Drunk

115 7 0
                                    

Hızlıca içeri girdim. Biraz da sinirle. Kapıyı açar açmaz Felix karşıma çıktı. Patisine basmadığım için rahatlamıştım. Felix ile buraya geldiğimizden beri pek ilgilenemediğimi fark ettim. Ada ve Yaprak'ın odasında kalıyordu. Onunla daha fazla ilgilenmeliyim diye düşündüm. Onu kucağıma alıp salona doğru ilerledim. Zach, benden önce içeri girip mutfağa yönelmişti bile. Nate, Debra ve Ada sofrayı topluyordu. Zach de onlara yeni yardım etmeye başlamıştı. Logan, Elis, Yaprak, Lucas ve Victoria ise içeriye geçmiş oturuyordu.
''Diğerlerine yardım etmeliydiniz,'' diyerek yanlarına oturdum.
''Teklifte bulunduk ama kendileri halledebilirmiş, öyle söylediler,'' diye atıldı Yaprak.
''Ah, ah genç aşıklar,'' diyerek iç çketi Logan komik bir şekilde. Hepimiz güldük.
''Zach ve Ada'dan hala emin değilim,'' diyerek Felix'i yere bıraktım.
''Zach'i tanıyorum ve en kısa zamanda olacağını biliyordum,'' dedi Lucas o harika ses tonuyla. Aralarındaki en güzel İngiliz aksanı kesinlikle ona aitti. Kesinlikle.
Lucas'ın bu lafı üzerine dönüp mutfağa doğru baktım. Zach ve Ada gayet mutlu görünüyordu. Tabaklarla oynuyor gibilerdi. Onların adına sevinmiştim.
''Galiba haklısın,'' diyerek gülümsedim.
''Sende durumlar nasıl? Harrison, Dan ile ayrıldığınızdan söz etti,'' dedi Lucas ciddi bir tavırla.
''Hayır, hayır. Biz Dan ile... Onunla hiç çıkmadık. Bunu ona da söyledim zaten.''
''Ayrılık sonrası psikolojisi öyle olur genelde, yani ilişkiyi inkar etme gibi. Üzüldüm. Umarım en kısa zamanda atlatırsın,'' dedi Victoria soğuk bir ses tonuyla.
''Atlatmam gereken bir psikolojim veya sendromum yok benim,'' diye cevap verdim.
Ama Victoria bildiğinden şaşmamış gibiydi. Zaten aynı anda aramıza Debra, Nate, Zach ve Ada da katıldı.
''Harrison yok mu?'' diye sordum bilmezlikten gelerek. Nedense bunun iyi olacağını düşündüm. En azından bu gece neler yapacaklarını bilebilirdim.
''Eğlenmeye gideceklermiş. Harrison böyle söyledi,'' diye cevap verdi Nate.
''Gidecekler? Onlar?''
''Lindsay ile beraber,'' dedikten sonra bakışlarını benden kaçırdı Nate.
Neden böyle davrandıklarını çözemiyordum. Neden Harrison, Lindsay ile beraberken üzülüyorlardı ki. Ya da neden onun benimle olmasını tercih ediyorlarmış gibi görünüyorlardı? Beni tanıyorlardı ama Ada, Elis ya da Yaprak kadar değil. Hatta Debra kadar bile değil. Ama beni bir şekilde benimsemiş gibiydiler. İşin aslı ben onları benimseyeli uzun zaman olmuştu. Onlar şöhret basamaklarını bir bir tırmanırken ben de onların hayaliyle yaşıyordum. O günler inancım tamdı. Bir gün onlarla tanışacağımdan emindim. Ki bu olmuştu da. Yalnızca beklediğimden birazcık daha farklıydı. Victoria ''Hadi Twister oynayalım,'' diye atılınca düşüncelerimi de bir kenara bıraktım, cevap vermeyi de. Bu gece Harrison eve dönerse şanslıyım dedim kendime son kez. Hoş, buna kendim bile inanamamıştım. Eve dönmeyecekti.
''Bana uyar,'' diye cevap vermeyi tercih ettim.
Diğerleri de onaylayınca Lucas koşup hemen Twister'ı getirdi. Ortadaki geniş sehpayı kenara çekerek oyunu kurduk. Ardından oynamaya başladık. Küçükken jimnastiğe ilgim vardı ve bir süre kursa devam etmiştim. Esnek olmak bazen işe yarıyordu doğrusu. Özellikle de Twister oynarken. Açıkçası gerçekten eğleniyordum. Bazen Felix gelip suratımızı yalamaya çalışıyordu. Dengede durmak zorlaşıyordu. Ama işin aslı Felix, oyunu daha da eğlenceli kılmayı başarmıştı. Hepimiz kahkahalarla gülüyor, eğleniyorduk. Hatta ne kadar doğru bir tespit yaptığımı bilmiyorum ama Victoria bile bizi sorun etmiyor gibiydi. İşin aslı şu an düşünecek daha başka şeylerim vardı.
Harrison gibi.
Acaba şu an ne yapıyor, eğleniyor mudur? Yoksa Lindsay ile tartışıyor mudur? Ki bu harika olurdu. Aman Tanrım, ne diyorum ben! Her neyse. Acaba eve gelmeyi düşünüyor muydu?
Öte yandan aklıma Dan de gelmişti.
Onu özlemiştim.
Ama birinin yoğun duygularla ve sevgiyle hatta belki de tutkuyla özlemesi gibi değildi.
Gayet normal bir özlemdi.
Lig dönemi bittiğinde takımının maçlarını izlemeye hayran kalman gibiydi.
Ya da okul sezonunda tatile hasret kalman gibi.
Her neyse.
En azından bana göre böyleydi.
Twister'ın bizi oldukça yorduğunu saat on ikiyi geçerken anca anlamıştık. Fazla yorulmuştuk ama Zach gidip bize soda getirmişti ve biraz soluklanabilmiştik.
''Oyunca oldukça iyiydin Victoria,'' dedi Elis.
Haklıydı da. O da esnekti. Hatta belki benden daha fazla.
''İyi olmasaydım olmak istemezdim,'' diyerek güldü. Gülüşü ilk defa içten gelmişti. ''Küçükken baleye gitmiştim.''
İşte bu her şeyi açıklıyordu.
''Kulağa güzel geliyor,'' diye atıldı Debra.
O sırada ben Logan'ın yanında oturmuş onun telefonundaki fotoğraflara bakıyordum. Ailesiyle çekilmiş harika fotoğrafları vardı. Açıkçası onlarınkileri görünce hüzünlü bir gülümseme oluştu yüzümde. Annesi ve kardeşi olduğunu tahmin ettiğim iki tane güzel bayan vardı. Daha doğrusu bir kadın ve bir kız.
''Sağdaki annem, öbürü kız kardeşim,'' diyerek işaret parmağıyla gösterdi. Gülümseyip başımı salladım.
''Çok güzeller.''
''Seninkilerin de öyle olduğuna öyle olduğuna eminim,'' dedi gülümseyerek.
''Benim kardeşim olmadı. Annem de güzeldi,'' dedim kısık bir sesle.
Diğerlerinin sohbetine rağmen Logan beni duyabilmişti.
''Hala güzel olduğundan eminim,'' dedi biraz duraksadıktan sonra.
Ailemi kaybettiğimin bahsi geçmişti bir kere. Ancak üzüldüğümü düşünerek kızlar bu konuyu kapatmak için çırpınmıştı. Haklılardı da. Onları özlüyordum. Hem de fazlasıyla. Ve sanırım ölümlerinin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin hep acı vermeye devam edecekti yoklukları.
''Cennette her şey göze daha güzel geliyor olmalı,'' dedim telefonu Logan'a vererek. ''En azından olsa iyi olur. Dünyada yaşanılan şeylerin buna değmesi gerek. Oraya boşuna cennet denmiyor.''
