Never Gonna Be The Same

96 9 0
                                    

''Bundan emin misin Talya?'' diye sordu Elis kapının önünde dikilirken. Eline bavulumu tutuşturdum.
''Neden emin olmayayım ki,'' diyerek kapıyı ittirdim ve içeri girdim.
İçeri girer girmez burnuma dolan güzel börek kokuları beni ister istemez gülümsetmişti. İşin garip tarafı o an uzun zamandır gülümsemediği fark ettim. Daha sonra müşterilere servis yapan Dan'i fark ettim. Aynı anda birbirimizi fark edip göz göze geldik. O başını sinirle salladı. Tepsisindeki bardağı masaya bıraktıktan sonra bana kötü kötü bakarak mutfağa yöneldi.
''Dan!'' diye seslendim ama durmadı.
Ben de onu mutfağa kadar izledim. Daha doğrusu birazcık koşar adımlarla gitmem gerekti.
''Dan!'' dedim bir kez daha ona yetiştikten sonra.
''Ne var?'' diyerek sinirle bana döndü. ''Ne var? Yine ne söylemek için geldin? Harrison seni terk mi etti yoksa? Oh, iki gün önce çıkan habere göre aranızın harika olması lazım.''
Haberi o da görmüştü. Bana sinirli olmasını anlayabiliyordum. Onu hiç aramadım. Eastbourne'e gideceğimizi bile haber verememiştim. Zamanım olmadı belki ama Eastbourne'deki ilk ve son konuşmamız olan tartışmamızdan sonra konuşmamıştık. Belki de hatalıydım ama biz Türkiye'ye dönmeden önce en azından beni affetmiş olmasını istiyordum.
''Dan ben... Biz gidiyoruz. Her şey alt üst oldu tamam mı? İşler sandığın gibi değil. Bilmediğin çok şey var. Ama... Bilmen gereken şu ki... Biz Türkiye'ye dönüyoruz. Ve ben... Yani biz... Veda etmeye geldik.''
Dan donup kalmış bir biçimde suratıma bakıyordu. O da fazlasıyla şaşırmış görünüyordu. Beklediğimden biraz daha uzun bir süre sessiz kaldı. Ama sonra başını olumsuz anlamda iki yana sallayarak biraz geri çekildi.
''Yalan söylüyorsun.''
''Ciddiyim Dan,'' diyerek ona doğru bir adım attım. ''Bak... Çok fazla aptalca hata yaptım, farkındayım. Hepsi için gerçekten özür diliyorum. Beni affetmeni umuyorum. Çünkü yapabileceğim başka bir şey yok. Keşke seninle daha kolay bir şekilde, daha başka şartlarda tanışmış olma gibi bir şansımız olsaydı... İnan bana o zaman her şey daha başka olurdu. Sen gerçekten harika birisin Dan. Ben bu zamana kadar seni çok incittim ve hepsi için özür dilerim.''
Dan gözlerini gözlerime dikmiş, benden ayırmıyordu. Tüm vücudu kaskastı kesilmiş gibiydi. Bense cevap vermesi için onu bekliyordum. Bir yandan da gözlerimin nemlendiğini hissedebiliyordum. Ben, Dan'in cevap vermesini beklerken o yalnızca tepsiyi kenara attı ve beni kendine çekip sıkıca sarıldı. Kollarıyla sıkıca beni sardı. Açıkçası o an ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Hiçbir şey söylemedi. Açıkçası bir şeyler söylemesini çok bekledim ama yapmadı. Buna sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Daha sonra kollarımdan tutup beni birazcık kendinen uzaklaştırdı ama yüzüme bakmayı sürdürdü.
''Gitmen şart mı?''
''Kalmayı ne kadar çok istiyorum bilemezsin Dan ama... Yapabilecek bir şey yok. Gitmemiz gerekiyor...''
''Peki hiç buraya gelme fırsatınız yok mu? Yani geri dönme...''
''İnan bana bilmiyorum Dan... Ama bu çok zor... Sana her şey için minnettarım Dan. Her şey için...''
