Hesaplaşma(60)

En başından başla
                                    

Biliyor musun, evlatlarına, şu torununa acıyorum. Onları bir yalanın içinde büyütmüşsün. Hele şu torunun, kim bilir seni ne kadar seviyor. Foyan ortaya çıkmasın diye kendini yaktı. Oğlanların nasıl biri olduğunu duyduklarında affedecekler mi seni- Mustafa Bey'i? Pardon, Ağamir Kerimi'yi? He nereden gelmiştin? Pişeveri'nin* fedaisi idin değil mi?
Vay be ne de güzel senaryo. Bravo. Oğulların kahraman babalarının aslında bir katil, bir soyadı hırsızı olduğunu öğrendiklerinde ne yapacaklar acaba?

Acıyorum sana, bir ölüden özür dileyebilemeyecek kadar korkaksın sen."

"Oğlum, ben aslında gelecektim..."

"Benim senin gibi bir babam yok. Benim babam, ben daha bir yaşında değilken bırakıp gitti beni. Belki bir gün dönüp geleceğine umudum vardı. Gerçek olacağını düşledim hep. Ama sen ne yaptın? Benim düşlerimi de öldürdün. Bir kez daha katil oldun. Tebrik ediyorum." dedi ve elindeki ses kaydını babasının önüne fırlattı.

Yaşlı adam önünde heykel gibi durmuş ona  bakıyordu. Arada sırada bir söz diyecekmiş gibi dudaklarını oynatıyor ama konuşmuyordu. Cevap hakkını yitirdiğini, ne söylerse söylesin oğlunun söyledikleri karşısında anlamsız kalacağını biliyordu.  Beklenmedik bir zamanda çıkagelmişti Polat.  Belki de kafasından sildiği çocuğunu böyle büyümüş ve yaşlanmış olmasını yadırgamıştı. Hiçbir şey demeden durdu, sustu bir süre. Bir problemin son hesaplamalarını yapıyormuş gibi mırıldandı dudaklarının altında.
"Haklısın, sonuna kadar haklısın. Bir korkaklık ettim affet beni."

"Hayır, asla. Gök yere inse de affetmem. Öyle kurtulamazsın. Vicdanını benim affıma sığınarak rahatlatamazsın." dedi ve arkasını dönüp odadan çıktı.

Mustafa Bey dayımın önüne fırlattığı kayıt cihazına bakıp yüzünü bana döndü. Bütün hıncını benden alıyormuş gibi tehtitkarane bir biçimde 

"yanlış yaptın Aydın, ben anlatacaktım. Kendim anlatacaktım. Yanlış yaptın." dedi ve  kafasını salladı. 

"Bilmiyordum." demekten başka bir cevap bulamamıştım. 

Hakikaten de bilmiyordum. Bu kayıtın dayımda ne işi vardı anlamamıştım. 

Dün o halde  eve gitmemiş biraz dolaşmıştım sahilde. Eve gittiğimde  saat on bire geliyordu. Zernigar Hanım dayımın öğleden önce geldiğini beni görmek için iş yerime gittiğini ve geri geldikten sonra ise   odaya kapandığını,  söyledi. Karım yine abartıyor diye düşündüm, 

"yol yorgunudur, dinleniyordur" deyip odanın kapısını tıklattım.

Yanına girdiğimde tuhaf bir hal içerisindeydi. Bir an odadan çıkmamı istiyor gibiydi. Öğleyin iş yerime geldiğini,  beni bulamadığını,  şimdi kendisini yorgun hissettiğini, uzanıp yatmak istediğini söyledi.

"Yarın konuşuruz, sana soracak çok şeyim var. Ama şimdi değil."

 dedi ve kapıyı neredeyse suratıma kapadı. Karıma haklı olduğunu neler  olduğunu  sorunca o da bir şey anlamadığını, ben bir şey biliyorum belki diye beni beklediğini söyledi ve ardından;

   "aç mısın? Yemek yiyecek misin?" diye sordu. 

"Hayır, hiçbir şey istemiyorum. Rahat bırak beni yeter" deyip üstümü değiştirmeden öylece  yüzükoyun yatağa attım kendimi. 

 Evet yanlıştım. Ona bağırmamalıydım. Ama bunu yapmasam rahat bırakmayacaktı. Sıkıntımı ona anlatamazdım. Karımın  bir müddet odanın  ortasında durup beni izlediğinin farkındaydım. Her halde neden böyle davrandığımı anlamaya çalışıyordu. Kim bilir, belki özür dilememi bekliyordu. Biraz öyle kalıp gitmediğini görünce  hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktım.

