34. Bölüm: Hata

12.4K 1.1K 974
                                    

Keyifli Okumalar!

***

Ertesi sabah kan ter içinde, sıçrayarak uyandım. Belki de gördüğüm bir rüyaydı buna sebep olan, bilemiyordum. Üzerimde müthiş bir kırgınlık vardı. Adeta kolumu kımıldatacak halim yoktu. Zor da olsa doğruldum yattığım yerden. Pencereden dışarı baktım. Hava henüz aydınlanmamıştı ve bu da demek oluyordu ki benim işe gitme vaktim yaklaşmıştı. Gözlerimi pencereden ayırıp duvardaki saate baktım. Altıya geliyordu.

Ayağa nasıl kalkacağımı kara kara düşünmeye başladım. Zira öyle bir durumdaydım ki, kendimi tutmasam bayılırdım. Üstelik odam adeta Sibirya soğuklarına teslim olmuş gibiydi. Ya akşam annem doğalgazı biraz kısmıştı ya da ben çok kötü şifayı kapmıştım. İkinci seçenek bana daha olağan geldi. Ah, bir bu eksikti!

Üşüyen bedenimi ovuşturdum. İçimdeki şeytan, yorganı üzerime çekmemi ve kendimi yatağımın o sıcacık kollarına yeniden bırakmamı fısıldıyordu kulağıma. Ama bunu yapamazdım. Çünkü işe gitmem gerekiyordu. Üstelik akşamüzeri de özel bir günde bulunacaktım. Bir an önce ayağa kalkıp kendime gelmeye çalışsam hiç de fena olmayacaktı.

Bir müddet uyku mahmuru halimle, gözlerimi tek bir noktaya dikip hayatı sorgular gibi bekledim. Çok geçmeden ayağa kalktım. Belki de benim için en sancılı kısım, bu kısım olmuştu. Ayağa kalktığım an başıma keskin bir ağrı saplanmıştı. Başıma saplanan bu ağrı beni az evvel oturduğum yere adeta çiviledi. Başımı ellerimin arasına alıp biraz da bu şekilde bekledim.

Ne kadar süre beklediğimi hatırlamıyordum. Başımda yeni bir ağrıyı daha ağırlamak pahasına ayağa kalktım ve banyoya doğru yöneldim. Aynada yansıyan yüzüme baktığımda halim içler acısı görünüyordu. Dudaklarım bir domates kadar kırmızıydı, yanaklarım da onlardan halliceydi. Yüzümdeki solgunluk metrelerce öteden fark edilebilirdi. Göz altlarımdaki mor halkalar oldukça belirgindi ve üstelik gözlerim de kanlanmıştı. Kemiklerim, sanki kırılmış gibi ağrıyordu. Donuyordum. Donuyor olmama rağmen musluğu açtık ve soğuk bir su çarptım yüzüme. Vücudumla temasa geçen her bir su damlası, tenimdeki sıcaklıktan ötürü düştüğü yerden buharlaşmadığı için şanslı sayılırdım. Demek ki ateşim henüz kontrol altına alınabilir seviyedeydi.

Kendimi ılık bir duşun altına soktum hemen. Gücüm elverdiğince temizlendim ve fazla vakit kaybetmeden çıktım banyodan. Zor bela kıyafetlerimi giyindim. El çantama gerekli eşyalarımı koydum ve bu kez de mutfağa doğru yöneldim. Hızlıca bir şeyler atıştırmaya çalıştım. Ağzımdaki lokmaları çiğneyip yutana kadar çenem ağrımıştı, sanki ekmek değil de taş çiğniyordum. Aslında midem de yediklerime pek gönüllü değildi ama ayakta kalmam gerekiyordu, buna mecburdum. İlaç alma işini de hastanede halletmeyi planlıyordum ama tabi, hastaneye gidene kadar düşüp bayılmazsam... Son olarak bir bardak su içip çıktım mutfaktan.

Çantamı koluma takıp montumu üzerime geçirdim. Portmantonun gözüne koyduğum telefonumu da cebime attım. Kısa bir süre arkama yaslanıp vücudumda varlığını sürdüren enerji kırıntılarını sonuna kadar toplamaya çalıştım fakat bunda ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı. Çünkü vücudumda, enerjinin son harfi bile kaybolmak üzereydi. Evdekileri rahatsız etmemeye özen göstererek kapıyı açtım ve evden çıktım.

Binadan ayrılıp dışarıya adımımı atar atmaz soğuk hava, tenime acımasızca saldırdı. Ama en azından uykumun tamamen açılmasına vesile oldu. Kollarımı birbirine bağlayıp bahçe kapısını açtım ve sokakta yürümeye başladım. Etraf fazlasıyla sessizdi. Bu sessizlikten sebepsiz bir memnuniyet duydum.

Sokağın sonuna kadar sağ salim yürümeyi başardım fakat sonuna geldiğimde gördüğüm kişiler, adımlarımı yavaşlatmama sebep oldular. Onlar, Mert ve küçük yeğeni Yusuf'tu. Mert oldukça dinç görünüyordu ama Yusuf için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Çocuk resmen ayakta uyuyordu. Onun bu şirin hali, günün ilk gülücüğünü yerleştirdi yüzüme.

MUKADDERATHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin