Ezbere bildiğim yolları yürümeye devam ettim. Bir tarafım kırılacağını bilmesine rağmen gitmek istiyordu onun yanına. Ama diğer yanım da acı çekmek yerine arkana bakmadan koşarak kaç diyordu. Beynim, canın çok yanacak; onu, her görmeye gittiğinde olduğu gibi kendinden nefret edeceksin, diyordu. Lakin onun aksine kalbim her şeye rağmen onu görmeyi istiyordu. Ya beynim çok korumacıydı ruhuma karşı ya da kalbim çok cesur. Bilmiyordum. Kalbim ve beynimin arasında kalmıştım. Hangisini dinlemeliydim? Hangisi beni doğruya ulaştırırdı? Cevabı yalnızca zaman gösterecekti…

~~~~

Kalbimin sesini dinleyip onun yanına gelmiştim. Önünde durduğum tabelaya baktım: Onkoloji Bölümü yazısını görmek kanımın çekilmesine sebep olmuştu. Öyle ki yüzüme bakan birisi beni de hastalardan biri sanabilirdi. Göz yaşlarım devrilmeyi bekleyen domino taşları gibi sırasıyla dizilmişti göz yaşı kanallarıma. Bir damla aksa, hepsinin peş peşe döküleceğini bildiğimden bir damla bile akıtamadım içimdeki zehri gözlerimden. Biraz daha dayanmam gerekiyordu. İleriye doğru bir adım attım. Annesini kaybetmiş küçük bir çocuk gibiydi adımlarım: ürkek ve yavaş...

Ziyaretçi saati değildi ama uzun ısrarlarıma dayanamayan hemşireler, kuralları onun mutlu olacağını düşünerek biraz esnetmişti. Bir nilüfer gibi bataklığı bile varlığıyla güzelleştirebiliyordu.

Senelerdir her geldiğimde yaptığım gibi bekledim bir süre kapının önünde. Derin nefesler aldım. Samimi olduğunu umduğum kocaman bir gülümseme kondurdum yüzüme. Daha sonra tıklattım kapısını birkaç defa. Ses gelmeyince yavaşça açtım kapıyı. Çoğu zaman ilaçlar yüzünden derin uykulara dalardı. Yine öyle olabileceğini düşünerek korkutmamak adına sessizce kapıyı ardımdan kapatıp birkaç adım attım. İrislerime çarpan ilk şey; hastane yatağına geçirilmiş beyaz çarşafın üstünde küçücük kalmış bedeniydi. Ağzındaki maskeyi çıkartmıştı. Gözleri, camın önünde ötüşen kuşlardaydı. Fazla dalmış olmalıydı ki beni fark etmemişti. Korkutmamaya çalışarak, "En sevdiğin müzik" dedim kısık bir sesle. Onun en sevdiği müzikti kuşların cıvıltısı. Eskiden de sabah uyanınca camı açar, kuşların birbirleriyle ahenk içinde olan ötüşlerini dinlerdi.

Yorgun gözleri bana döndü. Kurumuş dudağının köşeleri yavaşça yanaklarına çekildi. Yüzündeki yorgunluk, gülümsediği zaman irislerindeki ışığa gölge düşürmeye yetmiyordu hâlâ. "Unutmamışsın. Gerçi sen benim hakkımda neyi unuttun ki şimdiye kadar?" dedi, göz kapaklarını ağır ağır kapatıp açarken.

Ciddi bir sesle, "Her şeyi unuturum ama senin hakkında hiçbir şeyi unutmam!" dedim. 

"Bana kaşı olan bu sevgin beni mutlu ediyor. Keşke bunca zaman senelerce senin beni sevdiğin gibi beni sevecek birisi çıksaydı karşıma" dedi.

Yatağının yanındaki sandalyeye oturdum. Mavilerin içine hapsolmuş açık yeşiller, senelerdir güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. "Ben neyine yetmiyorum? Demek ki seni yeterince sevememişim, baksana başka birini daha istiyorsun hayatında" dedim, yalancı bir alınganlıkla.

Ona has yumuşak ses tonuyla, "Zemheri, öyle demek istemediğimi biliyorsun. Ben âşık olmaktan, delicesine sevmekten bahsediyorum. Merak ediyorum, birinin bir başka insanı her şeyiyle koşulsuz, şartsız nasıl sevebildiğini, sevilişini" dedi. Düşüncesi bile onu boşluklara dalarak hayaller kuracak kadar güzel olmalıydı.

"Ben, seni başkasıyla paylaşamam. Benimle yetinmeyi öğrenmelisin, Belediye Çukuru" dedim, sesimde barındırdığım kıskançlıkla. Ona koyduğum takma adı hak eden, sağ yanağındaki kocaman çukur güzelliğiyle süsledi irislerimi.

"Ah! Ne kadar da unutkanım? Senin kıskançlığını unutmuşum" dedi, inci gibi dişlerini ortaya sererek.

İkimizde bu dediğine güldük. Dik oturmaktan bile yorulmuş olacak ki arkasına yaslanmadan önce omzumun üstüne gelen saçlarını arkaya doğru attı. Geçen sefer onu görmeye geldiğimde aldığım peruğu takmıştı. Doğal kızıl tonlarındaki düz peruk, dökülmeden önceki parlak, kızıl saçlarını aratmıyordu. Adına yakışan bir güzelliği vardı. Adı Mehir idi. Anlamı: Ay parçası demekti. Mavi ve açık yeşilin ahenkle dans ettiği göz bebekleri güzelliğine güzellik katıyordu. Beyaz teni üstünde sönmeye yüz tutmuş yıldızlar gibi dağılan çilleri yüzüne renk katıyordu. Küçük fındık burnu ve dolgun ama rengi solmuş dudakları, inci gibi dişlerine çerçeve olurken, hastalığın etkilerine rağmen eşsiz bir mercan resifi gibi güzeldi. Bu hastalığın ondan bir süreliğine aldığı ve uğruna günlerce gözyaşı döktüğümüz tek şey: Kızıl saçlarıydı... Ben kesmiştim, her bir telini öptükten sonra, her bir teline bir gözyaşı dökerek.

ZEMHERİ (TAMAMLANDI)Where stories live. Discover now