Deniz Abla ve onun gibi görevli olan diğer dört arkadaşı da koşturup duruyordu. Neyse ki çok geçmeden otobüs gelmişti ve biz de binmiştik. Açıkçası yollar garibime gitmişti. Yani doğal olarak. Direksiyonların sağda olması pek de alıştığım bir durum değildi ne de olsa. Şehir harika görünüyordu ama. O fotoğraflarda gördüğümüz şehirde şimdi biz vardık. Bu gerçekten çok başkaydı.

''Evet, işte geldik arkadaşlar. Umarım hepiniz acıkmışsınızdır.
Buranın yemeklerinin çok güzel olduğunu söylemem gerek,'' dedi ve onu takip etmemizi söyleyip otobüsten indi. Biz de onunla beraber indik. Yemek yiyeceğimiz yer çok hoş görünüyordu.
Etrafı incelerken bir yandan da bizim için ayrılmış olan yere doğru ilerlemeye başladık.
Yerlerimizi aldığımızda ise menüyü alıp siparişleri verdik hemen.
Çevredeki insanların İngiliz aksanlarına ise hayran olmuştum. Ben kendimi bildim bileli Amerikan aksanına sahiptim. Ada ve İngiltere'yi çok sevip, Londra'ya gelmiş olmasına rağmen Yaprak'ın bile Amerikan aksanı vardı. Aslında bazen Yaprak'ın İngiliz aksanı ile konuştuğuna da şahit olmuştum. Elis ise tam bir İngiliz aksanına sahipti. Okulda İngilizce derslerinde bir diyalog okumamız istendiğinde, o kendi bölümlerini İngiliz aksanıyla okurdu, bense Amerikan. Açıkçası zamanla İngiliz aksanını sevmeye başlamıştım.

Yemeklerimiz geldiğinde afiyetle onları yemeye başladık.

''Buradan sonra Starbucks'a gitme şansımız olur mu? Çay almak istiyorum'' diye sordu Elis kolasından bir yudum alarak.

''Ah, bilmiyorum ama yakınlarda vardır herhalde. Yemeğimizi yedikten sonra gider bakarız,'' diye cevap verdim.

''Birilerine haber vermemiz gerekmez mi?'' diye sordu Ada şüpheci bir tavırla.

''Biraz rahatla Ada. Şehri terk etmiyoruz. Hem çok geç kalmayız çay alacağım sadece,'' dedi Elis.

''Çabuk olalım o zaman çoğu kişi yemeğini bitirdi, birazdan kalkarız sanırım. Çevreye bakınalım. Yoksa geri döneriz,'' dedi Yaprak.

Ada'nın gazozunu bitirmesiyle beraber masadan yavaş yavaş kalkıp dikkat çekmemeye çalıştık. Ardından da kapıdan çıkıp Starbucks var mı diye bakınmaya başladık. Şanslıydık ki sağ tarafa baktığımızda Starbucks logosunu görebiliyorduk. Çok yakın değildi ama fazla uzak da değildi.

''Hadi gelin,'' dedim kızları çağırarak. İnsanların arasından dikkatlice geçerek Starbucks'a ulaştık. İçeri girdiğimizde ise burnuma dolan kahve kokusu muhteşemdi. Buna bayılıyordum.

''Biraz sıra var gibi görünüyor,'' dedi Yaprak başının arkasını kaşıyarak.

''Çok uzun sürmez bence yaa,'' dedi Elis ve hemen kuyruğun sonuna geçti. Biz de bir şeyler alırız düşüncesiyle sıraya girip beklemeye başladık. Yaklaşık bir on dakika sonra içeceklerimiz elimizdeydi.

''Umarım geç kalmamışızdır kızlar,'' dedi Ada Mango Passion Fruit Frapuccino'sundan bir yudum alarak.

''Bizi beklemişlerdir herhalde,'' diye cevap verdi Elis.

Starbucks'tan çıkıp restoranın olduğu yere doğru ilerledik. Restoranın içine girip oturduğumuz yere baktık. Ancak kimse yoktu. Kısa süreli bir panik geçirdim ve kalp atışlarım hızlandı.

''Onlar... Neredeler?'' diye sordu Ada.

Hiçbirimiz cevap veremedik. Yaprak hızla koşup dışarı baktı. En azından otobüsün orada olacağını düşünerek çıktığını tahmin ettim. Ancak hepimiz şaşkındık.
Gruptan kimseye ulaşabileceğimiz bir numara bilmiyorduk. Gideceğimiz dil okulunun tam adresini de. Yurdumuzun yerini de bulamazdık. Otobüsle gelmiştik ve gelirken sadece çevreye bakınmıştık.

Londra'da Olan, Londra'da Kalır... Peki Ya Kalmazsa?Where stories live. Discover now