AHVEB

By hazelnoya

2.6M 152K 249K

❝Benim şeytanlarım iyiliğe içiyor. Çünkü dünyam alt üst. Tanrı'yı gördün mü? Son zamanlarda aramız bozuk. ... More

2. BÖLÜM: "LABİRENT"
3. BÖLÜM: "CESARET"
4. BÖLÜM: "KAN VE GÖZ YAŞI"
5. BÖLÜM: "MAĞLUBİYET"
6. BÖLÜM: "KIRIK"
7. BÖLÜM: "SARHOŞ"
8. BÖLÜM: "GECE MAVİSİ"
9. BÖLÜM: "ÇATLAKLAR"
10. BÖLÜM: "KARANLIK"
11. BÖLÜM: "ZIRH"
12. BÖLÜM: "ZİNCİR"
13. BÖLÜM: "KAÇIŞ"
14. BÖLÜM: "GEÇMİŞ"
15. BÖLÜM: "GERÇEKLER"
16. BÖLÜM: "ZEHİR"
17. BÖLÜM: "YANSIMA"
18. BÖLÜM: "TESLİMİYET"
19. BÖLÜM: "İHLAL"
20. BÖLÜM: "İTİRAF"
21. BÖLÜM: "KAYBEDİŞ"
22. BÖLÜM: "YANGIN"
23. BÖLÜM: "ANAHTAR"
24. BÖLÜM: "RUH SIZISI"
25. BÖLÜM: "KALDIRIM TAŞLARI"
26. BÖLÜM: "AYNA KIRIĞI"
27. BÖLÜM: "MEDEA'NIN TATLI ZEHRİ"
28. BÖLÜM: "TANRI'NIN BİLEKLERİ"
29. BÖLÜM: "KANLA KARIŞIK YAĞMUR"
30. BÖLÜM: "MELEKLER VEYA ŞEYTANLAR"
31. BÖLÜM: "BİR ADAMIN CEHENNEMİ"
32. BÖLÜM: "NEFRETİN İKİ ÇOCUĞU"
33. BÖLÜM: "YENİ BİR HAYAT UMUDU"
34. BÖLÜM: "KARARLAR"

1. BÖLÜM: "BUZ"

216K 6.2K 21.3K
By hazelnoya




AHVEB I: PAZİN


BÖLÜM DÜZENLENMİŞTİR.
Keyifli okumalar.

PVRS, Dead Weight

🌑

Unutturur sana kalbini,
göğsüne saçılan kor.
Ahvebine iyi bak şeytan,
onu senden ayırmak artık zor.


Müzik sesi her yerdeydi.

Burası o kadar gürültülüydü ki, ellerimi kulaklarıma bastırmak ve bunca sese kucak açmak arasında gidip geliyordum.

Kalabalık iyiydi çünkü kendimi görmezden gelmemi sağlardı.

Gürültü iyiydi çünkü kendi içimde dönen savaşların sesini bastırırdı.

Artan müzik sesiyle beraber dans etmeye devam ettim. Elimdeki bira şişesini dudaklarıma götürdüğüm sırada gözlerim, gerçekliğe sırt dönmemi istiyormuşçasına kapanmıştı. Gözlerimi sımsıkı yumduğumda karanlığın orasında oluşan garip benekler, yarın sabah kalktığımda kafamın çok kötü olacağını söylese de bana, en azından bir gecelik her şeyi unutmaya hakkım vardı.

En çok kendimi unutmak istiyordum. En çok bunca şeye rağmen hiçbir şey olmamış gibi davrandığımı unutmak istiyordum, hayatta kalmamı sağlayan şey bu olmuşken hem de.

Dışarıdaki yağmurun hızlandığını hemen arkamdaki pencereye çarpıp duran yağmur sesinden anlayabiliyordum. Şimdi çıkıp yağmurun kokusunu solumak isterdim fakat bu kalabalığın içinde, hiç bilmediğim bir yerde, tanımadığım bedenlerin arasında, ter ve alkol kokulu bir yerde sıkışıp kalmıştım işte.

Hayatım boyunca sadece kendi kafamın içine hapis hissetmemiştim. Bulunduğum şehir de benim hapisimdi. Zihnime, düşünmek istemediğim ve düşündüğüm takdirde beni içten içe yiyip bitirecek kadar zehirli düşünceler hapsolmuşken; yaşayamadığım, sadece nefes alıp verdiğim o şehire umutlarım ve hayallerim hapsolmuştu, yağmurlu bir gece yarısında.

Ruhum... O zaten çocukluğumun hapisiydi.

Kendimi tek bir kelime ile anlatabilecek olsaydım eğer, bu kesinlikle mahkum olurdu.

Hayatına mahkum, zihnine mahkum, doğduğu şehire mahkum, mutsuzluğa mahkum, sessizliğe mahkum, tüm ışıkların kapanmasına mahkum, geceye mahkum.

Gece Eylem.

Nova Gece Eylem.

Annem henüz ben doğmamışken ismimin Gece olması için ısrar ederken, babam buna kesin bir şekilde karşı çıkmış. Eğer ismim Gece olursa, gerçekten de kasvetli bir insan ve mutsuz bir çocuk olacağımı düşünürmüş ama o da herkes gibi eğer annem bir kere bir şeye karar verirse, onu vazgeçirmenin imkansız olduğunu biliyormuş. Bu yüzden o, bana ikinci bir isim vermek istemiş.

Nova.

"Nova; normalde sönük, hatta görünmeyen ancak zaman zaman birden parlayarak dikkat çeken bir yıldız çeşididir,"  demişti babam bana seneler sonra ismimi neden böyle koyduğunu sorduğumda. "Gece kadar kasvetli olduğunda bile, hep aniden parıldayabilecek güce sahip ol istedim."

Yürüyen bir çelişkiydim. Gece ve Nova. Biri kainattaki her şeyi içine çekebilecek, tüm iyiliğe ve kötülüğe aynı anda kucak açabilecek kadar karanlıkken; diğeri hiç yokken birden parıldadığında, o siyah gökyüzüne ışıklarını saçacak kadar aydınlıktı.

Nova'ya sırtımı döneli çok olmuştu.

Eskiden bu ismi severdim. Büyüdükçe, babamı tanıdıkça, kendisine ve benim hayatıma neler yaptığını öğrenince, bu ismi kimsenin kullanmasına izin verememiştim bir daha. Ne kadar garip, diye düşünürdüm hep uykunun bana uğramadığı gecelerde. Bana Nova ismini koyan, çocukluğumu karanlığın içine gömen ve hayatımı kasvetin kuyularına iten adamla aynı adam.

Bunu düşündüğüm ve uykunun beni esir alamadığı her gecede, sabaha karşı göz kapaklarım karanlığa yenik düşerdi ve kabuslarım beni esir alırdı. Hiç bırakmazlardı peşimi, dört bir yanımı sararlar, sarmaşıklarını dolayıp beni içlerine çekerlerdi.

Ve bu kabuslar, ben uyandığımda da son bulmazdı.

Çünkü hayatım büyük bir kabustan ibaretti.

Sonunda kabusumdan uyanmış ve gerçek hayata dönmüştüm. Tek fark benim kabusum saniyeler değil tam on dokuz sene sürmüştü.

Elimdeki bir şişesini dudağıma götüreceğim sırada içinde hiç bira olmadığını fark ettim. Homurdanarak beraber dans ettiğim bedenlerin arasından süzülüp içkilerin olduğu masaya yönelecekken tanıdık iki yüz görmemle beraber içkiyi kısa bir süreliğine es geçtim. Onların yanına gitmek istemiyordum fakat eğer şimdi gitmezsem, durmadan bunun lafını yapacaklarını bildiğim için kaçabileceğim pek yer yoktu.

Mayıs ve Selin kalabalık bir grupla oturmuş, bana ters bakışlar atıyorlardı. Onların bu kadar dağıtmaya karşı olduklarını biliyordum ancak onların onayladıkları şeyleri yaparsam kendi kişiliğime tamamen karşı gelmiş olurdum. Birinin sözlerine uymak ya da buyruğuna girmek, özellikle de o kişi benim hiç ama hiç umurumda değilken fazlasıyla imkansızdı benim için.

"Yavaş git biraz," dedi Selin uyarıcı bir tavırla. "Kanındaki alkol oranı arttıkça üzerindeki kıyafetler azalır," dedi üstünü teker teker çıkartmaya başlayan kumral kıza yüzünü buruşturarak bakarken. "Daha okulunun ilk gününe gidemeden herkesin seni konuşmasını istemezsin, değil mi?"

Gözlerimi devirdim. Eğer kimin ne düşündüğünü kafama takarak hareketlerime karar vereceksem öz irademin ne önemi vardı ki? O zaman neden sadece insanların istediklerini yerine getirmiyordum, hayatımı yaşamak yerine? İstediğimi istediğim şekilde yapardım ve buraya bunu kanıtlamak için gelmiştim.

Annemin istemediği bir şehirde, istemediği bir üniversiteye gelerek tam da bunu amaçlamıştım. Kabusların beni hiçbir zaman bırakmayacağını bilsem de, kanatları koparılmış bir kuş gibi ilk adımımı tek başıma sadece bir şey kanıtlamak için atmıştım.

Bu yalnızca benim hayatım.

"Bir anneye ihtiyacım yok, Selin," diye yüzümü buruşturdum.

Selin ile Mayıs'ı çok önceden tanıyordum. İkisi en yakın arkadaştı ve aileleri de annemle çok yakın arkadaştı. Ben buraya gelmeden önce, aslında lisenin ikinci sınıfında en yakın arkadaşım Leyla'ydı, Leyla ve Selin büyük bir kavga etmişlerdi ve ben de senelerce Selin ile konuşmamıştım bu yüzden.

Ama Leyla bana hayatımda yediğim en sağlam kazıklardan birini attığından dolayı, şimdi pek de umurumda olan birisi değildi.

Bu yüzden buraya adımımı attığım ilk an Selin beni kanatlarının altına almaya karar vermiş ve asla fikrimi sormadan gruplarının bir parçası yapmaya karar vermişti.

Ben tamamen yabancı yüzlerle, tamamen yeni bir hayat istemiştim ama hayat istediklerimizi asla vermiyordu işte.

İstediğim tamamen kendi ayaklarım üzerinde durmak, hayata yeni bir sayfa açarak başlamak, kabuslar son bulmasa da onları biraz olsun katlanılabilir hâle getirmekti ancak şimdi, anneme karşı gelerek buraya adım atmış olmama rağmen istediğim o özgürlüğü avuçlarımın içinde tutmayı başaramıyordum bir türlü. Hep bir şeyler çıkıyordu, hep bir engel vardı, hep geçmişin gölgesi üzerime düşüyordu, bir türlü kanatlarımı iyileştirip de uçmayı başaramıyordum.

Kanatlarıma durmadan yük bindiriyordu insanlar.

"Bırak eğlensin, Selin," dedi Mayıs, Selin'e göz devirerek. "Kızın ilk partisi."

Selin, en yakın arkadaşına döndü ve gözlerini devirdi. Endişelendiği şey ben değildim, kesinlikle değildim. Endişelendiği şey rezil bir şey yapmamdı, onlarla beraber geziyordum ve benim rezilliğim onlarınki demekti. Böyle bir şeyi hayatta kabul edemezdi çünkü o tam bir prensesti. Bu yüzden diken üstündeydi. Hep en doğrusunu yapmak zorundaydı, insanlar onun hakkında kötü düşünemezdi, herkes ona hayran olmalı ve yaptığı her şeyi takdir etmeliydi.

Masadaki kırmızı bira bardaklarından birini daha alarak hızlıca kafama diktim ve suratımı buruşturdum. Şu an hafif çakırdım, kendimi tanıyordum ve sarhoş olmama daha çok vardı. Belki de biradan daha güçlü bir şeyler içmeliydim. Sarhoş olmak istiyordum.

Birkaç ay önce İstanbul'da yaşayan birisiydim. Üniversite sınavına girmiştim ve yarın hem hep istediğim üniversiteye hem de hep istediğim bölümü kazanmıştım. Bu yüzden şu sıralar aslında keyfim yerindeydi. Kendime olan inancım artmıştı çünkü o bölümü tek başıma kazanmıştım. Hayatta ilk defa istediğim bir şeyi tırnaklarımla kazıyarak elde etmiştim. Yarın Bilkent'teki ilk günüm olacaktı. Bölümüm psikolojiydi.

Bu yüzden annemi ardımda bırakarak Ankara'ya gelmem her zamanki bir başkaldırıdan çok başkaydı.

Onun yıllardır üstümde kurduğu hükmü ayağımlarımla iyice ezerek bir çöp olarak kenara fırlatmıştım. Ne yaptığımı ya da neden yaptığımla ilgilenmediğini biliyordum, babam öldüğünden beri bana iyice duygusuz yaklaşır olmuştu. Ondan önce de çok ilgili bir anne değildi, tabi ki benimle ilgileniyordu ancak o ne düşündüğüm ya da ne hissettiğimden çok dışarıya nasıl göründüğümü umursardı. Bunu o da ben de fazlasıyla farkındaydık.

Tabi, bunun bir sebebi de babamın onun tüm hislerini söküp ondan atmış olmasıydı.

Annemi hiçbir zaman suçlamamıştım. Ona ihtiyacım olduğu ve onun benim yanımda olmadığı gecelerde bile.

Sadece kendimi suçlardım. Sadece kendimi.

Babama fiziksel olarak o kadar benziyordum ki büyük ihtimalle anneme zor zamanlar ve acıdan başka bir şey hatırlatmıyordum.

Ve her aynaya baktığımda, kendime bir harabeden ibaret olduğumu fısıldıyordum.

Dün bir telefonla birkaç aya evleneceğini öğrenmiştim ve bu ilişkimizin ne kadar kopuk olduğunu belirten sadece küçük bir ayrıntıydı.

Ve o lanet düğününe gitmeyi düşünmüyordum bile. İstediği gereksiz adamla istediği evciliği oynayabilirdi. Babam tüm mal varlığını bana bıraktığı için kendine altın madeni bulmaya çalışıyor olmalıydı. Aslında babamın yaptığı yanlıştı, annemin hayatını cehenneme çevirdikten sonra en azından onun hayatına devam etmesini sağlayacak bir para ona bırakabilirdi ancak bırakmamıştı.

Kendi kendime göz devirdim. Şu an yeni üniversitemin ilk partisindeydim ve bu düşünmem gereken son şeydi.

Çünkü benim tek bir kuralım vardı.

İçimdw büyüyen hapsolmuş tüm yaşanmışlıklar ve hisler, bir çığ gibi büyüyerek yuvarlandıkları o yamaçlardan yardım çığlıkları atarak düşürüyor olsa da içim, içimden çıkana kadar hapsettiklerini görmezden gelirdim.

Siyah saçlarımı geriye atarak daha güçlü bir içki almak için birkaç adım uzaktaki masalara ilerledim. Annemi daha sonra düşünebilirdim, şu an sadece kendimi düşünecektim. Bir kez olsun. Sonunda, kendi emeklerimle bir şey kazandığım için kendimi ödüllendirebilirdim. Kendimden nefret ettiğim onca geceye rağmen, bir kere olsun kendimi görmezden gelmeyebilirdim.

Yapabilir miydim bunu, sahiden?

Kalabalığın arasına girdim ve dans eden bedenlerin arasından hızla geçtim. Kısa kot şortumun altına giydiğim beyaz Balenciagalarım iyi bir seçim olmuştu. Eğer topuklu giymiş olsaydım asla bu kadar hareket edemezdim.

Votka shotlardan üç tane attığımda gözlerimin önünde siyah noktalar oluşmaya başlamıştı. Suratımı buruşturarak kafamı geriye attım, o sırada Selin'in bana salladığı eli gördüm. Bıkkın bir şekilde nefesimi verdim, bu kız hiç bırakmaz mıydı peşimi? Hiç nefes aldırmaz mıydı gerçekten bana? Bir an bile?

Gözlerimi kısarak onlara baktım ve oraya doğru ilerlemeye başladım. Yanlarında az önceki kızlarla beraber birkaç erkek daha vardı.

Selin ile Mayıs benden bir yaş büyüklerdi. O yüzden bir sene önce üniversiteye başlamışlardı. Beni ortama alıştırmak, onlardan biri yapmak istiyorlardı. Bu zannettikleri kadar zor olmayacaktı çünkü ben tıpkı bir yılanın deri değiştirmesi gibi her ortama uyum sağlayabiliyordum. Görünüş olarak o ortamda bulunabiliyordum fakat ruhen, her zaman bulunduğum yerden o kadar uzaktaydım ki beni ne kadar aralarına alırlarsa alsınlar onlardan bir parça olmayacaktım hiçbir zaman.

"Gece bu Rüzgar. Rüzgar bu da Gece."

Eliyle işaret ettiği kumral çocuğa döndüm ve içten olduğunu umduğum bir şekilde gülümsedim, yine de dudaklarımın yana kıvrılması fazla sahteydi. Çocuğun yemyeşil gözleri vardı, yüzüne vuran ışığın altında oldukça parlıyor ve tüm dikkatleri üstüne çekiyorlardı. Kahverengi saçları ve buğday teni bir uyum içerisindeydi. Üstündekilerden durumunun gayet iyi olduğu anlaşıyordu. Selin zaten maddi durumu kötü olanları bırak, ortalarla bile takılmazdı.

"Memnun oldum," dedi genişçe sırıtırken. Ona gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum.

"Ben de," diye yanıtladım onu ama şimdiden sıkılmıştım bile.

Selin ve Mayıs beni sırasıyla arkadaşlarıyla tanıştırmaya başlamıştı. Çığlık atarak buradan uzaklaşmak istiyordum. Gerçek anlamda, dipsiz bir denizin içinde boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştım.

Sarışın yeşil gözlü çocuk Toprak'tı. Kucağında duran sarışın kız ise onun sevgilisi Irmak oluyordu. Birbirlerine o kadar çok benziyorlardı ki, gerçekten mükemmel bir uyum içinde görünüyorlardı.

Onların yanında Ural vardı. Esmer bir çocuktu, o kadar ters bakıyordu ki kesinlikle yanına gidip de selam vereceğim bir insan değildi. Kolları dövmeyle kaplıydı ve garip bir havası vardı. Konuşmayı pek seven birisine benzemiyordu. Bu benim işime gelmişti çünkü tanışma olaylarından nefret ederdim. Hele de zorla, hiç haz etmediğim insanların arkadaşları ile tanıştırılıyorsam, işte o zaman çok daha
fazla nefret ederdim.

Ural'ın yanında ise Damla duruyordu. Enerjisi çok yüksek bir kızdı. Durmadan gülüyordu, buradaki en sarhoş ola kişi en açık oydu. Üstelik Selinler ile nasıl anlaştığını da çözememiştim. Saçları birbirine girmişti ve üzerindeki tişört de kırış kırış olmuştu. Durmadan içerek Urallara sataşıyordu, kısacası, kız anı yaşıyordu ve bu hiç de Selinlere uygun değildi. Sonunda ölmemiş birini bulmuştum, onunla iyi anlaşacağımızı düşünmeye başlamıştım bile.

"En iyisini sona mı saklıyorsun, bebeğim?" diyen sesle beraber kafamı tekrar Selin'e çevirdim.

Hemen arkasında kumral bir çocuk duruyordu, dirseğini Selin'in omzuna yaslamıştı. Yana dönünce belirginleşen çene kemiğiyle beraber kaşındaki gümüşi renkteki piercing de ışığın altında parıldadı. Giydiği yakası açık tişörtü, göğsünü kaplayan karmaşık ve estetik falan durmayan dövmelerini açıkça belli ediyordu.

"Ve bu da Erez," dedi Selin gözlerini devirerek. "İnan bana, kendisinin en iyi olmakla hiçbir alakası yoktur. Götü kalkık bir aptal, tipik erkek işte."

Erez elini uzattı ve tokalaştık. "Ben de Gece," dedim. "Memnun oldum."

Oysaki sesim memnun olmanın yanından bile geçmediğimi istemediğim kadar fazla bir biçimde belli ediyordu. Bu gece bu cümleyi kaçıncı kuruşumdu bu gerçekten bilmiyordum ve daha fazla kurmayı kesinlikle istemiyordum.

"Alınıyorum ama Selinciğim, benim sayemde girdiğin ortamları niye hiçe sayıyorsun?" diye sordu. Alaycı gözleri evin içerisinde yalandan uzun bir süre dolaştıktan sonra kaşlarını alayla kaldırarak Selin'e döndü tekrardan. "Mesela burası."

Selin alayla Erez'in, suratına yaklaştırdığı suratını ittirdiğinde Erez'in dudaklarındaki gülümseme daha da büyüdü. Bakışlarımı onlardan alarak Mayıs ve Rüzgar'a çevirdim, bir şeyler konuşuyorlardı. Damla, Toprak'a sataşıp elindeki içki şişesini mikrofon yapmış şarkı söylüyordu. Ural ise sadece telefonu ile uğraşıyordu. Mesaj attıktan sonra kafasını kaldırarak bana baktığında göz göze geldik ama gözlerimi ondan çekerek tekrar Selin ve Erez'e baktım.

"Girdiğim ortamları bilmem de atıldıklarımı çok net hatırlıyorum," dedi huysuz bir şekilde, Erez hâlâ ona alayla gülümsüyordu ama Selin çoktan ona sinir olmuştu. "Dönemdeki her kızın eski sevgilin olması, seninle arkadaş olmamı pek kolaylaştırmıyor maalesef Erezciğim. Biraz çeki düzen ver kendine, kızlar tuvaletinde hastalıklı olduğun konuşuluyor."

"Sen bence doğru cevabı biliyorsundur, asılsız dedikodulara aldırmamalısın hiçbir zaman," dedi Erez alaycı bir sesle, Selin'in omzunun üstündeki düz saçlarını parmaklarıyla geriye atarak omzuna çenesini yaslamıştı. "Hastalıklı olsaydım eğer, sana da bulaştırmıştım çoktan." Kaşlarım havalandı, anladığım şeyi mi ima ediyordu bu şerefsiz? "Bilirsin bebeğim çünkü bu hastalıklar, beraber olduğun insandan..."

Selin aceleci bir tavırla Erez'in ağzını kapatsa da herkes duyacağı kadarını duymuştu, Selin bunu yapmak için geç kalmıştı. Rüzgar gülmeye başladığında onlara suratımı buruşturdum, ne saçmalıyordu be bunlar?

"Ne?" diye sordu Irmak şaşkın bir şekilde. Dudakları aralanmıştı. Parmakları önce Erez'i, sonra Selin'i gösterdiğinde gözleri de kocaman açıldı. "Siz... Ne? Hangi ara? Nasıl ya?"

Şu an tek istediğim kalkıp buradan gitmekti. Tamam, ben de eğlenmek ve kendimi görmezden gelmek, bir gececik olsun gerçekten de kahkaha atmak istiyordum fakat ortada dönen muhabbet, yapılan espriler ya da atılan kahkahalar çok iğrençti. Üzerinde konuşulmaması bile gereken bir konu hakkında nasıl gülüp duruyorlardı, Selin'in bağırmak üzere olduğunu fark etmiyorlar mıydı?

"Senden nefret ediyorum, Erez," dedi Selin onu ittirerek.

Haklıydı. Bu aptal, neden herkesin ortasında bunu söylüyordu ki? Üstelik bilmedikleri de ortadaydı. Ağzımı açıp ona küfür etmek istedim ancak Selin muhtemelen bana kızacağından sadece ona ters ters bakmakla yetindim.

Erez kafasını geriye atarak güldüğü sırada ani bir hareketle eğilip Selin'in yanağına ıslak bir öpücük kondurdu. "Hayır, beni seviyorsun." Selin suratını buruşturduğunda bu sefer sırf pislik için Selin'in yanağını yaladı. "Ve ben de seni seviyorum."

Selin büyük bir öfkeyle ona dönse de geç kalmıştı çünkü Erez çoktan kendini Damla'nın oturduğu büyük koltuğa bırakmıştı.

"Sana inanmıyorum," dedi Irmak, Toprak'ın kucağından inerek Selin'e döndüğünde. "Seni cidden bu klişe laflarla kandırmasına izin mi verdin?"

Damla gülerek şarkı söylemeye devam ederken Erez'in kucağına çıkmak için hareketlendi. Erez gülerek kafasını geriye attığında Damla'nın belini tutarak kucağına çekmişti, birkaç saniye sonra Damla'nın dudakları Erez'in boynunda dolaşmaya başlamıştı.

"Arkadaş değiller miydi?" diye sordum Selin'e dönerek. "Yani... Ne halt dönüyor be burada?"

Aslında ilgilenmiyordum ama birden böyle bir şey olacağını da düşünmemiştim. Selin neyden bahsettiğimi anlamak için kafasını kaldırarak oraya baktığında bunu görmek istemiyormuş gibi kafasını çevirdi anında. Masanın üzerinde duran bir bira bardağını eline alarak dudaklarına görürmüştü.

"Arkadaşlar," dediği sırada Erez, eliyle Damla'nın kalçalarını sıkmıştı. "Erez her kıza öyle. Takılıyorlar arada."

Damla'nın inlediğini duyduğumda gözlerim büyüdü. Hâlâ Erez'in boynunu emiyordu. Tamam, buna hiçbir sözüm yoktu ama herkesin içinde yapmak? Oda mı kalmamıştı?

Sanki iç sesimi duymuş gibi birkaç saniye sonra oturdukları yerden kalktıklarında Erez, Damla'nın elini eline geçirerek onu merdivenlere doğru sürüklemeye başladı. Damla gülerek onu takip ederken Rüzgar, "Ben de geleyim mi?" diye sormuştu pisliğine.

Damla ona orta parmağını kaldırdı.

"Durun orada," dedi Rüzgar. "Uyuşturucuya ihtiyacım var. Hangi cehenneme gittiğinizi sanıyorsunuz?"

Kaşlarım çatıldı. Uyuşturucu da kullanıyorlardı demek. Bunların içinde bulunmadığı tek bir şey var mıydı acaba? Harika, benim her yaptığım hareketi eleştiren Selin'in arkadaş çevresi ne kadar da düzgündü böyle.

"Kimden alacağını biliyorsun," dedi Erez ona aptalmış gibi bakarken. "Adam ayaklı uyuşturucu deposu gibi."

"Sen mal mısın?" diye sordu Rüzgar, sesini biraz kısmıştı. Selinlerden birkaç adım uzaklaştı, onların duymasını istemiyormuş gibiydi. Bakışları bana değdi ancak benim varlığımı, sanırım bu şehire geleli henüz birkaç hafta olduğundan önemsemedi. "Siksin mi bizi sonra?"

Onlardan birkaç adım uzaklaştım. Başım ağrımaya başlamıştı doğrusu. Hiçbir şeye katlanacak halim yoktu. İstediğim saçma muhabbetler yüzünden yükselen sesler değildi, kendimi kaybedebileceğim bir müzik sesi ve aynaya bakınca bile kendimi göremeyeceğim kadar fazla miktar alkolü kanıma kabul etmekti.

İçinde bulunduğumuz salon, neon ışıklar ile ışıklandırılmıştı. Oldukça büyük bir evdi burası zaten. Kalabalık bir grup, çoğunluğunu kızlar oluşturuyordu, devasa olan salonun ortasında dans ediyorlardı ve ben de az önce onların arasındaydım. Herkes epey bir kafayı bulmuş gibi görünüyordu, hem de parti başlayalı çok olmamasına rağmen. Yüksek bir müzik sesi vardı, sevdiğim bir parça çalıyordu. Dans edenler o kadar sarhoştu ki, büyük ihtimalle ne çaldığına dikkat bile etmeden dans ediyorlardı. Bir kız masanın üstünde çıktığında kaşlarımı kaldırarak kıza baktım, sonra bakışlarım yavaşça masanın karşısındaki siyah büyük koltuğa kaydı.

Ve tam o an, onu gördüm.

Bir.

İlgimi çeken ilk şey, vücudunu saran siyah, çizgili tişört olmuştu. Bakışlarım kaslarını belli eden siyah tişörtten yavaş yavaş yüzüne doğru tırmanmaya başladığında elimdeki bira bardağını dudaklarıma dayadım. Boynunda gümüş renginde bir zincir vardı. Üzerinde deri ceket vardı, bu bana çok garip geldi. Evin içindeki bu bunaltıcı sıcağa rağmen ceketi üzerinden çıkarmamıştı. Boynunu saran dövmelere baktım, fazla olmasalar da ilgi çekecek kadar yoğundu derisinde iz bırakan siyah mürekkep.

Alnına dalgalı bir şekilde dökülen saçlarının siyahı, tenine kazınan mürekkepten çok daha canlı bir siyahtı.

Keskin bir yüzü vardı. Tüm hatları, bir insanın ezeli düşmanını öldürmek için hayatı boyunca bileyip durduğu bir bıçak kadar keskindi. Özellikle de lacivert ışıkların vurup üzerinde dağıldığı çene kemiği, gözlerimi alamayacağım kadar korkutucu bir keskinliğe sahipti.

Gözlerim hafif bir kemere sahip olan burnunda dolaştı, çıkık elmacık kemiklerinde, bir ölü kadar beyaz olan teninde. Elmacık kemiğinin üzeride, yüzünün sol kısmında büyük bir kesik izi vardı. Bir heykeltraşın, yarattığı en i heykele attığı imzayı andırırıcasına oraya kazınmıştı.

Elinde tuttuğu, içinde viski olduğunu tahmin ettiğim bir içki bulunan bardağı yavaşça dudaklarına götüreceği sırada dudakları arasında emanet duran sigara dalını da parmakları arasına aldı. Gözlerim dudaklarına düştü, dolgun ve hafif kırmızı renkte dudaklara sahipti.

Ben onu böylesine büyük bir dikkatle incelerken, sonunda yüzünde dolaşan gözlerimin yarattığı ağırlığı hissetmiş gibi kafasını kaldırdı. Bardağı dudaklarından uzaklaştırdığı sırada, tekrardan sigarayı iki dudağı arasına yerleştirdi ve gözleri, hiç beklemediğim bir anda bana döndü.

Hayatımda gördüğüm en derin bakışlar adeta bir çivi gibi mıhlanmamı sağlarken gözlerim, gözlerinin renginin içine baktığı şey mavi renk bir okyanus değilmiş de insanı içine çeken pis ve tehlikeli bir bataklıkmış gibi saplanıp kaldı.

Bu zamana kadar hayatta hapsolduğum bir sürü durumu, başından çıkamadığım hislerimi, ne olduğunu bilmeme rağmen beni bir uçurumun dibine yuvarlayan düşüncelerimi, zihnimin içine bir şekilde yerleşmiş tüm o tozlu sözlükleri karıştıra karıştıra elde ettiğim kelimelerle bir şekilde anlatırdım kendime.

Ama onun gözlerinin rengini anlatabileceğim herhangi kelime, içime hapsolmuş tozlu sözlüklerin içinde yer almıyordu.

Diyebileceğim tek bir kelime vardı. Gözleri, duruşu, etrafa yaydığı havası olsun, hiç fark etmez; bu adamı anlatabilecek tek bir kelime bulabiliyordum ben.

Buz.

Gözlerini benden çekmeden elini kirli sakallarına attı. Bu hareketiyle beraber kafasını geriye atmıştı ve boynuna vuran ışıkla beraber tişörtün yakasınının kapatamadığı boynundaki dövmeler belli oldu. Dövmeler fazla değildi ancak siyah mürekkep tenine yoğun bir şekilde kazındığından ilgi çekiyordu. Muhtemelen kolları da dövmelerle kaplıydı ancak mekanın sıcaklığına rağmen üstünde siyah deri bir ceket olduğundan bundan emin olamazdım.

Ondan gözlerimi asla çekemeyeceğimi düşündüğüm bir an, onun da bunu bir savaş haline getirdiğini hissetmiştim. Gözleri kısıldı, elindeki bardağı bir yenisi alırken ben de bitmiş bira şişesini yanımda duran masaya bırakmıştım. Gözlerini benden çekmedi, sanki beni tanıyormuş gibi gözlerime derin ve uzun uzun bakıyordu.

Bunun sonsuza kadar uzayacağını sanıyordum, ta ki yanında duran esmer kız bakıştığım yabancının kucağına çıkmaya çalışana kadar.

Adamın gözleri ani bir şekilde yanındaki esmere döndüğünde, kız dudaklarındaki kırmızı ruju emerek adamın yüzüne doğru eğildiğinde öpüşeceklerini düşündüm fakat kız, elini kaldırdı. Sanırım adamın yüzüne dokunacaktı. Birkaç saniye sonra, bunu yapmasına fırsat bile kalmadan, adam kızı ittirmişti.

Kaşlarım çatılırken yanımdaki içkilere yöneldim ama hepsi bitmişti. Bakışlarım Rüzgarlara kaydı. Rüzgar, Ural ise shot yarışı yapıyor, Mayıs ve Selin önümüzdeki kızın dedikodusunu döndürüyor, Irmak ve Toprak ise öpüşüyordu. Sendeleyerek bir adım attım. Kafam yarım saat öncesine göre çok daha gidik olmasına rağmen hâlâ kendimi idare edebilecek haldeydim, iş başa düşmüştü.

Biraz sarsak adımlarla mutfağa ilerledim, gerçi yolu bildiğimden çok da emin değildim ancak ellerinde soğuk biralarla bir koridordan çıkan iki kız tahmin konusunda bana ufak bir yardım etmişlerdi.

İçeride sadece bir çocuk vardı. Yüzünü göremiyordum, gördüğüm tek şey ensesindeki melek kanatı dövmesiydi. İki adet kanat, ensesini kaplıyordu ve oraya tam anlamıyla mükemmel uyum sağlamışlardı. Biraz sonra, üzerindeki deri cekete ve saçlarına dikkat ettiğimde, onun o olduğunu fark etmiştim.

Mutfağa girmedim ancak uzaklaşmadım da, bakışlarım melek kanatlarına kilitlenmiş bir şekilde orada durakaldım.

Bakışlarımı dövmesinden aldığım sırada tavırları gözüme çarptı. Hareketleri çok aceleci ve garipti. Elleri titriyordu, vücudunun hükmü güçlü ve yerindeydi ancak elleri, artık onun sözünü dinlemiyormuş gibi titriyordu. Az önce iyiydi, hiçbir şeyi yoktu, insanlara küçümser bakışlarla bakarak onları birer böcek gibi eziyordu. Birkaç dakika içinde ne değişmişti?

iPhone'un tanıdık zil sesi mutfağı kapladığında telefonunu cebinden çıkarmaya çalıştı ancak titreyen elleri yüzünden telefonu sert bir şekilde yere yapıştı.

"Senin de varlığını sikeyim şimdi," dedi yüksek sesle erkeksi ve kalın bir ses, titreyen ellerini sinirle geceyi bile örtebilecek kadar siyah olan saçlarından geçirmişti o sırada.

Bu sesini duyduğum ilk an olmuştu.

Fazla alkol mü bir şey yapmıştı acaba, nesi vardı bu adamın? Ben hâlâ kapının oradayken o büyük bir küfür etti, bu kadar ufacık bir şey bile gözlerinin döneceği kadar sinirlenmesine neden olmuştu. Sinirle eğildiğinde bir küfür daha etti ve telefonu eline alarak aceleyle açtı.

"Yine ne var, Dolkan?" diye sordu sinirle. "Yine ne sik var lan, amına koyduğumun yerinde! Sevgilin miyim oğlum, saat başı arıyorsun amına koyayım bir darlama ya!"

Bir süre karşısındakini dinledi. Hareketleri hala aceleci ve rahatsız ediciydi, üstelik titremesi de geçmemişti. Parmakları lavabonun üzerine çarparken dudakları arasına, cebinden çıkardığı Marlboro paketinden bir dal sıkıştırmaya çalıştı. O beni görmese de ben onu görebiliyordum. Çakmağının ateşi keskin yüz hatlarını bir saniyeliğine aydınlattığında sigaradan bir nefes çekmişti.

"Okulum başladı," dedi az öncekine göre epey sakin olan bir sesle. "Siktir git abim ya, az rahat versin geçmişini siktiğimin pezevengi Yalçın. Uykusunda  döve döve geberteceğim bu piçi en sonunda ya."

Ellerini ensesine götürdü ve ensesindeki siyah saçları çekiştirdi. İçinde bulunduğu bu gergin ruh hali beni de germişti. Bir an önce buradan çıkıp gitmesini ve beni fark etmemesini istiyordum. Gerçi nasıl fark etmeyecekti ki? Bu kapıdan çıkacaktı illa ki, mutfakta başka kapı var mıydı ki? Belki de bahçeye bir kapı açılıyordu.

"Neden bahsediyorsun? Hallettim işte. Ben onun gibilerin zihninden geçenleri okurum." Duraksadı ve karşı tarafı dinledi. "Bir vuruşluk malım kaldı. Somay'ı gönder. Hayatında ilk defa bir işe yarasın, Belgrad'a gidip teslimatı alsın."

Sadece bir saniye duraksadı. Sonrasında irkilmeme sebep olacak bir şekilde bağırdı. "O zaman senin amına koyayım, Dolkan. İlk defa sizden beni idare etmenizi istedim, ilk defa lan. Anasını siktiğimin çocukları, sizin aksinize benim ikinci bir hayatım var. Kimliğiniz ortaya çıksın mı istiyorsunuz?

Bunu dedikten sonra telefonu hızlıca kapattı, bir şeyler mırıldanıyordu falat ben duyamıyordum. Telefonu tekrardan bacaklarını saran siyah kotun cebine sıkıştırdığında parmakları arasında duran sigarayı dudakları arasına sabitlemişti.

Telefonda neyden bahsettiğini anlamamıştım. Teslimat, Belgrad, ikinci bir hayat, kimliğinin ortaya çıkması... Bahsettiği her şey o kadar anlamsız gelmişti ki buna takılmamaya çalıştım. Onda bir haller olduğunu, ona ilk baktığımda anlamıştım zaten.

Arkasını döneceğini fark ettiğim an telaştan elimin ayağıma dolanacağını düşünsem de ondan önce davranarak mutfağa doğru bir adım attım. Bakışlarının bana döndüğünü hissetsem de dönüp ona bakmadım çünkü eğer bakarsam, kesimlikle az önce onu dinlediğimi belli edeceğimi biliyordum bir şekilde. Bakışları o kadar yoğundu ki kaçacak alan bırakmıyordu insana.

İki kapaklı gri buzdolabını açtım ve içinden bir bira çıkardım. Kapağı açmam için bir açacak olmadığından lavabonun üstünde duran bıçağı elime almıştım. Hâlâ mutfaktan çıkmamıştı, ona bakmıyordum fakat o bana bakıyordu. Neyi amaçlıyordu?

Onu görmezden gelmeye çalışarak bıçağı biranın kapağına yerleştirdim. Kapağı açarak geri çektiğim sırada işaret parmağım biraz kesilmişti, dudaklarımdan kısa bir inleme çıktığında elimdeki bıçağı az önce aldığım yere, lavabonun üzerine bıraktım.

Onun mutfaktan çıkmaya hevesli olmadığını fark ettiğimden çıkmak için bir adım attım. Bu sefer varlığını tam arkamda hissetmiştim. Kalbimin hızlanmaya başlaması, teninden dökülen sigara ve kahve karışımı kokunun burnuma dolmasıyla aynı anda gerçekleşmişti. Kendi kendime küfür ettim. Bu da neydi şimdi? Neden hiç tanımadığım bir adamdan etkileniyordum?

Geçip gideceğini sandım ama bunu yapmadı. Bir adım attı. Kafasını hafifçe eğdiğinde sigara kokan nefesi şimdi kulaklarıma çarpıyordu. Kulağıma doğru eğildiğini hissettim fakat arkamı dönmedim.

"Dikkatli ol."

İki.

"Ne?"

Bir şey demeden birkaç adım atarak önüme geçti ve mutfaktan çıktı. Sorduğum soruyu umursamamıştı bile.

Bu da neydi şimdi?

Salonun içine girdiğini gördüğümde kafamı iki yana sallayarak ben de mutfaktan çıktım. Tekrardan Selenlerin yanına gittim. Yabancı ortalıkta yoktu, belki de partiyi terk etmişti. Telefon konuşmasından hiçbir şey anlamasam da acelesi olduğunu fark etmiştim.

Selinlerin yanına ilerledim. Birkaç dakika sonra bize Erez ve Damla da takılmıştı. Ortamda iğrenç, espri bile diyemeyeceğim muhabbetler dönerken Selin'in yaptığı tek şey gözlerini devirmekti. Bence o Erez'den hoşlanıyordu fakat Erez'in bunu farkında olmadığını net bir şekilde söyleyebilirdim.

Bir seferinde küçükken banyodan sonra annem saçlarımı taradığı sırada bana, insanlar hakkında çok fazla düşündüğümü söylemişti. O kadar fazla umursadığımı söylemişti ki herkesin hüzününü, düşüncelerini, mutluluğunu, kafamın içinde kendiminkini yaşamaya vaktim kalmıyordu.

Küçücük bir çocuğun içine sığdıramayacağı kadar sabahı, küçücük bir çocukken gece etmiştim ben kendi içimde dönüp dururken.

İçime kapanık olmuştum her zaman. Konuşsam da dudaklarımdan dökülen hiçbir kelime, firar etmek için çırpınan düşüncelerin kılıfları olmazdı. Salmazdım kimseyi dışarı, benim bu hayata mahkum bırakıldığım gibi içimdeki çocuğu da bana mahkum bırakırdım.

Kayıplar verince değişiyordu insan.

Bazı değişimler can yakıyordu.

Bir süre sonra kendimi ortamdan soyutlamıştım. Herkes kendi arasında hararetli bir sohbete daldığında tuvalete gitmek amacıyla oturduğum yerden kalktım.

Bu katta iki tuvalet vardı ve sanki herkes bu anı beklemiş gibi tuvaletlerin önünde sıra olmuştu. Beklemeyi bir seçenek olarak bile kabul etmeden hızla üst kata, az önce Damla ve Erez'in indiği merdivene doğru ilerlemeye başladım. Buradaki tuvaleti bulmak amacıyla kapıları tıklayıp içeriye bakıyordum. Koridorun sonundaki odayı tıkladığım sırada öfkeli bir ses aynı saniye içerisinde yükseldi.

"Def ol."

Ses tanıdık gelmişti ancak kim olduğunu çözememiştim, kapının arkasında olduğundan fazla boğuk geliyordu. Üstelik yan odalardan da ses geliyordu. Sinir olsam da "Pardon," diye mırıldandım. Tam dönüp gidecekken aynı ses tekrardan yükseldi ancak bu sefer bağırmamıştı.

"Gel buraya."

Onu terslemek için çok can atsam da merakım daha ağır basmıştı. Odaya girdim, loş cılız sarı bir ışıkla aydınlanıyordu. Gözlerim odada dolaşırken onu gördüm. Kapıya doğru yaklaşmış ve sırtını duvara yaslamıştı. Altında siyah yıpranmış görünümlü bir pantolon ve üstünde siyah tişört vardı. Siyah saçları darmadağınık bir şekilde alnına dökülüyordu. Loş ışıkta bile parlayan buz mavisi gözleri, odağını kaybetmiş bir şekilde bana bakıyordu.

Bu oydu.

Ve üç.

Şeytan fısıldıyor sana; hadi gece, yak gökyüzünü de karanlığın kollarına düş.

Tamamen acı içerisinde görünüyordu ancak yine de dimdikti ve kendine olan güveninden bir şey kaybetmemişti. Yüz hatları kasılmıştı, durmadan dolgun dudaklarını yalıyordu. Öfkeli bakan gözleri, odağına beni aldığında daha derin bir öfkeyle harlanmıştı. Yerimde rahatsızca kıpırdansam da bakışlarımı ondan çekmedim.

Yüzüme öyle bir bakıyordu ki, sanki benden daha fazlasını görüyordu.

"Sen dengesiz misin?" diye sordum yanına yaklaştığım sırada. Elleriyle simsiyah saçlarını kavradı ve çekiştirdi. "Neyin var?"

"Üçüncü," dedi gözlerini gözlerime ısrarla sapladığı zaman. "Karşıma çıktığın üçüncü an." Kafasını eğdiğinde yüzünde serseri bir gülümseme belirmişti. "Dördüncü defa olursa, işler senin için pek iyi olmaz."

Beni tehdit mi ediyordu? Pardon dediğimde sesimi tanımış olmalıydı, benim aksime, ben onun sesini tanıdık bulsam da çıkaramamıştım. Belki de yine o olduğunu düşünmek istememiştim. Onu takip ettiğimi falan mı düşünüyordu yoksa?

"Seni takip ettiğimi mi düşünüyorsun?" diye sordum alaycı bir sesle. "Sadece tuvaleti arıyordum."

"Gördüğün üzere burası tuvalet değil," dedi eliyle etrafı işaret ederken. "O halde neden hâlâ burada durup, beni büyük bir merakla inceliyorsun?"

Önümde uçuşan siyah benekler dengemi kaybetmeme neden olacaktı az daha. Olduğum yerde sendelediğimde elimle duvara yaslandım.

"Titriyorsun çünkü," dedim dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdiğimde. "Gerginsin. Öfkelisin. Acı içindesin."

"Acı içindeyim," diye tekrar etti alaycı bir şekilde, benimle dalga geçiyormuş gibi dudakları yana kıvrılmıştı. "Dengeni senden alan alkol, gözlerine  uğramayı da unutmamış sanırım."

Neden bu kadar öfkeli görünüyordu? Pencereden dökülen ay ışığı yüzüne kazınmış yara izini aydınlatıyor, buz mavisi gözlerinin tehlikeli bir ışıkla parlamasına neden oluyordu.

"Kendimdeyim," dedim saçma bir inatla ona bakarken. "Burada birine bir şey oluyorsa eğer, o kişi kesinlikle ben değilim."

"Beni tanıyor musun sen?" diye sordu birden, sanki bunun cevabının evet olması gerekiyormuş gibi çıkmıştı sesi.

"Hayır," dedim şaşkın bir sesle. Oda etrafımda dönüyordu. Sarhoş olmuştum işte. "Tanımam mı gerekiyor?"

Gözlerinde rahatladığına dair kısa bir ifade belirdi. Bunu garipsememeye çalıştım çünkü bir sürü garip şey olurken buna takılmak saçmalık olurdu.

Dudaklarını yalayarak kafasını geriye attı. Artık sadece elleri değil vücudu da titriyordu. Kafasını hafifçe duvara çarptığında benden çekilen ve sonunda nefes almama fırsat veren buz mavisi gözler yatağın karşısındaki masaya odaklanmıştı.

"İyi misin sen?" diye sordum şaşkınlıkla. "Neden titriyorsun?" Beni sinir etse de duraksadım. Neticede o da bir insandı, şu an iyi. görünmüyordu. Yardıma ihtiyacı olabilirdi. "Sana yardım edebilir miyim?"

"Bilmem," dedi alaycı olmasına rağmen kısılan sesiyle. Kafasını geriye atarak sert bir şekilde yutkunduğunda, gözlerim belirginleşen adem elmasına takıldı. Terlediğini görebiliyordum, çıkarıp bir kenara attığı deri ceketi yüzünden göze çarpan tüm kolunu kaplayan büyük ve karmaşık dövmeleri de. "Edebilir misin? Cevabı sen ver."

"Ne saçmalıyorsun?" diye sordum sert bir sesle. "Amacın ne bilmiyorum ama tabi ki edebilirim, elimden ne geliyorsa. Nöbet falan mı geçiriyorsun yoksa?"

"Edebilirsin demek," diye sordu beni duymazdan gelerek. "Nasıl bir yardım edebilirsin mesela? Ne yapabilirsin, en fazla?"

Ona irileşmiş gözlerimle baktım. Benimle dalga geçiyordu. Kesinlikle buna emindim artık. Öyleyse neden böylesine titriyordu, ayaklarından omuzlarına kadar sarsılıyordu, nefeslerini kontrol etmeye çalışıyordu? Derdi neydi?

Neden güçsüz duruma düşmek onun içi kabul edilemez bir gerçekmiş gibi dimdik durmaya çalışırken, bir insandan herhangi bir yardım istemek kabul edilemeyecek bir gerçekten ibaretmiş gibi sadece sözleriyle değil, buz mavisi gözlerinden dökülen sert bakışlarıyla bile beni ezmeye çalışıyordu?

"Sen benimle dalga geçiyorsun," dedim kafamı iki yana sallayarak. "Benden gerçekten bu kadar, gidiyorum. Ne halt yiyorsan ye."

Beni duymazdan gelerek emretti: "Hiçbir yere gitmiyorsun."

Kaşlarım alayla havalandığında sinirim bozulmasına rağmen alaycı bir şekilde güldüm. Emredersin. Sen kendini ne sanıyorsun?

Söyledikleri sesine göre fazla kendinden emindi. Hala acı içindeydi ama bir şekilde bunun üstünü de örtüyordu. Sanki yardıma ihtiyacı olan benmişim gibi lütfetmek yerine emrediyordu.

Yine de ona sesimi çıkarmadım. Ben böyle şeylere ses çıkarmayan birisi değildim. Emirlerden nefret ediyordum. Beni bu hale annemin durmadan kulaklarımda çınlayan emirleri getirmişken, onlara katlanabilmem mümkün de olamazdı zaten.

Bu yabancının çok garip bir havası vardı. Neden bu halde olduğunu deli gibi merak ediyordum. Ona doğru bir adım attım. Hâlâ yerde oturuyordu. Sırtı, karanlık yüzünden rengini seçemediğim duvarlara yaslıydı.

"Mutfakta beni dinlediğini sence fark etmedim mi?" diye sordu dudaklarını yaladığı sırada. Donakalmıştım. Nasıl anlamıştı? "Bu kadar meraklı bir kızsan eğer, bırak kendini bana da bu merakını gidereyim."

Kaşlarım çatıldığında oda biraz daha fazla dönmeye başladı. Şu an nasıl bir duruma düşürmüştüm kendimi tam olarak? Arkası dönüktü, mutfakta ayna bile boştu, orada durup sadece birkaç saniye onu dinlediğimi nereden anlamış olabilirdi? Nereden?

"Seni dinlemedim," dedim inandırıcı olduğuna inandığım sert bir sesle. "Sen gerçekten saçmalamaya başladın ve bence alkolü fazla kaçırmışsın."

"Şuna da bakın siz," dedi alayla. "Sarhoş küçük ve meraklı bir kız, şimdi de benim sarhoş olduğumu iddia ediyor." Dudaklarını tekrardan yaladı, bakışlarım hafif kırmızı dudaklarına düştü. "Yaklaş bana. Hadi."

Dediğini yaptım. Bir adım daha attım. Ona tamamen yaklaştığımda eğilip yüzlerimizi eşitleyeceğim sırada buna izin vermeden dudaklarını tekrardan araladı.

"Yardım etmek istiyordun, değil mi?" diye sordu alayla. "Masanın üstünde bir şırınga var. Onu bana getir o zaman."

Masaya yaklaştım ve loş ışıkta bana şeytanın günah işlemesini beklediği ahvebine gülümsediği gibi gülümseyen açık kahverengi sıvıyı görmemle beraber tüm taşlar yerine oturdu. Adımlarım durdu, çocukluğumun katili bana göz kırptı, zaman durdu. Gözlerimin önündeki benekler çoğaldıkça çoğaldı, yer altımdan kayıp gidiyordu da ben yine de, ruhumda yatan cesedinin kokusu burnuma dolan o küçük kızın katilinden gözlerimi alamıyordum.

O bir eroin bağımlısıydı ve şu an yoksunluk krizi geçiriyordu.

"Ben yapamam," diye geriledim telaşla. "Sana bunu vermem."

Böyle bir şeye ortak olmak istemiyordum. Eroin bana hiç hatırlamak istemediğim şeyleri hatırlatıyordu. Bir ailenin parçalanışını, babamın gözlerimin önünde ölmesini izleyişimi hatırlatıyordu.

Çünkü babam da tıpkı karşımdaki buz mavisi gözlere sahip ürpertici yabancı gibi bir eroin bağımlısıydı.

Bunu, sekizinci sınıf mezuniyetimde öğrenmiştim. Herkesin babası ile fotoğraflar çektirdiğini anımsıyordum, bir kaldırım kenarına çöküp durmadan babamı aradığımı. Onu defalarca aramıştım ancak telefonlarımı açmamıştı. Yarım saat sonra, ağlamamak için kendimi sıkarken ve artık yalnız olmanın benim kaderim olduğunu kabullendiğimde annem beni arayarak hastaneye gittiklerini söylemişti.

Babamı evdeki çalışma odasında yerde bulmuştu çalışanlar. Nabzı o kadar düşüktü ki, doktorun dediğine göre. Biraz daha geç kalınsa ölecekti. Babama ne olduğunu bilmiyordum, hiçbir fikrim yoktu, annem bunu benden uzun süre saklamaya çalışmıştı.

Sonra mutfağa girdiğim bir gün, evdeki çalışanlar varlığımı fark etmeden konuşurlarken asla unutamayacağım o cümleleri duymuştum: "Eroin bağımlısıymış bir senedir. Yüksek dozdan ölecekmiş az kalsın."

Gözümün önüne gelen görüntüleri tıpkı aklıma düşen acı dolu anılar gibi kovalayarak kafamın içinden en uzağa, uçurumların diplerine koşmaya başladım. En iyi yaptığım şeyi yapıp görmezden gelecektim, görmezden gelmezsem eğer bu odadan çıkamazdım.

Nefes az gelirdi, adımlar yetersiz, ışıklar bile karanlık ve çıkış anlamsız.

"Yardım edeceğini sanıyordum?" diye sordu kafasını yana eğerek. "Her şeyi yapacağını sanıyordum?" Ona öfkeyle baktım. "Umurunda olmadığını biliyorum." Yanılıyordu. "Başının belaya girmesinden korkuyorsun, değil mi? Eh, yapmazsan da benden korkman gerekecek."

Alayla suratına baktım. Evet, onun ne kullandığı umurumda değildi ama o bir insandı. Ben bu işin sonunun nelere neden olduğunu görmüştüm, bizzat yaşamıştım. Nasıl bir insan olursa olsun karşımdaki, onun bunları yaşamasını istemezdim asla.

"O şeye muhtaçken mi beni tehdit ediyorsun?" diye sordum sinirle.

Saçlarını öfkeyle çekiştirdi. Niye böyle olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu, uyuşturucular hakkında hiçbir şey bilmezdim ki. Hayatım boyunca alkole ne kadar yakın durduysam uyuşturucuya o kadar uzak durmuştum.

"Bazı insanların gücü muhtaçlığından gelir."

Onu duymazdan geldim. Sadece kendini kandırıyordu. O şeyi iyi hissetmek için değil, sadece normal hissetmek için alıyordu. Eğer ona bunu vermezsem ne olurdu? Durumu daha ne kadar kötüleşirdi? Fenalaşır ya da nöbet geçirir miydi? Bunu istemiyordum. Şu an gayet iyiydi, en azından konuşabilecek haldeydi. Öyle miydi? Bilmiyordum, sarhoştum, olanları algılamam normalden daha uzun sürüyordu.

"Eğer o şırıngayı bana vermezsen," dedi sanki düşüncelerimi okuyabiliyormuş gibi. "Bu halde sabahlarım çünkü beni senden başka tanımayan biri olduğunu sanmıyorum. En azından elimin titremesi geçinceye kadar durumum giderek kötüleşir. Çünkü böyle şırıngayı saplamayı bırak, onu tutamıyorum bile. Burundan da çekemem, elimde başka mal yok."

Ağzımı açacağım sırada buna fırsat tanımadı. Cehennem ateşini hiç görmemiştim ancak onun gözlerinde yanan tehlikeli alevleri andırıyor olmalıydı.

"Ama bu acılı gece sona erdiğinde ve sabah olduğunda seni bulurum ve tıpkı sana dediğim gibi dördüncü sefer canını yakar." Kaşlarımı kaldırdım ve uzaklaştığım masaya bir adım yaklaştım.

Çok fazla konuşuyordu ve çok rahattı. Sanki yoksunluk krizi geçiren ben değildim de oydu. Cümlelerini peş peşe sıralıyordu. Büyük ihtimalle bunun sebebi karşısındaki insanı her an analiz etmesinden kaynaklanıyordu. O kadar çok düşünce vardı ki o zihninin içinde, buz mavisi gözleri bu kadar ifadesiz iken dışarı çıkmak için tek yolun dudakları olduğunu bilerek hiç durmadan ilerliyorlardı.

"Bu hâldeyken nasıl konuşabiliyorsun ki sen?"

"Başka ne hâllerdeyken hiç durmadan nasıl konuşabileceğimi göstermemi ister misin?" diye sordu esrarengiz bir sesle.

Kaşlarım çatılırken ona öfkeyle baktım. Harika, benimle dalga geçip duran bir şerefsize yardım etmeyi düşünüyorum.

"Eğer bu kadar saçmalayacak hâldeysen onu kalkıp alıp kendine de saplayabilirsin," dedim öfkeli bir sesle. "Bunu yapınca, benim çıkarım ne olacak?"

"Bir isteğini yerine getiririm."

Alayla ona baktım. Kendini çok önemli biri olarak görüyor olmalıydı. Züppe.

"Sen kendini bayağı büyük görüyorsun," diye mırıldandığımda kuvvetli bir girdabı andıran buz mavisi gözleri tehlikeli bir şekilde, kendine çeken ay ışığı altında parıldadı.

İnsan muhtaçken bile güçlü gözükebilir miydi?

"Sadece kim olduğumu farkındayım, diyelim."

Anlam veremeyen bakışlarla ona baktım. "Neden kimsenin öğrenmesini istemiyorsun?"

Bağımlılar, hayatta hiçbir amacı ya da tutunacak dalı olmayan kişiler olmaz mıydı? En azından babam öyleydi. Hayatta başarmak istediği şeyleri başardıktan sonra öyle bir dibe vurmuştu ki ailesini bile umursamadan kendini bu sonu görünmez kuyuya atmıştı. Yoksa insan neden kendini bile bile bu kuyuya atardı ki? Bir çekincesi, amacı, onu hayata bağlayan hiçbir şey olmaması gerekiyordu.

Toprağı kazıp kendi ellerinle kendi hayatını gömmenin başka bir açıklaması olamazdı.

Ben her gece içimdeki çocuğu, ruhumun içine gömerdim babam yüzünden ama onun gibi ona sırt dönemediğimden, toprağa gömemezdim bir türlü kendimi.

Bana cevap vermedi, ben de üstelemedim. Masaya ilerledim, bakışlarımı bana acımasızca bakan sıvıya diktim. Bu batağa nasıl bulaşmıştı? Arkamı dönüp gitsem ne olacaktı? Titriyordu. Bunu kendine saplayamazdı ki. Ben de titriyordum. Ya ona zarar verirsem, başına bir şey gelirse, o zaman ne olacaktı?

Buradan kaçıp gitmek istiyordum ama arkamda bir insanı bu hâlde bırakamayacağımı da biliyordum.

Ben tüm hislerden, özellikle de acıdan kaçıp onu yok sayarken o bunu dibine kadar yaşıyordu. Bu bir an ona büyülenmiş gibi bakmama neden oldu. Bakışlarımız birbirine tutunduğunda parmaklarım masanın üzerinde duran soğuk şırıngaya dokunmuştu bile.

Bu yabancı, terk edip gitmek istediğim hangi his varsa onun kucağına atıyordu bu gece beni.

"Gerçekten iyi geliyor mu?"  diye sordum. Neden bu kadar meraklı olduğumu bilmiyordum, belki de babamın bize tercih ettiği maddenin en azından ailemize değip değmediğini öğrenmeye çalışıyordum.

Acı ve öfke dolu bir şekilde inledi. İnlemesiyle beraber irkildim. Ona arkamı öylece dönüp gidemezdim. Bunu herhangi bir insana yapamazdım. Kendi kendime güldüm. Kimi kandırıyordum, ben insanları bırakıp kaçmayı çok iyi bilirdim. Bunu babamdan öğrenmiştim.

Ama onu bu halde bırakıp gitmek istemiyordum. Lanet buz mavisi gözler bu isteğimi önlüyordu, o kadar yoğun bakıyorlardı ki o kapıya kilit vurmuşlardı. Zaten bağımlıydı, bunu er geç yapması gerekmiyor muydu? Şimdi yapmasam da onu kurtarmış olmayacaktım. İçimdeki diğer ben buna uzun bir kahkaha attı.

"Sus," dedi sinirle. "Ve sadece yap."

"Kalkıp alabilirsin," dedim ancak bunu düşünmüyordum. Dengemi kaybettiğimde masaya sımsıkı tutundum. "Ama beni parmağında oynatmak istiyorsun. Tek amacın bu, değil mi?"

Cevap vermedi.

Onu bu halde bırakıp gidebilir ve bir insanı zehirlemediğim için rahat bir şekilde uyuyabilirdim. Mantıklı olanı buydu. Yapmam gereken şey tam olarak hayatımdaki her insana yaptığım şey ile aynıydı, arkama bile bakmadan kaçıp gitmeliydim.

Bu yüzden iç sesimi dinlemedim, bir an düşünsem yenileceğimi bildiğimden geri geri adımlarla kapıya yaklaşmaya başladım. Gideceğimi anlamıştı, beni yok sayarak kafasını kollarının arasına almıştı. Kapıyı açacağım sırada duraksadım, her yerde buz mavisi gözler belirmişti.

Yapmam gereken şeyin tam tersini yaptım. Neden yaptığımı sorgulamadım bile. Belki de bu sarhoş olduğum içindi fakat yıllar sonra ilk defa içimde debelenip duran o kızın güçsüz sesimi duyarak isteklerine boyun eğdim.

Çok ani bir hareketle masaya doğru ilerledim. Onun kadar olmasa da titreyen ellerimle şırıngayı aldım. Ona doğru yürürken suratındaki öfkeli dolu ifadenin büyük bir güç kazandığını gördüm.

"Ne yapacağımı bilmiyorum," dedim çekinerek. Ya yanlış bir şey yaparsam ne olacaktı? Ya burada ölürse ne olacaktı?

"Bana bir şey olmaz," dedi. Düşüncelerimi okuyormuş gibi cevap vermesine şaşırmayı sonraya erteledim.

İlk cümlesini kurduğu andan beri aklımdan geçenleri cümlelere döken oydu. Bu normal değildi, sanki zihnimin içine sızan ve beni uykularımdan eden o canavarların arasına sızarak içeride bir yer edinmişti kendine. Bu korkunçtu ancak şu an önümde çok daha önemli bir durum varken bunu düşünmeyecektim.

"Ne yapacağım?" diye sorduğumda kafasını hayır anlamında iki yana sallayarak derin bir nefes aldı. Göğsü hareket ettiğinde gözlerim terlemiş siyah saçlarına düştü.

"Sen yapmayacaksın," dedi. "Dediğin gibi, yardımını ettin. Yalnızca kemerini çıkar."

Sesindeki sabır artık tükenmişti. Tişörtünün göğüs kısmını nefes alamıyormuş gibi çekiştirmişti. Bu hareketiyle beraber göğsünde dövmeler olduğuna emin olmuştum çünkü açılan yakası, tenine dağılmış mürekkepleri çok kısa bir an gözler önüne sermişti.

Boğazına doğru uzanan kalın uzun bir hançer dövmesi vardı. Köprücük kemiğinin altında ise Romen rakamlarıyla bir tarih yazıyordu.

Onu dinleyerek anında siyah kemerimi çıkardım.

"Yanıma otur," diye fısıldadı.

Anında dizlerimin üstüne çöktüm. Yakından çok daha nefes kesici görünüyordu, suratındaki tek kusur mosmor olan göz altı halkalarıydı. İçe çökmüş bir yarık gibilerdi ve zaten tehlikeli bakan buz mavisi gözlerine daha büyük bir tehlike katıyorlardı.

"Kemeri koluma geçir, iyice sık." Sağ kolunu uzattı. Kolu dövmelerle kaplı olmasına rağmen teninin gözüktüğü bazı aralarda morluk ve sarılıklar gözüküyordu. Hepsi de şırınga izi olmalıydı. Uzaktan bakılınca anlaşılacak bir şey değildi evet ama arkadaşları bunu nasıl fark edemiyorlardı?

Şırıngayı ağzıma koydum, kemeri koluna sarmaya çalışırken yüzümün önüne düşen siyah uzun saçlarımı üfleyerek yüzümden çekmeye çalıştım ancak o kadar inatçılardı ki hiçbir şekilde kımıldamamışlardı. Zaten gergindim, telaş içerisindeydim. Hayatımda ilk defa vücudumu böylesine bir  sıcak basmıştı. Öfkeyle bir kere daha saçlarıma üfledim, ellerimle kemeri sabitlemeye çalışıyordum.

Yapmak istediğimi fark etmiş gibi titreyen sol ellini kaldırdı ve yüzümün önünde sallanan asi saç tutamlarını kulağımın kenarına sıkıştırdı. Bunu yaparken buz mavisi gözleri bir kere bile mavi gözlerimden ayrılmamıştı. Parmakları, belli belirsiz bir şekilde yanağımın üstündeki çillerde dolaşmıştı elini çekmeden hemen önce . Tenim, parmaklarının soğuk temasına rağmen tam da onun temas ettiği noktalardan bir cehennem ateşi ile yanmaya başladığında istemsizce dudaklarımı yaladım, nefes alamıyordum sanki. Sesli bir şekilde yutkundum. Gözlerini gözlerimden çekmesini istiyordum ancak bunu benim yapacak gücüm yoktu.

Gözlerindeki öfkeyi bir sis tabakası örtmüştü, bir şey hissetmeye bile hali yoktu şu an sakin. Aramızdaki bakışma gittikçe garipleşirken kalın dudaklarını diliyle ıslattı ve dişlerini sıktı.

Kendime geldim ve yutkunarak zorla geri çekildim. Kemeri iyice sıktım, titreyen eline rağmen kemerin ucunu sıkıca tutmuş ve bana yardımcı olmuştu. Onun yardımıyla beraber kemeri tokasından geçirdim. Kolunu deli gibi sıkan kemer sayesinde damarları çok fazla bir belirginlik kazanmıştı.

Karanlıkta kriz geçiren bir yabancının önünde diz çökmüş, ağzımda şırınga ile ona vuruş yapmaya hazırlanıyordum. Üstelik bu yabancıya karşı koyamadığım bir çekim hissediyordum. Bir gün önce böyle bir şey olacağını söyleseler, inanmama imkan yoktu.

Şırıngayı ağzımdan aldım. Loş ışıkta bile en belirgin duran yeşil damarına şırınganın ucunu koydum. Sanırım bunu başarmak üzereydim.

"Şırıngayı bana ver," dedi. Titreyen ellerimle şırıngayı ona uzattım. Elleri titriyordu ancak dişlerini sıkarak bu hissi bastırmaya çalıştı. Şırınganın ucunu, kemer sayesinde belirginleşen damarlardan en belirginine yasladı. "Şimdi def olup gidebilirsin."

Ciddi miydi bu? "Ne?"

"Def ol," dedi tekrardan. "Tekrar edilmekten hoşlanmam. Etkisi geçtiğinde seni aşağıda görmek istemiyorum."

"Etkisi ne kadar sürüyor?"

Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Yakından çok daha nefes kesiciydi. Daha önce kimsede görmediğim, mavi sayılamayacak kadar açık renk gözleri içine çeken bir bataklığı andırıyordu. Sizi gerçek anlamda içine çekip tam anlamıyla kendine karıştıracak bir bataklığa. Üstelik en kötüsü de ona battığınızı bile farkında olamayacak olmanızdı.

Ya da daha da kötüsü, bunu isteyerek yapabilecek hale getirebilirdi sizi. Sadece bakarak. Sadece, çok yoğun bakarak.

"En az dört saat."

"Bana borçlandın. Bir teşekkür bile etmeyecek misin," dedim şırıngayı tuttuğu elini damarına biraz daha bastırarak. Suratımı istemsizce kusursuz suratına yaklaştırmıştım. Gözleri gözlerimdeydi. Kalın dudaklarımı stresle dişledim ve tam o sırada, benden uzaklaşarak şırınganın içindeki açık kahverengi sıvının tamamını direkt olarak belirgin damarına enjekte etti.

"Teşekkür etmem," diye mırıldandı rahat bir sesle. "Meraklı bir kız olmanın bedeliydi sadece."

Hafifçe terslemiş olan dağınık saçlarını biraz daha dağıttı, yüzümü yüzüne biraz daha yaklaştırdıktan sonra gevşekçe arkasına yaslandı. Vücudu aynı anda o kadar gevşemişti ki bu ona büyük bir şaşkınlıkla bakmama neden olmuştu. Bu kadar çabuk, bu kadar etkili bir şekilde etki mi ediyordu gerçekten?

Önce hiçbir şey olmadı, suratındaki sabit ifadeyle bana bakmaya devam etti.

On saniye, yirmi saniye, otuz saniye...

Görmek istemedim.

Nedenini bilmiyordum, sadece onu o şekilde görmeyi daha fazla istemedim. Arkamı döndüm ve hızlıca odadan çıktım, kapıyı sertçe kapattığımda saatlerce önce çıktığım merdivenlere doğru yöneldim. Kırmızı neon ışıklar, hâlâ parıldıyor ve karanlık koridoru aydınlatıyorlardı.

Kalbimin göğüs kafesimin altında ezildiğini hissediyordum.

O kadar garip bir hissin pençesine düşmüştüm ki tam şu an öğürerek kusmak istiyordum, sadece kanımda akan ve midemi yakan alkolü değil, bunca yaşanmışlığın bana bindirdiği tanıyabileceğimden çok daha fazla olan acıları da kusmak istiyordum.

Bu his bana çok yabancıydı, seneler sonra beni bu kadar derinden sarsacak anılara kucak açmak ve üstüne üstlük, kapıları ardına kadar açarak acının kalbime saplanmasına izin vermek bana çok yabancıydı.

Kapıları açmak istememiştim ki. Bir çift buz mavisi, beni buna zorlamıştı.

Ondan korktuğum için bunu yapmayı kabul etmemiştim, ben kimseden korkmazdım. Ne kadar kendi kendine beni tehdit ediyor olsa da onun tehditlerimden çekinerek ona yardım edecek halim yoktu.

Hem sanki onu daha ne zaman görecektim ki? Bu geceden sonra hayatım boyunca o gözleri daha görmeyecektim bile.

Ona yardım etmek istemiştim, sebebini bilmiyordum. Sadece istemiştim işte. Kendime göz devirdim, onu zehirleyerek mi yardımcı etmiştim ben ona? Sadece dudaklarından çıkan kelimeleri reddedememiştim. Ne olursa olsun yardım ederim diye üstüme o kadar geldiğini farkındaydım.

Yardım kelimesine neden bu kadar öfkeliydi ki?

Her zaman mantığıma kulak verirdim, bu sefer de kulak vermek istemiştim. Gerçekten istemiştim. Aradan geçen bir saat sonunda evden çıkmak için ayaklandığımı bile hayal meyal hatırlıyordum, alkol beni mahvediyor ve her şeyi puslu bir hale getiriyor olsa da kendimi koyvermemeye, dizginleri elimde tutmaya çabalıyordum hâlâ. Oradan çıkıp gidecektim, adımımı atacaktım, kötü bile görünmüyordu ki ona bir şey olacağı falan yoktu işte.

Ama kendime bunları sıralamama rağmen bir şekilde kendimi o ayılana kadar salonda beklerken bulmuştum.

Sadece benim yüzümden ona bir şey olmasını istemediğim için onu kontrol ediyordum. Sadece buydu. Sol tarafımdaki rahatsız edici hissin başka bir açıklaması olamazdı çünkü.

Ev tamamen boşalmıştı, cidden tek bir kişi bile kalmamıştı. Salonun duvarında asılı duran büyük saate baktım, saat sabahın altısına geliyordu. Tabi ki herkes giderdi, saatlerdir burada sabit bir şekilde bekliyor ve kırmızı neonların vurduğu duvarı dizlerime sardığım ellerime yasladığım başımı sallayarak izliyordum. Yüzümde tek bir mimik bile değişmemişti fakat içimdeki sahillere vuran dalgaların bazıları çok şiddetli, bazıları çok durgundu.

Hareket bile etmemiştim, zamanın nasıl geçtiğini de bilmiyordum. Tek yaptığım oturmak ve zihnimin duvarlarına çarpan görüntüyü tekrar tekrar izlemek, baktığım o kırmızı neon ışıkla aydınlatılmış duvarda bugüne kadar görmezden geldiğim birçok şeyi görmekti.

Ne yapacaktım şimdi ben? Bu şehire yeni gelmiştim, gecenin altısında eve nasıl döneceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Hem nasıl olur da üç saat içinde sanki hiç kimse gelmemiş gibi herkes kaybolabilmişti bu sikik dağ başındaki evden?

"Sana def olup gitmeni söylememiş miydim ben?" diye sordu arkamdan yükselen o ses hiç beklemediğim bir anda.

Ürpererek arkamı döndüm. O olduğunu, ortama yayılan o lanet kokudan bile anlayabiliyordum, üstelik evde zaten ikimizden başkası yoktu ama yine de vücudum saçma bir refleks göstererek olduğu yerde sıçramıştı.

Arkamı döndüm. Ona baktım. Merdivenlerden iniyordu ve saatler önceki halinden eser yoktu. O halde de oldukça rahat olduğunu söyleyebilirdim ama şu an, onu partinin en başında koltukta otururken gördüğüm zamanki halinden bile daha rahattı.

Hareketleri çok rahat, adımları sağlam ve duruşu dikti. Kendine o kadar güveniyordu ki gözlerinden etrafa yayılan kendinden emin bakışlar metreler öteden fark edilirdi.

Üzerindeki tişörtü Değiştirmişti. Gri bir tişört giymişti az önceki tişörtün yerine. Siyah, parlak ve canlı görünen saçlarını sallayarak gevşek bir şekilde merdivenlerden inmeye başladı ancak buz mavisi gözler, az öncekinden bile daha öfkeliydi.

Bu da ne, diye geçirdim içimden. Az önceki adam şu an karşımda duran adam mıydı gerçekten?

"Herkes gitmiş," dedim sorusuna cevap vermeyi es geçerek.

Bir iki adım atarak devasa salona girdi ve rahat bir tavırla bana doğru ilerledi. Dudaklarımı emerek birkaç adım geri gittim. Bir de cidden, ona bir şey olacağını mı düşünmüştüm?

"Aynen," diye mırıldandı bana doğru gelirken. "Bu evdeki partiler saat üç olmadan biter."

"O nedenmiş?" diye sordum ancak beni yanıtlamadan yanıma gelip büyük L koltuğa oturdu ve bacaklarını içki şişeleriyle dolu olan beyaz sehpaya uzattı.

Sehpadan bitmek üzere olan votka şişesini eline aldı ve kafasına dikti. Huzursuz hali, titreyen elleri, akan burnu ve gözleri tamamen gitmişti. Hareketleri oldukça normal ve özgüven doluydu. Ev sahibi gibi rahattı.

Bana cevap vermediği için sinirlenerek birkaç adım attım ve onun tam karşısına oturdum. Gözlerimi gözlerine diktiğimde yüzümü de yüzüne eğmiştim. Ev boşalmasına rağmen ışıklar yanıyordu ve mavi neonlar, suratının bir yarısını aydınlatırken yara izinin kazındığı tarafı karanlıkta bırakıyordu.

"Nasıl hissediyorsun?"

"Normal," dedi alayla. "Hiçbir fark yok."

"Neden bırakmıyorsun o zaman," diye sordum. Elini çıkmak üzere olan sakallarında sıkıntıyla gezdirdi.

Kafamı salladım, bu boş bir tepkiydi. Onu anlamam mümkün değildi. Sadece kimyasal bir maddeye bu kadar bağımlı olan birini anlamam ne yazık ki mümkün değildi. Ben sigara ve alkolden öteye gitmeyen bir kızdım, üstelik ikisi de bağımlılığın yanından geçmezdi. Oysa karşımdaki buz mavisi gözlü yabancı, kendini uyuşturucu maddelerin en tehlikelisine mahkum etmiş ve kendi cehennemini kendi yaratmıştı.

"Bırakmak istediğimi kim söyledi?" diye cevapladı beni.

Mimiklerinden bu konuşmayı daha önce kimseyle yapmadığı belli oluyordu. Tabi yapmazdı, herhangi bir insanın dudaklarını aralayıp da ona sorduğu soruları dinlediğini falan düşünmüyordum.

"Hiçbir şey değişmiyorsa neden kullanmak isteyesin ki?" Cevap gelmedi. "Bir şey sordum," dedim sinirle nefes verdiğimde. "Cevap vermeyi dene."

"Çok şey soruyorsun," dedi kafasını arkaya atarak dudakları arasına bir sigara yerleştirdiğinde. "Sorulardan haz etmem."

Cebinden çıkardığı siyah çakmak ile sigaranın ucunu ateşledi. Derin bir nefes aldığında yüzünü yüzüme çevirirken dumanı rahatsız olmamı umursamadan yüzüme üfledi.

"Ben de senden haz etmedim ama şu an katlanıyorum, değil mi?" diye sordum gıcık bir sesle, bu sefer de.

"Haz etmediğinden emin misin?" diye sordu alayla. Dudaklarını yalayarak saçlarını karıştırmıştı. "Tüm gece bir yerlerden çıkıp durmuş halin haz etmiyorsa, haz eden halin kucağımdan bir türlü inmez o halde."

"Düzgün konuş," dedim sinirle ona baktığımda. Onu boğmak istiyordum. "Sadece başına bir şey gelirse ben suçlu sayılmayayım diye durdum burada. Bana borçlanan sensin, sana borçlanan ben değilim."

Kafasını kaldırarak bana baktı, bakışlarında apaçık bir küçümseme vardı. "Bak sen. Yardım etmek derken, bir çıkar elde etmeyi amaçladığını bilmiyordum, köstebek."

Beni nasıl, bunca sene sonra bir insan, bu kadar sinir edebilirdi ki? "Köstebek?" diye sordum. Bu nerden çıkmıştı şimdi? "Daha ne kadar saçmalayacaksın diye dinliyorum, inan bana."

"Mutfak kapısından kafanı, topraktan çıkan minik bir köstebek gibi uzatarak telefon konuşmalarımı dinleyen birine hitap edilecek en iyi isim bu olur diye düşünmüştüm," dedi alayla. Eli birden, bir kelepçe gibi bileğimi sardı. "Senin daha iyi bir tavsiyen var mı?"

Ona, öfkeyle baktım. Derin bir nefes aldığımda dokunuşu ile cennetten fırlatılıp da cehennemin en ortasına düşen şeytanın hissettiği bütün sıcaklığı bana sunuyordu, ben onu almamak için elimi geri çeksem bile. Canımı acıtacak kadar sıksa da ona renk vermedim.

"Seni dinlemiyordum, anlamıyor musun ilk seferde denilince?" diye sordum sert bir şekilde.

"Düzgün konuş benimle."

"Sen de benimle düzgün konuşursan neden olmasın?" diye sordum. "Mesela saçma sapan adlar takmasan?"

Bu gece bu adam nereden de çıkmıştı sahiden? Nasıl, nereden gelmişti de düşüncelerimin üzerine bu denli çöktüğü yetmiyormuş gibi bir de sinirlerimi germişti?

Kafasını geriye yasladığında dudakları arasında emanet duran sigara sallandı. Gözlerini ovuşturarak sigarayı parmakaları arasına almadan bir nefes çektiğinde, burnundan çıkan dumanın kokusu ciğerlerime inmişti. Gevşek bir şekilde arkaya yaslanıp benden uzaklaşmasına rağmen hâlâ bileğimi bırakmamıştı.

"Tamam," dedi basit bir kabullenmişlik ile. "İsmini söyle bana, o hâlde."

"Sen söyle," dedim keskin bir şekilde.

"Hayatta olmaz."

"O zaman ben söylemiyorum."

İsmimi öğrenmesini istemiyordum. Onu bir daha görmeyeceklen, kafamın içine daha fazla sızmasını istemiyordum.

Sesli bir nefes alarak bana doğru yaklaştı. Buz mavisi gözleri benden bıktığını belli ediyordu ama benden kurtulma şansı yoktu çünkü bana borçlanmıştı. Mideme kramplar saplanıyordu

"Benimle baş başa kalmayı, söylediğinin aksine sevdin galiba," dedi alaycı bir şekilde, yüzü yüzüme yaklaştığında. "Buradan bakınca, def olup gitmeni söylememe hiç aldırış etmiş gibi görünmüyorsun çünkü."

Bu apaçık bir defol git mesajıydı. Kaşlarımı çatarak ona baktım. Bana defol git derken o neden buradaydı? Bir an evin sahibinin nerede olduğunu merak ettim. Neden kendini evin sahibi sanıyordu bu, herkese aşağıdan bakan bu narsist?

Eve nasıl gideceğimi bilmediğimi ona söylemedim, onun aksine hızla ayağa kalktım ve koltuğun kenarından sarkan kot ceketimi aldım. Ceketi hızla üstüme geçirip kapıya doğru ilerlediğim sırada duraksayıp ona doğru döndüm.

Nasıl olsa onu hayatım boyunca hiç görmeyecektim, bu partiye nasıl girdiği hakkında bir fikrim yoktu ama Bilkent'te olmasına ihtimal bile vermiyordum. Gerçi, Rüzgarlardan sonra bu çok da şaşırtıcı olmazdı.

"Son bir soru," dedim. Buz mavisi gözleri bariz bir bıkkınlıkla bana dönmüştü.

"O şeyi alınca... Tam olarak nasıl hissediyorsun?"

Kendi kendime soruyu sorma amacımı itiraf edemesem de biliyordum. Babamın nasıl hissettiğini merak ediyordum. Gerçekten tüm hayatının bir çöp olmasına değecek bir şey olup olmadığını merak ediyordum. Karşımdaki yabancının hayatını bir paçavra gibi ayakları altına alıp o maddeden başka bir şeyi önemsemeyecek hale gelmesine değip değmeyeceğini merak ediyordum. Çünkü bana göre bu delilikten başka bir şey değildi. Bir şeye böylesine bağımlı olmanın mümkün olacağını düşünmüyordum ancak bunun bir örneği hayatımı yeterince mahvetmişti.

Oturduğu büyük beyaz koltukta arkasına yaslanarak iyice yayıldı. Bakışları alaycıydı, uzağında olmama rağmen bunu hissedebiliyordum. Kendini üstün görünüyordu; kendini o kadar üstün görünüyordu ki attığı her adım, ağzından çıkan her söz, yüzündeki mimikler bile karşısındakini ezme amacı taşıyordu.

Suratında tehlikeli bir gülümseme oluştu. Bu sefer alaycı falan değildi, içimi ürpertecek kadar tehlike barındırıyordu.

Sanki şeytan onun yüz hatlarına saklanmıştı. Her mimiğinde şeytanın gölgesi buz mavisi gözlü yabancının yüzünde beliriyor ve kısacık bir an sonra kayboluyordu.

"Bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin."

Gözlerimi kıstım ancak cevap vermeden hızlı adımlarla dış kapıya doğru ilerlemeye başladım. Rahatsız, beni takip ediyordu. Arkamdan gelen ayak seslerini duyabiliyordum. Öfkeli bir şekilde adımlarımı atmaya devam ederken, kapıyı açtım.

Bu gece bana neleri anımsattığından haberi var mıydı?

"Dördüncü seferi," diye fısıldadı ben kapıdan çıkmadan önce, bileğimi elleri arasına alarak sıktığında. "En az beşincisi kadar sabırsızlıkla bekliyorum."

🌑

buraya bölüm hakkında düşüncelerinizi bırakın lütfen.

Uyarı: Kitap yetişkin içerik kategorisinde bulunmakta. Kitabın içinde olumsuz örnek oluşturabilecek sahneler ve uyuşturucu madde kullanımı  yer almaktadır. Kitaba başlamadan önce bu uyarıyı göz önünde bulundurarak başlayın.

Yayım Tarihi: 14.01.2020
Düzenlenme Tarihi: 04.12.2020

Continue Reading

You'll Also Like

316K 19.3K 41
17 yıl önce annesi tarafından ölü olarak bildirilen Neva... Yıllardır onun hasretiyle yanıp tutuşan Akay ailesi... Ama... Ortada bir sorun vardı.Neva...
149K 7.3K 71
4 arkadaşın numara komşuları üzerine iddiaya girmeleriyle başlar her şey... Argo, küfür vs. içerir!!!
227K 8K 45
"Oo küçük hanım iki gündür sizin peşinizdeyiz." "Siz de kimsiniz niye peşimdesiniz ne istiyorsunuz?" " sakin küçük kız" "Kimsiniz dedim" " babanın öd...
473K 35.8K 12
Boş kalan son sayfa dolmadan, kibritler yere saçılmadan, yanan son mum sönmeden, bu yabancı duman her yanımızı sarmadan ve onlar beni bulmadan bul be...