''Hayır Talya, bu... Bu bir veda değil. Olmayacak. Hayır, istemiyorum,'' diyerek kollarımı bıraktı ve geri çekildi.
''Bu bir veda Dan. Ben gerçekten gidiyorum. Bunu kabullenmek zorundasın,'' dedim gözyaşlarımı akmamaları için zor tutarak.
''Talya sen gidemezsin,'' diyerek bana yaklaştı ve kollarımdan tutup beni sarstı.
Titreyerek iç çektim. Nedense yanıyor gibiydim. Dudağımı parçalayacakmışçasına kemiriyordum. Vedalardan nefret ediyordum. Her zaman nefret ettim. Anneme ve babama veda ederken de nefret ediyordum. En çok da o zaman nefret etmiştim zaten.
''Dan ben gerçekten çok üzgünüm... Ama gitmek zorundayız işte. Lütfen işleri zorlaştırma, veda etmekten her zaman nefret ettim zaten,'' derken gözyaşlarım yüzüme akmaya başlamıştı bile.
Beni asıl şaşırtan şey Dan'in de karşımda ağlamak üzere olmasıydı. Keşke onu daha fazla sevebilseydim, keşke Harrison'ı değil de onu sevebilseydim. Keşke bazı şeyleri değiştirebilseydim. En azından bazılarını mutlu edebilirdim.
Dan karşımda durmuş bana yalvarırken dayanamadım. Biz böyle devam ettikçe vedalaşmamızın asla bitmeyeceğini biliyordum. Bu yüzden bir şeyler yapmam gerektiğni biliyordum. Boynuna sıkıca sarıldım. Onu yanaklarından öptüm.
''Seni çok özleyeceğim Dan. Seni tanıdığım için o kadar şanslıyım ki, hoşça kal,'' diye fısıldadım. Ardından olabildiğince ona bakmadan geri çekildim ve mutfaktan koşarak gözyaşlarımı silerek çıktım. Kızların David ile konuştuğunu gördüğümü hatırlar gibiyim. Ben kapıya doğru yönelirken arkamdan seslendiklerini duydum ama cevap vermeden doğruca çıktım. İçimdeki sinir ve üzüntüyle damarlarımdaki kanın akışını hissedecek kadar hızlı koştum. Nereye gittiğimi bilmeden sadece koştum. Kendi kendime yaşadıklarımıza küfrediyor bir yandan da ağlıyordum. Nefes nefese kalıp, oksijen ciğerlerimi yakana kadar koştum. Durduğumda ise evin duvarının birine yaslanıp yere çöktüm. Çığlık atmak istiyordum ama yapmıyordum. Saçımı yolmak istiyordum. Kendimi berbat hissediyordum. Derken yaslandığım binanın Stolen Things ile ilk karşılaştığımız salon olduğunu fark ettim. Onların konserinin olduğu o yer. Çevreye bakındığımda hastaneyi de görebilmiştim. Sinirlerim tamamen alt üst oldu. Hemen yerimden kalkıp koşmaya devam ettim. Bu sefer yolu da nereye gideceğimi de biliyordum.
Dil okuluna.
*
Havalimanına gelmek işkence gibi olmuştu benim için. Ama ondan önce kızlardan önce dil okuluna gelmeyi başarmıştım. Deniz Abla'yı ve Emre Ağabey'i bulduktan sonra orada kalan eşyalarımızı alıp arabaya götürmüştüm. Deniz Abla neyimin olduğunu sorsa da anlatmaya pek yeltenmedim. Kızlar dil okuluna gelince beni biraz azarladılar. En azından Dan ile ilgili bir şey sormadılar. Buna şükrederek arabaya binmiştim. Yaklaşık yarım saattir de havalimanında bekliyorduk. Debra ve Felix de bizimleydi. Henüz o yolcularla yolcuları uğurlayanların ayrıldığı ana gelmemiştik. O an gelsin hiç istemiyordum da zaten. Hiçbirimiz konuşmuyor öylece susmuş bekliyorduk. Hiçbirimizin konuşmaya cesareti de yoktu.
Yolcuların içeriye alınmaya başlandığı zaman gelip çattığında ise istemeyerek de olsa ayağa kalktık. Önce sıkıca Debra'ya sarıldım.
''Eğer imkanınız olursa, buraya gelip beni ziyaret edeceğinize söz ver,'' dedi boğuk ve ağlamaklı bir sesle. Yalnızca başımı salladım. Boğazım düğümlenmişti. Ona o kadar sıkı sarılmıştım ki kemiklerini kırmaktan korkuyordum ama o bunu dert ediyor gibi görünmüyordu.
''Ve seni çok seviyorum bunu da sakın unutma tamam mı?'' dedi. Onun da ağladığını hissedebiliyordum. Sesinden de anlamak güç değildi.
''Ben de seni çok seviyorum. Lütfen Felix'e iyi bak,'' dedim gülümsemeye çalışarak.
''Sizi çok özleyecek.''
''Biliyorum,'' dedikten sonra geri çekilip yanaklarından öptüm Debra'yı. Ardından Felix'in yanına eğildim.
''Hayatımda gördüğüm en harika köpek sensin,'' diyebildim zorlukla. Sesim çatlamıştı. Felix bile o kadar kötü bakıyordu ki. Başını okşamaya çalışırken bile elimi yalıyor patilerini bileğime koyuyordu. Onu o kadar çok özleyecektim ki. Hayatımda onun kadar sadık bir köpek görmedim herhalde. Üstelik bir sokak köpeği olmasına rağmen eğitimli bir cins köpek kadar zekiydi, becerikliydi. Onu burada bırakmak o kadar zordu ki. Ama en azından Debra ile kalacağını biliyordum. Bu biraz da olsa yarama su serpiyordu.
Kızların da vedalaşması bittikten sonra zorlukla, istemeye istemeye ayrıldık. Üzerimizin tarandığı o cihazlardan geçtik. Ardından uçağa doğru yol aldık. Yan yana geçip oturduk. Hepimizin yüzünden düşen bin parçaydı. Hepimizin gözleri ağlamaktan feci şekilde şişmişti. Muhtemelen berbat görünüyorduk. Ama açıkçası hiç de bunları düşünecek durumda değildim. Bir an önce İstanbul'a gidip oradan Mersin'e dönmek istiyordum. Yaşadığımız o şehre. O kadar yabancı geliyordu ki şimdi. Neredeyse bütün yazımızı orada geçirdikten sonra dönmek istemiyordum. Ama başka çaremiz de yoktu.
''İstanbul'a indikten sonra ne yapacağız?'' dedim kısık bir sesle.
''İki saat boşluğumuz var. Sonra Adana'ya uçacağız. Oradan da Mersin'e geçeceğiz zaten,'' dedi Emre Ağabey gülümseyerek. Daha doğrusu çalışmıştı.
Yalnızca başımı salladım ve ardından geriye yaslandım. Uçağın bir an önce kalkıp gitmesini umdum. Belki yolda biraz uyurdum ve bu iyi olurdu. En azından bu dünyayı geçici süreliğine de olsa unutabilirdim.
Şu anda en çok ihtiyacım olan şey de oydu. Zihnimi boşaltmaya ihtiyacım vardı. Ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bununla nasıl baş edeceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Başıma böyle bir şey gelmemişti daha önce... Tabi anne ve babamın ölümünü saymazsak. Ama o bundan çok daha kötüydü ve hatırlamak istemiyordum. Beni oldukça üzen bir konuydu. Ama bu da beni oldukça üzmüştü. Büyük babam teselli için yanımda olmayacaktı. Kızlar da bana destek olup her şeyin iyi olacağını söyleyemeyecekti. Hepimiz aynı durumdaydık ve bitmiştik.
Düşünme Talya dedim kendi kendime.
Düşünme.
Zihinimi boşaltıp uyumaya çalıştım. Elimden geldiğince. Çabalarıma değdiğini, rüyamda kızlarla, Londra'nın göbeğinde gülerken gördüğümde anladım. Böyle bir şey şu an için ancak rüya olabilirdi zaten.
*
Atatürk Havalimanı'na indiğimizde uyanık değildim. Ada beni uyandırmıştı. Aceleyle kalkıp uçaktan indik. Bavulları almak için beklemeye başladık. Nihayetinde bavullara da kavuştuktan sonra dış hatlar geliş katında bulunan Coca-Cola Mobil'e oturduk. Orada birer tost aldık. Ada börek almayı tercih etti. İsteksiz bir şekilde önümüzdekileri yemeye başladık.
''Biraz neşelenin kızlar, artık evdesiniz,'' dedi Emre Ağabey.
Bunun bizi neşelendirmesi mi gerekiyordu? Hayır.
''Burada olmak bizi mutlu etmiyor,'' diyerek tostumdan bir ısırık aldım.
''En azından artık kargaşa bitti,'' dedi Deniz Abla gülümsemeye çalışarak.
''Hiç sanmıyorum,'' diyerek başımı olumsuz anlamda salladım.
''Asıl her şey yeni başlıyor,'' dedi Yaprak kolasını bitirdikten sonra. ''Ailelerimiz bizi mahvedecek.''
''Açıkçası çocuğum böyle bir şey yapsa ne tepki verirdim bilmiyorum, bir çocuğum da olmadığı için ne yapacağımı söylemek zor. Durum sizin açınızdan bakıldığında da zor. Ama onların açısından bakıldığı zaman da öyle. Yine de size ne kadar bağırıp çağırsalar da sizi elbette affedeceklerdir emin olun,'' dedi Deniz Abla umut vermek istercesine. Ama işin aslı bizi ilk bulduğunda bile büyük bir tepki vermiş olan birinden bunları duyunca pek de inanmak gelmiyordu içinizden. Yine de ona karşı çıkmak istemedim. Anlaşılan diğer kızlar da karşı çıkmak istemiyordu. Bu yüzden yalnızca gülümsemeye çalışmakla yetindim. Yapabileceğim başka bir şey de bilmiyordum.
Tostlarımız bittikten sonra uçağımızın kalkma vakti kalana kadar orada oturmaya devam ettik. Felix'i ve Debra'yı şimdiden çok özlemiştim. Artık onlarsız nasıl yapacağız hiçbir fikrim yoktu.
*
Sonunda cehenneme giden son uçağımıza da binmiştik. Uçuş zaten en fazla kırk beş dakika sürecekti. Bu uçuşta biraz daha rahattım. Adana'dan Mersin'e geçtiğimizde ise üzerimdeki baskıyı iliklerime kadar hissediyordum. Açıkçası ben biraz daha şanslıydım diğer kızlara göre. Büyük babam bana ne kadar kızabilirdi ki? O bana her zaman istediklerimi yapmamı söylerdi ve elbette hayalimin peşinden gitmemi. Ben de orada bunu yapmıştım. Bunun için bana kızmazdı. Ama diğer kızların ailesi ne gibi bir tepki verecekti bilmiyordum. Yaprak'ın anne ve babası ayrıydı. Annesiyle kalıyordu o. Muhtemelen annesi çok endişelendiği için Yaprak'a biraz kızacaktı. Eğer babasının haberi de olmuşsa onun da kızacağından eminim. Ada'nın ailesi de öyle. Ada ailenin tek çocuğu olduğu için fazla korumacılardı sanırım. Ada için çok endişelenmiş olmalılar. Umarım kızmazlar. Elis'inkiler ne derdi hiç bilmiyorum. Daha doğrusu düşünemiyorum. Düşünmek isteyen kimdi ki zaten? Başımıza gelen olayları düşünüp daha kötü neler olabilir ki diye düşünürken kendimizi daha kötü bir olayın içinde buluyorduk. Bu yüzden artık düşünmeme kararı almıştım.
Evlerimizin yakın olması bir avantaj mıydı yoksa değil miydi bilmiyordum açıkçası. Ama Deniz Abla ve Emre Ağabey bizi evlerimize bıraktığı için sanırım şanslıydık. Hepimizi aynı yerde bıraktılar. Zaten hepimiz beş adım fazladan atsak ölmezdik. Onlar gittikten sonra birbirimize baktık çaresizce. Saat muhtemelen bir buçuğa geliyordu. Buna rağmen etraf çok da sessiz değildi.
''Şimdi ne yapacağız?'' diye sordu Elis çantasını sertçe yere bırakarak.
Kimse bu soruya cevap vermedi. Cevabı bilmediğimizden değil. Ne olacağını hepimiz biliyorduk yoksa. Olmasını da istemiyorduk.
''Başladığımız yere geri döndük,'' diye mırıldandım.
''Hayır,'' dedi Ada. ''Daha da gerideyiz artık.''
''Bu da ne demek şimdi?'' dedi Yaprak. İçinde hala umut varmış gibi konuşmuştu.
''Bir daha yurt dışına çıkmamıza izin çıkacakmış gibi konuşmayın,'' diyerek o da elindeki çantayı yere bıraktı.
''Şu an yalnızca saçmalıyorsun,'' dedi Elis başını iki yana sallayarak. ''Seninkiler seni elbette yollayacaklar. Bundan bir de şüphen mi var? Tanrı aşkına, şöyle konuşmayı bırak.''
''Okul açılacak,'' dedi Yaprak bakışlarını sokak lambasına dikerek.
''Henüz değil,'' diye cevap verdim Ada yerine. ''Hadi kızlar. Artık evlere gitsek iyi olur. Telefon hatlarımız yok. Bizi arayamadıkları için mecbur Deniz Abla'yı ve Emre Ağabey'i arayacaklardır. Onları konuşmaya mecbur etmeyelim. Yarın görüşürüz zaten. Hepimiz fazla yorulduk. Sanırım bugün bu kadarlık yeter.''
Elis ve Ada yerdeki çantalarını tekrar ellerine aldılar. Birbirimize sıkıca sarıldık.
''Hepinize bol şans çocuklar,'' dedi Ada buruk bir gülümsemeyle.
Hepimiz başımızı hafifçe eğdikten sonra evlerimize yöneldik. Yürürken ne hissedeceğimi dahi bilemiyordum. Büyük babam sorarsa ne diyeceğimi bilemiyordum. Anlatmak istediğimden pek emin değildim.
*
Evin kapısının önüne geldiğimde, ev önündeki paspasın altına baktım. Benim anahtarım hep orada olurdu. Şans eseri hiçbir zaman kimse de evimizi soymaya çalışmamıştı. Sanırım en azından bu açıdan şanslıydım. Anahatarı alıp kapıyı açtım. Eve direkt bakınca biraz karanlıktı. Yalnızca loş bir ışık vardı. Büyük babamın çalışma odasından. O araştırmayı çok severdi, o odasının duvarı kocaman bir dünya haritası ile kaplıydı. Üzerinde de gezdiği ülkeler işaretlenmişti. Bence gezgin olmak için doğmuştu. Eski bir mühendis değil. Odasında olduğunu tahmin etmiştim aslında. Çantamı kenara bırakıp odasına doğru ilerledim. Kapı hafif aralıktı. Ben biraz daha açıp içeri girdim. Okuma gözlüğünü takmış kitap okuyordu. Beni fark etmedi. Gece lambasıyla kitap okunmazdı.
''Bu şartlarda kitap okuyamazsın büyükbaba,'' dedim ışıkları açarak.
Aniden başını kaldırıp bana baktı. Gözlüğünü gözünden çıkartıp kitabı kenara koydu.
''Dönmüşsün küçük gezgin,'' dedi gülümseyerek.
Kızmış görünmüyordu. Sesi sakindi. Yargılamıyordu. Sinirli değildi. Bana çıldırmışım gibi bakmıyordu. Ya da beni cezalandıracakmış gibi.
''Döndüm büyük baba,'' dedim zorla gülümsemeye çalışarak.
Gece lambasının düğmesine bastıktan sonra tekrar bana döndü.
