37. Bölüm

5.3K 510 138
                                    

Sırf bir "Ben hala seni seviyorum," diyebilmek için önce Moldova Kişinev'e gitmiş, oradan Fransa Paris'e uçmuş, bu yolculukların sonunda ancak akşamüstüne doğru Verona'ya geçebilmişti. Mülteci gibi sürüklendiği ve neredeyse bir Amerika bileti parası bayıldığı yolculuğu sonunda Bahar'dan aldığı cevap kötü olursa, gerçekten kendini Adige Nehri'nin serin sularına bırakırdı.

Şehir merkezine doğru yol aldığı otobüsün içinde huzursuzca kıpırdanıp duruyordu. İlk kez geldiği bu güzel Avrupa şehrine dikkatle bakamıyordu bile. Tek düşünebildiği o Levent'le Bahar'ı bir an önce temelli olarak başlamadan bitirmekti. En azından bundan sonra aralarında on metreden fazla mesafe olduğuna emin olmaktı.

Telefonunu açmayı ve bir plan yapması gerektiğini anca akıl etti. Telefonunu açar açmaz bir sürü mesaj yığılmıştı. Yine gruptan konuşmuşlardı Kerem uçtuğu süre boyunca. Telefonu kapalıyken Çağatay aramıştı iki kez.

"S*ktir! Bugün tapuya gidecektik ya," diye mırıldandı. Çağatay'ı arayıp ona acil bir iş için şehir dışına çıkması gerektiği palavrasını sıktı iki dakikada. Çağatay onu sorularıyla sıkıştırsa da hepsini geçiştirerek telefonu kapamayı başardı. Ardından grubu açıp konuşmalara baktı. Yine Bahar bir sürü fotoğraf atmıştı gruba. Belli ki şehri turlamışlardı bugün. Maşallah bütün fotoğraflarda o yılan da vardı. Grupça gezmişlerdi güya ama fino köpeği gibi peşinden ayrılmamıştı Bahar'ın.

Bahar en son diğerlerinin kendisinden ayrıldığını, saat konusunda ümitsiz olduğunu ama yine de Juliet'in Evi'ne gitmeyi deneyeceğini yazmıştı. Kerem'in o mesajı okumasıyla gözleri heyecanla irileşti. İşte bu büyük fırsattı. Bahar'ı yalnız yakalayabilirdi.

Şehir merkezinde otobüsten indiğinde bir otele uğrayıp elindeki küçük çantayı bırakmaktan bile vazgeçerek Bahar'ı belli bir noktada yakalayabileceğine inanarak Juliet'in Evi'ne haritadan baka baka ve İngilizce konuşmayı ısrarla reddeden İtalyanlara sora sora bulmaya çalıştı. Ev çok kolay gözden kaçabilecek bir noktadaydı ama neyse ki şehir küçüktü ve sokaklar düzenliydi. Aynı sokaklar etrafında iki tur attıktan sonra, eve giden yolu fark etmiş, oradan dar sokağa dalmıştı. Hava artık yavaştan kararmak üzereydi. Batmak üzere olan güneşin ışığını alamayan küçük sokaklar karanlığa gömülmeye başlamıştı bile.

Juliet'in Evi denen müzemsi turistik yerin önüne geldiğinde kapalı demir parmaklıklara hüzünle baktı. Parmaklıklara sinirle bir kez vurduğunda demir kapı aralanınca şaşkınlıkla kapıya bakakaldı. Çekingen tavırlarla sağını solunu birkaç kez kontrol ettikten sonra temkinli adımlarla içeri süzülüp demir kapıyı tekrar arkasından kapattı.

Duvarlarına bir sürü şey yazılmış ve çizilmiş olan geçitten geçip, taş binaların çevrelediği evin avlusuna çıktı. Etrafta kimseler yoktu. Evin ana kapısı aralıktı fakat genel anlamda ortama bir sessizlik hâkimdi. Bir tek uzaklardan gelen, uğultu halinde bir elektrikli süpürge sesi işitiyordu Kerem.

Yarım saatle açık olduğu zamanı kaçırmıştı. Bahar giremeyince gitmiş olmalıydı. Kim bilir nereye gitmişti... Şehirde tonlarca turistik mekân vardı.

Tam karşısında kalan, sarmaşıklarla kaplı duvarın dibine gidip çöktü. Çantasını yanına koyup biraz soluklandı. Bir müddet orada tarlası yanmış köylü misali başı öne eğik vaziyette çömelik olarak durdu. Sonra bıkkınca kafasını doğrultarak yanında kalan Juliet heykeline baktı. "Salak," diye mırıldandı sessizce. Bunu Juliet'e mi, kendine mi söylediğinden çok emin değildi.

Bir çakmak çakılma sesi duyduğunda, tekrar düşürdüğü başını, ormanda dikkat kesilen bir ceylan gibi kaldırdı. Tam tepesindeki balkonun taş korkuluklarına bırakıldı çakmak. O anda seslerin tepesindeki balkondan geldiğini fark ederek kafasını oraya doğrulttu.

GÜZEL GÜNLER KULÜBÜWhere stories live. Discover now