51. Bölüm

4.9K 497 84
                                    

Çağatay birkaç dakikadır önündeki telefona dalıp gitmişti. Gerginlikten elindeki pilot kalemi çılgınca çeviriyordu. Başak'ı aramak istiyor, akabinde hala geçmeyen siniri yüzünden vazgeçiyordu. Aradan günler geçmesine rağmen ondan beklediği pişmanlık dönüşünü alamamıştı. Oysaki çok emindi kendinden. Başak geri dönecekti.

Ama dönmüyordu.

Nasıl vazgeçebilmişti ki? Çağatay hala ama hala anlamıyordu. Neden ayrıldıklarını bir türlü çözemiyordu. Daha önce ne kendisi, ne de çevresindeki herhangi biri bu kadar anlamsız bir ayrılık yaşamamıştı. Yaman'ın şu nahoş durumlarının buna sebep olduğunu düşünüyordu. O yüzden arayıp ona bunun sorun olmadığını, Yaman'ı kurtarabileceklerini söylemek istiyordu. Ama sonra Başak'ın bu konudan bahsetmediği aklına geliyordu. Babasına bile anlatmıştı ama Çağatay'a bir türlü cesaretini toplayıp detaylıca anlatamamıştı. Çağatay da çekindiğini bildiğinden ona zaman tanımak istemişti biraz. Sonunda gelip açılacağından emindi hep. Şimdi Kaan'la olan durumun bir benzerinin yaşanması Çağatay'ın acayip canını sıkıyordu. Çünkü kendisi Kaan gibi bir insan değildi. Çağatay anlayışlıydı, çözüm odaklıydı. Başak'a geçmişi ya da çevresi yüzünden imalarda, kırıcı davranışlarda bulunacak bir insan değildi. Hiç olmamıştı, olmazdı da.

Resmen acı çekiyordu. Seneler sonra, ilk kez birine karşı bu kadar güçlü duygular hissettiğinde, böyle bir kayıp yaşayacağını tahmin etmezdi. Kimselere hiçbir şey belli etmiyordu ama belki yaşından dolayı, belki de çevresindeki herkesin mutluluğundan kaynaklı olarak kendini çok kötü hissediyordu. Çağatay ölüm acısı atlatmış adamdı fakat bu defa bu durumla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Özdemir Asaf'ın şiirinde dediği gibiydi hali. Ölüm gibi bir şey olmuştu ama bu kez kimse ölmemişti.*

Oflayarak başını masaya gömdüğü anda büronun kapısı çalınınca hızla geri kalktı. Kerem ofiste olmadığından kapıyı açmak için tek alternatif kendisiydi şu anda.

Odasından çıkıp, kendisini yüz ifadesini değiştirmeye zorlayarak kapıyı açtı. Fakat kapıyı açtığı an yüzü, az önceki sinirli ve mutsuz ifadenin çok daha ağır bir versiyonuna büründü.

Çünkü Kaan Gürman karşısında duruyordu.

"Senin ne işin var burada?" dedi Kaan'a ilk kez ikinci tekil şahısla hitap etmek suretiyle. Kaan Gürman hiç de alınmış görünmüyordu. Gayet ciddi bir hali vardı.

"Davet gecesi bir derdin varsa benimle halledersin demiştin, unuttun mu?"

"Hala bir derdin mi var?" diye sordu Çağatay alayla gülerek. "İstediğin gibi tek kuruş kaybetmeden boşandın. Daha ne derdin var acaba?"

"Arkamdan iş çevirmiş olmanın ve gerçekleri benden saklamış olmanın bedeli nedir, onu öğrenmek istiyorum."

"Senden saklanan bir gerçek yok. Sen benden ne istiyorsan ben onu yaptım. Yıldırım Bey'e olan saygımdan kabul ettim ben o davayı. En başından beri hiç istemedim. Sen ne biliyorduysan, ben de onu biliyordum. Soner senden nefret ettiği kadar benden de nefret ediyordu."

Bu sefer alayla gülen Kaan'dı. İçeri girmeye yeltendiği anda Çağatay tüm heybetiyle onun önüne geçerek onu durdurdu. "O kadar da uzun boylu değil."

Kaan gergin bakışlı gözlerini Çağatay'ın yüzünde gezdirdi. Küçük bir adım geriledi. Çenesini özgüvenle kaldırdı. Yüzüne de kendinden emin bir gülüş yerleştirdi.

"Başak konusunda kendine çok güvenme derim avukat. Unutma ki, bunca yıldır her şeye rağmen benimleydi o. Sana olan hevesinin geçici bir duygudan ibaret olduğunu anladığında her şey bitecek. Onu ben senelerdir tanıyorum. Ona ancak ben yardım edebilirim. Onun dilinden bir tek ben anlarım. O yüzden seni uyarıyorum. Ne ümit bağladıysan vazgeç. Başak o kadar kolay birinden vazgeçip başkasını sevecek birisi değildir. Elbet bana olan kızgınlığı geçecek. Elbet beni affedecek ve hala sevdiğini fark edecek. Herkes kendi hatasının bedelini ödemiş olduğunda, biz eski günlerimize döneceğiz."

GÜZEL GÜNLER KULÜBÜWhere stories live. Discover now