Korkak | 25. Bölüm

27.9K 872 24
                                    

Uzun bir bölüm ile merhaba. Oy ve yorumlarınızı görmek için sabırsızlanıyorum. Lütfen uzun yorumlarınızı esirgemeyin.

Multimedya'ya göz atabilirsiniz. Bölüm parçası ile okuyabilirsiniz. ❤️  Her şey için teşekkürler, harikasınız. :3

İyi okumalar!


İçinde bulunduğum kararsızlık, beynimi kemiriyordu adeta. Evet, Berk ve Nil ile stüdyoya gelmiştim fakat hala daha içeri girip girmemek bana iki ülke arasındaki bir savaş meselesi kadar önemli geliyordu.

“Ece, hadi.” Nil’in uyarısıyla ona belli belirsiz bir şekilde kafamı salladım ve kafamdaki tüm düşünceleri çöpe atarak arkalarından içeri girdim. Berk bizden önce girdiğinden çoktan arkadaşlarının yanındaki yerini almıştı. Şimdi Berk için sıra Nil’i arkadaşlarına tanıtmak ve beni de tanıştırmaktı.

Yürürken Berk’in yanında ilk fark ettiğim kişi Doruk olmuştu. Henüz beni görmüyor ve arkadaşlarına gülümsüyordu. Arkadaşlarının yanında onu görmek farklı oluyordu okulda da. Sanırım benim gibi arkadaş ortamında daha fazla gülümsüyordu o da.

Yanlarında iki kişi daha vardı fakat onlar bizim okulumuzda değillerdi. Onları ilk kez görüyordum. Birinin elinde mikrofon vardı ve diğeri de bateri taburesinde oturmuş sevimli gamzeleri eşliğinde gülümsüyordu.

Yanlarına ulaştığımızda Berk gülümseyerek kolunu Nil’in beline doladı. Kendimi ilk saniyeden fazlalık gibi hissederken Doruk’un bakışları, bana kısa bir an değip hiçbir şey olmamış gibi geçti ve Berk’e çevrildi. Neden şaşırmıyordu? Ben bu konuyu bir çok kez kafamda tartmışken, o sadece bir saniyecik bana bakıp kafasını çevirmişti. Yutkunmaya çalıştığımda Berk’in sesi kulaklarımı dolduruyordu.

“Nil, Doruk’u biliyorsundur.” dediğinde Nil gülümseyerek kafasını salladı. “Bunlar da diğer arkadaşlarım Atacan ve Yağız.” Elinde mikrofon olan Atacan, bateri taburesinde oturan Yağız’dı. Yağız siyah kıvırcık saçlı ve ela gözlüydü, Atacan ise tam bir sarışındı. “Ve bu da Ece. Nil’le ortak arkadaşımız.” Bakışlar bana çevrildiğinde yanaklarımın kızardığını hissetsem de bozuntuya vermemeye çalışarak “Merhaba.” dedim ve yüzüme bir gülümseme yerleştirmeyi unutmadım.

“Merhaba Ece.” Atacan bana sıcak bir gülümseme gönderirken, Yağız da selam anlamında bize el sallamıştı. Doruk hiçbir şey yapmıyor sadece bizi izliyordu. İfadesizliği beni korkuturken aynı zamanda ne yapacağımı bilemez duruma düşürüyordu.

“Berk’in sevgilisiyle tanışma şerefine erişmek büyük zevk.” Yağız’ın sözleri üzerine gülümsediğimizde Atacan, “Arkadaşıyla tanışmak da büyük zevk.” deyip beni de unutmamıştı. Ona içten olduğuna kendimi inandırdığım bir gülümseme gönderdiğimde onun yüzündeki tatlı gülümseme de genişlemişti. 

“Başlayalım artık.” Doruk ortamdaki sıcak havayı dağıttığında Nil’in gözlerini devirdiğini görmüştüm. Eminim şu an aklından, Ece nasıl oluyor da bu çocuktan hoşlanıyor diye geçiriyordu. Bu sırada Berk bas gitarını, Doruk da elektro gitarını eline aldı ve Nil de benim yanıma geldi.

Minik bir sahneleri vardı ve biz de onları iki metre kadar uzaktan izlemeye koyulmuştuk. Atacan, diğerleri gitarlarıyla uğraşırken bize “Umarım eğlenirsiniz, kızlar.” demiş ve ardından Yağız da arkadan birkaç bateri fonu eklemişti.

Doruk’un arkadaş ortamını böyle hayal etmediğim bir gerçekti. Daha çok, serseri çocuklar bekliyordum. Ama arkadaşları en az benimkiler kadar eğlenceli insanlara benziyorlardı. En azından ben sevmiştim. Doruk aralarındaki cool ve şımarık çocuk, Berk yakışıklı çocuk, Atacan hem eğlenceli hem tatlı çocuk, Yağız da sevimli çocuk oluyordu sanırım. Yani benim ilk gözlemim bunlardan ibaretti.

Şarkı başladığında benim de yüzüme bir gülümseme yerleşmiş, şarkı bitene kadar da hiç solmamıştı. Aksine, gittikçe genişlemişti. Çünkü Atacan’ın söylerken yaptığı şirinlikler çok tatlıydı. Nil’in gözü Berk’ten başkasını görmüyordu. Doruk ise arada bir gülümsüyordu. 

Şarkıları bittiğinde gitarlarını yerine bıraktılar ve hep birlikte yanımıza geldiler. Berk, geldiğinde Nil’in yanağını öpmüş ve Nil de ona gülümsemişti. Bu kadar romantik bir çift olmak zorunda mıydılar? Elif ve Umut zaten yeterince gözümüzün önünde romantikleşirken bir de Nil ve Berk çıkmıştı.

“Beğendiniz mi?” Atacan’a gülümseyerek kafamı salladığımda Nil “Çok güzeldi.” dedi ve Berk bir kez daha onu öptü. Kafamı onların daha fazla romantikleşmelerini görmemek için önüme çevirdiğimde Yağız’ın sorusuyla ona döndüm.

“Siz dördünüz, aynı okulda mısınız?” Doruk, ilk kez sohbetle ilgilendiğinde şaşkınlığımı gizleyememiş irileşen gözlerim eşliğinde ona bakmaya başlamıştım.

“Evet.” Gözleri bir anlığına beni bulduğunda kalbim heyecanla tekledi. Hadi ama, daha dün birlikte uyumuştuk. Ve şimdi birbirimizi tanımıyormuş gibi davranıyorduk. Ama aslında onunla ilgili birçok özel şeyi biliyordum. Şimdi burada insanlara rol yapıyor olmak çok can sıkıcıydı. Bu düşünce aklımda belirince yüzümün düşmesine engel olamadım.

Neyse ki, kimse bunu fark etmeden Yağız’ın telefonu çalmıştı. Telefonu açıp bizden uzaklaştığında Nil ve Berk’in aralarında konuştuğu şeylere kulak asmayıp ayakkabılarımı izlemeye başladım. İçimdeki tüm sesler birleşip beni azarlamaya başladığında kaşlarımı çattım. Ah, benim burada işim neydi ki?

Yağız gittiği gibi geri geldiğinde “Benim gitmem gerek. Tanıştığımıza sevindim.” dedi ve gülümseyerek uzaklaştı. Sıra benim gitme vaktime gelmişti.

“Nil’i çok sevdiğim bir yere götüreceğim.” Berk’in benden önce davranması işime gelmişti aslında. Onlarla beraber çıkıp evime gidecektim.

“Ece, sana ayıp olmaz değil mi?” Nil’e bir gülümseme yolladım. Bazen çok ince düşünüyordu.

“Tabi ki olmaz, Nil.” Bana sarıldığında ona karşılık verdim ve sonra Berk’le birlikte gülüşerek çıkmalarını izledim.

“Tanıştığımıza sevindim.” Hepsini Doruk’a bakarak söylediğim sözlerimin üzerine bana tepki veren Doruk değil Atacan olmuştu. Doruk yine duygularını içine gizlemeyi tercih ediyordu.

“Seni evine bırakabiliriz,” dedikten sonra bakışlarını Doruk’a çevirdi. “Değil mi dostum?” Doruk kafasını onaylar gibi salladığında hep birlikte dışarı çıktık. 

Doruk’un arabasının önüne geldiğimizde, anahtarı cebinden çıkarıp kapı kilitlerini tek tuşla açtı. Atacan arka kapıyı benim için açtığına ona bir gülümseme hediye ettim ve Doruk’un buna gözlerini devirdiğini gördüm.

Birkaç metre ilerlediğimizde Atacan arkasını dönüp benimle konuşmaya başladı.

“Vaktin var mı Ece? Bizimle sıcak çikolata içmeye ne dersin?” Gözlerim şaşkınlıkla irileştiğinde bakışlarımı nereye çevireceğimi bilemedim.

Doruk buna ne cevap vermemi isterdi?  Evet dememi istemeyecekti. Çünkü anlaşmamızla ilgili pot kırmadan deli gibi korkuyordu. Bunu hissediyordum. Unuttuğu bir şey de vardı ki, ben onun sandığı kadar salak biri değildim. Doruk’un vermemi istediği cevabı, ben vermek istemiyordum.

“Güzel olur, derim.” Ani fikir değişikliğim, sözlerime yansıdığında Doruk’un dikiz aynasından baktığım yüzünde ilk defa bir ifade görebilmiştim. Geleceğimi beklemiyordu.

“Kibarlık etmeye çalışıyorsun Ece. Vaktin yoksa gelmeyebilirsin.” Doruk, aklınca beni vazgeçirmeye çalışsa da bu kararımı etkilemeyecekti. Hem onun bir arkadaşıyla arkadaş olmak benim için artı bir yön olurdu. Atacan’dan Doruk’un arkadaş ortamındaki hallerini öğrenebilirdim örneğin.

“Kibarlık etmeye çalışmıyordum. Vaktim var ve canım sıcak çikolata istiyor.” Mavi gözlerine öfke yerleştiğinde keşke demin söylediklerimi yutsaydım, diye içimden geçirdim. Bu bakışların üzerimde gezmesini istemiyordum.

“Süper o zaman. Doruk bizi nereye götüreceğini bilir.” Atacan’ın önerisiyle Doruk memnun olmadığını gözümüze sokarmışçasına kafasını salladı.

Bu durum beni şimdiden eğlendirmeye başlamışken cam kenarına iyice sokuldum ve alaylı bir gülümseme eşliğinde yolculuğuma devam ettim. Ona karşı benim istediğimin olması, içimdeki zafer çanlarının son seste çalmasına sebep oluyordu.

***

“Kanguru eti yedim desem?” Karşımdaki sandalyede oturan Atacan’ın söylediklerinin üzerine, masadaki ilk kahkahamı da atmış bulundum. Neredeyse yarım saattir oturuyorduk ve Atacan’ın sohbeti gerçekten ilk tanıştığın birine göre oldukça iyiydi.

Sıcak çikolatalarımız çoktan gelmişti. İkisi de kare masada benim karşımda oturuyordu. Atacan’ın sohbeti akıcı ve eğlendiriciyken, Doruk sohbete çok fazla dahil olmayan tarafı oynuyordu.

Açıkçası birbirimizi yeni tanıyor rolü yapışımız garipti. Onunla ilgili o kadar çok şey bilirken, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmak. Haksızlık gibi geliyordu insana. Bu yeni duruma da alışmam gerektiğini içimdeki sesler bir olup bana hatırlattığında kahkaham yerini normal bir gülümsemeye bırakmıştı.

“Ciddi misin? Nasıldı?” Kafasını gülümseyerek onaylar gibi salladığında “Ya da dur. Nerede yedin o eti? Ah, çok garipsin Atacan.” Benim az önce yaptığım gibi minik bir kahkaha attığında, bakışlarımı birkaç saniye için Doruk’a kaydırma ihtiyacıyla dolup taştım.

Mavi gözleri önündeki yeni karıştırdığı kahvesinin yüzeyinde oluşan ufak girdapa bakıyor, dudakları susmaya yemin etmiş gibi birbirine yapışmış halde duruyordu. Onu izlemekten beni alıkoyan sese döndüm.

“Endonezya’daydı. Babamın işi için küçükken bende gitmiştim ve  çılgınlık yapıp yemiştim. Tadı güzeldi. Ya düşünsene Ece. Şu zıp zıpların etini yediğini. Çok ilginç değil mi?” Onun heyecanına ortak olmayı seçip yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim.

“Gerçekten hayatımda duyduğum en ilginç şeylerden biri.” Sözüm bittiğinde sıcak çikolatalarımızdan birer yudum aldık.

“Sen bahsetmek ister misin yaptığın çılgınlıklardan?” Elimde tuttuğum sıcak bardağı bırakıp ellerimi önümde birleştiğimde düşünmek için zaman kazanmaya çalışıyordum. Benim de başımdan geçen bir çok olay vardı ve hangisini anlatacağımı seçmek zorundaydım. Fakat ben daha seçme işlemimi tamamlayamadan Doruk benim yerime konuşmaya başlamıştı.

“Çılgınlık yapacak birine benzemiyor Ata, görmüyor musun?” Sohbete dahil oluşu beni şaşkınlığa uğratmışken üstüne bir de söylediklerini idrak ettiğimde hissettiğim şok beni germeye yetmişti.

Benim heyecanı sevmediğimi biliyordu. Sakin bir kişiliğim olduğunu da. Aklınca bunları söylüyordu. Heyecanı sevmiyor oluşum, başımdan ilginç olayların geçmemesine engel değildi. Bunu ona kanıtlama arzusu tüm hücrelerime sıçramışken konuşmak için ağzımı açtım. Aklıma ilk gelen şey geçenlerde arkadaşlarımın benim üzerimden eğlenirken anlattığı olaylar olmuştu.

“Başımdan geçen çılgınlıkları anlatsam, kulaklarına inanamazsın, Atacan. Öyle görünmüyor olabilirim ama arkadaş ortamım sanki bana git ve çılgınlık yap diyen insanlarla dolu.” Atacan’ın boğazından kahkaha beni tatmin ederken, Doruk’un bu duruma ifadesiz kaldığını  görmek bugün ikinci kez zafer çanlarını içimde çaldırmıştı. Bu çok tatmin edici bir duyguydu bana göre.

“Hemen bunlardan bahsetmelisin, Ece. Hemen.” Gülerek cümlesini bitirdiğinde onaylamak amacıyla kafamı salladım. Belki de az sonra, utançtan yerin dibine gireceğim şeyler anlatacağımın farkında bile olmadan yapmıştım bunu.

“Hangisini anlatsam ki? Sayamayacağım kadar çok şey yaşadım arkadaşlarımla. Ama en çok dalga geçtikleri, ilk sarhoş olduğumda yaptığım saçmalıklar. İkincisi de bir iddia sonucu yaptığım lezbiyen rolü. Üçüncülüğü de, şehir merkezinde önüme gelen tanımadığım insanlara sırf arkadaşlarımla eğlenmek için İngilizce konuşup afallamalarını sağlamak alıyor.” Ben daha cümlemin yarısına gelmişken Atacan gülmeye başlamıştı. Bakışlarım Doruk’a çevrildiğinde tebessüm ettiğini gördüm ve bu içimi ısıtmaya yetti.

“Hepsini.” Atacan, gülmesinin arasında bunu söylediğinde bende gülmekten kendimi alıkoyamadım. Atacan’nın enerjisi uyulmayacak türden değildi çünkü.

“Başka zaman Ata. Saate bakıp acele etsen iyi edersin.” Atacan, aklına bir şey gelmiş gibi hızlıca kolundaki siyah ve bir o kadar da zarif saate baktığında yüzü düşmüştü. Gitmesi gereken bir yer olmalıydı.

“Bir kafede canlı müzik yapıyoruz. Bir gün mutlaka gelmelisin.” Ayağa kalkarken bende ayağa kalkmayı ihmal etmemiştim.

“Çok isterim.” deyip yüzüme güzel olduğuna inandığım bir gülümseme yerleştirdiğimde, onun yüzü keyifli bir hal almıştı.

“En kısa zamanda ayarlar, sana haber veririm.” İnce montunu üstüne giyerken ben de onaylamak amacıyla ona kafamı sallıyordum. “Görüşürüz o zaman.”

“Görüşürüz.” Dedim ve uzattığı elini tutup kısaca tokalaştım. Bu sırada Atacan, Doruk’a da görüşürüz demeyi unutmamıştı.

O giderken yerime oturmak yerine deri montumu elime aldım. Bu sırada Doruk bana şaşkın bakışlarını atmakla meşguldü.

“Nereye gidiyorsun? Sohbet edecektik.” dediğinde ona yapmacık bir gülümseme gönderdim. Çünkü bu olay bana her seferinde taşıyamayacağım yük gibi geliyordu. Şimdi etrafımızda kimse olmadığından birbirimizi çok iyi tanıyan bizlere geri dönüş yapmış bulunuyorduk.

“Eve.” Kısaca onu cevaplamamın ardından bana çatılan kaşları eşliğinde bakmaya başlayınca bir kez daha onun ne kadar zor biri olduğunun farkına vardım.

“Seni evine ben bırakacağım ve şu an bir yere gitmiyoruz.” Bazen, bu her istediğim olacak halleri beni çıldırtıyordu. Ciddi anlamda çıldırtıyordu. O ne isterse onu yapmak zorundaymış gibi görünüyordum ama artık bu durumdan yorulduğumun farkına varması gerekiyordu.

“Seni tanıyan biri görür bizi şimdi. İşini riske atmana değmez, eve gitmem senin de işine gelir işte. Daha ne istiyorsun?” Sesimdeki aşağılayıcılığı engelleyememek, taşan duygularımın belirtisiydi. İçimdeki tüm Ece’ler Doruk’un bunu inkar etmesini isterken, içimdeki her Ece inkar etmeyeceğini de biliyordu.

“Haklısın. Gidelim hadi.” Beklediğim cevap kulaklarımı doldurduğunda onu beklemeyip oturduğumuz adına bile bakma zahmetine girmediğim kafeden çıktım.

Evet, sinirliydim. Her şeye. En başta da değiştiremediğim anlaşma kurallarına. Beni ne kadar yıprattığı hakkında bir fikri yoktu. Tanışmıyor rolü yapmanın bu kadar zor olacağını tahmin edemezken vücudumu yalayan rüzgar nedeniyle kollarımı bedenime sardım.

Ve aklımda başka bir düşünce belirdi, bu anlaşmanın bitimine az kalmıştı. Sinirlenmek yerine, beni her ne kadar çok üzse de katlanmak zorundaydım. Çünkü tüm bu anlaşma bozulduktan sonra, kendimi yine odamın camının kenarında kahve içerken pişmanlığım yüzünden ağlamış halde bulacağımı biliyordum.

Anın tadını çıkarmam gerektiğini kendime hatırlattığımda Doruk yanımdan geçip arabasının kapı kilidini açtı. Bir şey söylemeyip bindim ve emniyet kemerimi bağladım. Dışarıdaki rüzgarlı havadan o da etkilenmiş olacak ki, arabayı çalıştırmadan önce ısıtıcıyı açtı. Ardından arabayı çalıştırıp sürmeye başladı.

Susma kararı almıştım, konuşacak bir şey bulamadığımdan. Kelimelerim, dudaklarımdan boğazıma yetişemiyorlardı. Anlık gülüşmeler bittiğinde, belirsizliğim yeniden içimde doğuyor ve beni boğmaya başlıyordu. Bu işin sonunun nerelere gideceğini bilememek, nefes almayı bırakma isteği bile oluşturuyordu içimde bir yerlerde bazen.

“Demek başından birçok olay geçti?” Sözlerini duyduğumda kafamı ona çevirdim. Yüzü ifadesizken konuşmasına devam etti. “Dinlemek istiyorum.”

Benimle ilgili merak ettiği bir şeylerin olması her seferinde olduğu gibi beni mutlu ederken, anlatacağım şeylerin tam anlamıyla benim için utanç kaynağı olduğu zihnimde belirdi ve tüm o mutluluk verdiğim sıkıntılı nefesle havaya karıştı.

“Anlatmak istemiyorum. Neden merak ediyorsun ki?” Kısa bir an bana bakıp kafasını yeniden yola çevirmeden önce, gözlerinde oluşan tatminsizlik ve siniri görebilmiştim. Çünkü yüzü tam da o duyguları bana bağırıyordu.

Arabayı yol kenarında durduğunda hızlıca aşağı indi. Emniyet kemerimi çözdüğümde benim kapımı açmıştı. Şaşkınca aşağı indiğimde kapıyı kapatıp arabayı kilitledi ve elimi tutup kaldırımın öbür ucundaki deniz kenarına sürüklemeye başladı bizi. İnsanların denizi izleyebilmesi için birkaç bank koyulmuştu. Hızlı adımlarla deniz kenarına geldiğimizde, bankların tam arkasındaki çimlerde durduk.

“Burada kimse bizi fark edemez.” Gülümseyip devam etti. “Şimdi, anlatmaya başlasan iyi edersin.”

Onun inatçılığı karşısında ne kadar şansım vardı? Bu şans yüzdesinin seviyesinin yerlerde olduğunun ne yazık ki farkındaydım. İfadesiz suratımı ona çevirdiğinde gülümsediğini görmüş olmak, içimde tatlı hisler uyandırmışken, konuşmaya başladım.

“Yazın Poyraz’la sinir olduğumuz bir adamın dükkanının alarm sistemini bozmuştuk.” Aklıma ilk gelenlerden en beni rezil etmeyecek olanı söylediğimde dudaklarına yerleşmiş gülümseme genişledi ve bu hareketi kalbimin hızla teklemesine sebep oldu. “Yani heyecan gerektiren çılgınlarım yok. Sadece başımdan geçmiş olan eğlenceli olaylar var o kadar.”

“Onu zaten biliyorum, kedi.” Sesli bir şekilde ve sarhoş değilken bunu onun ağzından duymak, şüphesiz beni masum bir çocuk kadar mutlu etmişti.

“O halde artık eve gidelim?” Kendime bu fikri öne sürdüğüm için kızdım. Neden sürekli gitmek istiyordum ki? Zaten yakında onunla hiç görüşemeyecekken, görüştüğüm zamanı neden bitirmeye çalışıyordum? Bunun salaklığımda başka bir nedeni olamazdı.

“Hayır, daha sohbetimiz bitmedi.” Bileğimi kavrayıp yere oturduğunda ben de mecburen oturmuştum. Çimenler soğuktu fakat çok da üşütmüyordu.

“Başka ne konuşacağız?” Yutkunup gözlerine baktığımda bilmem kaç milyonuncu kez gözlerinin ne kadar güzel olduğunun bilincine vardım.

“Nasıl buldun arkadaşlarımı?” Klasik doruk bakışlarını üzerimde gezdirirken sorduğu soruya odaklanmaya çalıştım. Ve ne cevap vereceğimi kafamda tasarlamaya.

“Çok iyi çocuklardı. Atacan’ın sohbeti çok iyiydi özellikle.” Atacan’ın anlattığı şeyler aklıma gelirken yüzümde oluşan gülümsemeyi engellemedim.

“Evet, Ata’nın sohbetini ben de seviyorum.” Birlikte otururken hiç sohbete atılmayışı bu söylediğini ne kadar destekler nitelikteydi bir fikir yürütemezken ona ne cevap vereceğim hakkında bir fikir yürütememek de yine Ece Serdar’ın klasik aptallıklarından biriydi.

Sanıyorum, ona boş boş baktığımı anlamış olacak ki, benim yerime o konuştu. “Ata seni sevdi.”

Yüzüme bir gülümseme yayılmasına izin verip “Ben de onu sevdim.” dedim keyifle. Ki doğruları söylüyordum. Atacan, Poyraz ve Oğuz gibiydi. Eğlenceli.

“Kemal’i sevdiğin gibi mi?” Hiç beklemediğim bu soruyu algıladığımda, koca çaplı bir şok dalgası tüm vücudumu yalayıp geçti ve geride afallamış bir ben bıraktı. Bu imalarını neye dayanarak dile getiriyordu ki?

“Poyraz’ı sevdiğim gibi.” diyerek yüzündeki ifadesizliği bozmuş, yerine az önce benim yüzümde oluşan şaşkınlığın aynısının geçmesine sebep olmuştum.

“Bu Kemal’i sadece arkadaş olarak görmediğini mi gösteriyor?” Gözleri, daha önce hiç görmediğim bir ifadeyle bana bakarken ne diyeceğimi bilemedim bir an için. Mavi gözlerindeki yabancı olduğum o duygu gerilmeme sebep olurken bir şeyler gevelemeye başladım.

“Konu neden Kemal’e geldi ki?” Belki de saçmalamanın sınırlarını zorluyordum. Bir kez olsun kolaya kaçsam ne olurdu sanki? 

Konu bensem, hislerim hep içimde kalmaya mahkum olan bir tutsak görevindeydi.

“Neden sorumu atladın?” Israrcı kişiliğini gözler önüne serdiğinde yutkunmaya çalışıp ellerimi birleştirdim.

“Ne arkadaş olarak görebiliyorum onu; ne de onun beni gördüğü gibi. Sadece gözlerinde gördüğüm pişmanlık için ona bir şans verdim, o kadar.” Üstün körü açıklamamın üzerine gözlerine bakmayı başardığımda gördüğüm manzara hoşuma gitmişti. Gülümsemiyordu ama somurtmuyordu da. Sadece yumuşak bir ifadeyle gözlerime bakıyordu.

“Ah, Ece. Çok safsın.” Kafasını iki yana salladığında kaşlarımı çattım. Bunu ondan veya başka birinden duymayı zerre sevmiyordum. İç seslerim bana bunu yeterince söylüyordu zaten.

“Her seferinde söylemesen olmaz, değil mi?” Ayağa kalktığımda bileğimi kavrayıp karşıma dikildi ve beni olduğum yere çakılı bıraktı. Neden hep istediği şeyleri zorla yaptırıyordu sanki.

“Her seferinde şöyle kızıp kaçmasan olmaz, değil mi?” Birden irileşen gözlerimle ona baktığımda, söylediği sözlerin içtenliğinin gözlerinden okunduğunu fark ettim. Ondan kaçmamı sevmiyordu. Ve ben de her seferinde öfkeme yenik düşüp onun tabiriyle kaçıyordum.

“Benimle hep dalga geçiyorsun.” Düşüncelerimden bağımsız kelimelerim dudaklarımdan döküldüğünde dudakları alaylı bir ima ile yukarı doğru kıvrıldığında ateş yine yanaklarıma çökmeyi ihmal etmeyerek beni şaşırtmadı.

“Seninle dalga geçmek gibi bir amacım yok.” Şaşkınlığımın belirtileri kaşlarıma yansıdığında, beni kendine çekti. Belimdeki elleri tüm düşüncelerimi etrafa püskürtürken ateş sadece yanaklarımdaki yerini korumamış, tüm vücuduma yayılmıştı.

“Ama her seferinde yaptığın şey bu oluyor.” Hafifçe gülerken kafasını iki yana salladı ve yeniden gözleri gözlerimdeki yerini aldı. Üzerinden yayılan kokusu içimi ferahlatırken dokunuşunun sıcaklığı karşısında eriyeceğimi sandım.

“Doğruları söylüyorum, buna alışmalısın.” Gözlerimi başka yöne çekip kaşlarımı çattığımda sinir tekrar tüm hücrelerimi istila etmeye başlıyordu. Onun gözünde dalga geçtiği bir kız olmayı istemiyordum fakat dalga geçtiği kız olma konumumu hiçbir şey bozamayacak gibiydi. Çünkü kendimi değiştiremezdim. Sözleri hep beni incitmeye devam edecekti.

Cevap vermeyeceğimi anlamış olacak ki, bir parmağı çeneme yerleşip ona bakmamı sağladı. Gözlerinde gördüğüm yumuşak ifade, benim de biraz olsun düşüncelerimi yumuşatabilmişti.

“Dalga geçilen biri olmaya alışmak istemiyorum.” Aslında, dalga geçtiğin kız olmak istemiyorum, demek isterdim fakat bunu yapamayacağımı ben de, tüm iç seslerim de biliyordu. Fakat belki bir gün, öyle bir patlardım ki her şeyi söylerdim. Beni reddedeceğini bile bile hem de.

“Ece, daha kaç kere tekrar etmem gerekiyor?” Ona anlamayan gözlerle bakmaya başladığımda devam etti. “Seninle dalga falan geçmiyorum, tamam mı? Kapatalım artık şu konuyu.” Sıkıldığını belli eden cümlelerini işitmek, dediğini yapıp susmamı sağladı.

“Sen bahset çılgınlıklarından.” İfade barındırmayan suratı bana çevriliyken, gözleri yüzümde dolaştı ve saniyeler sonra yüzünde bir tebessüm meydana geldi.

“Senin gibi çocuksu çılgınlıklarım yok.” Kaşlarımı çattığımda kahkahası kulaklarımı doldurdu. Amacı neydi, hala daha çözemiyordum. “Bu ifadeyi göreceğimi biliyordum.”

Söylediklerini anlama çabalarım sonuç verdiğinde istemsiz bir şekilde gülümsedim. Günler önce bana bundan bahsetmişti. Onun tabiriyle öfkeli bir kedi gibi bakıyordum; hem tatlı, hem sinirli. Bu onu eğlendirdiğinden sürekli beni sinir etmeye uğraşıyordu. Bunun aklıma şimdiye kadar gelmeyişi, tamamen hafızamın iyi olmayışından kaynaklanıyordu.

“Çok kötüsün.” dediğimde yüzündeki gülümseme genişledi. Ve bu hareketi, istisnasız her zaman olduğu gibi beni heyecanlandırmaya yetmişti. Bazen sadece onun gülümsemesini oturup saatlerce izlemek istiyordum. Benim için mükemmel bir manzaraydı.

“Öyleyim.” dediğinde sesli bir şekilde güldüm. O da gülüşüme eşlik ettiğinde bir an onunla ne kadar mutlu olduğum belirdi aklımda. Ve eş zamanda kalbimin her köşesinde. Onunlayken, o bana gülümsüyorken kalbim titriyordu sanki, heyecan ve mutluluktan.

“Bu sinir bozucu ama.” Bunu yüzümdeki tebessüm eşliğinde söylemem ne kadar inandırıcı olurdu bilmiyordum ama karşımda tatlı ve bir o kadar da havalı bir şekilde gülümseyen bir Doruk vardı. Bunun yüzümde yarattığı etkilerden kaçmak imkansızdı.

“Evet. Ama amacıma ulaştırıyor.” Muzipçe sırıttığında kendimi de, onu da şaşırtarak kafamı omzuna koydum. Bir an duraksasa da, belimdeki elleri sırtıma çıkıp bana sarılmıştı. Nasıl olsa, kısa zaman sonra onunla görüşemeyecektim.  Bu nedenle, ona sormak istediğim soruları sormakta karar kıldım.

“Liseden sonrası için ne düşünüyorsun?” Beklemediği sorunun onu şaşırtmasının suratındaki yansımalarını keyifle izledim.

“Nereden çıktı bu şimdi?” Omuz silkip konuştum.

“Merak ettim işte.” Kafasını onaylamak amacıyla salladığında hafifçe tebessüm etmeyi de ihmal etmeyişi, hızla çarpan kalbime bir hız daha ekledi.

“Müziği bırakacağımı sanmıyorum mesela. Babamın benim için istediği özel bir üniversite var. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ama bu şehirde bir üniversite istemediğim kesin. Daha çok yurt dışında okumak istiyorum.” Bir zamanlar yurt dışı benim de hayalimdi ama sonra yurt dışında okumanın maddi açıdan ailemi zorlayacağını fark edince bu isteğim hayal olmuştu. O yüzden, İTÜ istiyordum. O üniversiteyi gezmiştim ve gerçekten de hoşuma gitmişti.

“Kendi istediğini yapmalısın. Nasıl olsa senin hayatın.” Klasik bir cümle kurduğumda gülümsedi ve kafasını salladı. Eminim içinden benim de dediğim gibi, bu tavsiyenin klasikliğini düşünüyordu.

“Bakacağım,” dedikten sonra duraksayıp devam etti. “Sen ne düşünüyorsun ilerisi hakkında?”

Annem her zaman bir tıp öğrencisi olmamı istese de, tıp benim seçeneklerim arasına girmiyordu. Senelerce okumak bir yana, biyoloji ile alakam olduğu bile söylenemezdi. Babamsa subay olmamı istemişti fakat ben bu seçeneği de elemiştim çünkü fazla disiplini kaldıracak bir karakterim yoktu.
Henüz gelecek hakkında isteklerim bulanıktı, bir karar veremiyordum. Kararsızlık tüm hayatıma yerleşmişti adeta.

“Bilmiyorum. İyi bir üniversite istiyorum, herkes gibi.” Kafasını salladığında devam ettim. “Aslında benim üniversiteden çok, güzel deniz manzaralı bir evde yaşlanma hayalim var.” Yüzüme bir gülümseme yerleştirdiğimde bana irileşmiş gözleri eşliğinde bakıyordu. Saniyelerin ardından o da gülümsedi ve konuşmak için dudaklarını araladı.

“Bahçesi de olmalı.” Kafamı şaşkınca salladığımda devam etti. “Deniz manzarasına bayılırım.”

İkimizin de sevdiği ortak bir şeyin olması, içimdeki mutluluk pınarlarını taşırmıştı. Onu keşfediyor olmanın verdiği heyecan bir yana, onunla sevdiğimiz ortak bir şeyin verdiği heyecan bambaşkaydı.

“Çok çocuk olmamalı o bahçede. En fazla iki.” Sesli bir şekilde güldüğünde yüzümdeki gülümseme bir sırıtışa dönüştü, benden bağımsız olarak.

“Bana hayallerinden bahset.” Hayallerim. Onlar zihnimde belirdiğinde gülümsemeden edemiyordum, çünkü benim mutlu hissedebildiğim bir yerdi hayaller. O kadar fazla hayalim vardı ki, hangisinden bahsedeceğimi seçmek çok zor geliyordu. Gerçi en büyük hayalim, onun benim olmasıydı ama bunu söylemem mümkün değildi.

“Amerika’da heavy metal bir barda, sevgilim ile dağıtmak var mesela.” Güldüğünde, gözlerindeki içtenliği görmek beni deli gibi mutlu hissettirmişti.

“Bunu senden duymak çok garip.” Kaşlarım çatıldığında devam etti sözlerine. “Yani, çılgın biri gibi görünmüyorsun.” Kaşlarım aynı çatılmışlığını korurken nefesini üfleyip devam etti. “Seni ilk gördüğümde ne düşündüğümü bilmek ister misin?”

Doruk’un beni ilk gördüğü an? O an aklından neler geçirdiğini bilmek?

Doruk’un bunu hatırlıyor olması beni aşırı heyecanlandırmış ve bu kalbime hiç de iyi gelmemişti. Bir gün, onun benim kalbime yaptıkları yüzünden kollarında kalp krizi geçirip ölmekten korkuyordum. Ve söyleyeceği her kelimeyi deli gibi merak ediyor, adeta meraktan çıldırıyordum. Bu yüzden hızlıca kafamı onaylar gibi salladım.

“Kaşlarını çatmış, ego barındıran bir suratın vardı. Kendi arkadaşlarının yanına gidene kadar kimseye selam vermemiş ve gülümsememiştin. Çok despot bir havan vardı, soğuktun. Bu da güzelliğini kapatıyordu.” Kelimeleri kulaklarıma dolarken hissettiğim şaşkınlık, kendimi parçalama isteği, ve son olarak mutluluk bedenimi ele geçirmişti.

Soğuktum, çünkü kendi arkadaşlarımdan başka insanlarla konuşma cesaretim yoktu. Her saniye gülümseyecek bir tip de değildim. Doğamda yoktu. Arkadaş ortamında ve mutlu bir şey olduğunda gülümserdim. Bunun haricinde yolda yürürken neden gülümseyecektim ki?

Güzelliğini kelimesi içimdeki her ses bana bağırırken dudaklarım hafifçe yukarı doğru kıvrılmadan edememişti. Beni güzel mi buluyordu yani? Bunun gerçeklik payı ne kadardı? Bilmiyordum. Sadece o kelimenin benim kalbimdeki yankılarını biliyordum. Mutluluk, hayret, sevinç, şaşkınlık. Her birini fazla fazla hissederken bir şeyler mırıldanmaya başladım.

“Soğuk biri-“

“Soğuk biri değilsin. Evet. Tanıdıkça çözülen insanlardansın.” Sözümü kendince tamamladığında, benden daha iyi bir açıklama yaptığı gerçeği esen hafif rüzgar ile yüzümü yaladı.

“Biliyor musun, sen de öylesin.” Kaşları yukarı doğru kalkarken mavi irislerine yayılan ifade sanırım şaşkınlıktı. Bunu söyleyeceğimi beklemediği ortadaydı. Belki de şu ana kimse ona bunu söylememişti. Sözlerime devam etme ihtiyacı hissedip yeniden dudaklarımı araladım. “Ego yığınısın mesela. Biraz şımarık gibi görünüyordun ama aslında değilsin. Havalı tavırlarını kızları kendine çekmek için mi kullanıyorsun?”

Sözlerimi benim bile yaşadığım hayret duygusu ile bitirdiğimde kaşları çatılmıştı. Neden bunları söylediğim hakkında bir fikre sahip olamamak, beynimin Doruk’un yanında düzgün çalışmamasındandı. Saçmalamaktan nefret etsem de, tek yaptığım bazen buydu.

“Herkeste ego vardır, kedi. Bunu unutma.” Kaşları eski halini alırken alayla sırıttı. “Kızları çekmek gibi bir derdim yok. Kendileri bana geliyorlar.” Omuz silktiğinde yüzümdeki ifadesizliği korumak için kendimle ve hislerimle cebelleşiyordum. “Yoksa seni de mi çekiyor?”

Yanaklarıma çöken ateşi her hücremde hissederken öfke de beraberinde geliyordu. Neden bu kadar ukala olmak zorundaydı ki? Bir kez olsun beni utandırmasa olmaz mıydı? Ama söz konusu Doruk’sa onun istekleri geçerliydi. O ve ukalalığı. O ve yıkılmaz sandığı egosu.

Sinirle onun kollarından çıkmaya çalıştığımda başarısız oldum. Benden daha güçlüydü ve çözmüyordu belime sardığı kollarını.

“Sen ve şu imaların ben deli ediyor, anlıyor musun? Bırak beni!” Sadece yanaklarım değil, tüm yüzüm kıpkırmızı kesmişken kalbimi gıdıklayan bir kahkaha attı. Bu sesi beynime kazımaya çalıştım. Çünkü gerçekten insanı büyülüyordu.

“Bırak deyince bırakasım gelmiyor.” Biraz daha bana yaklaştığında nefesi suratıma düştü ve o an eriyip yere karışacağımı sandım. Kokusunu daha net duyuşum, gözlerinin gözlerime olan az mesafesi beni darmaduman ediyordu. Ona bu kadar yakın olmak tarifsiz bir şeydi. Kalbimin teklediğini hissettiğimde, ellerimin de buz gibi olduğunu biliyordum. Midem yeniden kasılmaya başlamış ve tüm vücudum bana işkence etmeye devam kararı almıştı.

Verecek bir cevabım yoktu, o da konuşmuyordu. Sadece birbirimizi izliyor ve birbirimizin karışan nefesleriyle soluklanıyorduk. Ruhumu şu an teslim edebilirdim. Bana bu kadar yakın olduğun olduğunda mantığım yok oluyor, bedenimi bir süreliğine terk ediyordu. Duygularım patlama yaşıyor gibiydi.

Karanlıkta parlayan mavi gözleri benimkilere sabitlenmiş ve oraya kamp kurmuştu. Bu sırada benim gözlerim de onunkilerin içinde kaybolmaya başlamıştı. Bu, kendini cennette hissetmek gibiydi. Tüm güzel şeyler oradaydı ve sen de içindeydin. Eşsiz bir histi onun gözlerinde kaybolmak.

Zaman yavaş yavaş akıp giderken, gözlerinin benden ayrılmayışı içimi titretiyordu. Ama gitmek zorundaydık. Maalesef bu konumu birimizin bozması gerekiyordu ve Doruk’un bunu bozacağını sanmıyordum. Yoğun bakışları altındaki anlamı çözemiyor olmak aptallığımdandı ya da düşünemeyecek kadar harika hissettiğimdendi.

“Artık gitmemiz gerek.” dediğimde birkaç saniye daha gözlerimde oyalandı ve ardından belimdeki ellerini çözdü. Kafasını onaylar gibi salladıktan sonra arabasına doğru titreyen ayaklarım eşliğinde yürüdük.

Arabaya bindiğimizde yine ısıtıcıyı açmayı unutmadı. Yolculuk başladığında kafamı oyalamak için ona soru sormaya karar verdim. Onunla konuşmak iyiydi. Elime geçen onunla konuşma fırsatlarının her birini kullanmak istiyordum.

“Uğurlu sayın var mı?” diye aptalca bir soru sorduğumda bana kısaca bakıp kafasını yeniden yola çevirdi.

“Uğurlu sayı mı? Saçmalıklarla işim olmaz.” Ona sinirlenmek yerine kafamı onaylar gibi salladım. Ve yorulduğumu hissettim. Onun egosuyla uğraşamayacak kadar yorgundum.

“Evet, unutmuşum. Bunlar senin için saçmalıktı.” Camdan dışarı baktığımdan yüz ifadesini göremiyordum ama gülümsediğini hayal edebiliyordum.

“Senin için de saçmalık olmalı.” Camdan bakmaya devam etmeyi seçtim, ona bakmak yerine. Çünkü tartışma konusu açmıştım ama devam etmek istemiyordum. Zıtlıklarımızı değiştiremezdik.

“Bunu tartışmayacağım, Onur.” Tanıdık sokağa girdiğimizde emniyet kemerimi çözdüm ve ona döndüm.

“Burada durur musun? Annemle ya da babamla karşılaşmak istemiyorum. Biliyorsun, bir ton soru sorarlar sonra.” Anlayışla kafasını sallayıp yolun kenarında arabayı durduğunda ona gülümsedim ve arabadan inmek amacıyla elim kapıya gitti.

“İyi geceler.” Kapıyı açıp ona döndüm ve ben de ona “İyi geceler.” deyip arabadan indim.

Hızlı adımlarla eve ulaştım ve cebimdeki anahtarla kapıyı açıp içeri girdim. İçeri girdiğimde annem salondan çıkıyordu.

“Nil’lerde kalacaksın sanıyorduk.” Dediğinde merdivenlere ulaşmıştım.

“Vazgeçtim. Yatıyorum ben, iyi geceler size.” Sözlerimi bitirdiğimde merdivenleri de tırmanmayı başarmıştım. Annem aşağıdan iyi geceler diye seslendiğinde odama girdim.

Hızlıca üstüme rahat bir şeyler giyip kendimi yatağıma attım ve gözlerimi sıkıca kapattım. Onun yanında olmak  o kadar huzurluydu ki. Ona yakın olmak, kokusunun ciğerlerimi fethetmesi, nefeslerimizin birbirine karışması, gözlerinin yüzümde gezinmesi. Hepsi ayrı ayrı beni mutlu ediyor ve ayaklarımı yerden kesiyordu.

Doruk konusunda kendimi mandal ile eş değer hissediyordum. Tereddütsüz tutunduğum tek kişi oydu. Aciz duygularımla, zavallı benliğimle tutunduğum insandı o.

O ve karakteri olmadan ne yapacağımı bilememek, beni öldürecek nitelikteydi. O ve gülümseyişi olmadan devam etmek? Şu an o kadar imkansız görünüyordu ki.

KORKAKWhere stories live. Discover now