Gözlerimin dolmasını engellemek gibi bir şansım yoktu ama gözyaşlarımı engelleyebilirdim. Saçımla yüzümü kapatabilmiştim. En azından diğerlerinin gözlerimin dolduğunu görmesini engellemiştim. Logan bunu fark etmişti. Telefonu kenara koyup bana sıkıca sarıldı. Bana asla sahip olamadığım, ama hep olmasını istediğim ağabeyimmiş gibi hissettirdi. Aynen öyle sarıldı. Sanırım öz bir ağabeyimin olması için çok geçti ama manevi ağabeyim için hala bir şans vardı. Galiba ben onu bulmuştum.
''İnan bana her şey orada daha güzeldir,'' diye fısıldadı.
Ona inanmak istiyordum çünkü annemin ve babamın mutlu olmasını istiyordum.
Aslında inanmaktan başka bir çarem de yoktu zaten.
*
Gece, muhtemelen saat üçü göstermesine rağmen hala gözlerimi tavana dikmiş yatıyordum. Harrison hala eve dönmemişti. Dönseydi ya bir araba sesi ya bir kapı tıkırtısı, bir şey duyardım işte. Ama duymadım. Uykum iyice kaçmıştı. Yaprak'ın ''kendime gelmem'' için yaptığı kahveyi içmemeliydim diye düşündüm. Bu düşüncemi Ada duyabilseydi ben söylemiştim derdi. Uykumun gelmeyeceği düşüncesiyle yerimden kalktım. Telefonumu kontrol ettim ama bir arama bile yoktu. Hatta mesaj da. Gözlüklerimi de alıp odadan çıktım ve aşağı indim. Mutfaktan loş bir ışık yayılıyordu odaya sadece. Üşümemeyi umut ederek bahçeye çıktım. Hafif bir esinti vardı ama fazla etkili değildi. Dışarıdan muhtemelen zombi gibi görünüyordum. The Walking Dead ekibini çağırsam fena olmaz diye düşünmeden edemedim. Neler olacağını, neler olması gerektiğini, neler olmasını istediğimi düşünüyordum. Aslında hepsi çok farklıydı. Neler olacağı muammaydı. Neler olması gerektiği, yalanlarımızdan kurtulup, onlara gerçekleri söyleyip dil okuluna geri dönmekti. Dan'e de bir özür borcum vardı belki de. Ayrıca dil okulundakilere de. Hayalimizi izlediğimiz için özür dileriz gibisinden. Aman ne dokunaklı. Ama neler istediğime gelince orası daha farklıydı. Dan'i dostum olarak yanımda istiyordum. Çocuklara gerçeği söylesek de bizden nefret etmesinler istiyordum. Nate'in ve Debra'nın mutluluğu bozulmasın istiyordum. Tabi Zach ve Ada'nın da. Elis, ikizim dediği kardeşi Logan'ı bulmuştu. Onun da mutluluğunu yitirmesini istemiyordum. Yaprak, Londra'da kalmayı hak ediyordu. Hatta belki de sonsuza kadar. Şu an Eastbourne'de olsak bile bu bir şeyi değiştirmez. Bana gelince hepsinden önce kendi şarkılarımızı Ada'yla beraber kaydetmek istiyordum. Uzun yıllardır hayalini kurduğumuz o dev sahnelere çıkıp şarkılarımızı söylemek...
Kahkaha sesleriyle irkilip arkama döndüm. Refleks olarak aniden ayağa kalktım. Dikkatli bakınca onun Harrison olduğunu anladım. Ancak ayakta durmakta zorlanıyordu. Yanındakiyle beraber. Yanındaki demişken... O kişi Lindsay'den başkası değildi. Yanlarına doğru ilerledim. Arabadan biri daha indi. Genç bir çocuk. En fazla yirmi yaşındadır. En fazla. Aceleyle yanıma geldi.
''Tanrım, evde uyanık birilerini görmek harika!'' dedi minnettar bir ses tonuyla.
''Elbette... Şey...'' dedim ama devam edemedim. Harrison üzerime yığılmak üzereydi.
''Ben Alex... Şey... Lindsay'in kardeşiyim,'' dedi gülümseyerek. Bir yandan o da Lindsay'i tutuyordu.
''Talya... Ben... Harrison'ın arkadaşıyım,'' diyebildim. Açıkçası Lindsay'in aksine Alex çok tatlıydı. Konuşması da öyleydi. Ancak şu an bunu düşünecek durumda değildim. Daha fazla onları bekletmeden içeri götürmeliydik.
''İçeri girsek iyi olur,'' dedim Harrison'ı taşımaya çalışarak. Harrison ise ''Aaa Talya! Merhaba, seni görmemiştim,'' dedi yüksek sesle. Hemen ağzını kapatıp ''Bağırmasana,'' diye fısıldadım. Ama elbette beni aldırmadı.
''Elbette,'' diye devam etti Alex.
Onları içeri götürdüğümüzde Alex, Lindsay'i salondaki koltukların birine yatırmakla meşguldü. Lindsay bir şeyler saçmalıyordu ama ne dediğini anlamamıştım. Bunun için çaba da sarf etmedim. Zor da olsa Harrison'ı taşımaya devam ettim. Neyse ki sarhoş olmasına rağmen hala ayakta durabiliyordu. Tüm ağırlığını bana vermemiş oluyordu böylece. Onun benim daha doğrusu kendi odasında uyuması daha uygun olur diye düşündüm. Ben onu yürütmeye çalışırken o bana VIII. Henry ve Mary Boleyn hakkında bir şey söylüyordu. Yani sanırım.
Odaya girdikten sonra hala dağınık olan yatak örtüsünü kaldırıp onu yatırdım. Ayakkabılarını ve kafasındaki bereyi de çıkarıp kenara koydum. Saçları bereyi çıkartınca dağıldığı için düzeltmek istedim. Ben tam saçlarını düzeltirken elini önce koluma getirdi. Ardından gözümün önüne gelen saçı kulağımın arkasına koydu. O an içimin titrediğine yemin bile edebilirim.
''Umarım kolay uyursun Harrison,'' diye söylendim. Saçlarını düzeltmem bitmiş olmasına rağmen aramızdaki mesafe açılsın istemedim ve geri çekilmedim. Hala üzerine hafif eğilmiş bir haldeydim. ''Ayrıca bir daha sakın bu kadar içme. Yarın başını ağrıtacağım... Yani daha doğrusu onlar...''
Ancak o cevap vermedi, şapşal bakışlara bana bakmayı sürdürüyordu.
''Bana bakmayı kes tamam mı? Garip bakıyorsun ve bu... Yani bana iyi gelmiyor tamam mı? Gözlerin çok güzeldi bu arada... Yani aslında hala güzel. Ama fotoğraflardan veya posterlerden daha güzel duruyor,'' diye geveledim ama hemen sustum. Ne dediğimi bilmez bir haldeydim. Ama bakışları fazla derindi. Konuşma fonksiyonlarımı yitirmem normaldi.
''Ayrıca seni gördüm tamam mı? Yani evden çıkarken... Gerçi sen bunu bilmiyordun ama olsun... Her neyse. Neden ben umursuyorsam? Bence bunu boş verebiliriz,'' dedim ve yatağa oturdum. Yüzlerimiz arasındaki mesafe doğal olarak açılmıştı. O bana bakıyordu bense bir pencereye bir duvara bakarak konuşuyordum.
''Ama havuz gerçekten harikaydı... Yani aslında... Evet, çok güzeldi. Ama harika mıdır bilmiyorum. Ya da... Ah, boş verelim. Yine de bizimle kalıp Twister oynaman hoşuma giderdi Harrison. Biliyor musun? İşin aslı şu an burada dünyanın en şanslı kişisi olabilirim. Evet, bunu iddia ediyorum da... Ama bence bu normal. Hayatım boyunca hiçbir şey doğru düzgün gitmedi ki... '' derin bir iç çektim. Sonra Harrison'a baktım. Hala aynı gözlerle bana bakıyordu. Yüzümü inceliyor gibi bir hali vardı. Ama sarhoştu. Bunu pek umursamadım.
''Ama şu an mutluyum. Hiç bilmediğim bir yerde olmama rağmen mutluyum. Sevdiğim kişiyle beraberim çünkü. Aslında kişilerle. Yani hepinizi çok seviyorum ve tabi kızları da... Bilirsin işte... Ya da bilmezsin. Şu an fazla saçmalıyorum aslında,'' diyerek bakışlarımı tekrar ona çevirdim.
''Çok güzelsin,'' diye düşündüğüm bir homurtu çıktı ağzından.
''Sarhoşken fazla saçmalıyorsun. Hadi uyu artık,'' diyerek ayağa kalktım ama o beni kollarımdan tuttu ve kendine çekti. Kalbimin o an nasıl attığının bir tarifi olamazdı herhalde. Hayatımda hiç böyle hissetmemiştim. Karnımda bir şeyler oluyordu. Kulaklarım yanıyordu. Dudağımı kemirmemek için kendimi zor tutuyordum. Gözlerine doğrudan bakarken onların gerçekten ne kadar güzel olduklarını fark ettim. Büyük ve yeşil. Her ne kadar şu an harika hissetsem de böyle durmaya devam edemezdik. Bir şeyler söylemesi gerekiyordu.
''İyi geceler,'' dedi yavaşça. Hatta belki heceleyerek. Yüzüme sıcak bir gülümseme yayıldı. Tam cevap verecektim ki o yine konuştu.
''Lindsay.''
Evet, bunu söyledi. Bunu yaptı. Bir de bir kadın, eğer onun gözlerine baktığında başka bir kadını düşünüyorsan, kadın bunu anlar derlerdi. Kim demişse gerçekten iyi uydurmuş. Çünkü o an bu gerçekten saçmalık gibi görünmüştü. Ağzım açık kalmıştı. Mideme yumruk yemiş gibiydim. Kalp atışlarım yavaşlamaya başlamıştı. Sanki atmosfere yeni giriş yapmış bir uzay aracından atlamış gibiydim. Yer çekimi beni iliklerime kadar çekiyor gibi hissediyordum. O beni kendine biraz daha çekip dudaklarımı kendininkilerle buluşturmaya çalışıncaya kadar kendime gelemedim. Ama buna izin vermedim. Aksine geri çekilip ona sıkı bir tokat attım. Açıkçası bunu yaptıktan sonra pişmanlık duymadım ama şaşkındım. Daha önce hiçbir erkeğe bunu yapmamıştım. Hem de her şeye rağmen. Ani bir refleksti herhalde. Elim hala titriyordu. Ancak bu sefer titreme tüm vücuduma yayılmıştı. İçimden ağlamak geliyordu. Hem de deli gibi. Gözyaşlarımın akmasına izin vermek istiyordum. Boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Nefes alıp verişim hızlanmıştı. Hızlıca yanından kalktım.
''Ben Lindsay değilim seni beyinsiz!'' diye bağırdım.
En azından kapı kapalıydı.
Muhtemelen bizimkilerde onuncu rüyalarını görüyordu.
Uyanmazlardı.
Umarım.
Cevap vermesini bile beklemedim. Hoş, cevap verecek gibi de durmuyordu. Büyük bir hışımla odadan çıkıp aşağı indim. Merdivenlerde gözaltlarımı kurulamayı da unutmadım. Salona girdiğimde Lindsay uyumuştu bile. Alex ise öbür koltukta oturmuş bana bakıyordu.
''İyi misin?'' diye sordu.
''Elbette,'' dedikten sonra gülümsemeye çalışarak yanına geçip oturdum.
''Bir sorun var gibi?''
Pekala sanırım düşüncelerimi veya duygularımı saklamak konusunda fazla beceriksizdim.
''Aslında... Benim bir şeyim yok. Yani gerçekten büyütülecek şeyler değil,'' dedim ve ekledim. ''Ama bence sen kendini anlatmalısın. Belki de bu daha iyi olur.''
Alex önce gülümsedi. Ama bu gülümsemenin tamam anlamı olduğundan emindim. O konuşmaya başladığında önce aklımı ona veremediğimi fark ettim. Çünkü hala düşündüğüm Harrison ile yaşadığım o faciaydı. Ya da felaket mi demeliyim? Ama bir süre sonra hiçbir şey düşünemez ve duyamaz oldum.

wCQ<�$


Londra'da Olan, Londra'da Kalır... Peki Ya Kalmazsa?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin