Bölüm 18

94 73 7
                                    

"Konuşarak anlatılmaz her şey. Bazen susmak yeter aslında. Unutma, konuşmak bir ihtiyaç olabilir. Susmak bir cevaptır anlayana..."

Dostoyevski

***

William Brave

Burnumun kanadığını hissediyordum. Dudağımın üzerinden geçen kan hiçte hayra alamet değildi. Gün geçtikçe güçten düşüyordum. Ne zaman güç kullanmaya yeltensem, prangalar birer vantuz gibi gücümü içine çekiyordu. Dış kapının açılmasıyla sesi her yeri inletecek kadar gürültülüydü. Genel anlamda büyük ve görkemli giriş yapmayı seven Karel'di. Elindeki demir sopayla, mahzenlerin parmaklıklarına vurarak yanıma doğru ilerliyordu. Nasıl bildiğimin bir önemi yoktu, asıl mesele nasıl hissettiğimdi. Kötü bir şey yapmıştı ve benim canımı yakabileceği umuduyla, heyecanla geliyordu.

Zaman gittikçe daralıyordu. Bir şekilde Yaşama ulaşmak zorundaydım. Hala o zihin parmaklıklarının arasından çıkamayışı çok tuhaftı. O zihnin içerisinden kaçmak zorundaydı. Burada kaldığım her dakika zamana işliyordu. Ayris boyutunun sonu gelmek üzereydi. Ayris'i yok etmek isteyen de kendi krallarıydı.

Kralları beyaz saçlarıyla herkesi etkisi altına alıyordu. Çenesinin üzerinde ki çukur ise bütün kötülüklerinin gebe kalmış yeriydi. İyi bir kraldı, içini bilmiyor olsaydım. İyiliğin saf bulmuş hali olarak tanınıyor olması da hayli gülünçtü. Hala onun nasıl birisi olduğunu anlamayan aptal halkın suçuydu. En büyük soru işareti ise Karel'in Yaşamı nerede ve kim olduğunu bilmesi ekstra garipti. Şu ana kadar bir kereden fazla güç kullanmamıştı. Yaşam umut demekti. Tanrı biz ikimizi farklı yaratmıştı. Bütün elementleri kullanma yetimiz vardı. Herkes tarafından bilinen efsanenin ise gerçek oluşuydu. Yaşam ve Ölüm, ölüp tekrardan doğabiliyordu. Bunu kendisi şu anda bilmiyordu. Kaç kere farklı bedende var olduğu veya olduğumuz birer gizemdi. Hayat devam ettiği sürece bu kısır döngüden kurtuluş yoktu. İntihar bizim için bir kaçış yolu değildi. Bu yüzden öldürülmüyordum veya ölemiyordum. Biliyorlardı, tekrardan doğacağımı.

Bulunduğum mahzenin kapısı yavaş bir şekildi açılmıştı. Kapı gıcırtısı kadar sinir bozan bir şey daha yoktu. Pis sırıtışı ile odanın içinde birkaç adım ile tam önümde durmuştu.

"Majesteleri, duyduğum üzere ruh eşiniz olarak bilinen Yaşam -Ölüm Ormanına- girmiş." İşte bunu bilmiyordum. Koca bir siktiri hak edebilecek bir olaydı. Odanın içerisinde alay kokan bir kahkaha atmıştı. "Ölü ruhlar harici ormanıma kimse giremez, unuttun mu?" Bir daha gülmüştü. Sanki doğru bildiğim bir konuda yanlış bir cevap vermişim gibi, alayla gülüyordu. Odanın içerisi iğrenç kahkaha sesleri ile ortamın içine sıçmıştı.

"Unutmaz olur muyum? Ama sen şuan elimizdesin ve orayı kimsenin koruyamadığını düşünürsek. Evet orası baya korunaklıymış." Dalga tonuyla konuşması iyice can sıkıcı duruma bürünmüştü. Karşısında bir hükümdarın olduğunu unutmuştu. "Cümle kurma özürlüsü Karel, benim ormanım hala benim ehemmiyetim altında. Ben izin vermediğim sürece oraya yaşayan hiç bir ruh giremez." Hakaretim gülen yüzünü soldurmaya yetmişti. Yine de bu laubaliliğini elden bıraktığı anlamına gelmiyordu.

"Olduğumuz konumlara bak istersen, seninle doğru konuşasım gelmiyor biliyor musun? Ölümcük, Ölümcük..." Kısık, bir o kadar da tehditkar bir kıkırtı kaçtı dudaklarımdan. Sinir damarlarımda gezinmeye başlamıştı. "Ha bu arada arkadaşının adı neydi... Hah Aidenhell öldürülmüş. Kokuşmuş cesedini kuşlarım getirdi. Haberin olsun."

Gözlerim yavaşça kapandı. Bedenimde büyük bir güç dalgası gezinmeye başlamıştı. Gözlerimi açtığımda, gözlerimin içi yanıyordu. Kırmızıydı. Kahverengi gözlerim uzun bir aradan sonra kızıla boyanmıştı. "Ah! Karel, keşke şunu bir bilsen, beni kızdırmak hiçte iyi sonuçlar doğurmaz. Yine şen bir kahkaha attı. "Seni kızdırsam ne olur ki? Söylesene Ölümcük sen benim tutsağımsın, buradan kaçmana müsaade bile etmem." Bu adam biraz fazla mı geri zekalıydı. Kimsenin haberi dahi olmadığı kızı bile bundan daha akıllıydı. Laf dalaşından sıkılmaya başlamıştım. Burnumun dibine girmesiyle, "Ölümcük, Ölümcük..." Sonrasında ne mi oldu? Kafamı çirkin suratının ortasına gömmemle, geriye doğru düştü. Bu sefer odayı kahkaha sesleri yerine acı bir inilti doldurmuştu odayı. "Karel'cik dikkat et, kiminle dans ettiğini bilmeden hareket ediyorsun geri zekalı." Burnunu tutarak ayağa kalkmıştı. Bu adam hiç akıllanmaz mıydı? "Dans güçlü birisinin komutası üzerine kuruludur ve Yaşam bundan sonra hiç iyi şeyler yaşamayacak William Brave. Çocukluk aşkın ya da ruh eşin kendisini bile tanımayacak şekilde delirdiğinde burada sonsuza kadar hapis kalırsın. Bilmem anlatabildim mi?"

***

Lily White

Nedenler ve nedenler... Pardon kimsiniz? Ben hayatımın Baş karakteriyim ve kimseye söz hakkı verdiğimi hatırlamıyorum. Ben yeniden doğuşu temsil eden Yaşam'ım. Her öldüğümde, yeniden doğardım ve yeniden yaşardım. Bu hayatta temel yaşamın parçasıyım. Başka bir bedende hayat bulmam benim suçum değildi. Yeni doğmuş prematüre bir bebeğin zihninden var olma ise benim tercihimdi. Ölecek olan her on bin bebekten birisinin yaşamasını sağlardım. Bir gerçek vardı ki, bir bedene girdiğimiz de ne yaptığımız ya da ne yapacağımıza karışamayız ya da karar vermesine müdahale etmezdi. Gücümü ve kendimi bulduğum an da kendimi hapsettiğim ruhun hayatının içinde hapsolurum. Ah! Şimdi ise kendime yavaş yavaş geliyordum. Nasıl mı? O ezik ve ucube kız olmak mı? Hayır.

Belki de kendimin farkına varmamı sağlayan o saksıyı gökte ararken bulamamıştım. Meğerse benim saksım Ölüm ormanının içerisindeymiş Herkese kendi benliğim ile merhaba demek istiyorum. Yaşam yine doğdu. Bu sefer her şeyi daha iyi etmeye geldim. Zihnin en kuytu köşelerinde ki hapislik sürem son bulmuştu. Şimdi ne mi yapacaktım. Ruh eşimi bulmam gerekiyordu. Ölüm ve Yaşam her ne kadar zıt kutuplar olsa da, gayet toksik bir ilişkimiz vardı. Birbirimize zarar vermekten kaçınmazdık. Ama bir başkası zarar vermeye kalkışırsa, o eli kırmasını en iyi şekilde bilirdik.

Ölümün beni özlediğini umuyordum. Yattığım yerden ayaklarımı sarkıttım. İlk önce açıkta kalan bacaklarımın uzunluğuydu. Şimdiden iyi bir beden seçimi yapmış olduğuma emin olmuştum. Yeni halimi merak ediyordum. Odanın içinde aynaya bakınmıştım, ne yazık ki ortada aynanın bir parçası bile yoktu. Odanın içinde bir kapının olduğunu gördüğümde, orasının bir banyo olabileceğini düşünüyordum. Yoksa gerçekten Meyra'nın zevksiz bir kız olacağını düşünecektim. Gayet yeterli bir uzunluktaydım. Tahmini 1.70 boylarında falan vardım. Kapıyı açtığımda karşıda bir aynanın olduğunu gördüğümde sevinmiştim. Aynaya baktığımda, karşımda afeti devran tarzında bir kız görmeyi ben bile beklemiyordum. Kendimle gurur duymak bu olsa gerek.

Saçları simsiyahtı. Kalbimin acı ile sarsılmasıyla geriye doğru yalpaladım. Bu kızın ne kadar acı çekmiş olduğunu biliyordum ve hissediyordum. İlk defa hapishanemden çıktığım da hiç acı hissetmemiştim. Son çare gözlerime bakmaktı. Gök mavisine benziyordu. Gözleri her şeyden önce harikaydı. Sonra yavaşça gözlerimin rengi git gide daha da açılmıştı. Gerçek göz rengime dönmüştüm. su kadar berrak ama bir o kadar da biraz mavilik eklenen gözlerime dönmüştü. Beyaz tenim ışıl ışıl parlıyordu. Ayna demişken Beck ailesi ne yapmıştı. Acaba ölmüşler miydi? İçimde ki ses ölmediklerini fısılsa da onları görmeliydim.

Banyoda ki işlerimi bitirip çıkmıştım. Evi gezmek için odadan çıktım. Nerede olduğumu bilmem gerekiyordu. İçeriden kahkaha sesleri geliyordu. Kalbim bu sesler karşısında pır pır etmişti. İlk bir durakladım, gerçekten Beck ailesinin yanında mıydım bunca zaman boyunca... Yüzümde bir ıslaklık hissettiğimde gerçekten de kötü hissettirmişti. Hiç olmayan bir şeyin olması garipti. Ben duygusuzdum, ağlayamazdım. O güzel ama bir o kadar da zayıf olan o kızdan kalan bir hatıra mıydı? Bir odanın kapısı açıktı ve sesler oradan yükseliyordu.

İlk önce kapıyı tıklattım. Ama kimse duymamıştı. Bir kez daha tıklattım ama hayır duymuyorlardı. İçeriye adım attım: Beni görsünler diye. Hala fark edilmiyordum. Masanın etrafına dizilmiş insanlara baktığım da, fazlalıklar vardı. İki tane küçük erkek çocukları sonradan doğma olmalıydılar. Sonra bana benzeyen bir canlıyı fark ettim. Aynı masada onlarla yemek yiyordu. "Hey! Beni duyuyor musunuz?" Neden fark edilmiyordum. Herkesin gözlerinin içine bakmaya başlamıştım, beni fark etsinler diye. En son Dahlia'da durmuştum. Beni hissetsin diye yapmıştım. İlk çatalını tabağın kenarına bıraktı. Etrafını taradı ama beni görememişti. Masanın etrafında dolaşıp yanına gittim, nazik ama hissettirecek şekilde elimi omuzuna bastırmıştım. Yine hissetmişti, ama görülmüyordum. Benim olduğum tarafa baktı, yine bir şey görememişti.

Dahlia'nın hareketlerini sezen diğer ruh bizim tarafa bakmıştı. Dahlia'nın başucunda duran beni fark ettiğinde ise gözleri kocaman olmuştu. Göz bebeklerinin siyahı gök mavisinin üzerini örtmüştü. Sonra kuvvetli bir çığlık sesi. Hala o kızın zihninin bir bölmesinde hapistim. Kurtulamamıştım. Ölüm ormanı sadece bir mahzenden kurtarmayı başarmıştı. Hala onun zihninde tutsaktım.

***

İYİ OKUMALAR! 1000 BİN OKUNMAYA GELMİŞİZ. HERKESE TEŞEKKÜR EDİYORUM. BU BÖLÜMÜ OKUYAN HERKESE ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDİYORUM.

Yayınlanma Tarihi= 12.11.2023

YALNIZLIĞIN GÖLGESİ (YARI TEXTİNG)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin