Kennis'in gözleri kocaman açıldı ve bir çocuk gibi ellerini çırptı. "Evet evet! Benimle gelmelisin Euphie, orası kalenin kuzey kesiminin en büyük ahırı ve onlarca at var. Üstelik bu vakitlerde hep boş olur ve Harailt bize atları sevmemiz için izin verebilir," dedi heyecanla hızlı hızlı konuşarak.

"Ben... Bilmem ki," dedim Lyonet ve Kennis arasında bakışlarımı gezdirerek, "Sorun olmaz mı?"

Küçüklüğümden beri atlardan çekinirdim. Tam olarak bir korku boyutunda değil ama bana hep tehlikeli gelirlerdi. Gerçi Eilinior'dayken babam tarafından on beşinci yaş günümde bana hediye edilen safkan İngiliz atına defalarca kez binmişliğim vardı. Catriona sorun çıkarınca babam da onu geçen sene oldukça düşük fiyata bir tacire satmıştı. Ben de o zamandan beri hiçbir ata binmemiştim. Ahıra dahi gitmemiştim. Şimdi Kennis birden bire ısrar edince bu, kararsız kalmama sebep olmuştu.

"Olmaz Euphie, merak etme ben hep gidiyorum. Hadi lütfen, lütfen, lütfen..." dedi ellerini bir araya getirip çenesinin altında birleştirirken.

Aslında çok büyütülecek bir şey de yoktu. Sadece seyise ekmekleri verip birkaç dakika Kennis'in atları sevmesini bekleyecektim. Üstelik şu an karşımda öyle masum bakışlar atıyordu ki onu kırmak içimden gelmemişti.

"Tamam, gidelim öyleyse." dedim.

Kennis "Yaşasın!" diye bağırdı ve "Ben hemen gidip üzerime düzgün bir şeyler giyip geliyorum. Çok kısa sürer," diyerek mutfaktan fırladı.

Onun bu mutlu haline Lyonet ile beraber güldük. Ardından Lyonet elini anaç bir tavırla omzuma attı ve duygulu bir sesle konuştu.

"İyi ki geldin Euphemia. Onu ne zamandır bu kadar mutlu görmemiştim. İyi ki geldin de bize neşe kattın."

Gözlerinin dolduğunu görünce uzandım ve boynuna sarıldım. Aynı şekilde karşılık verince ben de gözlerimin dolmasına mani olamadım. Ne zamandır unuttuğum anne sıcaklığını şimdi bu kollarda yeniden bulmak öyle özlem dolu olmuştu ki ben de ağlamamak için kendimi tutmak zorunda kalmıştım.

Bir dakika sessiz bir şekilde sadece sarıldıktan sonra Kennis'in sesiyle ayrıldık. İkimizin de yüzünde büyük bir gülümseme vardı.

"Euphie! Ben hazırım, ekmekleri al ve gel," diye bağırıyordu içeriden.

"Tamam," dedim ve masadaki kabı alarak mutfaktan çıktım. Çıkış kapısının önünde oldukça sabırsız bir biçimde beni bekleyen Kennis'in yanına gittim ve evden çıktık.

Dışarıda hava kararmıştı ama dolunay etrafı iyiden iyiye aydınlatıyordu. Ayrıca sokakların çok ıssız olduğu da söylenemezdi. Her yerde kale halkından biri veya güvenliği sağlamakla görevli askerler dolaşıyordu.

Ben genellikle askerlerle karşılaştığımız yerde onları görmezlikten geliyordum. Bunun oldukça ayıp olduğunu biliyordum ama asıl korktuğum Bruce ile karşılaşmaktı. Her köşeyi döndüğümüzde karşımıza çıkan askerlerden birinin o olmaması için dua ediyordum. Onun sert bakışları altında ezilmek, en son istediğim şey bile değildi. Hele de bu sabah olanlardan sonra en azından bir süre karşılaşmasak iyi olurdu.

Kennis bana yol boyunca ahırdaki atlardan bahsedip durdu. Yarı onu dinliyor yarı da sürekli aklımı işgal eden Bruce MacFarlane'i aklımdan atmaya çalışıyordum. Bu sabah dere kenarında yanımıza geldiği anı tekrar düşünmeye başladım. Ama sonra aklımdan hemen ona dair tüm düşünceleri attım. Bana neler oluyordu böyle? Onun bu kadar çok aklıma gelmesi mantıksızlıktı. Gelmemeliydi.

"İşte geldik," dedi Kennis eliyle ilerideki büyük, ahşap ahırı gösterirken. İçerideki at kişnemelerini buradan duyabiliyordum. Ahır beklediğimden daha büyüktü, Eilinior'daki ahırımızın ise neredeyse iki katıydı. Adımlarımızı biraz daha hızlandırıp büyük kapıdan içeri girdik.

Kurtarıcı ve MaviWaar verhalen tot leven komen. Ontdek het nu