''Anlatacak maceraların olmalı... Bir bay beni arayıp dil okulundan kaçtığın gibi bir laf etti. Doğruluğu sorgulanır. Ama ben ne varsa torunumdan duymayı yeğlerim.''
İç çekip yanına doğru ilerledim. Kenardaki iskemleyi alıp karşısına oturdum.
''Doğru. Yani garip bir şekilde ve istemediğimiz bir şekilde oldu ama... Oldu. Yani kaçtık.''
Düşünceli bir şekilde bana baktı tek kaşını kaldırarak.
''Neden böyle bir şey yapma gereği duydunuz? O lisan mektebine gitmek için çok hevesli olduğunu hatırlıyorum.''
''Öyleydi büyük baba... Ama inan bana bazı şeyler... Garip... '' dudağımı birbirine bastırdım ve yüzümü iki elimin arasına aldım. Daha sonra dikleşip konuşmaya devam ettim.
''Bana hep hayallerimin peşinden gitmemi söyledin. Bana dedin ki ''Bir kere yaşıyorsun. Ne istiyorsan onu yap, seni mutlu edenlerle yaşa.'' Ben de bunu yaptım. Gerçekten sadece çabaladım ve istediğimi yaptım. Hepsi bu.''
Büyük babam düşünceli gözlerini benden, masaya çevirdi. Sanırım düşünüyordu. Ona her şeyi anlatabilirdim. Bunu isterdi de. Ama şu an istemiyordum. Sadece şu an. Tekrar anlattığımda her şeyi tekrar yaşamış gibi olacaktım ve bunu istemiyordum.
''Neler olduğunu anlatmak ister misin?''
''Bilmiyorum büyük baba... Şu an çok yorgunum... Ama... Çok harika arkadaşlar edindim. Hepsini kaybettim. Harika bir köpeğimiz oldu kısa süreliğine de olsa onu bırakmak zorunda kaldım. Orada edindiğim yakın bir arkadaşımla beraber hem de. Heyecanı ve adrenalini de yaşadık. Garipti ama çok güzeldi büyük baba,'' diyerek başımı eğdim.
''Neden bana fazlası varmış gibi geliyor peki?'' dedi hafifçe gülümseyerek. Ardından çenemeden tutup başımı kaldırdı.
''Ben... Birini sevdim büyük baba. Birinin kalbini kırdım. Hatta iki kişinin... Ama amacım o değildi. Hiç olmadı. Sadece... Her şeyin farklı olması gerekiyordu... Farklı bir şekilde, çünkü belki o zaman her şey yolunda gidebilirdi ve...'' gözlerimin dolduğunu hissettim tekrardan. Konuşmakta güçlük çektiğimden artık yatağa gitsem iyi olurdu.
''Her neyse... Ben... Artık uyumalıyım büyük baba, iyi geceler,'' diyerek iskemleden kalktım. Ben kapıya yönelirken büyük babamın sözleriyle irkilip durdum.
''Aşk sihirli bir şeydir Talya, büyülüdür... Bunu biliyorsun değil mi?''
Gözlerimi kapatıp yutkundum. Haklıydı ama benim şansım ne zaman yaver gitmişti ki. Muhtemelen bu halimle çölde acı çeken bir kutup ayısından başka bir şey değildim. Yavaşça arkamı döndükten sonra gözümden bir damla yaşın akmasına izin vererek cevap verdim.
''Ama ben büyücü değilim.''
Ardından odadan çıkıp kapıyı kapattım. Kendimi doğruca odama atıp yatağa bıraktım. Yatağım eskiden çok rahattı. Ama şu an her bir yeri batıyordu sanki. İğne dolu bir yataktaymışım gibiydi. Tekrar ağlamaya başlamıştım ve kötü olan da buydu. Çünkü durdurabileceğimi hiç sanmıyordum.
Özlemiştim.
Ama onun burada olmasına imkan yoktu.
Ya da onların. Hiçbir şeyi geri alma şansımız yoktu artık.
Bitmişti.


Londra'da Olan, Londra'da Kalır... Peki Ya Kalmazsa?Where stories live. Discover now