Lies Are Revealing

129 7 0
                                    

    Harrison'ın yanından ne zaman ayrılıp aşağı indiğimi fark etmedim bile. Ama salon çok sessizdi. Kimse konuşmuyordu. Harrison'a en uzak olan yere oturmuştum. Göz göze gelmemek için büyük çaba gösteriyordum. Artık hislerimi tamamen biliyordu ve buna rağmen hiçbir şey olmamıştı.
''Lindsay gitti mi?'' diye fısıldadığını duydum Harrison'ın, Zach'e doğru. Ama fısıldamasına rağmen hepimiz duymuştuk.
''Tanrı aşkına Harrison! Hala nasıl Lindsay diyebiliyorsun,'' diye çıkıştı Victoria.
''Sadece merak ettim Victoria,'' diye cevap verdi Harrison.
Victoria alaycı bir şekilde gülüp başını olumsuzca salladı.
''Yürüyün kızlar, gidiyoruz,'' diye ekledi ardından. Sonra da ayağa kalktı.
''Nereye gidiyorsunuz?'' diye sordu Lucas hemen.
''Sana haber vereceğim,'' diyerek yanağına bir öpücük kondurdu Victoria. Harrison'a kızgın bir şekilde bakmaya devam ediyordu. Ardından biz de ayağa kalktık.
''Neden gidiyorsunuz ki?'' diye sordu Harrison.
''Bununla ilgilendiğini hiç zannetmiyorum,'' dedi Elis ve beni bileğimden tutup sürükledi.
''Felix'e göz kulak olun,'' diye seslendi Ada kapıdan çıkarken. Biz de Victoria'nın arabasına doğru ilerledik.
''Sahiden nereye gidiyoruz Victoria?'' diye sordum.
''Bildiğim güzel bir kafe, çağıracağım iyi bir var. Hem şu an Harrison'ın yanında olmandansa her yerde olman daha iyi. Hala Lindsay diyor, kız onu terk etti. Sana sarıldı. Senin onu sevdiğini biliyor ama o hala Lindsay diyor. Ah, ne kadar aptal,'' dedi kendi kendine sinirle.
''Tamam Victoria, sakinleş,'' dedim yumuşak bir sesle.
''Pekala. Hadi binin.''
Kapıyı yavaşça açıp arabaya bindik. Kafeden ziyade iyi birinin kim olduğunu merak etmiştim.
*
''Hadi kızlar, işte geldik,'' diyerek el frenini çekti Victoria.
Biz de arabadan inip kafeye doğru ilerledik. İtiraf etmeliyim ki çok şirin görünümlü bir yerdi. Güzel bir yer bulup oturduk hemen. Hepimiz birer limonata söyledikten sonra konuşmaya başladık.
''Çağıracağın iyi kişi kimdi Victoria?'' diye sordu Debra.
Victoria muzipçe gülümsedi. Limonatasından bir yudum aldı.
''Bence o kişi Dan,'' diyerek güldü Yaprak.
''Hayır! Dan ile ayrılmamış mıydınız, onu neden çağırayım. O kadar aptal değilim bir kere... Hem onu nasıl çağıracağımı bile bilmiyorum,'' diyerek sırıttı Victoria.
''O... O olay birazcık daha farklı aslında ama... Her neyse. Kimi çağırdın peki?'' diye sordum.
İşin aslı gerçekten merak etmiştim. Aklıma kimse gelmiyordu. Belki de yakın bir arkadaşı gelirdi. Hiç bilmiyordum.
''Sabırlı olun kızlar, gelince görürsünüz,'' dedi ve konuyu değiştirdi. ''Pekala, yaz da bitiyor sayılır. Okul için yine burada mısınız?''
Bunu gülümseyerek sormuş olsa da hepimizin yüzü düşmüştü.
''Oh, yanlış bir şey mi söyledim?'' diye sordu.
''Hayır, hayır... Sadece... Biz henüz plan yapmadık,'' diye mırıldandı Ada.
''Bunun vaktiniz olacak nasılsa. Sorun değil,'' diyerek gülümsedi Victoria.
Biz de gülümsemeye çalıştık. Asıl sorun hiçbir şey için vaktimizin olmamasıydı zaten.
''Lindsay ile gitmeden önce konuştunuz mu?'' diye sordum aniden.
''Biz onunla konuşmadık ama o bizimle konuştu,'' diyerek güldü Elis.
''Lindsay gidince Lucas, her zamanki gibi iyi çocuğumuz nereye gittiğini sordu ona. Biz de aşağı indik. Lindsay bize biraz bağırdı. Bilirsin... ''O kız da siz de bunu ödeyeceksiniz!'' gibisinden bir şeyler söyledi. Pek aldırış etmedik açıkçası,'' diyerek güldü Debra.
''Bilmiyorum Debra ama ben yine de endişeleniyorum. Hem de çok,'' diye mırıldandım.
''Neden endişeleniyorsun ki? Ne yapabilir ki en fazla,'' diyerek omuz silkti.
''Bilmiyorum... O... Yani o korkulacak biri.''
''Ah, boş versene. Günün sonunda Harrison'a sarılan sendin, o değil,'' dedi Victoria.
''Olabilir ama netice de... O geri geleceğini söyledi. İntikam alır o. Çok ciddiyim.''
''Talya, biraz sakinleş,'' diye araya girdi Ada.
İç çekip tamam anlamında başımı salladım.
''Bunlarla kafanı yormaya bir son ver,'' diye ekledi Elis.
''Harrison beni sevmiyor.''
''Saçmalama! Yalnızca itiraf edemiyor o kadar. Hem görünüşe göre Lindsay ile ayrıldılar,'' dedi Yaprak tek kaşını kaldırarak.
''Peki o halde neden itiraf etmiyor? Hem ayrıldıklarını da nereden çıkardın?''
''Lindsay kendi kendine ''bitti, bitti, bitti. Evet, bitti'' diye söyleniyordu. Bu da Lindsay'in onu terk ettiğini gösterir,'' dedi bilmişçe.
''Yaprak haklı,'' diyerek onayladı onu Elis.
''Pekala, pekala. Siz kazandınız,'' diyerek ellerimi teslim olmuşçasına kaldırdım.
''Bunu kabullenmen güzel,'' diyerek pipetini tekrar ağzına götürdü Vcitoria. ''Hem gelmesi gereken kişi de geldi.''
Victoria'nın bakışlarının odaklandığı yeri görmek için arkama döndüm.
Alex Johnston.
Lindsay Johnston'ın kardeşi.
Gülümseyerek bize doğru geliyordu.
''Merhaba,'' diyerek masaya geldi. Ancak biraz kalabalıktık ve oturacak başka yerimiz yoktu.
''Merhaba,'' dedi dğerleri hep bir ağızdan. Ben de afallamış da olsam ''Merhaba,'' diyebildim.
''Biz zaten biraz... Yani başka bir masaya geçmeyi düşünüyorduk. Sanırım sen oturabilirsin Alex,'' diyerek ayağa kalktı Victoria.
Diğer kızlara da gözüyle kalkmalarını işaret ediyordu. Debra, Ada, Yaprak ve Elis de kalkıp yanımızdan ayrıldı.
''İyi eğlenceler,'' dedi Ada en son. Ardından bize en uzak olan masaya oturdular. Ama Alex hala ayaktaydı.
''Otursana,'' dedim kibarca.
''Ah, şey... Elbette,'' diyerek karşıma oturdu.
''Geleceğini bilmiyordum.''
''Victoria iyi olmadığını söyledi ve ben de geldim.''
''Aslında iyiydim.''
''Böyle söyleyeceğini de söyledi,'' diyerek sırıttı.
Ben de sırıttım sadece. Ama gelmesi yine de garibime gitmişti.
''Lindsay'in haberi var mı?'' diye sordum.
''Neden olsun ki? Bir yere giderken ona söylemem gerekmiyor,'' dedi omuz silkerek.
''Tamam kızma... Ama biliyorsun, benden pek hoşlanmıyor,'' dedim gülerek.
''Umrumda değil.''
Sanırım cevabımı almıştım.
''Ah, pekala. Hayatın nasıl gidiyor?''
Alex bir saniye düşündükten sonra cevap verdi.
''Sanırım fena değil. Normal bir hayatım var... Yani... Sanırım.''
''Ben ünlü olduğunu sanıyordum.''
''Ah, bilmiyorum,'' diyerek güldü. ''Bir tiyatro okuluna devam ediyorum. Londra'nın en iyisidir. Sanırım Lindsay'in kardeşi arkadaş yüzünden böyle düşündün. Ya da ''Stolen Things'' ile arkadaş olmamdan dolayı.''
''Pek... Sayılmaz. Ya da belki de haklısın. Ama normal bir hayatın olması sevindirici.''
''Lindsay ile beraberken dört dörtlük gidemiyor aslında. Ama yine de...'' dedi ve güldü. ''Sanırım hayatımdan memnunum.''
''Kimsenin hayatı dört dörtlük değildir. Ayrıca Lindsay'i bu kadar sevmiyor olamazsın Alex. Bilmiyorum. O... Senin kardeşin. Kötü biri olsa da kardeşin yani.''
''Onu seviyorum Talya ama o... Bazı özelliklerini değiştirmesi gerekiyor. Onlar, onu itici biri yapıyor,'' diyerek başını salladı.
''Belki de haklısın. Ama o senin kardeşin, onu olduğu gibi kabullenmen gerek. Mesela... Sanırım... Üzgün... Olmalı... Yanında olsan iyi olurdu.''
Kelimeleri çok ince düşünerek seçmeye çalıştım.
''Neden üzgün olacak ki?''
''Şey... Evden çıkarken pek mutlu görünmüyordu...''
''Ya saçı bozulmuş ya da tırnağı kırılmıştır. Dış görünüşüne fazla düşkün, ne bekliyoruz ki?'' diyerek güldü.
''O bir manken Alex. Elbette düşkün olacak.''
''Neden bu kadar iyisin ona karşı? Fazla safsın,'' diyerek güldü.
''İyi kalpliyi tercih ederim.''
İşin aslı Lindsay'i elbette sevmiyordum. Ama bugün bizi öyle görmesi onun gerçekten kalbini kırmış olmalıydı. Empati yaptığımda onu ne kadar üzgün olduğunu tahmin etmek güç değildi.
''Pekala. Öyle diyelim. Ya sen?''
''Ben ne?''
''Senin nasıl bir hayatın vardı?''
Ben de bir an düşünüp her şeyi gözümün önüne getirdim. Hayatımda bazı şeyler garipti aslında. Buraya geldiğimizden beri olanları saymıyorum bile. Ama onları Alex'e anlatıp anlatmamakta kararsızdım.
''Sıradan bir hayatım var aslında. Okulda her şey fazla basit. Büyük babamla kalıyorum.''
''Annen ve baban nerede?''
Dudağımı yalayıp iç çektim. Bu konuyu tekrar tekrar konuşmak artık canımı sıkıyordu.
''Uzun zaman old sayılır... Onlar... Öldü.''
''Ah ben... Çok üzgünüm. Gerçekten Talya... Yani... Bilmiyordum,'' dedi beceriksizce.
İnsanların verdiği tepkilere alışmıştım artık. Hepsi üzüldüm diyordu ama çok azı bunu yürekten söylüyordu. Zaten beş saniye sonra umursamayacakları bir konuydu. Üzüldüm diyip geçiştiriyorlardı. Sanırım vicdanları böylece rahat ediyordu. Ama Alex'inki gerçekçi gelmişti. Belki de ben böyle olmasına inanmak istedim.
''Sorun değil Alex. Gerçekten.''
Buruk bir gülümsemeyle gülümsedi. Ardından aramızda sessizlik olunca konuyu değiştirme ihtiyacı duydum.
''İngiltere güzel bir yermiş... Yani... Londra ve sanırım Eastbourne... Easbourne'ü pek gezme fırsatım olmadı ama güzel bir yer. Bildiğim kadarıyla güzel... İngiltere hakkında araştırma yapmıştım... İklimi Londra'dan daha uygun bana göre.''
''Yağmuru seviyorum ben. Londra güzeldir. Ama ben Wolverhamptonlıyım ve sanırım orası benim için en güzeli,''diye cevap verdi.
''Orayı pek bilmiyorum açıkçası.''
''Bir gün gezme fırsatın olur belki... Ya da belki beraber gideriz,'' diyerek hafifçe gülümsedi.
Olmayacağını biliyordum. Ama gülümsemekten başka bir çarem yoktu. Belki de bundan çok uzun süre ziyaret edebilirdik. Ama belki.
''Umarım,'' diye cevap verdikten sonra telefonum çaldı. Arayan Harrison'dı. İşin aslı ismini ekranda görünce kalbim daha hızlı atmaya başlamıştı ve ben biraz korkmuştum. Araması için geçerli bir sebebi olmalıydı. İlk önce açmak istedim. Ne diyeceğini merak ediyordum. Ama sonra açmamaya karar verdim. Neden beni umursamayan birini umursayacaktım ki? Onu sevdiğimi öğrenmişti ve hala Lindsay'i merak ediyordu. Onunla tanıştığım zamanki sahip olduğum umut tamamiyle yerini şüpheye ve karartıya bırakmıştı artık. Ondan beni sevmesini beklemiyordum açıkçası. Ama onu başkasıyla görmek de ister istmez üzüyordu beni. Hem de fazlasıyla.
Alex'in ''Açmayacak mısın?'' diye sormasıyla irkildim.
''Şey... Hayır,'' diyerek aramayı reddettim.
Ardından tekrar Alex'e döndüm.
''Ne diyorduk?''
''Ah... Sanırım... Senden bahsediyorduk,'' diyerek sırıttı.
''Hayır, bahsetmiyorduk,'' diyerek güldüm.
''Ama şimdi bahsedebiliriz?''
Sanırım kulağa o kadar da kötü bir fikir gibi gelmiyordu. Bu konuda konuşsak bir şey olmazdı.
''Pekala... Şey, sanırım kimse beni çok iyi tanımıyor.''
''Nasıl yani? Kimse mi?''
''Evet kimse... Yani, herkes hakkımda çok şey bilebilir ama bilmedikleri şeyler de var. Ama onlar yok sanıyor. Kimisininse kafalarında yarattığı bir Talya var. Beni o zannediyorlar.''
''Zor olsa gerek...''
''Fazlasıyla.''
''Bence bazen öyle olması daha iyi. Yani böylece insanlar seni incitemez. Her şeyini bilirlerse incitmeleri daha kolay olmaz mı?''
''Bilmiyorum Alex... Belki de öyledir.''
Alex cevap vermeden önce biraz duraksadı. Ben de limonatamdan son yudumu alıp bitirdim.
''Bence gerçekten harika birisin Talya,'' dedi gülümseyerek.
Açıkçası şaşırmıştım. Gerçekten.
''Beni tanımıyorsun bile Alex,'' diyerek başımı iki yana salladım.
''Tanıdığım kadarıyla böyle biri olduğumu düşünüyorum,'' dedi kendinden emin bir şekilde.
Böyle düşünmesi hoşuma gitmişti açıkçası. Yani ister istemez yüzümde bir gülümseme belirmişti.
''Belki de çok iyi tanımadığın için böyle olduğunu düşünüyorsun.''
''Neden iyi olduğuna inanmak istemiyorsun?'' diyerek güldü.
Açıkçası bunun cevabını gerçekten bilmiyordum ama gerçekler böyleydi işte. Her zaman benden daha iyisi, daha başarılısı, daha güzeli, daha yeteneklisi, daha şanslısı olmuştu. Hayat elbette adil değildi. Ben de adaletsizlikten nasibini alanlardandım.
''Benden daha iyileri olduğu sürece inanmayacağım.''
''Kendini başkalarıyla kıyaslamak yalnızca seni üzer. Bunun farkındasın değil mi?'' dedi biraz daha ciddeleşmiş bir ses tonuyla.
''Farkındayım...''
''O halde buna bir son vermelisin öyle değil mi?'' diyerek gülümsedi.
''Tamam, pekala. Sen kazandın.''
Alex yalnızca bana bakarak olabildiğince içten bir şekilde gülümsedi. Lindsay ile tek ortak noktaları aileleri olmalıydı. Alex çok farklıydı. Yaklaşık bir yirmi dakika daha konuşmaya devam ettik. Ta ki kafenin kapısından Harison'ın içeri girip hızlı adımlarla bize doğru ilerlemesine kadar. Yüzü pek de gülmüyordu.
''Konuşmanızı bölmüyorum yaa,'' diyerek tepemize dikildi.
''Aslında hayı...'' diye söze başladı Alex ama devam etmesine izin vermedim.
''Bölüyorsun.''
''Ah, öyle mi çok özür dilerim,'' dedi kinayeyle.
Yalnızca başımı salladım. İç çektikten sonra ona döndüm.
''Neden geldin?''
''Telefonumu açmadın.''
''Ne olmuş?''
''Biri aradığı zaman açman gerekir. Yoksa telefon kullanmanın ne anlamı var ki?'' dedi Harrison başını sallayarak.
''Konuşmak istemediğin birisiyse açmazsın.''
Harrison ağzı açık bir şekilde bana bakıyordu. Konuşmayı deniyordu.
''Ne yani? Alex ile beraberdin diye benimle konuşmak istemedin mi?''
''Bunun Alex'le bir ilgisi yok ki,'' dedim ve o sırada her an tetikte bekleyen kızları fark ettim. Yardıma ihtiyacın var mı dercesine bana bakıyorlardı.
''Doğru zaten o yüzden bu...''
''HARRISON SPENCER!''
Harrison cümlesini tamamlayamadı. Bir grup hayran yanımıza doğru geliyordu. Hatta bir iki tanesi çoktan gelmiş Harrison'a sarılmıştı bile. Bir tanesi eline kalem tutuşturmaya çalışıyordu. Hepsi kameralarını çıkarmış fotoğraf için uğraşıyordu. Bir kaçının beni de çektiğini fark edince hemen ayağa kalktım.
''Sonra görüşürüz Alex, seninle konuşmak çok hoştu,'' diyerek masadan ayrıldım. Kızlara da gidelim dercesine hareket yaptım onlar da hemen kalkıp yanıma geldiler.
''Talya, bekle!'' diye seslendi Harrison arkamdan.
Dönüp baktım ama yalnızca Harrison değil hayranlar da dönmüş bana bakıyordu. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde duruyordum. Ada, kolumdan çekiştirip ''Hadi gidelim Talya,'' diye fısıldıyordu. Harrison bir kaçıyla fotoğraf çekilip, imza verdikten sonra yanımıza geldi.
Aceleyle kafeden çıktık. Ama arabaya doğru ilerlerken birkaç paparazinin kamerasının bize dönük olduğunu fark etmiştim.
Lanet olsun.
Çekiyorlardı. Bunu görebiliyordum. Flaşlar bile patlamıştı. Lanet olsun diye tekrar tekrar düşünürken arabaya binmiştik bile. Sürücü koltuğunun yan tarafına ben oturdum. Kızlarsa arkaya geçti. Oradan tam anlamıyla ayrılana kadar kameralar çekmeye devam ediyordu. Kafeyi arkamızda bıraktıktan sonra biraz da olsa rahat bir nefes alabilmiştim. Paparazileri veya hayranları atlatmış olabilirdik ama fotoğraflar onlardaydı. Kafamda çok fazla soru işareti vardı. Alex'in eve gitmiş olmasını diledim. Harrison'ın nerede olduğumuzu nasıl bulduğunu bile bilmiyordum. Ayrıca neden geldiğini de, araması bile gereksizdi. Önemsemiyordu bile. Arabadaki yolculuğumuz boyunca kimse konuşmadı. Eve döndüğümüzde ise hemen arabadan inmeye çalıştım.
''Talya,'' dedi Harrison ama onu dinlemedim ve arabadan çıkıp kapıyı kapattım. Kızlar da inmiş evin kapısına doğru ilerliyordu. Ben de onlara yetişmek üzereyken Harrison beni bileğimden yakaladı.
''Konuşmamız gerek.''
''Ne konuşacağız Harrison? Konuşacak ne var?'' dedim bileğimi elinden kurtararak.
''Neden bu kadar sinirlisin ki? Anlam veremiyorum,'' diyerek başını iki yana salladı.
''Bunu gerçekten soruyor musun yoksa... Boş ver Harrison, ben içeri gidiyorum,'' diyerek adım atmaya hazırlandım ama Harrison kolumdan tuttu.
''Bırak beni!'' diyerek elinden kurtuldum. Ardından hızlı içeri girdim. Neyse ki kapı açıktı. İçeri girer girmez Victoria'nın Felix ile uğraştığını görüp yukarı çıktım. Muhtemelen beni fark etmemişti. Hemen odama doğru ilerledim. Kızları da orada görünce onlara seslendim.
''Hadi içeri girelim,'' diyerek odaya girdim.
Kızlar da peşimden geldi. Hemen yatağa geçip oturdum.
''Harrison ne diyordu?'' diye sordu Ada.
