GÜZEL GÜNLER KULÜBÜ

By sezgisalman

341K 30.6K 8.4K

Kerem: İyi bir avukat, deli dolu bir insan, mükemmel bir arkadaş. Bahar: Enerjik kişilik, sabırlı karakter, m... More

Giriş
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm
43. Bölüm
44. Bölüm
45. Bölüm
46. Bölüm
47. Bölüm
48. Bölüm
49. Bölüm
50. Bölüm
51. Bölüm
52. Bölüm
53. Bölüm
54. Bölüm
55. Bölüm
56. Bölüm (Final)

36. Bölüm

6.3K 512 307
By sezgisalman

"Ya ben de sizin için aklı başında çocuklar diyorum, bir de üstüne size çocuk emanet ediyoruz, şu yaptığınıza bakın!"

Ebru resmen delirmiş gibi bağırıyordu çocuklara. Ev bakmaya onu götürmek için gelen Burak bile, evin girişindeki mutfağı çevreleyen tezgâha dayanmış, korku dolu ama eğlenen bakışlarla onu izliyordu. Derin, Tolga, Tolga'nın arkadaşları Alper ve Utku'yu Menemen testisi gibi karşısına dizmiş, beş dakikadır esip gürlüyordu. Ama Burak bu sefer ona hak veriyordu. Gerçi en azından içlerinden bir tanesi, Derin, kendisi yapıp kendisi korkmuştu. Bu da bir şeydi.

"Anne valla biz nereden bilelim oraların tuhaf yerler olduğunu?" Tolga isyan etmeye devam etmek isterken, Derin artık gözlerini devirerek kafasını sallamış, Ebru da haşin bir tavırla işaret parmağını havaya kaldırarak oğlunu susturmuştu. "Sakın!" diye tıslamıştı adeta.

Tüm bu olay Tolga ve Alper'in canının boza çekmesinden çıkmıştı. Okul çıkışı Vefa'ya gitmeye karar veren üç arkadaş, Derin'i de baştan çıkarıp onu da yanlarına katmışlardı. Bozacının yerini tam olarak bilmeyen cahil dörtlünün olayı, ilk olarak Su Kemerleri'nin oradaki parkta başlamıştı. Telefondaki haritadan hangi yöne gitmeleri gerektiğini tartışırlarken, garip insanlarla dolu bir yerde olduklarını ilk fark eden Derin olmuştu. Üzerinde okul üniformasına ait kısa eteği ve çok da kalın olmayan bir ceket vardı. Ve dikkatli baktığında parkta bir tane kız görememişti. Endişeli bakışlarla etrafını incelerken, hala durumdan bihaber tartışmakta olan üç erkeğe kıyım kıyım yaklaşmıştı.

"Çocuklar? Biraz hızlı karar verebilir misiniz?" diye fısıldamıştı arkadaşlarına. Kıvırcık açık kumral saçlı, Tolga ve Utku'dan daha uzun boylu, bir hayli tombul sayılabilecek ve Utku'nun ve Tolga'nın sıklıkla 'dombili' olarak çağırdığı Alper, hızlıca "Efendim Derinciğim," diyerek Derin'e dönüp tüm dikkatini ona vermişti. Onun garip garip etrafına bakındığını fark edince o da onun baktığı yerlere bakmaya bakmıştı.

Hepsi bir örnek gibi giyinmiş, Arapça konuşmalarından ötürü Alper'in muhtemel Suriye göçmenleri olarak nitelendirdiği on beş-yirmi beş yaş arası erkekler, pek de hoş sayılmayacak bakışlarla Derin'e bakıyorlardı. Tabii biraz da Tolga, Utku ve kendisine.

"Eee... Kardeşim az daha hızlı olur musunuz hakikaten? Bir yol bulamadık mı hala?" diye dişlerinin arasından konuşan Alper'e dönmüştü Tolga tavırlı bir şekilde. "Ya dur iki dakika dombili! Ne mızmızlandınız orada iki hanım!" diye söylenirken, kafasını kaldırdığı için o da etrafı görme şansına erişmişti. Utku da en nihayetinde kafasını telefonun ekranından kaldırıp etrafına bakmıştı.

"Hala İstanbul'dayız değil mi?" diye sormuştu Utku aptal aptal etrafına bakınırken. Tolga daha fazla dikkatlerin odağı olmamak adına "Şu kemerlere doğru ilerleyelim de, oradan bir yerden sağa sapar, arka sokaklardan buluruz yolumuzu. Hadi yürüyün!" diyerek yavaş yavaş parkın içine doğru yürümeye başlamıştı. Diğerleri de onun peşine takılırken Derin, "Evet. Tam da istediğim şey zaten! Bu korkunç yerin ara sokaklarında kaybolmak!" diye söylenmişti.

"Ya sus kızım beni hasta etme! Sanki sen de istemiyorsun boza içmeyi!" diye dişlerinin arasından bağırmıştı Tolga kardeşine. Derin resmen titreye titreye Tolga ve Alper'in arasında yürürken "Sıçtırtma bozana! Bizim evin aşağısındaki Sabit amcanın marketinden alsan ölürdün! Vefa da Vefa! Al sana Vefa!" diye tıslamıştı Derin. Utku kavga eden ikiliye müdahale edip, sessiz olmalarını ve daha fazla dikkat çekmemelerini rica etmişti. Yirmili yaşlarında olduğu belli olan üç kişilik, siyah deri ceketli bir erkek grubu Derin'e bakarak gülüşmeye başlayınca Alper, sanki kendisinin ödü bokuna karışmıyormuş gibi hızla kolunu Derin'in omzuna dolamıştı. Derin Alper'in omzundaki eline bakarken garipsemiş bir şekilde yüzünü buruştursa da kolu itmemişti.

Kemerlere gelmeden bir sokaklara dalmışlar, şekilsiz sokaklar yüzünden iyice kaybolduklarını hissedince, bir sokağın köşesindeki yıkık dökük tahta evin önünde durmuşlar; Alper, Utku ve Tolga tekrar telefondan bozacıya bakınma işine dönmüşlerdi.

Derin sabırsızca ve bıkmış bir halde korkuyla yerinde kıpırdanıp dururken birden 180 derecelik bir dönüş yaptığında, hafif rampa olan sokaktan hızını alamayarak inen kâğıt toplayıcısı ve Uygur Türk'ü tipine sahip genç adamla burun buruna kalınca var gücüyle çığlığı basmıştı. Derin'in çığlığı yüzünden adam yerinde zıplayarak zar zor arkasındaki arabasını tutmuş ve geri kaçmaya çalışmıştı.

Derin'in çığlığıyla gaza gelen üç genç adamsa şok içinde Derin'in yanına doğru atılmak istediklerinde kağıt toplayıcısı adam "Abla ne bağırıyorsun ya?! Ödümü kopardın!" diyerek damağını itmişti. Ardından kimsenin hareket bile edebilmesine fırsat vermeden Derin'i sollayarak yanından geçip gitmişti.

Birkaç saniye sonra Derin kalbini tuta tuta soluklanırken mırıldanarak Tolga'ya bildiği bütün küfürleri etmişti. Neyse ki bu pek de hoş olmayan muhitte yollarını bulmayı başarıp bozacıya ulaşmışlardı. Tolga bu emeklerinin sonucunu üç bardak boza içerek kutlamıştı.

Fakat Derin insanları ve olanları, işten eve gelen annesine anlattığında durum biraz ters tepmiş, Ebru çocuklara bu düşüncesiz hareketleri yüzünden çok kızmıştı. Başlarına bir şey gelmemiş olması bahane değildi. "Ya eşyalarınızı çalsalardı, sizi hırpalasalardı? Nasıl bilmediğiniz yerlere tek başınıza gidiyorsunuz?" temalı uzun bir nutuk çekmişti çocuklara.

"Şey Ebru teyze, size de aldık iki buçuk litre. Hem de cam şişede. Mutfağa bırakmıştık poşeti," diye mırıldandı Alper gittikçe azalan bir sesle. Burak zavallı çocuğun haline gülmemek için kendini zorlasa da duramadı.

Ebru'ysa hiç gülmüyordu. Ciddi ciddi bakıyordu Alper'e. Yine de "Teşekkürler Alpercim, bir dahaki sefere bize alacağınıza, beraber alırsak daha mutlu olurum," dedi. Alper acayip bir hızla onaylarcasına başını aşağı yukarı salladı.

Tam o esnada evin kapısı anahtarla açıldı ve evin içini gülüşmekte olan bir kadın ve erkek sesi doldurdu. Çağatay eve girdiğinde tüm ev ahalisiyle karşı karşıya kalınca dondu. Onun hemen arkasında olan Başak da evin boş olduğunu sandığı için şaşkınca evdekilere baktı.

"Hoş geldiniz," diyerek elini kaldırarak selam verdi Burak Çağataylara. Onlara en yakın duran oydu.

"Hoş bulduk da... Sizler gitmeyecek miydiniz?" diye sordu. Ebru başını bıkkınca iki yana sallarken kuzenine döndü. "Bu deliler beni çıldırtacak Çağatay! Vallahi çıldırtacak."

"Yine n'aptınız oğlum?!" diye sordu gülerek Çağatay. Gözleri Tolga ve arkadaşlarının üzerindeydi. Başak da eve girdikten sonra kapıyı kapattı.

"Cibali ve Kalenderhane civarında biraz kaybolduk dayı. Pek de tekin olmayan Suriyelilerle çok sıcak bir karşılaşma yaşadık..." diye açıkladı Derin. Bu kez Tolga gözlerini devirdi kardeşine. İspiyonculuğu bitmiyordu kızın.

"Sizin ne işiniz var oralarda ya?" Çağatay kaşlarını çatsa da ifadesi hala güleçti salona geldiğinde.

"Boza aldık dayı. Annem yeterince ağzımıza sıçtı zaten—"

"Bana bak çarparım ağzına senin!" dedi Ebru oğlunun sözünü keserek.

"Tamam artık biz şu partiye gidelim, siz de nereye gidiyorsanız gidin dayımın planlarına ket vuruyoruz." Derin tam hareketleniyordu ki Ebru öyle bir hayretle ona baktı ki durmak zorunda kaldı.

"Ne partisi küçükhanım? Bugünkü taşkınlığınızdan sonra parti marti yok size! Bizimle ev bakmaya geleceksiniz."

"Anneeee!" diye isyan etti Tolga anında. Utku işaret parmağını öğretmeninden izin ister gibi havaya kaldırarak araya girmek suretiyle "Ebru teyze, biz beraber olacağız diye plan yapmıştık. Ben eve dönemem. Ben de mi ev bakmaya geleceğim sizle? Olmaz ki!" diye sordu korkak sesiyle. Üç katı cüssesine rağmen Utku'dan da ürkek bir mizaca sahip olan Alper "Evet Ebru teyze," diye mırıldandı.

Ebru eliyle alnını ovalamaya başladı. Çağatay konuya ve Ebru'nun sinir derecesine çok hâkim olmasa da kuzenine bakarak "İzin ver çocuklara gitsinler... Ben akşam gider alırım onları. Başak'ı bırakmak için çıkacağım zaten," dedi.

Ebru bir süre Çağatay'a baktıktan sonra yumuşamış bakışlarını Tolgalara çevirdi. Oğlu kızı ve onların iki arkadaşı tam şapşallar gibi ümitli gülümseyen ifadelerle kendisine bakıyorlardı.

"Hadi gidin kararımı değiştirmeden. Adresi bırakın bize!" diye koşul koydu.

Dörtlü kendi aralarında kısa bir bakışma yaşadıktan sonra Tolga hemen "Açık adresi tam bilmiyoruz. Ev sahibi arkadaşa mesajla yazdırırız gidince, olur mu?" deyince Burak kahkahayı patlattı. "Aman siz haritadan bakıp bulmaya çalışmayın da, ev sahibi arkadaşınızı arayın mutlaka," dedi. Çağatay, Alper ve Utku da kıkırdadılar Burak'ın açıklaması üzerine.

"Tamam hadi bana yazarsınız." Çağatay onları evden hızlıca yollamaya bakarken kapıya doğru karmaşayla yönelen çocuklar, hala kapının kenarında durmakta olan Başak'la teker teker göz göze gelince, tren vagonları gibi birbirlerine çarparak durakladılar ve adeta alenen iç geçirerek ona gülümsediler.

"Merhabalar," dedi en önde kalan Tolga hafifçe başını eğerek Başak'a doğru. Onun hemen arkasındaki Utku "Saygılar," diye mırıldandı. En arkadaki Alper'inse ağzından "Hımmm," gibi tuhaf bir ses çıktı.

"Selam gençler," derken el salladı hepsine Başak. Her zamanki olduğu gibi dişlerini göstererek gülünce çok daha güzel görünüyordu.

"Hormonlarınıza hâkim olun, şimdi de ben fırça çekeceğim size! Kız arkadaşımı rahat bırakın!" diye bağırdı Çağatay çocuklara. Derin ve Burak göz göze gelerek gülüştüler.

Çocuklar çıkarken en sona kalan Derin, Burak ve çok da tanımadığı Başak dâhil herkesin yanağına birer öpücük kondurarak dışarı çıktı. En son kapıdan çıkmadan evvel "Boza tezgâhta!" diye seslendi.

***

Çılgın dörtlü yan yana durmuş, Ortaköy sırtlarındaki mükemmel eve dışarıdan bakıyorlardı. Daha henüz açık bahçe kapısından girmeye bile cesaret edememişlerdi. İçeriden gümbür gümbür bir müzik geliyordu. Daha önce hiç bu tarz bir partiye katılmamışlardı. Ancak filmlerde görmüşlerdi.

Dıdısının dıdısı sayılabilecek birinden bu akşam bu evde bir parti yapılacağını öğrendiklerinde allem edip kallem edip gelmenin bir yolunu bulmuşlardı. Son anda Ebru onların işine ket vuracak olduysa da, ondan da ucuz yırtmışlardı. Tabii hele bi Tolga'nın son anda sıktığı palavrayı yakalamış olsaydı, kesin çıraları yanmıştı.

Tolga ve Derin bu partinin okuldan bir arkadaşlarının evinde olduğunu söylemişlerdi. Kim olduğunu bilmedikleri birinin evine gideceklerini annelerine söylemeye cesaret edememişlerdi. O yüzden anneleri adresi sorduğunda yüreği ağzına gelmişti ikilinin. Tam adresi o anda henüz bilmiyorlardı. Sonradan aracı olan arkadaşlarını arayıp öğrenmişlerdi.

"Tıpkı filmlerdeki gibi değil mi ya? Çok çılgın!" dedi Utku büyülenmiş gözlerle kaç katlı olduğunu kestiremediği koca malikâneye bakarken.

"Neden artık içeri girmiyoruz? Ben çok merak ediyorum." Derin sabırsızdı. Hayatında özenmediği kadar özenmişti kıyafetine buraya geleceği için.

"Hadi girelim!" dedi Tolga. Hep beraber hareketlenerek aşırı gürültülü pop müziğin yayıldığı eve doğru yürüdüler. Mükemmel bakımlı bahçeden geçerken Derin, nisan ayında yeni yeni açmış çiçeklerin güzel kokularını içine çekti. Verandadaki birkaç basamağı tırmanıp kapının önüne geldiklerinde çift kanatlı çelik kapının bir kanadının hafif aralık olduğunu fark ettiler. Tolga yavaşça kapıyı itip içeri girdi. Diğerleri de onun arkasından girdiler ve en son içeri giren Alper kapıyı buldukları gibi bıraktı.

Ev acayip kalabalıktı. Liseli oldukları aşikâr olan; yaşları on dört ila on sekiz arasında değişen gençler doldurmuştu evi. Koridorlarda, odalarda, mutfakta hatta tuvalette, her yerdelerdi. Tolga, antika ve modernliğin beraber hâkim olduğu geniş salonda aracı olan arkadaşlarını bulmak için hızlıca gözlerini gezdirdi. En çok insanın olduğu en kalabalık yer burasıydı. Fakat hızla etrafta gezen gözleri, koyu lacivert bir koltuğun kolçağında oturan kızı görmesiyle donup kaldı. İşte bu film sahnesi gibi bir şeydi! Galiba kalp krizi geçiriyordu şu an.

Kız kahkahalarla bir şeye gülüyordu. Etrafında üç tane kız arkadaşı oturuyordu. O kadar... o kadar güzeldi ki Tolga ağlamak istiyordu.

"Hu hu! Kardo iyi misin?" Tolga suratının ortasında Alper'in iri parmaklarının sallandığını görünce irkilerek kafasını salladı. Ters ters arkadaşına baktı. "Ulan dombili! Çek şu görüntümü bozan ellerini suratımdan."

"Ya daldın gittin! Bulalım şu Adem'i. Hadi!"

Tolga burnundan soluyarak söylenirken, "Zümrüüüt! Şunu açsana!" diyen tanıdık sesi duyunca kaşları çatılarak sesin geldiği yöne doğru baktı. Aynı anda sesi tanıyan Derin de o noktaya dönmüştü.

Küçük Can, elinde bir jelibon poşetiyle Tolga'nın az önce âşık olduğu kıza doğru koşuyordu.

"Can?" dedi Derin soru sorarcasına kendi kendine mırıldanarak.

"Bu ufaklık Burak amcanınki değil mi?" diye sordu Utku. Tolga hiçbir şey yapamıyordu. Kıpırdayamıyordu bile. Can'ın uzattığı jelibon paketini açmaya çalışan Zümrüt'e kilitlenip kalmıştı.

"Evet de. Onun burada ne işi var? Küçücük çocuk o? Onun bu gece halasında kalması gerekiyordu," dedi Derin. Akabinde kendi sözlerinden sonra gerçekleri fark ettiğinde kaşları şokla havalandı. "Ay burası Emirlerin evi mi?!" diye çığlığı bastı. Aynı anda arkasından "Derin? Bu sen misin?" diyen Emir'in sesini işitti. Utku, Alper ve Derin Emir'den tarafa döndüler. Tolga'ysa hala Zümrüt'e bakıyordu.

"Emir? Partinin sizin olduğunu bilmiyorduk! N'aber?" Derin uzanıp Emir'e sarıldı ve geri çekildi.

"İyidir. Sizden n'aber?" Emir Derin'in yanındaki daha önce hiç görmediği tiplere bakıyordu. Utku nezaketle gülümserken, Alper'in suratı sirke satıyordu.

"İyiyiz biz de. Utku ve Alper bizim okuldan arkadaşlar." Derin tek tek onları tanıtınca gençler tokalaştılar. "Tolga'da—" deyip ona doğru dönecekken Tolga'nın Can'ın yanında olduğunu ve dört kızın olduğu bir grubun tepesinde dikildiğini fark etti.

Tolga, kızlar jelibonu açmayı başaramayınca omuzlarını dikleştirip gururlu bir gülümsemeyle grubun yanına gitmişti. Tolga'yı gören Can şaşkınlıktan küçük dilini yuttuğunda, Tolga onun saçını okşayarak ona selam vermiş, sonra havalı bir gülüşle jelibon paketini Zümrüt'ten rica etmişti.

Bir iki zorlama sonunda paketi açmayı başaran Tolga'yı, kıkırdaşarak izledi kızlar. Tolga açık paketi Can'a verip, tokalaşmak üzere elini Zümrüt'e uzattı.

"Merhaba. Tolga ben," diyerek kendini tanıttı. Zümrüt zarifçe onun elini sıkıp, adeta gözlerini süzerek "Zümrüt ben de," diye mırıldandı. Ardından hemen merakla "Can seni nereden tanıyor?" diye sordu.

Can ilk jelibonunu yuttuğunda "Tolga abim, Ebru teyzenin oğlu. Hani sana ikizlerden bahsetmiştim ya, çok güzel bir kızla çok yakışıklı bir abi var demiştim," diye açık açık anlattı. Zümrüt bir anda aydınlanarak hafifçe başını salladı. Kuzeninin zamanı evvelinde yakışıklı diye bahsettiği Tolga'yı inceledi.

"Tanıştığıma çok memnun oldum Tolga. Can'ın baba tarafından kuzeniyim ben de... Senden ricam, bu partiden dayımlara ya da annenlere bahsetme olur mu? En azından bizde olduğunu söylemezsen," diye mırıldandı Zümrüt ürkekçe. Tolga erimesine beş dakika kalmış gibi bir şapşallıkla sırıtırken "Yok canım," dedi. "Hiç söylemem merak etme sen."

"Halam size çok kızacak," diye mırıldandı Can jelibonlarını yemeye devam ederken. Sinsi sinsi gülüyordu kerata.

"Caaan! Bak anlaşmıştık seninle. Sessiz kalacağına söz verdin, biz de senin aşağı inmene izin veriyoruz."

Can "Tamam tamam," diye mırıldanarak topukları üzerinde dönüp geldiği odasına geri yürüdü. Zümrüt'ün yanındaki arkadaşları onun arkasından bakarken "Çok tatlı bu çocuk ya!" "Acayip şeker!" diye mırıldandılar.

Tolga orada kalmaya devam etmek için bir bahane yaratamayınca kendi içler acısı haline üzülerek "O zaman ben gideyim," diyerek yanlarından ayrıldı. Suratı düşmüş bir halde kendi grubunun yanına geri yürüdü.

