Mango Cafe bugün hiç olmadığı kadar kalabalıktı. Akşamın en güzel saatleri yaklaşmış, gökyüzünün kızıllığı kararmaya yüz tutmuş, eşsiz bir tablo gibi tüm muhteşemliğini sergilemeye başlamıştı. Şeyma bu romantik manzara eşliğinde el ele oturan çiftleri gördükçe derin bir iç çekti. Şu kısacık birkaç günde Serap Ayça'nın varlığına ne çabuk alışmıştı ama şimdi, birdenbire boşluğa düşmüştü. Derin bir iç çekerek toparlandı. Masaları kontrol edip yeni gelenlere bir şey isteyip istemediklerini sormak için deniz kenarındaki masalara yaklaştı. Tam bir masanın siparişini alıp dönmüştü ki karşısında Haru'yu buldu. Haru selam verip köşede bir yerde kafenin camlı duvarına bitişik duran bir masaya yönelip oturdu. Şeyma siparişleri hazırlatıp ilgili masaya servis ettikten sonra doğruca Haru'nun yanına gitti ve karşısına oturdu. Haru umutla Şeyma'ya bakıp "Haber var mı?" diye sordu. Şeyma başını sallayarak "Evet." dedi. "Serap Ayça, Carlos Sebastiano'nun çiftliğinde, bundan sonra orada kalacak. Bugün tüm eşyalarını gelip aldılar ve üstelik ancak Carlos Sebastiano isterse onunla görüşebileceğimi öğrendim, yani ben de Serap'a ulaşamıyorum. İnan ne diyeceğimi bilemiyorum Haru." Daha Şeyma'nın ilk söyledikleriyle içindeki öfkesi deli dalgalar gibi kabaran Haru'nun sert bakışları Şeyma'yı bile korkutmuştu. Birden masaya hızla yumruk attı. "Bunu yapamaz, onu kaçırdı, polise şikayet edelim, sen arkadaşısın, onun kaçırıldığını bildirebilirsin. Hemen polise haber verelim." diyerek Şeyma'yı sert bir hamleyle ayağa kaldırdı ve kolundan çekerek yanında sürüklemeye başladı.
Şeyma etrafın dikkatini çekmekten de çekinerek Haru'yu sakinleştirmek için kollarına asıldı ve onu durdurdu. Bu sefer başını olumsuz salladı. "Hayır Haru bilmen gereken bir şey var. Bunu sana söylemek benim için çok zor ama bilmelisin. Serap'ı kaçırdığı doğru ama o çiftlikte Serap Ayça kendi isteği ile duruyor. Zorlama yok Haru, inan beni aradığında maalesef kendisi söyledi bunu. Yani onlar gazetelerde gördüğümüz gibi gerçekten birlikteler." Bu duydukları Haru'nun içini parçalasa da, inanmadı, inanmak istemedi ve Şeyma'nın üzerindeki elini yavaşça bıraktı. Gözlerinin ateşi sönmüş bir halde, "Bu nasıl olur, biz birlikte kahvaltı hazırlayacak kadar yakındık. Biz birlikte özelimizi paylaşacak kadar samimiydik. Hayır inanmıyorum, onu bulup getireceğim. O benim geleceğim, onu bana gök tanrısı Ranginui getirdi. Onu o adama bırakmam. Onu geri alacağım, göreceksin. Hoşça kal." diyerek hızla uzaklaştı oradan. Şeyma ne yapacağını bilemeden bakakaldı arkasından.
Haru hızlı hızlı yürüyor, bir yandan da kafasında planlar kuruyordu. Serap Ayça'yı o çiftlikten bir yolunu bulup çekip alacaktı, onun gönüllü gittiğine inanmıyordu. O sırada arkasından koşturan genç kızı fark etmiyordu bile. Awa, Haru'ya olan tutkunluğunu bir türlü bastıramayınca onu görebilmek için okulun kapısında Haru'yu beklemişti. Onun çıktığını gördükten sonra yanına gitmeye cesaret edememiş arkasından takip etmişti. Şimdi onun öfkeli ve hızlı yürüyüşüne ayak uydurmaya çalışıyor, peşinden koşturuyordu. Haru tam büyük bir binanın köşesinden dönmek üzereyken Awa hızla Haru'nun önüne atlayıp onu durdurmak istedi. Ama beynindeki bin bir planla gözleri kararmış olan Haru, onu göremeyip kötü bir şekilde çarpışmaya sebep oldu ve bu çarpışmanın etkisiyle Awa kendini sırt üstü yerde buldu. Kalkmak istese de kalkamamış, başını sertçe yere vurduğundan kendinden geçmişti. Neler olduğunun farkına ancak varan Haru, yerde yatan Awa'yı görünce bir küfür savurdu. "Seni baş belası, ne arıyorsun benim önümde, şu haline bak" diye söylenerek onu yerden kucağına alarak kaldırdı ve yerdeki aşırı kan Haru'yu çok korkuttu. Hızla oradan geçen bir taksiyi durdurup hastaneye götürmek üzere hareket etti. Awa'yı kucağından bırakmamış, başının arkasından akan kanı durdurmak için cebinden telaşeyle çıkardığı mendille tampon yapmaya çalışıyordu. Bir eliyle de Awa'nın nabzını ölçmek için bileğini tutup kontrol etti. Nabzı biraz yavaş atıyordu ama iyi görünüyordu. Kızın bir şeyi olmadığına kendini ikna etmeye çalışıyordu Haru. Bir yandan da söyleniyordu, "Ne işin vardı da önümdeydin ha? Madem önümdeydin bari seslenseydin. Ah şimdi ne olacak başımın belası, şimdi ne olacak, umarım bir şeyin yoktur, Haru onun aldığı darbe nedeniyle travma geçirmesinden korkuyordu.Ya hiç kendine gelemezse? O böyle olumsuz şeyler düşünürken, Awa acıyla inledi ve kıpırdadı. O anda Haru onun yüzüne odaklandı. Biçimli kaşları acıyla çatılmış, dolgun ve geniş dudakları inlemeyle aralanmıştı. Haru onun bu acı dolu yüz mimiklerine tuhaf bir şekilde bakarken, Awa gözlerini açtığında karşısında ona endişeyle bakan, tutkunu olduğu kahverengi gözleri bulmuştu. Toparlanmak isteyip kendine gelmeye çalışsa da vücudunda bir ağırlık, halsizlik ve ağrı hissetmişti. Haru onun kucağından kalkmaya çalışmasına izin vermeyerek, "Şiişt uslu dur, fazla hareket etme, kırığın çıkığın olabilir. Başını fena çarptın o yüzden başını da kıpırdatma öylece dur." diyerek onu sağlam tutabilmek için biraz daha kucağında kendine yaslandırdı.
Awa acılı da olsa istediğine kavuşmuş olmanın mutluluğuyla gözlerini, biraz da halsizlikten, kapadı. Yüce Tanrı Lo ona yardım etmişti. Sevdiği adamın kollarında, hatta kucağındaydı. Buruk bir gülüşle dudaklarını hafifçe yukarı kıvırdı. Haru kendisine hayret ederek onun bu gülüşüne ilgiyle baktı. "Şimdi sana hiçbir şey demiyorum ama bu sana kızgın olmadığım anlamına gelmiyor. Önce bir hastaneye gidelim, tedavini yaptıralım, seninle sonra konuşacağız." diyerek Awa'nın yarasına elindeki mendili iyice bastırınca Awa acıdan bir çığlık attı. Haru onun canını yaktığını anlayınca hiçbir şey demeden yaş dolu gözlerine baktı. Yine aynı şeyi düşündü; Serap Ayça'ya tutkun olmasaydı, şu anda Awa'yı büyük bir hevesle öpebilirdi. Maalesef kalbinde Serap Ayça vardı ve onu bir an önce o çiftlikten çekip almalıydı. Kollarında Awa'yı değil Serap Ayça'yı tutmalıydı.
Hastanede Awa'nın röntgeni çekilmiş ne başında ne de vücudunda kırık çıkık görülmemişti. Sadece sertçe çarpmış olduğu için kafasında biraz zedelenme ve yarık olması nedeniyle başının arkasına küçük bir dikiş atılmıştı. Yine de müşahede altına alınması gerektiğinden bir gece hastanede kalması gerekecekti. Haru şimdi onun yatağının başında bekliyordu. Az önce Maui'yi aramış durumu haber vermişti. Ailesi gelene kadar Awa'yı yalnız bırakmayacaktı. İhtiyaçlarını karşılamış onun rahat etmesi için elinden geleni yapmıştı. Awa umutsuzca ona bakıyordu. İlgileniyordu ama burada değildi sanki, bir an evvel çekip gitmek ister gibiydi. "Neden Serap Ayça, neden o?" diye sordu içinden, "Neden ben değil de o?" Başa çıkamadığı bütün sorular beyninde döndürüp duruyordu. Ve birden farkında olmadan dilinden döküldü sorular: "Neden Serap Ayça, onu seviyor musun gerçekten? O pakeha (Yeni Zelanda'ya gelip yerleşen yabancı, beyaz insan) kendi kökünden bile değil, seni gerçekten anlar mı? Senin ilkel diye tanımlanan dünyana ayak uydurabilir mi? Neden bizden biri değil de o, neden ben değilim Haru? Ben, sana aşık oldum Haru, ilk gördüğüm anda hem de. Seni seviyorum." diyerek gözlerini faltaşı gibi kocaman açmış, şaşkınlıkla bakan Haru'ya, gazlı bezle bantlanmış, ağrıyan başına bile aldırmadan sarıldı aniden. "Haru seni seviyorum" diye boynuna sımsıkı sarılmaya devam ediyordu ki perde aniden açıldı ve içeri Maui ile Kouru girdi. Onları beklenmeyen bir durumda gören iki kardeş, şaşkınlıkla bakakaldılar önce. Sonra Awa onları gördüğüne sevinerek, "Ah korkmayın bir şeyim yok, iyiyim. Haru'ya beni hastaneye yetiştirdiği ve yardımları için teşekkür ediyordum." diyerek yatağına yerleşti tekrar. Haru ayağa kalkarak Maui'ye ve Kouru'ya selam verip "Evet aynen öyle yapıyordu. Şey geçmiş olsun, siz geldiğinize göre artık ben gideyim. Hoşçakalın." diyerek Awa'nın üzgün yüzüne bakıp çıktı odadan. Bu kızın cesareti onu şaşırtmıştı. İçindekileri çekinmeden söylemişti. "Keşke ben de Serap Ayça'ya hislerimi söyleseydim, beklemeseydim, şimdi yanımda olurdu." diye hayıflanarak planlar yapmaya başladı yine. O çiftliğe gitmek için bir bahane bulmalıydı.
Akşam olmuş, çiftlik sessizliğe gömülmüştü. Serap Ayça yemek salonunda özenle hazırladığı masaya gururla baktı. Her şey mükemmel görünüyordu. Ev sahibine yemeğin hazır olduğu bilgisini de gönderince heyecanla beklemeye başladı masanın başında. Üzerinde hala Bayan Sebastiano'nun elbisesi ve fuları vardı. Carlos içeri'ye kolunda Carmita ile girdi. Sevgilisine beğeni dolu bakışlarla gizli bir öpücük gönderdi. Ardından o gün kulüpte gördüğü esmer arkadaşı girdi ve onun ardından iki delikanlı daha girdi içeri. Üçü birden, aniden durdular oldukları yerde. Serap Ayça'ya giymiş olduğu elbisenin de etkisiyle öylece bakakaldılar. Alberto'nun ağzından "Anne" kelimesi döküldü. Üçü de şaşkın ve inanamaz bakışlarla Serap Ayça'ya bakıyorlardı. "Bu imkansız." dedi Adriano, "Bu nasıl olur?" diye hala şaşkın ağabeyine baktı. Tao ilk defa bu akşam farketti benzerliği. Bugüne kadar kızın yüzüne hiç doğru dürüst bakmadığından Bayan Freda'ya benzerliğine dikkat etmemişti. Ama bu akşam bu ışıkların altında ve onun yemek masasının önünde Bayan Freda'nın hayalini görüyor gibiydi.
Carlos onların bu şaşkınlıklarının üzerine hemen araya girdi ve "Çocuklar sizi yeni aşçımız Bayan Serap Ayça Ünsal ile tanıştırayım. Kendisi evimizin yeni şef aşçısı bundan sonra. Bayan Ünsal Türkiye'den geldi ve bizimle çalışmayı kabul etti. Ona sizin de yanınızda, aramıza katıldığı için teşekkür etmek istiyorum." diyerek Serap Ayça'ya yaklaşıp elini uzattı ve samimi bir şekilde sarıldı.Dört çift göz bu kutlama şekline tuhaf bakışlarla baktılar ve sanki anlaşmış gibi öksürmeye başladılar. Serap Ayça hemen kendini kenara çekip, "Şey buyurun lütfen yemekler hazır." diyerek herkesi masaya davet etti. Bu sırada Carlos kardeşlerinin ve Tao'nun şaşkınlığına cevap olarak "Bayan Ünsal rahmetli annemize ne kadar benziyor değil mi? Siz de benim gibi ilk gördüğünüzde aynı şeyi düşündünüz. Sanki annemizin hayali aramıza katılmış gibi." O sırada Carmita bir çığlık attı. Ellerini yüzüne yapıştırıp, inanamaz bir halde Serap Ayça'ya yaklaştı. "Ben bir tuhaflık olduğunu sezmiştim ama Laura'nın sinirlerimi kaldırması yüzünden dikkat edememişim. Seni görünce kanım ısınmıştı, beni sana çeken buymuş demek, anneme çok benziyorsun gerçekten. Ben annemi hiç tanıyamadım ama resmini hep yanımda taşırım, onun yüzünü hep hatırlamak için. Hoş geldin tekrar, iyi ki geldin ve bizimle çalışmayı kabul ettin." diyerek ellerini tuttu Serap Ayça'nın. Alberto ve Adriano da ellerini uzatıp tokalaştılar ve Serap Ayça'ya hayranlıkla bakmaya devam ettiler.
Herkes yerlerini almış, masaya oturulmuştu. Serap Ayça zaten bir çok aperatifle dolu masaya ilk önce gecenin menüsü Gazpacho (Islak ekmek) adı verilen, İspanyolların dünyaca ünlü soğuk çorbasını servis ederek başladı. Herkes beğenilerini dile getirdi. Carmita beklediğinden de lezzetli bulduğu çorbadan biraz daha istedi ve onu da iştahla bitirdi. Çorbanın yerini ana yemek Paella aldı bu sefer. Bol etiyle ve süslemeleriyle ortaya servis edilen paella, görüntüsüyle bile iştah açıyordu. Önce yine Carlos'tan başlayarak herkese servis yaptı ve yine onların iştahla yemesini izledi. Alberto atıldı "Anneme benzediğin yetmiyor, onun gibi İspanyol yemekleri bile yapıyorsun, bu daha da inanılmaz." diyerek beğenisini farklı bir şekilde dile getirmişti. Onlar beğeniyle yedikçe Serap Ayça mutlu oluyordu. Tapaslar masaya ayrı bir güzellik katmışlar ayrıca sunulan kaliteli kiraz ve mürdüm eriği tadında ve kokusundaki Pinot Noir'le bereber nefis bir sunum oluşturmuşlardı. Onlar yemeklerine devam ederken Serap Ayça her birinin önüne Türk usulü fırında sütlacı servis etmeye başladı. Sütlaçların üstüne bolca çekilmiş fındık dökmüştü ve oldukça nefis görünüyorlardı. Türkiye'de olsa çömlek kaplarda pişirirdi ama, burada ısıya dayanıklı lüks cam kaselerde pişirmişti sütlacını. İlgiyle önce görüntüsüne baktılar ve merakla yemeğe başladılar. Sütlacın o nefis tadı ağızlarında onlar için değişik ve güzel bir tat bırakırken Carlos, bütün yemek servisi boyunca izlediği Serap Ayça'ya hayranlıkla bakıyordu. Yemek boyunca profesyonelliğini elden bırakmamış, güler yüzüyle de ortalığa hakimiyetini koymuştu. Yardımcısına muamelesi bile hoşuna gitmişti. Bu kız çok zarifti. Bir fırsatını bulup onu tenhada bir yerde ne edip edip öpmeliydi.
Onlar yemeklerinin tadına varıp sohbete dalmışken, eve ait şarap mahzeninin oralarda bir gölge dolanıyordu. Bu küçük mahzende yıllanmış ve tadını almış şaraplar saklanıyordu. Gölge sessizce elindeki bidonu mahzenin çevresinde dolanarak döktü ve uzaklaşıp yanan bir kibritle ateşe verdi. Yavaşça başlayan alevler büyük çıtırtılarla yükselmeye ve mahzeni boylu boyunca sarmaya başladı. Gölge usulca ayrıldı oradan.