Boş ver anlamında elimi salladım ama hepsi bana kötü kötü bakınca konuşmak zorunda kaldım.
''Konuşmamız gerek diyip durdu ben de konuşacak bir şeyimizin olmadığını söyledim. Bu kadar.''
''Bence konuşacak şeyleriniz vardı,'' diyerek bakışlarını benden kaçırdı Debra.
''Evet doğru, benim onu sevmeme rağmen onun Lindsay'i sevmesi gibi değil mi? Hiç sanmıyorum. Gerçekten Debra. Olaylar biraz daha karmaşık,'' diyerek iç çektim.
''Evet. Dan'i hiç olaya karıştırmamalıydın...'' dedi Elis başını olumsuz anlamda sallayarak.
''Şu an Dan ile konumuzun ne alakası var ki?'' diye çıkıştım. ''Tamam. Yalan söyledim. Dan ile çıkmadım ama öyle demem gerekiyordu tamam mı?''
''Zorunda değildin. Hiçbirimiz değildik,'' diye araya girdi Yaprak. ''Çok fazla yalan söyledik ve her şey düğüm oldu. Şu halimize bak.''
''Şimdi her şeyin suçlusu ben mi oldum yani?'' diye cevap verdim.
''Ben öyle demedim Talya.''
''Evet, Yaprak. Demedin.''
''Kızlar lütfen, tartışmayı kesin,'' diye araya girdi Ada.
''Ama çıkmaza geldik Ada, şu halimize bak. Biz Londra'ya ne için gelmiştik? Yaz okulu, dil okulu. Bu bir geziydi. Ta ki o Starbucks'a girene kadar. Her şeyin harika olduğunu düşünmüştüm en başta. Çünkü öyleydi ama şimdi burada bir hayatımız oldu ama hiçbir şeyin garantisi yok,'' dedim iç çekerek.
''Şimdi bunların hiçbirini geri alamazsınız, tartışmaya bir son verin kızlar,'' diye araya girdi Debra.
''Evet doğru. Ama söylediğimiz yalanlara ayak uyduramıyoruz artık. Yalanlarımıza göre yedi ayı aşkın bir süredir burada olmamız gerek. Saçmalığa bak! Seninle de pastanede falan tanışmadık Debra, biliyorsun. Ama onlar bunu biliyor mu? Hayır. Onların zannettiği gibi lüks bir evde kalmıyoruz,'' dedi Yaprak.
''Fazla abartıyorsunuz Yaprak. Yalanlar söyledik ama...'' dedi Ada ama Elis araya girdi.
''Aması yok Ada. Sen söyle, erkek arkadaşın gerçek seni biliyor mu? Bizi tanımıyorlar! Sorun da bu zaten. Onlara hiçbir şeyi açıklayamıyoruz!''
''Elis, kes artık,'' dedim Ada'nın yüzünün düştüğünü görünce.
''Doğru söylüyorum Talya. Biz ve bizim aptal planlarımız. Eğer onlara hayran değilmişiz gibi görünürsek bizi görürler. Saçmalık! Sırf bu aptal düşüncemiz yüzünden Dan konusunda bile yalan söyledin. Üstelik Dan seni sevmişti. Onun sevgisi bile boşa çıktı. Hem de şu an seni bu kadar üzen Harrison Spencer için.''
''Elis, ona kendimi zorla sevdiremezdim. Lindsay'i seviyorsa ne yapabilirim sonuçta? Dan'i o şekilde görmüyorum diye bana kızma hakkın yok.''
''Dan hakkında konuşmayı bırakamaz mısınız artık? Lütfen. Kavga ediyorsunuz farkında değilsiniz,'' dedi Debra.
''Tamam. Konu değişsin. Pastane. Oraya boş zamanlarımızda gidiyorduk değil mi? Bu da başka bir yalan. Dil okulundan arda kalan zamanda oradaydık değil mi? Daha neler,'' dedi Elis bu sefer.
''Bu kadar zaman boyunca içinde tuttun ve şimdi mi söylüyorsun bunları Elis? Madem kendini bu kadar kötü hissediyordun neden önceden söylemedin?''
Elis yalnızca iç çekip başını sallamakla yetindi.
''Olaylara fazla negatif bakmıyor musunuz?'' dedi Debra her zamanki Pollyannacılığıyla.
''Olaylar zaten negatif Debra. Ortada hayal defterimiz varken onlara hayran olduğumuzu reddettik. Ben inanmadıklarından eminim ama... Bu yapmamız bile çok aptalcaydı,'' dedi Ada.
''Buraya birkaç plak şirketiyle konuşuruz umuduyla gelmiştik. Ama şuna bak. Elimizde büyük bir şans var. Kullanamıyoruz. Neden? Deniz Abla ya da herhangi başka biri bizi görürse dil okuluna geri dönmek zorunda kalırız. Bilmiyorum... Bunlar... Gerçekten uyum sağlaması zor şeyler. Düşünemiyorum artık,'' dedim başımı ellerimin arasına alarak.
''Felix, o kapıdan girmeseydi onların konserini asla görmezdik,'' diye mırıldandı Yaprak.
''En azından onlarla tanışmazdık,'' diye ekledi Elis.
Fazl aptaldık fazla. Söylediğimiz onca yalanı düşününce gerçekten garip olmuştum. İşin aslı sanırım gerçekten yalanlarla yaşıyorduk. Burası gerçek değildi. Yaşadıklarımız da. Çünkü yalanlar açığa çıktığı an yok olup gidecekti hepsi. Bir rüyadan uyanmak gibi. Bu yüzden yalanları korumak zorundaydık. Ama onlarla yaşamak zordu. Hatta sanırım her şeyden çok. Hayatımın o an için biraz olsun normal olmasını istedim. Normal ve yalansız. Ama muhtemelen bu olamayacaktı.
Odaya sessizlik hakimdi. Hepimiz susmuş öylece düşünüyorduk. Sinirden ağlayabilirdim de o an. Alt üst olmuştum. Ama sessizliği Debra bozdu.
''Kızlar.''
Hepimiz aynı anda Debra'ya döndük. Şaşırmış bir şekilde camdan dışarı bakıyordu. Şaşırtıcı bir şey gördüğü kesindi ama şu an aklıma hiçbir şey gelmiyordu.
''Lindsay'in arabası burada.''
O an durup düşündüm. Lindsay'i bahçede gördüğümü hatırlamıyordum. Aşağı katta yalnızca Victoria vardı o da Felix ile ilgileniyordu. Lindsay şansımız varsa ya aşağı katta bir yerdeydi ya da çocuklarla birlikte. Ama işin aslı çocuklar nerede onu da bilmiyorduk. Kapıda olmamalarını umarak kapıya yöneldim. Kapıyı açarak nefesimi tuttum. Neyse ki kapının önünde kimse yoktu.
''Hadi kızlar, bu kadar yeter. Aşağı inelim,'' diyerek merdivenlere yöneldim. Kızlar da peşimden geldi. Merdivenin son basamaklarına geldiğimizde karşımda duran Lindsay ve Hannah'yı fark ettim. İkisi de kollarını göğsünde birleştirmiş bize bakıyorlardı. Olduğum yerde kaldım. Bana çarpan biri olmadığına göre diğerleri de durmuştu.
''İşte yalancılarımız da buradaymış,'' dedi Lindsay sahte bir gülümsemeyle.
İşte o an bizi duyduklarını anladım. Belki de kapımızın önündelerdi ya da aşağıya kadar sesimiz geliyordu. Ama şu an önemli olan nasıl olduğu değil, olmuş olmasıydı. Çünkü ya inkar edecektik ya da kabullenecektik.
''Ne cüretle bunu söylersin?'' dedi Debra hiç beklemediğim bir şekilde.
''Konuştuklarınızı ne çabuk unuttun tatlım,'' diye devam etti Hannah.
O sırada içeri Victoria girdi. Kucağında Felix'i tutuyordu. Şaşırmış bir biçimde bize bakıyordu o da.
''Burada neler oluyor?'' diye sordu Victoria.
Ama kimse bir cevap vermedi. Açıkçası ne olduğunu bilmediğimiz için cevap vermedik.
''Artık oyununuz bitiyor hanımlar,'' dedi Lindsay, Victoria'yı duymazdan gelerek.
''Sen neden bahsediyorsun?'' diye çıkıştım.
''Neden hala inkar ediyorsunuz ki? Dil okuluna hiç gitmemeniz, Dan ile gerçekten çıkmaman, güya yedi aydır burada olmanız. Daha fazla saymamı ister misin?''
İstemiyordum. Her şeyi duymuşlardı. Biliyorlardı. Öğrenmişlerdi. Çocuklar ortalıkta görünmüyordu. Umarım bu aptal konuşma sonlanana kadar görünmeyeceklerdi.
''Ama siz...'' dedi Yaprak.
''Öğrenmemiz sizi fazla mı rahatsız etti yoksa? Ah, tatlım üzülmeyin,'' diyerek dudaklarını büzdü Hannah.
Ona tiksintiyle baktım. Çünkü gerçekten yalnızca böyle olduğunu düşünüyordum. O kadar yapmacıktı ki.
''Çocukların sandığı gibi güzel bir eviniz de yok değil mi?'' dedi Lindsay bu sefer.
''Erkek arkadaşının seni tanımaması ne kadar da kötü değil mi Ada? Ah... Tatlım benim, keşke sana yardım edebilseydim,'' dedi Hannah her zamanki yapmacık ifadesiyle.
''Kızlar... Bunlar ne diyor böyle?'' diye araya girdi Victoria.
''Arkadaşlarını tanı bakalım Victoria. Daha bilmediğimiz ne yalanları vardır kim bilir,'' dedi Lindsay. ''Tek istediğiniz çocukların şöhreti değil mi? Onları kullanmak istiyorsunuz. Şöhretlerinden yararlanmak. Çünkü tek istediğiniz şey ünlü olmak.''
''Kapa çeneni, yalan söylüyorsun!'' diyerek ona doğru bir adım atmaya hazırlandı Elis ama önüne geçip onu durdurdum.
''Böyle bir şeyi isteyeceğimizi nasıl düşünürsün?'' diye bağırdım.
''Hayatınız yalanlar üzerine kuruluyken böyle düşünmen ne kadar da garip,'' diyerek omuz silkti Lindsay.
''Bu doğru değil ama!'' diye çıkıştı Yaprak.
''Size kim inanır ki? Sen... Ada. Benim sevgilimi kullanmak istiyorsun değil mi? Hadi itiraf et. Ya sen Debra? Seninki de aslında o yaşadığın sefil hayattan kurtulmak için. Bahse girerim bir köpek kulübesi gibidir evin. Senden bahsetmiyorum bile Talya. Senin amacını o olduğunu zaten biliyoruz. Çevrende hep erkekler olsun değil mi? Dan, Alex ve elbette Harrison. Senin yüzünden şu an Lindsay ve Harrison bu halde,'' dedi Hannah sinirli bir şekilde.
Hiçbiri benim suçum değildi. Böyle olması benim tercihim değildi. Böyle olmasını ben istemedim. Hepsini ona söylemek istedim. Böyle olmasını istemediğimi ona da anlatmak istedim ama yapamadım. Boğazım resmen düğümlenmişti. Gözlerim dolmuştu ve konuşamıyordum. Tek yapabildiğim başımı iki yana sallamak oldu.
''Ah, yoksa ağlayacak mısın? Duygu sömürüsü demek, ne kadar da tatlı,'' dedi Lindsay yapmacık bir gülümsemeyle.
Nasıl bu kadar iğrenç olmayı başarabiliyordu?
''Sen şeytansın!'' dedi Debra.
''Ah, sahi mi? Kötü olan biz miyiz? Neden buna onlar karar vermiyor?'' diyerek bizim olduğumuz yeri işaret etti Hannah. Arkamızı.
Yavşaça arkamızı döndük. Merdivenin başladığı yere baktık. Manzara hiç de iç açıcı değildi. Onlar. Logan, Lucas, Harrison, Zach ve Nate. Bitmiştik. Kelimenin tam anlamıyla ölmüştük. Konuşmanın başından beri burada olmalılar ki bakışları oldukça şaşkındı. Nate'in gözleri dolmuştu. Zach de oldukça hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Logan ve Harrison da hiç hoş bakmıyordu. Lucas da öyle.
''Söyledikleri doğru mu?'' dedi Logan yavaşça.
Yutkundum.
Ne cevap vereceğimi bilmiyordum. Bir şey hissedemiyor ve düşünemiyordum.
Hissedebildiğim tek şey yanaklarımdan süzülen gözyaşlarıydı.


BQ


Londra'da Olan, Londra'da Kalır... Peki Ya Kalmazsa?Where stories live. Discover now