"Hadi içecek bir şeyler alalım!" dedi Utku heyecanla. Müziğin ritmine göre kafasını sallıyordu. Alper ve Tolga'nınsa yüzleri düşmüştü. Alper dehşet saçan bakışlarını Derin'i alıp gitmiş olan Emir'e yönlendirmişti. Tolga'ysa kendi gerizekâlılığına yanıyordu.

"Oğlum neyiniz var sizin?! Uzun zamandır hayalini kurduğumuz bir ortamdayız şu suratlarınız nedir ya?! Hadi canlanın biraz!" diyerek arkadaşlarını azarladı Utku. Tolga hala ara ara Zümrüt'e bakıyordu. Kendi arkadaş grubuyla sohbete dalıp gitmişti yine.

Kendilerine mutfaktan birer tane bira alırlarken "Bu Emir'i ne kadar tanıyorsunuz siz?" diye sordu Alper Tolga'ya. Mermer mutfak adasına yaslanmış olan Tolga birasından bir yudum aldıktan sonra "İşte Burak abiyi ilk gördüğümüzde o da vardı zaten. Nereden çıktı ki?" dedi.

Alper önüne çektiği cips tabağından üç beş cipsi alıp aynı anda ağzına attı. Çiğnemesinin bitmesine yakın "İşte... Evin sahibiler diye. Zenginler bunlar baya," diye söylendi. Utku üzerine bir şey gelmemiş olmasına rağmen suratını sildi. "Yavaş dombili ya! Ağzındaki bitsin de öyle konuş."

"Zenginler tabii oğlum. Burak abinin ailesinde zaten asıl olay."

Alper hunharca cipsleri yemeye devam ederken mutfağa içecek bir şeyler almaya gelmiş olan Emir'e korkunç gözlerle baktı. Emir mutfaktan geri çıkarken Alper "Aldı Derin'i gitti iki dakikada! Pis sırık!" diye tısladı adeta. Utku ve Tolga kaşlarını çatarak garip bir ifadeyle Alper'e baktılar. Tolga sakin bir mizaçla "Alper!" dedi. "Sen Derin'den mi hoşlanıyorsun? Son zamanlarda bir tuhafsın."

Alper bir anda boğulur gibi öksürmeye başlayınca Utku onun sırtına vurdu. "Helal helal! Öleceksin oğlum elimizde!"

"Yok öyle bir şey abi! Ne alaka?!" diye panikle söylenirken Alper'in yuvarlak yüzü pancar gibi olmuştu. Tolga bira şişesini dudaklarından çekerken kıs kıs güldü. "İki hafta önce playstation oynamaya geldiğinde olanları hatırlıyor musun? Derin üst rafa yetişemiyor diye söylenirken gol pozisyonunda konsolu elinden fırlatıp mutfağa koşmuştun. Geçenlerde de yağmur yağarken şemsiyesi yok diye hayıflandığı esnada paltonu çıkarıp servise kadar kafasında tuttun. Bugün de Suriyelilerin arasında kolunu ona doladığın gözümden kaçmış değil." Tolga çatır çatır konuşmuştu resmen.

"Ben... iyilik olsun diye... öyle... yapıyordum yani..." diye geveledi Alper. Utku gülerek cips kâsesini onun önünden çekip kendi eline aldı. "İyilik olsun diye yağmurun altında sıçana dönüp hasta olmana gerek yoktu iri çocuk."

"Tolga kızmadın değil mi bana?" diye sordu Alper eğilip. Cips yemediği elini bonus saçlarından geçirdi. Tolga iyice kahkahayı bastı. "Ne kızacağım oğlum? Ama bence çok saçma bir karar almışsın yani. Derin'i tanıyorsun. Ne kadar cazgır ve çekilmez olduğunu da biliyorsun. Kendini kesmene neden olur o senin."

Alper hüzünle tezgâha yaslandı. Mutfak kapısından derbeder bir halde bakarken "Zaten bana bakmaz ki o... Hele o Emir gibi mankenimsi tipler etrafındayken benim gibi şişkoyu n'apsın?" diye yerindi.

Utku onun omzuna sertçe bir tane vurdu elinin tersiyle. "O sana kurban olsun bi kere! Senden iyisini mi bulacak? Naziksin, güçlüsün, çalışkansın; bana sorsan erkeklerin yüz karasısın ama kız olsam ilk sana verirdim kanka ben."

Tolga bira şişesini ağzından çekemeyince hızla kafasını aşağı yukarı salladı Utku'ya katıldığını belli etmek istercesine.

İlerleyen saatlerde parti daha da ısınmış, gençler daha çok eğlenmeye başlamıştı. Derin, Emir'le beraber meşhur ön balkonda—Burak'ın favori balkonunda—otururken sohbet bir hayli koyuydu. Emir ara ara onunla flört eden cümleler kuruyor, bazen de saçlarına dokunuyordu. Derin nedense ilk başlarda hissettiği gibi hissetmiyordu artık. Çünkü Emir sadece onu gördüğünde böyle davranıyordu. Onun dışında mesaj attığında kısa kısa cevaplar vererek onu geçiştiriyor, kendisi hiç iletişim kurmak için ilk adımı atmıyordu.

"Ben biraz aşağı döneyim. Burası çok güzelmiş ama partiye de karışmak lazım arada," diyerek bahane buldu kendine. Ardından aklına daha güzeldi geldi. "Aslında Can nerede? Onu da göreyim. Zavallı çocuk tek başına sıkılıyor olmalı."

"Ya o hergele sıkılmaz. Cips ve jelibon yiyor istediği kadar aşağıda. Rüşveti var yani merak etme."

Derin tereddütlü bir ifadeyle Emir'e bakarak hafifçe kafasını kaşıdı. "Normalde yasaksa aslında... doğru mu bu yaptığınız?" diye sordu.

"Hadi ama Derin! Her çocuğun hakkıdır öyle şeyler yemek. Neslişah biraz manyaktır. Yedirmez normalde. Görse öldürür zaten. Ama çocuğa yazık yani."

Derin huzursuzluğunu gideremese de gülümsedi. Aşağıya, Can'ın olduğu odaya inerken Emir izin isteyerek kendi arkadaşlarının yanına döndü.

Derin kapıyı hafifçe aralayarak içeri girdiğinde karanlığa gözlerinin alışması birkaç saniyesini aldı. Burası sinema odası gibi bir şey olmalıydı. Can kocaman bir koltuğa oturmuş, dev bir perdeden Harry Potter filmlerinden birini izliyordu. Gülümseyerek ona doğru gidecekken kapıyı arkasından kapattığında odanın köşesindeki sağdaki kanepede oturan kız ve çocuğu görünce gözleri büyüdü. Oldukça samimi bir pozisyonda duruyorlardı. Elleri de birbirlerinin mahrem yerlerinin üzerinde sayılabilirdi.

"Siz burada n'apıyorsunuz ya!?" diye tısladı ikiliye doğru. Kız ve çocuk Derin'in agresif sesini duyunca hızla birbirlerinden ayrıldılar. Araba farı görmüş tavşanlar gibi Derin'e bakmaya başladılar.

"Çocuk var burada! Utanmıyor musunuz?! Gidin başka oda bulun kendinize!" diye sessizce söylenmeye devam etti Derin. Göz ucuyla filme dalıp gitmiş Can'a baktı.

Kızla çocuk bir şeyler geveleyerek Derin'in yanından geçip gittiler. Kapıyı gürültüyle arkalarından çekince Can da arkasını dönüp kapıya doğru baktı.

Derin ikilinin ardından söverken Can'a dönünce gülümsedi. "Heeey! N'apıyorsun arkadaşım?" diyerek onun yanına doğru kanepenin etrafından dolaşıp geldi. Can'ın dibine oturdu.

"Melez Prens'i izliyorum. Çok korkunç değil mi bu film?" dedi Can ekrana geri dönerken. Köşedeki koltuktaki tiplerin gitmiş olduğunu fark edince "Aaa! Öpüşenler gitmişler," dedi. Akabinde kıkırdadı.

Derin'in gözleri korkuyla büyüdü. Ne diyeceğini şaşırarak bir an için tıkandı. Can onun yerine duruma müdahale etti. "Çocuk olabilirim ama aptal değilim arkadaşım," dedi Derin'in ona hitap ettiği yöntemi seçerek. "Onlar umurumda değildi zaten," diyerek tekrar filme döndü.

Derin bu partiyi Can evdeyken vermenin doğruluğunu kafasında tartmaya başlamıştı. Çocuğun önündeki sehpada üç farklı paket cips ve jelibon dolu kâseler duruyordu. Yarısı içilmiş bir portakal suyu bardağı vardı. Burada tek başına oturmuş film izliyordu.

"Ben de seninle beraber bakayım filme. Özlemişim Harry Potter'ı," dedi.

Bu esnada evin ön bahçesinde tek başına gezinen Tolga, güzelce budanmış bitkileri falan inceliyordu. Ön bahçenin sol kanadından görünen manzara da çok hoştu. Bütün leb-i derya ayaklar altındaydı.

'Bu adamlar tüm mülkleri böyle göz alıcı galiba,' diye düşünürken aklı annesi ve Burak'ın ev bakıyor oldukları gerçeğine kaydı. Çok da fazla olmayan bir süre sonra kendisi de muhtemelen bu tarz büyülendiği bir evde yaşıyor olacaktı.

Hala garip geliyordu bu durum ona. Hayatları tamamen değişecekti eğer annesi evlenirse. Bundan bir şikâyeti olduğundan değildi. Şu son zamanlarda Buraklarla geçirdiği zaman dilimlerinden acayip keyif almıştı. Ama o kadar uzun zamandır bu düzende yaşamışlardı ki, şimdi o düzenin bu denli büyük bir değişime girmesi hayal gibi geliyordu.

"Selam! N'apıyorsun burada tek başına? Arkadaşların gittiler mi?" Zümrüt'ün sesini duymasıyla uzandığı sarı gülden hızla elini çekti. Hazır ola geçer gibi kendisine doğru gelen Zümrüt'ün karşısında durdu.

"Eee... şey... içeride onlar... Partideler."

Zümrüt dalga geçer gibi ince bir ses tonuyla konuştu. "Haa... o zaman siz de partilerden sıkılan insanlardansınıızz."

Tolga Zümrüt'ün benzetmesine ve atfına güldü. İkisi arasında yine o rahatsız edici sessizlik oluştuğunda Tolga içinden Alper'e hak verdi. Demek böyle oluyordu. Neyse ki çocuk kendisi gibi salak değildi de, bu tip anların üstesinden ustalıkla geliyordu. Neden konuşamıyordu? Konuşmalıydı! Bir şeyler söylemek zorundaydı... Bu denli güzel bir kız karşısında dururken bülbül gibi şakıyor olmalıydı hatta.

"Bahçeniz çok güzelmiş," dedi. Sonra bir an için duraksadı. Zümrüt onun önünde geçip manzaraya doğru yürürken kendi kendine yüzünü buruşturup 'Neyin var senin' diye söylendi içinden. Fuat Özkan'ın, Çağatay Demiral'ın, Kerem Acar'ın hele de Harun Tural'ın yetiştirdiği çocuğa bu tavırlar yakışmıyordu!

"Ben de severim. Şimdi tam mevsimi hele... Ama gündüz görmelisin asıl. Karanlıkta renkler görünmüyor." Bahçeyi çevreleyen korkuluklara bileklerini dayayarak, köprü manzarasına baktı. Tolga da birkaç uzun adımda onun yanına gelip, ellerini ceplerine koyarak durdu.

"Sen kaç yaşındasın?" diye sordu Zümrüt Tolga'ya.

"Haftaya on altı olacağım. 10 Nisan... doğum günüm."

"Aaa! Şimdiden kutlu olsun o zaman."

"Teşekkürler," Tolga nazikçe gülümsedi. "Sen?" diye çatallaşan sesiyle sordu. Ardından Zümrüt cevap veremeden hemen ekledi. "Tabii sizin ailenin erkekleri kadınlara yaş sormama konusunda özenle eğitildiği için sorum sana garip gelebilir ama... merakımı mazur gör artık."

Zümrüt Tolga'nın kalbini sızlatacak şekilde kıkırdadı. "Ben de senin gibi bu sene on altı olacağım. Ama daha var doğum günüme."

Kısa bir sessizlik anından sonra Zümrüt manzaraya dönük hasır oturma grubuna geçmelerini önerdi. Tolga tabii ki de onu reddetmedi. Şu korkuluklardan aşağı atlayalım dese reddedebileceğini sanmıyordu.

"Çok tuhaf... Emir sürekli sizinle denk geldi ama ben bir türlü tanışma fırsatı bulamadım. Oysaki ailenin gündeminde çokça siz varsınız."

"Ne diyorlar?" diye sordu Tolga.

Zümrüt gözlerini narince yumarak başını iki yana salladı. Tebessüm etti. "Boş ver," derken elini salladı. "Dayım çok mutlu ama. Onu hiç böyle görmemiştim. Yani... Aslında mutlu olduğu anlar vardır hep ama Ebru Hanım geldiğinden beri daimi mutlu sanki. Normalde hep ciddi gezen adam artık sürekli pozitif bakıyor."

Tolga arkasına yaslanarak ellerini ensesinde birleştirdi. Yıldızlara bakmaya başladı. "Annem de mutlu. Burak abi ona iyi geldi."

"Kıskanmıyor musun?"

"Ben mi?! Yok canım. Ben öyle çocuklardan değilim."

Zümrüt bir kez daha kıkırdadı. "Medeniyim, annemi paylaşabiliyorum diyorsun?"

Tolga kabararak "Tabii ki medeniyim," dedi. Zümrüt onun o tavırlarına da güldü. Göz göze kalan gençler bir süre bakışlarını birbirlerinin üzerinden çekemediler. Şu loş ışıklı bahçede bile Zümrüt'ün adı gibi olan gözleri parıldıyordu.

"Yarın boş musun? Okul çıkışı uygunsan—"

Tolga'nın güç bela cesaretini toplayarak yapacağı teklif, bahçeye aniden dalan ve bağıra bağıra "Bu akşam ölürüüüüm, beni kimse tutamaaaaz! Sen bile tutamazsın, yıldızlar tutamaaaz!" diye şarkı söyleyen Alper'in sesiyle bölündü. İkisi de ayı anda arkalarına dönerek ana giriş kapısından sallana sallana çıkan Alper ve Utku'ya baktılar. Utku Alper'in ağzını kapatmaya uğraşıyor ama gücü ve boyu yetmediği için başarısız oluyordu.

"Bir uçurum gibi düşerim, gözlerindeeeen! Gözlerin beni tutamaaAAaaAaz!"

"Alper şimdi seni ben tutmayacağım ve yere düşerek beş şiddetinde bir deprem yaratacaksın! Nerede bu Tolga ya?!" Utku'nun sesi baya bıkkındı. Alper çok sarhoş görünüyordu.

Tolga "Kusura bakma Zümrüt. Gerçekten çok özür dilerim," diyerek yerinden kalktı ve uçarak bahçenin ortasındaki yola geri döndü. Tolga'nın geldiğini fark eden Utku heyecanla "Abi neredesin sen ya?!" diye bağırdı. "Bu dombili içti içti sarhoş oldu. Bu cüsseye nasıl oldu bilmiyorum ama."

Tolga Alper'i tutma konusunda Utku'ya yardım ederken Zümrüt de onların yanına doğru gelmiş, güleç ve şaşkın bir halde erkek grubuna bakıyordu.

"Derine, derine daha derine, adını kazı derime.

Dikeni ol canımın, yakışır güle. Derine, derine daha derine

Adını kazı derime, koparamaz o gülü kimse. Sen bile."

"Alper sus ya." Tolga bıkkın bir şekilde arkadaşını tutmaya çalışırken cebinden telefonunu çıkardı. "Dayımı arayayım da gelsin alsın artık bizi. Ayıltabildiğimiz kadar ayıltırız o gelene kadar."

Tam Tolga cebinden telefonunu çıkarmıştı ki evin önünde bir taksi durdu. Karanlıkta birisi indi taksiden. Bahçe kapısı açıldı. Dört genç de dikkatle oraya bakarken, gelen kişiyi fark eden Zümrüt'ün gözleri kocaman oldu.

"Neler oluyor burada? Zümrütcüm? Bu en gürültü böyle?" Neslişah topuklularını çıtlata çıtlata onlara doğru yaklaşırken Zümrüt'ün ruhunu teslim etmesi an meselesiydi.

"Neslişah? Sen nereden çıktın? Sen hani yarın geliyordun?" diye mırıldandı. Korkuyla bi eve doğru baktı. Tekrar bakışlarını eski yengesine çevirdi.

"Erken döndüm de... hayırdır, siz parti mi veriyorsunuz? Annenler nerede? Can sizde kalıyor sanıyordum ben bugün? Öyle demişti Zühre."

"Eee... şey... Neslişah... hmm."

Sarhoş Alper bile dut yemiş bülbül gibi susuyordu şu an. Tolga fellik fellik Zümrüt'ü kurtarmanın bir yolunu arıyordu ama galiba bunun kolay bir yolu yoktu. Hele de sarhoş bir ayı tutarken hiç yoktu.

"Zümrüt lütfen Can bizde değil, babasıyla otelde de bana."

Zümrüt ağlamanın eşiğine gelirken Neslişah Alper'i tutan Tolga'yı fark edince gözlerini kısarak ona baktı. İnceledi inceledi... En nihayetinde "Seni nereden tanıyorum ben?" diye sordu.

Tolga "Ben eski eşinizin yeni sevgilisinin oğluyum," derse, kadının şu an olduğundan çok çok çok daha fazla sinirleneceğini düşündüğü için susmayı tercih etti.

"Bir yerlerden..." diye geveledi geçiştirmek için. Neslişah topuklarını çıtlatarak yürümeye devam edip eve daldı. Zümrüt bir sürü saçma sapan özür sıralarken onun peşinden yürümeye devam etti. Tolga Utku'ya "Sen Alper'i şurada oturma grubu var, oraya götür oturt. Ben dayımı arayacağım birazdan. Su da var sehpada, al yüzüne çarp biraz, geliyorum şimdi ben," diyerek koşup Zümrüt'ün peşinden gitti.

Neslişah deli gibi evin içinde oğlunu ararken onu gören gençler şaşkın bakışlarla evin içindeki sinirli yetişkini izliyorlardı. Salona girdiğinde Neslişah'ı fark eden Emir deyim yerindeyse oturduğu yerden zıplayarak kalktı. Zümrüt gibi o da onun peşine takılırken Neslişah onların sıraladığı özürleri ve açıklama laflarını keserek "Oğlum nerede?!" diye bağırdı. İki genç zınk diye durdular koridorda. Hemen arkalarında Tolga duruyordu ve Neslişah hala Tolga'ya huzursuzca bakıyordu.

"Film izliyordu oturma odasında," diye mırıldandı Emir. Neslişah adımlarını hızlandırarak bahsedilen odaya yürüdü. Kapıyı gürültüyle açtı. "Can! Oğlum burada mısın?" diye bağırırken ışıkları yaktı. Ani ışıktan gözleri kamaşan Derin ve Can aynı anda gözlerini kısarak arkalarını döndüler. "Anne?" dedi Can şaşkınca. Derin şaşkınlığı atlattığı ilk anda, çaktırmadan sehpadaki paketleri yere atarak koltuğun altına itelemeye çalıştı.

"Derin?" Neslişah gözlerini kısarak Derin'i inceledi. Arkasındaki Tolga'ya dönüp bir kez daha baktı. Jetonu artık düşmüştü. Alayla gülerken ellerini ince beline koydu. "Can gel buraya," dedi sertçe. Can yerinden kalkıp ürkek adımlarla annesine doğru ilerledi. Derin de ufaklığın arkasından hareketlendi hemen.

Neslişah cebinden telefonunu çıkarırken evi kaplayan müzik kısıldı. Emir son bi hamle yapıp "Neslişah yapma lütfen. Konuşalım bi. Valla Can'a iyi bakıyorduk biz," diye mırıldandı. Zümrüt ters ters abisine bakarak "Ben sana şu partiyi yarın yapalım demiştim. Al işte! Melis gidiyor Melis gidiyor bu akşam yapalım diye başımın etini yedin!" diye tısladı adeta. Derin gözlerini kısarak Emir'e baktı. Emir'se anında bakışlarını Derin'den kaçırarak elinin tersiyle hafifçe kardeşine vurdu. "Kapasana çeneni sen!"

Derin bununla uğraşacak değildi. Zaten o da bu konuda kızgındı Emir'e. Can'ı tek bırakmışlardı.

"Sonunda... Burak!" dedi Neslişah telefona doğru. Ses tonu acayip sinirliydi. Ortamda kibrit çakılsa havaya uçulacak kadar gerginlik söz konusuydu.

"Kardeşinin evine gelir misin hemen. Ha... o sevgilini de gelirken yanına al. Onun da ilgisini çekecek şeyler var burada."

***

Ebru'nun dudaklarının üstünü sıvazlayan parmakları titriyordu. Bilinçsizce bu hareketi yaparken aslında bir nebze olsun ifadesini gizlemeye çalışıyordu. Kafası karman çormandı. Olaya tam olarak dışarıdan bakıyordu. Elmaskaya ailesi faciasının içinde kalmıştı. Bu facianın bir parçası olması gerekmişti.

Neslişah deli gibi esip gürlüyordu. Akşamüstü kendisi bile çocuklara bu kadar kızmamıştı Cibali vakıasında. Ama Neslişah haklıydı. Hem de çok haklıydı. Ve Ebru inanılmaz utanç duyuyordu kendi çocukları adına. O yüzden hiçbir şey yapamıyor, kenarda öylece duruyordu.

"Beni gerçekten çok hayal kırıklığına uğrattınız!" Neslişah ateş saçar gibi bakıyordu Emir ve Zümrüt'e. Fakat onun sözleri ve bakışları, dayılarının tavırları ve bakışları kadar korkutmuyordu çocukları. Dayıları geldiğinden beri ciddiyetle ara ara volta atıyor, bazen durup o meşhur ifadesiz yüzüyle Emirlerden tarafa bakıyordu.

"Gerçekten çok çok özür dileriz Neslişah. Çok üzgünüz," diye geveledi Zümrüt içten bir şekilde. Emir biraz daha pervasızdı. Neslişah'a bakmıyordu artık. Sıkılmıştı çünkü.

"Derin abla arayacaktı aslında," diye fısıldadı Can Ebru'ya doğru. Ebru bir anda uykudan uyanır gibi kıpırdanarak sol yanında duran Can'a baktı.

"Telefonuna gitti eli sürekli. Ama ben arama dedim. Kızma onlara Ebru teyze," diye ekledi Can. Ebru buruk bir tebessümle baktı Can'a. Can yalvaran gözleriyle gülümsüyordu Ebru'ya doğru.

"Can!" diye gürledi Neslişah. Küçük çocuğun ufak bedeni yerinde zıpladı. Annesine doğru bir iki adım attı.

"Sen de beni inanılmaz üzdün! Sen böyle şeyler yapacak bir çocuk asla değildin... Sana ne oldu böyle?.. Nereden geliyor bu tavırlar sana?" Neslişah'ın aşırı ima barındıran sözleri Ebru'nun bir sincap gibi dikelmesine neden oldu. Kafasını hızla ona doğru çevirdi. Ve anında Neslişah'la göz göze geldi. Sadece bakışlarıyla bile 'Sen ve senin o işe yaramaz çocukların' ifadesini verebiliyordu kadın...

"Kötü bir şey yok anne. Ben herkesten ayrı oturuyordum Derin ablamla—"

Neslişah oğlunun lafını keserek "Derin ablanla oturup cips yemişsin! Bunun yasak olduğunu bildiğin halde. Yapılan taşkınlıklara uymaman gerektiğini, senin diğer çocuklar gibi olmadığını biliyorsun," dediğinde, belki de ilk kez Burak'tan adam gibi bir ses çıktı bu gece. "Neslişah sakinleş artık. Ben gerekeni yapacağım. Eren ve Zühre'yle de konuşacağım. Sen Can'ı alıp gidebilirsin."

Neslişah alenen küçümser gibi baktı Ebru ve çocuklara doğru. "Tabii ki de alacağım! Oğlum daha fazla bu saçmalıkların içinde kalmayacak."

"Anne, Derin abla arayacaktı babamı. Gelip beni almasını söyleyecekti. Ben istemedim. Kuzenlerimi size ispiyonlayamazdım. Ben öyle biri değilim."

Can tekrar annesiyle hararetli bir tartışma içine girerken Ebru hayal kırıklığı dolu kızgın bakışlarını diğer yanında durmakta olan Tolga ve Derin'e çevirdi. Kaşları çatılı değildi, normalde kızdığında öyle olurdu. Fakat gözlerinden çok rahat okunuyordu ne kadar kırgın ve kızgın olduğu. Tolga da Derin de bu kez kendilerini baya kötü hissediyorlardı.

"Siz bana bu partinin okuldan arkadaşınızın evinde olduğunu söylemiştiniz... Bu çocuklar sizin okuldan arkadaşlarınız değil," dedi mümkün olduğunca düz bir ses tonuyla. Konuya diğerlerinin müdahil olmasını istemiyordu lakin Neslişah bir şahin gibi dikkat kesilmişti Ebru'ya doğru.

İkisi de yalanlarının bilinciyle susuyorlardı. Tolga o kadar çok kendine kızıyordu ki. İçinden etmediği küfür kalmamıştı kendisine.

"Doğruyu söyleyin bana," dedi Ebru aynı sabırlı ve düz sesiyle. Derin, derin bir nefes alıp çenesini kaldırdı. Annesininkilere benzeyen utanç dolu bakışlarını onun gözlerine çevirdi. "Saçmaladığımızın farkındayız anne... Bu sefer büyük çam devirdik. Ama inan çok pişmanız."

"Nereye gideceğinizi bilmiyordunuz yani, öyle mi? Neresi olduğunu, kime ait olduğunu bilmediğiniz bir eve gelecektiniz?" Ebru'nun sesi çatallanmıştı. Ağlayacağından değil ama gerginliğine daha fazla hâkim olamadığındandı.

"Evet anne," diye mırıldandı Tolga gözlerini bir an için kapatıp açarak. O hala başını kaldıramamıştı.

Ebru arkasından yükselen alaycı gülüşü işittiğinde kendisini o tarafa dönmeye mecbur hissetti. Neslişah acayip bir hazla Ebru'ya bakıyordu. Manidar bir şekilde gözlerini devirip dudaklarını büzüştürerek "Çocuk yetiştirmek zor tabii," diye mırıldandı. "Bunu düzgün yapabilmek herkesin harcı da değil."

Duydukları Tolga'nın anında kaşlarının çatılmasına neden oldu. Annesine doğru kaldırmaya cesaret edemediği yüzünü Neslişah'a doğru kaldırdı. Ters ters bakmaya başladı ona.

"Neslişah... Kabahatin büyüğü Emirlerde, farkındasın değil mi?" Burak'ın sert ses tonu, Tolga'yı bile huzursuz etmişti. Zümrüt'e bakıp onun ne durumda olduğunu görme ihtiyacı hissetti. Kızcağız tam olarak yıkık bir kaleydi.

"Farkındayım. Ama yalan söylemekle bir şeyleri saklamak arasında biraz fark var, değil mi Burak?"

"Hadi yürüyün. Gidiyoruz." Ebru hiç muhatap bile olmadı Neslişah'la. Kadın haklıydı bir kere. Ne diyecekti ki? Çocukları onu büyük hayal kırıklığına uğratmıştı.

"Anne!" diye sessizce bağırdı Tolga atiklikle çıkışa yönlenen annesine doğru. "Sana laf sokmaya çalıştığının farkındasın değil mi? Asıl o Emir—"

"Tolga sus lütfen. Yürü hadi!" dedi Ebru sadece. Tam kapıya geldiği esnada kendi adını seslenen Burak'ı duyunca kapıda durup ona baktı. Burak uzun ve hızlı adımlarla onların yanına gelmişti.

"Rica ediyorum bekleyin. Sizi ben bırakacağım. Zühreler gelsin, Emirleri teslim edeyim... Neslişah şimdi gidecek." Burak'ın gözleri Ebru'dan dolu dolu özür diliyordu adeta eski karısı adına. 'Aldırma ona' diyordu.

"Biz gideriz şuradan bir taksiye binip. Sen kal," dedi Ebru. Ama Burak ısrarcıydı. Ebru'nun kolunu tutarak "Lütfen Ebru'm," dedi sadece. Burak 'Ebru'm' dediği an, Derin'in gözüne Neslişah'ın ifadesindeki ani değişim çaptı. Az önce sinsi sinsi gülen kadın biri yüzüne kürekle vurmuş gibi afallamıştı. Ve bu durum Derin'i gece boyunca ilk kez gülümsetmişti.

"Sizinle sonra tekrar konuşacağız gençler," Neslişah Emir ve Zühre'ye yönelik konuştuktan sonra Can'ı kolundan çekiştirdiği Ebruların yanından rüzgâr gibi eserek geçip gitti. Ne kendisi iyi akşamlar diledi, ne de Can'ın bir şey demesine fırsat verdi. Zavallı Can annesi tarafından sürüklenirken Derin ve Tolga'ya üzgünce baktı omzunun üzerinden.

"Dayı, siz de gidin. Boşuna bekle—" Burak dönüp Emir'e öyle bir baktı ki Emir çarpılmış gibi sustu. Bir adım geriye doğru sendeledi.

"Beni ne duruma soktuğunuzun farkında mısınız?!" diye gürledi resmen Burak. Zümrüt gözlerini kısarak omuzlarını düşürdü dayısının bahçede yankılanan sesiyle. Burak bir hışım çocukların üzerine doğru yürümeye başlarken Ebru uzanıp onu tutmak istedi. Fakat son anda vazgeçti.

"Şu kadına şöyle bir koz verdiniz ya! Size yazıklar olsun! Gerçekten yazıklar olsun!" Burak sinirle ellerini beline koyarak sakinleşmek için düzenli nefesler alıp verdi. Gözlerini kapatıp burnundan derin derin soludu.

Burak birkaç saniye sonra daha sakinleşmiş bir sesle devam etti. "Ben tam velayet alabilme hayalleri kurarken bana bu şekilde zarar verdiğiniz için size gerçekten çok teşekkür ederim... Bu kez sınırı aştınız. Hem de çok aştınız."

Zümrüt ağlayarak "Dayı çok üzgünüz," diye ona doğru bir hamle yapmak istedi ama Burak gerileyerek yeğenini durdurdu. "Şu an cidden size çok kızgınım Zümrüt. Şimdi değil."

Bahçeye araç kapısından Eren'in arabası girdiğinde bütün kafalar o tarafa doğru dönmüştü. Zümrüt'ün iç çeke çeke ağlaması dışında kimseden çıt çıkmıyordu.

Zühre önde, Eren arkada hızlı adımlarla bahçeye girdiklerinde, Zühre "Burak?! Neler oluyor?" diye sordu. Burak sinirine hâkim olmaya çalışarak "Biz sonra konuşuruz Zühre. Benim Ebruları götürmem gerekiyor. Çocuklar anlatsın sana olanları... İyi geceler Eren," dedi ve Ebruları onlarla tanıştırmayı bile düşünemeyerek bahçe kapısına yöneldi.

Herkes sessizce kapının önünde bekleyen Burak'ın arabasına bindi. Sessizlik içinde giderlerken Ebru bacaklarını birbirine dolamış, camdan tarafa dönmüş, elini ağzının üzerine kapatmış vaziyette oturuyordu. Burak'tan tarafa bakmaya bile utanıyordu. Çocuklar ise arkada ölüm sessizliğindelerdi.

Burak aynadan başı öne eğik olan ikiliye bakarak "Sizlerden Neslişah adına özür dilerim çocuklar. Onun sözlerine aldırış etmeyin. O hala bana kızgın olduğu için böyle davranıyor," dedi.

Ebru Burak'ın sesiyle pozisyon değiştirip arkaya doğru baktı. Kafasını sinirlice iki yana salladı. "Kadın haklı. Sonuna kadar haklı hem de! Yalancı iki çocuk yetiştirmişim ben resmen!" diye dişlerinin arasından konuştu.

"Anne biz böyle olacağını düşünmedik. Zararsız bir yalandı bu. Zaten geldiğimiz yer kötü bir yer olsa çıkıp geri dönecektik. Bizler aptal çocuklar değiliz." Derin savunma yapmaya yapıyordu da çok korkuyordu da aynı zamanda. Annesinin yüzünü biraz profilden görebiliyordu ve yüz ifadesi hiç hoş değildi.

Ebru tam ağzını açıp onlara kızmaya devam edecekken Burak araya girdi. "Derin haklı Ebru. Bu tarz yalanları çocukların hepsi söyler. Hoş değil ama yapılır. Ama Emirlerinki bile bile aptallıktan başka bir şey değil. Bir sonraki gün verseler ya verecekleri partiyi! Ya da madem böyle bir niyetleri vardı, bana gel Can'ı al dayı diyebilirlerdi. Bu çok zor değildi... Beyaz yalan söylemek ve sorumsuzluk arasında dağlar kadar fark var. Neslişah objektif bakamadığı için bunu göremiyor tabii."

"Yine de ben onlara bu kadar tolerans gösterdikçe, her dediklerine evet dedikçe, sonuçları hep beni hayal kırıklığına uğraşıyor." Ebru bu cümlesini Burak'a yönelik söyledikten sonra koltuğun kenarından arkasına dönüp çocuklara bak. "Utancımdan yerin dibine geçtim sizin sayenizde."

"Ben gerçekten arayacaktım. Can istemedi. İçeride film izliyoruz ve sorun olmuyor diye tamam dedim. Emirlerin başını belaya sokmak istemedim. Ama eğer ters bir şey olsaydı valla arardım. Bir saniye bile düşünmezdim."

Derin Can odadayken cilveleşen tiplerden bahsedip bahsetmeme konusunda kararsızdı. Bu yeni bir beyaz yalan demekti. Ama Burak hazır biraz sakinleşmişken onu tekrar sinirlendirmenin de lüzumu yoktu. Can o konuyu da olgunlukla karşılayarak Derin'i bir hayli şaşırtmıştı zaten.

"Yine de sıkı bir ceza alacaksınız. Haberiniz olsun. Bu kadar kolay sıyrılmak yok bu işten," dedi Ebru. "Yarın görüşeceğiz sizinle."

Tolga bezgin ve mutsuz bir halde arkasına yaslandı. "Ne dersen kabulüm anne."

Derin de kollarını göğsünün altında kavuşturdu. Sarı saçlarını yüzünü iki yana sallayarak arkaya attı. "Aynen. Ne dersen haklısın."

***

Başak sessizce kıkırdayarak Çağatay'a doğru bir adım attı ve kollarını onun boynuna doladı.

"Gerçekten... daha fazla çocuklara ara ara laf sokup durma."

Çağatay yüzünü Başak'tan öte tarafa çevirerek buruşturdu. "Utanmadan bön bön baktılar sana ya. Bıraksam içine düşeceklerdi."

Başak keyifle bir kahkaha daha patlattı. Uzanıp Çağatay'ın asık suratlı yüzüne bir öpücük bıraktı. "O halleriyle çok tatlılardı. Ama bence senin kıskanç halin hepsinden daha tatlı."

Çağatay gülümser gibi olsa da gözlerini devirerek tekrar bakışlarını Başak'a çevirdi. "Aman o bacaksızları mı kıskanacağım?"

Başak geri çekilip tatlı tatlı Çağatay'a takılmaya devam ederek salondaki kanepeye doğru yürüdü. En son bu kanepeye oturduğunda uyuyakalmıştı. Sabah gözlerini Çağatay'ın yatağında açtığında fazlasıyla utanmış, ne diyeceğini bilememişti Çağatay'a. Çağatay'sa yine centilmenliğini yaparak onun üzerine gitmemişti. Başak'a uyuduğu esnada çok güzel göründüğünü söyleyerek iltifat etmekten başka bir şey dememişti.

"Bence biraz kıskandın. İtiraf et."

"Kuru iftira."

Başak kanepeye kendini bırakarak Çağatay'a doğru baktı ve sırıttı. Onu yanına davet edercesine koltuğa pat pat vurdu. "Madem öyle diyorsun... Öyle olsun bakalım."

Çağatay mutfağın da ışıklarını kapatıp, evin giriş katını loş bir ışığa boğarak gidip Başak'ın yanına oturdu. Beraber geçen hafta yaptıkları gibi izleyecek bir dizi bulup ona daldılar. Ayaklarını sehpaya uzatıp, dizinin kritiğini yapa yapa izlerken Çağatay iyice kendini onunla bir aile gibi hissetmişti. Yine o akşam olduğu gibi başını Çağatay'ın omzuna yaslamış vaziyette pür dikkat izliyordu diziyi. Çağatay ise ara ara ona bakıyor, bazen ona bakarken dalıp gittiğinde, Başak'ın kendisine bir şey sormasıyla gerçek dünyaya dönüyordu.

Bir ara Çağatay dolaptan meyve alıp Başak'ın yanına dönmüştü. Başak o meyveleri becerikli bir şekilde soyarak bir kendisi yemiş, bir Çağatay'a yedirmişti. Ve tüm bu süreç boyunca Çağatay ona hayranlıkla bakmıştı. Normalde çok sevmediği portakalı bile sırf o yediriyor diye afiyetle midesine indirmişti.

"Bu kızın ailesi de çok fena. Kıza yapmadıklarını bırakmadılar. İlk nişanlısı zaten işe yaramazın tekiydi... Ne çok şanssız insan var bu dünyada," diye hayıflandı Başak dizideki genç kızın ağlama sahnesinde. Çağatay bir süre için bakışlarını televizyonun ekranında sabitledi.

"Öyle..." diye mırıldandı. Geçen akşamki konuşmalar kafasının içinde dönüp duruyordu. Babasından, annesinden, Yaman'dan bahsedişi... Kaan'ın da onu çokça üzmüş olduğu gerçeği. Kaan'la nasıl evlendiğinin detaylarından bahsetmişti bu akşam yemek yerken. Kaan Başak'ı kaltak bir kadın olmakla suçlarken, aslında gerçek kaltağın Kaan'ın kendisi olduğunu anlamıştı Çağatay. Resmen inat etmişti Başak'a sahip olabilmek için.

Başlarda Kaan'ın gerçekten Başak'ı sevdiğini zannetmişti fakat zamanla içine çöreklenen 'acaba onunkisi saplantı mıydı' fikri, Başak'ın bu ayrıntılardan bahsetmesiyle daha da olası durum halini almıştı kafasında. Başak onun için, şımarık zengin aile çocuğunun istediği oyuncak gibiydi. Çok güzeldi, onu istemişti ve sonunda da almıştı. İlk sıkıntısında da tamir etmek yerine direkt çöpe atmayı tercih etmişti.

Ne büyük hataydı ama.

Dizi reklama girdiğinde Başak biraz doğrularak kucağındakileri sehpaya bıraktı. Çağatay'ın kafası karışık ve huzursuz ifadesini gördüğünde "Ay ben seni resmen burada hapsettim benimle beraber dizi izlemeye. Bir de teyzeler gibi söylenip duruyorum," dedi panikle. Çağatay'ın ifadesi anında değişti. Omuzları sarsılarak güldü. "Saçmalama Başak. Ben de izliyorum seninle işte. Bir şikâyetim yok."

Başak yine de utanarak gülmeden duramadı. Yanakları hemen kızarmıştı. Beyaz tenli bir kızıl olmanın en büyük külfetlerinden biri de buydu. Utanınca saklanmıyordu.

Çağatay uzanıp onun ellerini tuttu. Sonra o elleri dudaklarına götürerek üzerine öpücükler bıraktı. Dudaklarını Başak'ın teninden çok ayırmadan onun şaşkın gözlerine bakarak "Bana meyve soyup yedirdiğin için teşekkür ederim," dedi.

Başak kekeleyerek "B—be—ben... önemli de—de—değil. Doğal yaptığım bi—bir hareketti o," diye mırıldandı. Gerçekten bilinçsiz bir şekilde öyle yapmıştı. Bir teşekkür bekleyerek ya da Çağatay'a jest olsun diye yapmamıştı.

Çağatay onun bu ağız sulandırıcı haline daha fazla karşı koyamayarak onu kucağına çekti. Başak yine şaşkınlıkla sarsılsa da, Çağatay'ın kucağına oturup onunla bir parmak mesafede kaldığında üzerindeki tüm duygulardan arındı. Her şey yerini arzu, istek ve aşka bıraktı.

Çağatay uzanıp onu tutkuyla öpmeye başladı. Başak da anında gözlerini kapatıp, elini Çağatay'ın yanağına koyarak onun öpüşüne istekle karşılık verdi. Vücudunu biraz ona doğru kaldırdı ve daha rahat bir pozisyon almalarını sağladı. Akabinde Çağatay onu hemen belinden tutarak kucağına doğru çekti. Dudakları ufak bir soluklanma için ayrıldığında alınları birbirine dayalıydı.

"Senin gibi eşsiz güzellikteki bir kadını üzdükleri için dünyadaki herkes çok aptal," diye fısıldadı Çağatay çok içten bir şekilde. Başak'ın dudakları tatlı bir tebessümle kıvrıldı.

"Sen hayatımda tanıdığım en mükemmel adamsın Çağatay Demiral. Gerçek olamayacak kadar iyisin. Hala bazen bir rüyada mıyım diye kendi kendime soruyorum. Böyle bir adam olamaz ki diyorum..."

"Sana gerçekliğimi kanıtlamam çok kolay," diye fısıldadı Çağatay.

"Kanıtla o zaman." Başak aynı fısıltıyla meydan okurcasına cevap verdiği an, Çağatay tekrar onun dudaklarına kapandı.

Nefes sesleri artarken, ikisinin de dudaklarından kaçan inlemeler yükseliyordu. Çağatay Başak'ı boylu boyunca koltuğa yatırırken, dudakları onun kıyafetinin açıkta bıraktığı yerleri talan ediyor, parmaklarıysa hızlıca bluzunun düğmelerini çözüyordu. Aynı şeyi Başak da yapmak istiyor, fakat parmaklarını bir türlü Çağatay'ın saçlarının arasından çekemiyordu. Bu adamın kokusu bile onun heyecanlanabilmesi için yeterliydi.

Çağatay bluzu Başak'ın kollarından aşağı sıyırırken Başak hafifçe belini büküp ona yardımcı oldu. Bluzu kenara atar atmaz Çağatay tüm dikkatini Başak'ın siyah dantelli sutyeninden taşan kabartılara yönlendirdi. Az önce dokunmaya kıyamaz gibi Başak'ın teninde dolaşan elleri, şimdi onun karnında göğüslerinde istekle sertçe geziniyordu. Çağatay'ın daha sadece sutyeninin üzerinden göğüs uçlarını ellemesiyle Başak gözlerini kapatarak inledi. Parmaklarını kıvırarak ellerinin arasındaki saçları sıktı.

Bir süre dudakları Başak'ın vücudunda oyalandıktan sonra yavaşça dizlerinin üzerine doğruldu Çağatay. Kendi gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Gözlerini bir an için bile Başak'tan ayırmıyordu. Başak da ondan...

O da uzanıp Çağatay'ın kumaş pantolonunun tek düğmesini tek hamlede çözdü. Fermuarı delirtici bir yavaşlıkla aşağı çekti. Çağatay gömleğini sırtından aşağı atarken sinsi sinsi gülümsüyordu.

Koltuktan kalktığı an pantolonunu üzerinden atıp Başak'ın önünde sadece baksırıyla kaldı. Onun yerinden kalkmasına izin vermeden, Başak'a ufak bir çığlık attırarak onu kucağına aldı.

Kucağındaki Başak'ı öpmeye devam ederek karanlık merdivenlerden yukarı kata çıktı. Başak da Çağatay'ın kolları arasından geniş ve yumuşak yatağa bırakılana kadar bir kez bile dudaklarını ve ellerini Çağatay'ın çıplak vücudundan ayırmadı.

Çağatay ilk önce Başak'ın yatağa uzanmasını sağlamadan onun sutyenini çıkardı. Ardından onu göğsünden yavaşça iterek yatağa uzandırdı. Sonraysa kalem eteğinin fermuarını çözerek iç çamaşırıyla birlikte bacaklarından yavaşça çekip çıkardı. Kendi yatağında çırılçıplak yatan bu aşırı seksi ve güzel kadına, karanlık odasına rağmen uzun uzun baktı. Başak biraz utanarak kızarmıştı izlenmekten ötürü fakat oda karanlık olduğu için Çağatay bunu göremiyordu. Ne de olsa Çağatay onu çıplak gören ikinci erkekti hayatında.

"Bunu söylemekten asla bıkmayacağım. Hayatımda gördüğüm en güzel şeysin." Çağatay kendi üzerindeki son parça kıyafeti de çıkarıp bir kenara bırakarak Başak'ın üzerine doğru uzandı. Kendisine doğru gelen Çağatay'ı yakalayan Başak, kollarını ve dudaklarını ona doğru uzatıp onu ateşli bir şekilde karşıladı. Ürkek parmaklarını bu kez kendinden emin ve cesur bir şekilde Çağatay'ın sıkı kaslarının üzerinde dolaştırdı. Ona dokunduğu her an Çağatay daha da kendini kaybediyordu.

"İyi ki benim yanımdasın. İyi ki buradasın," diye fısıldadı Başak, Çağatay'ın kulağına doğru sıcak nefesiyle. Çağatay'ın adeta içi titredi. Fakat Başak onun kulağını dişlediğinde dudaklarından kaçan inlemeye engel olamadı. Daha fazla dayanamayıp onu serçe yatağa bastırdı. Uzun kızıl saçları bir yangının alevleri gibi yatağın üzerine dağıldı. Mavi gözlerinde haz pırıltıları dans ediyordu.

İnce uzun sağ bacağını sert hareketlerle sıkarak okşarken kaldırıp beline doğru doladı Çağatay. Yüzünü eğip dudaklarını önce onun boynuna, sonra çenesine, en son dudaklarına bastırdı. Yavaşça Başak'ın derinliklerine doğru akarken ikisinin de birleşen dudaklarından rahatlama dolu bir nefes döküldü.

İlk başlarda dudaklarını hiç onun dudaklarının üzerinden çekmeden ağır ağır hareket etti Başak'ın içinde. Onu öpmese bile o yumuşacık dudaklarından bir saniye için bile ayrılmadı. Arada Başak onun adını sayıklıyor, sürekli yalvarır gibi bir muhtaçlıkla inliyordu. Nefesi gibi Çağatay'ın elleri altındaki teni de ısınıyordu.

Çağatay hareketleri hızlanırken "Aç gözlerini sevgilim," diye fısıldadı. Biraz geri çekildi. Başak kendini zorlayarak hazdan sürekli kapanmaya çalışan gözlerini açtı. Çağatay'ın iyice koyulmuş gri gözleri ok gibi bakışlarla kendisine doğru dikilmişti.

"Seni seviyorum Başak. Seni çok seviyorum." İlk kez söylüyordu bunu ona. Gözlerinin en derinine bakarak, tam da içindeyken...

Başak'ın kalbi o kadar hızlanmıştı ki artık bugün, artık duracaktı. Bu kadar heyecana dayanması mümkün değildi. İnsanların hayatlarında çeşitli dönüm noktaları olurdu, bunu biliyordu. Anlaşılan Başak'ınkilerin hepsi bir güne toplanmıştı.

"Bak! Gerçeğim ben. Hissediyorsun değil mi? Artık biliyorsun gerçek olduğumu... Seni sevdiğimi de... Ve hep seveceğimi de. Hiç bırakmayacağımı..."

İçindeki hareketleri artık o kadar hızlanmıştı ki Başak gözlerini açık tutmakta gerçekten çok zorlanıyordu. Oysaki bir an için bile ayırmak istemiyordu gözlerini ondan. Hızlı hızlı soluyup, odada çınlayacak şekilde inlerken çarşafları sıkıyordu.

Doruk noktasına ulaştığında bu kez gerçek bir çığlık attı Başak. Yaşadığı kasılmaların etkisiyle sırtı bir yay gibi gerildi. Onun hemen ardından inleyerek kendi haz noktasına ulaşan Çağatay, durulduğunda yavaşça kendini Başak'ın üzerine doğru bıraktı. Başını onun omzunun yanındaki saçlarının üstüne koyup, burnunu ve dudaklarını yanağına dayadı.

İki sevgili bir süre o halde yatarak nefeslerinin düzene girmesini beklediler. Başak dudaklarından konuşmaya benzer bir ses dökülebildiği ilk anda "Ben," diye inleyerek geveledi. Sonra nefesini iyice kontrol altına alıp yutkundu. "Ben de seni seviyorum Çağatay," diyebildi güç bela. Kolunu kaldıracak gücü olduğunu bilse, uzanıp o doyamadığı saçlarını okşamak istiyordu aslında.

Çağatay'ın dudakları huzurlu bir gülümsemeyle kıvrıldı. Dudakların kıvrıldığını Başak da hissetmişti.

"Sanki yıllardır seninle birlikte olmayı bekliyormuşum gibi hissediyorum. O kadar çok arzu biriktirmişim ki, onun sonucunda böyle bir haz yaşamışım gibi..."

Başak'ın dudaklarından bir gülüş kaçtı. "Ne tesadüf," diye mırıldandı. "Ben de öyle hissettim. Bu kadar müthiş olması..."

"Müthiş olacağı konusunda şüphem yoktu," dedi Çağatay dalga geçercesine özgüvenli bir tonla. Kendini biraz toparlamayı başarıp yastıklara doğru çekti bedenini. Başak'ı da kolları arasına alıp; altlarındaki, sert hareketlerinden ötürü kırışmış örtüyü çekiştirerek üzerlerine örttü.

"Beni hiç bırakmamak konusunda ne kadar ciddisin?" diye sordu Başak başı Çağatay'ın omzunda uzanırken.

"Çok. Çok çok ciddiyim. Bu artık benim için anayasanın ilk üç maddesi gibi. Değişmez bir şey."

Başak'ın omuzları sessiz kıkırtılarla sarsıldı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra "Saçlarını asla kesmeyeceğim galiba," diyerek Çağatay'ın saçlarına uzattı sağ elini. Çağatay yüzünü hızla geri çekti ve kaşlarını çatarak Başak'a baktı. "Neden?!" diye sordu.

"Çünkü çok güzeller. Çok güzel hissettiriyorlar. Çok güzel kokuyorlar."

"Çok kesmezsin o zaman. Az kesersin. En fazla Fransız kesim." Çağatay Başak'ın, saçlarında dolaşan sağ elini bileğinden yakalayıp tuttu. Avucunun içine ağır ağır sıcak öpücükler bıraktı. Sonra o eli tam kalbinin üzerine yerleştirdi.

"Ben de seni hiç bırakmayacağım sevgilim," dedi Başak.

Birkaç dakika sonra Başak yine Çağatay'ın yatağında uyuyakaldığında Çağatay panikle aşağıda kalan telefonunu ve çocukların kendisini arayacağını hatırladı. İçinden 'demek ki evlilik hayatında seks böyle oluyor, yataktan çıkıp çocukları düşünmek gerekiyor' dedi gülerek. Çıplaklığına aldırış etmeden merdivenlerden inip sehpada kalmış olan telefonunu eline aldı. Çocuklardan bir şey yoktu ama Ebru, Burak'la beraber çocukları almaya gittiklerini yazmıştı. Onları alınca eve geçeceklerini bildirmişti.

"Hadi ya," diye sessizce mırıldandı. Bakışlarını merdivenlerden yukarıya çevirdi. Başak'ı da gönderemezdi artık bu gece.

"Artık bu akşam beraber kalacağız. Büyük bir aile olmaya yeni bir adım olur işte..."

***

Kerem yayılarak oturduğu koltuktan televizyondaki sıra gecesi programına boş boş bakıyordu. Themis'se hemen sahibine poposunu dayamış, yanık sesiyle türkü söyleyen adamlara dikkat kesilmişti. Kulaklarını kaldırmış, sanki onların ne söylediklerini anlamaya çalışıyormuş gibi müziğe odaklanmıştı.

Kerem karnında tuttuğu viski kadehini dudaklarına götürüp büyük bir yudum aldı. Arada sırada akşamları bir duble içmeyi severdi. Geceleri rahat uyumasını sağlardı. Fakat son zamanlarda ipin ucunu biraz kaçırmıştı. Bu, bu akşamki üçüncü dublesiydi.

Kafasını koltuğun arkasına attığında, gözleri iyice kısılarak bakmaya devam etti televizyona. Themis ani bir hareketle kucağına ön patilerini oyunca ahlayarak son anda karnında tuttuğu bardağı çekti. "Kızım n'apıyorsun ya?!" diye sitem etti köpeğine. Themis vücudunun yarısını Kerem'in kucağına koyacak şekilde uzandı.

"Hey güzel Allah'ım!" Kerem gözlerini devirerek elindeki bardağı uzanıp kolçağa bıraktı. Tam o esnada telefonu çalmaya başladı. Gözlerini koltukta yanında durmakta olan telefonun ekranına çevirdiğinde gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu.

Bahar arıyordu!

'Hayal mi görüyorum?' diye sordu içinden kendi kendine. Bahar haftalardır onunla direkt iletişim kurmamıştı. Kaç kere diğerlerini aramış, dakikalarca hatta saatlerce sohbet etmişti. Whatsapp'tan gruptan da sık sık yazıyor ve konuşuyordu onlarla. Ama Kerem'i aramıyordu. O aramadığı için Kerem de onu aramaya korkuyordu.

Birden titreyen telefonuna bakarken gerçekler aklına dank etmişti. Kerem zaten korktuğu noktaya gelmişti. 'Eğer Bahar'la bu konularda konuşursam arkadaşlığımız zarar görür mü' diye kıçını yırtıp duruyordu fakat Bahar'la olan arkadaşlığı çoktan zarar görmüştü. Bunca zamandır zaten hiçbir şey yolunda değildi ki! İletişimleri çok kötü bir haldeydi.

On saniyeye yakındır telefonun çalmasına izin verdiğini fark edince, irkilerek aceleyle telefonu elinde aldı. Korku, heyecan ve mutluluk karışımı bir duyguyla cevapladı.

"Alo? Bahar?" dedi soru sorar gibi.

"Heeeeyooo! N'aber Mirza Bey?"

Bahar çakırkeyifti.

"Ben aynıyım. Asıl seni sormalı, seyyah gibi gezen sensin."

"Ooo! Süperim ben! Verona'ya geldik bugün. Müthüüüüüş bir şehir burası! Yarın, hatta öbür gün bile buradayız sanırım."

"Verona'da ne işiniz var?"

"Münih'teydik. Buraya geçelim dedik. Aramızda baya merak eden varmış. Ben de ilk kez geliyorum."

"Ben de hiç gitmedim hayatımda."

"Mutlaka gelmelisin. Çok güzel!"

"İnşallah... Eee hayırdır, bu saatte?"

"Ne varmış saatte yahu? Daha erken!"

"Orada kaç bilmiyorum da, burada on ikiyi geçiyor."

Bahar kıkırdadı. Kerem kafasını koltuğun arkasına vurdu.

"Senin bu saatte ayakta ne işin var? Hiii! Yoksa yanlış zamanda mı aradım? Niye açıyorsun telefonu Kerem—"

"Dur dur Bahar! Yok! Ne alaka ya? Evdeyim, Themis'le oturuyorum öyle ben... Sadece... Çok uzun zamandır aramıyordun, birden bu saatte arayınca, şaşırdım işte."

Bahar derin bir nefes verdi hattın öbür ucunda. Kerem bu iç geçirme gibi sesi çok rahat ayırt etti. Bir süre ikisi de sustu. En nihayetinde konuşan Bahar oldu. Bir açıklama borçlu olduğunu hissediyordu.

"Ben—arayınca ne diyeceğimi bilemiyordum... gerçi hala kararsızım... ama aramızdaki bu tuhaflığa bir son vermemiz gerektiğini biliyorum. Ben kendimi çok suçlu ve üzgün hissediyorum. Sana karşı..."

"Böyle hissetmeni gerektirecek bir şey yok. Biz iyiyiz."

"Ama seninle konuşamıyorum bile. Kendimi tuhaf hissediyorum."

"Şimdi konuşuyorsun ya işte. Tuhaf hissedecek bir şey yok."

Bahar bir süre yine sessizliğini korudu. Ardından ağzındaki baklayı çıkardı. "Harun artık Aslı'yla görüşmediğini söyledi?"

"Evet."

"Benim yüzümden değil, değil mi?"

"Hayır tabii ki de." 'Evet tabii ki de senin yüzünden' dedi içinden de Kerem.

"Herkes onu sevmişti. İpek'e de iyi kızdı ama Aslı daha iyi kız. Bence ona bir şans daha vermelisin."

Kerem sustu. Bahar üstündeki durgunluğu atarak, telefonu ilk açtığındaki şen şakrak haline geri bürünüp, konuşmaya öyle devam etti. "Galiba Levent benden hoşlanıyor. Son bir hafta on gündür sürekli beraber bir şeyler yapıyoruz iş güç dışında. Nedense öyle denk geldi. Ama esas son günlerde davranışlarında bir değişiklik fark ettim. Sonra kendimin de ona karşı daha farklı davrandığını gördüm." Bahar bir sonraki cümlesini yaşadığı anları hatırlıyormuş gibi gülerek söyledi "Gerçi Instagram'dan Snapchat'ten falan görmüşsündür beraber nasıl eğlendiğimizi de..." Ardından kendini toparlayarak devam etti yine. "Poyraz vakıasını ve ümitsizliğimi üzerimden atıyorum. Levent gerçekten iyi bir adam. Üstelik senelerdir de tanıyorum. Benden çok daha öncesinden beri Murat'la beraber çalıyor. O yüzden bu kez daha bir pozitifim... Neyse... uzun lafın kısası, artık ikimiz de o garip süreci atlatıp önümüze bakmalıyız bence. Seni arayıp bu gerginliğe bir son vermem gerekiyordu. Bunu bir zeytin dalı olarak düşün. Ve seni aramadığım ve sana garip davrandığım için çok üzgünüm. Sen bu hayatta asla üzmek istemeyeceğim insanların en başında geliyorsun. Benim olduğum kadar neşeli olmanı istiyorum. Ben üzülüyorum diye üzülmeni değil."

Kerem şu an bir grup Karadenizlinin, tam kalbinin üzerinde en sert horonu teptiklerini düşünüyordu. Muhammed Ali bile Joe Frazier ile olan maçında böyle darbeler almamıştır diyordu içinden. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Çünkü ne söylese yalan olacaktı. Çok sevindim diyemezdi. Sevinmiyordu, kahroluyordu. Ne güzel diyemiyordu. Güzel değildi bu, berbattı. İyi bir karar almışsın diyemiyordu. İyi değildi korkunç bir karardı bu. Çok yanlıştı.

Tüm bu beyin a*cıklaması anının sonunda "Senin adına sevindim. Levent iyi biri gibi sahiden de," diye mırıldandı. İşte bunlar doğruydu. Kerem ne olursa olsun Bahar adına sevinirdi. Levent de sahiden iyi adamdı. Ama bir kendisi değildi yani.

"Ben Themis'i biraz gezdirmeliyim Bahar. Seninle yarın yine konuşuruz, olur mu?"

"Tabii ki! Öp benim için ıslak burunluyu. Gelince onu sıkıştıracağım bol bol... Kendine de dikkat et. Teşekkürler anlayışın için. Bu konuda anlaşmaya vardığımıza çok sevindim."

"Ben de... İyi geceler. Sen de kendine çok dikkat et."

Kerem telefonu kapatıp karşı koltuğa fırlattı. "Ya s*keceğim Levent'ini! O nereden çıktı şimdi lan?!" diye bağırdı. Themis sahibinin çıkışı karşısında korkarak oturdukları koltuğun öbür ucuna kaçtı.

Yerinden sinirle kalkıp volta atmaya başladı. Söylene söylene, saçını başını yolar gibi karıştırırken bir oraya bir buraya yürürken tekrar telefonuna doğru atıldı. Bahar'ın sosyal platformlarla ilgili sözünü hatırlamıştı. Doğru düzgün onun gönderilerine baktığı yoktu son zamanlarda. Malum kalp ağrılarından ötürü...

Instagram'ı açıp direkt Bahar'ın profiline girdi. Bir sürü videolar ve fotoğraflar atmıştı. Fotoğrafların neredeyse hepsinde Levent vardı. Bahar'la tekli de bir sürü fotoğrafları vardı, grup fotoğraflarında da Bahar'ın hep yanında durup ona sarılmıştı.

"Allah'ın cezası!" diye tıslayarak videoları açtı. Aşırı samimi, eğlenceli ve kıpır kıpır videoları izlerken sinir katsayısı gitgide yükseliyordu. İki gün önce atılmış bir videoda Bahar neşeyle gülerek ve kameraya bakarak bahar mevsiminin kendi karakteriyle benzerliğini anlatırken, arkasında duran Levent uzanıp onu yanağından, daha doğrusu dudağının kıyısından öpüyordu. Bahar'ın anlatışı kahkahalarla bölünüyor, gözlerinin içi gülerek Levent'e döndüğü esnada video bitiyordu.

Kerem sinirle telefonu avucunun içinde sıktı. Kırmızı görmüş bir boğa gibi burnundan soluyordu şu an. Bir şeyleri, birilerini parçalamak ve hıncını çıkarmak istiyordu. Resmen sinirden kudurmuştu. Kıskançlıktan deliyordu.

Kıskançlıktan... deliriyordu...

Birden fark ettiği gerçek yüzünden korku dolu bir şekilde Themis'e döndü. "Ben sıçarım böyle hayata abi!" dedi. "Bahar benim ya! Benim o! Onunla olmak zorundayım ben!" diye bağırdı.

Telefonunun ekranını tekrar açarak o lanet Instagram'ı kapattı. Hemen uçak bileti sitelerinden birini açtı ve Verona'ya giden ilk uçak saat kaçta ona baktı.

Bu işi Bahar'la yüz yüze konuşarak kökten çözüp, nihayete erdirecekti. Bundan sonra ya istiklal, ya ölümdü!

Continue Reading

You'll Also Like

45.8K 5.8K 31
Yıllardan 2008, Mayıs ayının sonu Fethiye'de Sımsıcak bir yaz gelmek üzere! Merih ve Venüs ikiz kardeşler, doğma büyüme Fethiyeliler. Büyüdükleri yer...
1.3M 78.1K 48
Hale, sosyal medyada yazdığı bir yorumun hayatını bu denli değiştireceğini nereden bilebilirdi ki.
27.6K 2.6K 70
Bu hikaye kurgu ve ya hayal değildir..Gerçek hayattan esinlenerek yazılmış bir hikayedir..Her şeye rağmen hayata güle bilen Durunun hikayesi🧚‍♀️ Umu...
12.9K 371 2
Beni kendine çekip başımın göğsünde yaslanmasına sebep oldu. Elleriyle saçlarımı okşarken ben ise hiçbir şey yapamıyordum. Ne sarılmasına karşılık ve...