"Ne bakıyorsun? İşin gücün yok mu senin mutfakta filan?" deyip  banyoya gittim. 

Yıkanıp döndüğümde karım uyuyordu. Ya da uyumuş gibi yapıyordu. Anlaşılan artık o da benimle konuşmak istemiyordu. Nihayet karımın  kalbimi kırmayı, güvenini yok etmeyi  başarmıştım.  Bana söyleyecek lafı kalmadığına göre benden umudunu kesmişti.  Yok, ya da bana söyleyecek çok  şeyi vardı. Kırılmayayım , incinmeyeyim diye hiçbir şey söylememişti.  Evet bu böyleyse beni hala seviyordur.  Belki de bir karar vermek üzereydi bana sunduğu saf bir sevgiye layık olmadığımı düşünüyordu. Kendisini anlatmaya çalıştığı cümleleri anlamamıştım, artık anlayacağıma da umudu kalmamıştı.  O susmuştu ve ben ona bakarken bu susmasıyla ne bir kavga planladığını ne de kendini anlatmak için süslü cümleler kurduğunu düşünüyordum. O sadece kırılan kalbini, sevgisinin bitmek üzere olduğunu  anladığını sessizliği ile  yüzüme haykırıyordu.

Sabah olur olmaz karımın uyanmasını beklemeden, geceyi son kararını vermiş halde uyanacağını ve bana 'artık bitti' diye son sözünü söyleyeceğini düşünerek ve bunu duymaktan kaçmak için, çıktım evden. Dayımın bizde misafir olduğunu bile unutmuştum. Yayınevi'ne geldiğimde hatırladım,

 "işten erken çıkar alırım gönlünü" diye düşündüm. Ardından da 'karım ona kadar verdiği kararın,  yanlış olduğunu anlar ve bana söylemekten vazgeçer'   dedim ve kendi içimi rahatlattım. Önümde bir sürü yarım kalmış dosya ve yetiştirmem gereken köşe yazısı vardı. 

Kalemi elime aldım ve yazılarıma odaklanarak olanları unuttum diyordum ki Mustafa Bey sekreterin 'Aydın Bey meşgul beyefendi.'  demesine rağmen odama daldı. Sekreter adamın ardından gelip;

"efendim, dinlemedi, durduramadım" deyince  işaretle çıkmasını söyledim. 

 Evet  olay böyle başlamıştı. Düşününce Ruhiye'nin ortalıkta bırakıp gittiği ses kaydını ondan önceki gün  beni görmeye gelen dayım, Muhakkak yazdıklarımın adresini soracaktı, ortalıkta olan o kaydı karıştırınca benimle babası arasında olan konuşmamıza şahit olmuş ve kaydı alıp çıkmıştı. Sabaha kadar da o ses kaydını dinlemişti. Dinleyip bitirmeden de benimle konuşmak istememişti. 

Evet her halde olanları sormak, anlamak belki de "neden bana söylemedin?" diye bana geldiğinde de babasını odamda görünce dayanamamış ve altmış üç yılın hesabını şu on dakikaya sığdırmaya çalışmıştı. Ama sorduğu sorulara cevap beklemeden çekip gitmişti. Mustafa Bey ise bütün bu olanlara rağmen yine beni suçlamış kendinde bir suç görmemişti.

 Mustafa Bey'i odamda bırakıp dayımın arkasından dışarı çıktım. Adam yalnız kalmak istediğini söyleyip "akşam görüşürüz" diyerek beni geri yolladı. Geri geldiğimde Mustafa Bey odada yoktu.  Anlaşılan o da gitmişti. Dayımın kayıt cihazını attığı yere baktım. Masayı karıştırdım belki defterlerin dosyaların arasında kalmıştır bulurum diye  ama bulamadım. Cihaz ortada yoktu. Sahibi alıp gitmişti muhakkak. Mustafa Bey ortaya saçılan hakikatini hala saklamaya çalışıyordu. Bilmediği bir şey vardı, o hakikat ne geçmişte baş verenler, ne yapılan yanlışlardır, o  hakikat az önce kanlı canlı karşısında duran oğluydu.   

*Seyit Cafer Pişeveri 1945-46 yılında  Başkenti Tebriz olan Milli Hukumetin Kurucusu. 

SURAYE  (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin