Ona yakın olmak kalbime hiç iyi gelmiyordu, her an kalp krizinden onun kollarında ölecek gibi hissediyordum. Beklenti dolu gözleri bana bakarken ne cevap vereceğimi bilemiyordum.

Anneannemin söylediği sözler aklıma geldiğinde kendime yeniden dipte olduğumu ve daha dibe batamayacağımı hatırlattım. Bu sırada Doruk konuştu.

“Ece bir kez olsun içinden geçeni söyleyemez misin?” Gözlerimi bir iki saniyeliğine kapatıp derin bir nefes aldım. Yutkunmaya çalışıp düğümlenen dilimi çözdüm ve bir iki kelime etmek için ağzımı araladım.

“Evet,” dediğimde aramızdaki bir iki santimlik mesafeyi kapatıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Sabırsızca dudaklarımı keşfe çıkarken bir o kadar da yumuşaktı. Hayallerimdekiyle bire bir örtüşmese de yüzde doksan tıpkı hayalimdeki gibiydi. Yumuşaktı, özeldi. Tüm dokunuşları bana özelliği vurgular nitelikteydi hatta. Doruk’u öpmek adeta cennetti. Eşsiz kokusu etrafımı sarmışken kollarımı ürkekçe boynuna biraz daha sıkı doladım. Bir eli yanağımı nazikçe okşarken gözlerimi açmadan her şeyi ona bırakmıştım, yanlış bir şey yapmaktan korktuğum için. 

Doruk. Doruk şu an beni öpüyordu ve inanılmaz bir şeydi. Hatta imkansızlığına kendimi inandırdığım bir şeydi. Hissettiğim mutluluk, daha önce hissettiğim tüm mutlulukları sollayacak ölçüdeydi. Her şeyi geride bırakabilirdim. Yanımda onun olacağını bildiğim sürece her şeyi.

Dudaklarını benimkilerden ayırıp geri çekildiğimizde yüzündeki gülümseme bedenime tatmin gücü yayılmasını sağlamıştı. Hissettiğim duyguların tarifi olduğunu sanmıyordum. Olamazdı. Hangi kusursuz kelime bunu tanımlayabilirdi ki? Hayalim gerçekleşmişti. Hayal olmaktan çıkıp altın tepsi ile önüme sunulmuştu. Bu duygunun kesinlikle tarifi olamazdı.

“Biz şimdi neyiz?” dedi tapındığım gülümsemesini yüzüne yerleştirdiğinde.

“Bilmem.” Kahkaha attığında onun gibi gülümsedim. Dudağıma minicik bir öpücük daha bıraktıktan sonra konuştu.

“Sen benim sevgilimsin, ben de senin erkek arkadaşınım.” Normal bir çift olamayacağımızı daha ilk saniyeden bana kavrattığı için ona minnet duydum.

“Sen öyle diyorsan.”

KORKAKWhere stories live. Discover now