Melezin Gölgesi

By foxesparade

136K 7.3K 742

Alexandria ve Aiden'dan sonra yeni bir dönem. Kurallar sil baştan yazıldı. Herşey değişti ve şimdi Mia anne... More

Melezin Gölgesi.
2.Bölüm
3.Bölüm.
4. Bölüm.
5.Bölüm.
6.Bölüm.
7.Bölüm.
8.Bölüm.
9.Bölüm.
10.Bölüm.
11.Bölüm.
12. Bölüm
13.Bölüm.
14.Bölüm
15.Bölüm
Not:
16.Bölüm
17.Bölüm
Not:
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
Tanıtım Video'su
22.Bölüm
23. Bölüm
2. Tanıtım Video'su
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
Not!!!
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
Not: ( biliyorum bu notlardan bıktınız...)
42. Bölüm "Finale Doğru"
43. Bölüm "Finale son bir"
44. Bölüm "FİNAL"
Yeni Hikaye

29. Bölüm

2.3K 117 13
By foxesparade

Mrb! ıste yb. Umarım beğenirsiniz. Lütfen oy ve yorumlarınızı esirgemeyin.hepinizi çok seviyorum. İyi okumalar:D
*** Multimedia da Carter:))

Göz kapaklarımı açık tutmak için verdiğim savaşı git gide kaybediyordum. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım ağırlaşmış göz kapaklarım bana isyan ediyordu. Ama uyumak istemiyordum. Sanki uyursam gözlerimi tekrar açtığımda kendimi, o yeraltı mağralarının birinde bulacakmışım gibi hissediyordum. Zeus adına yemin ederim ki bir daha canlı olarak yeraltına girmeyeceğim. Lanet Hades'in de yaratıklarının da bir daha yüzünü bile görmek istemiyordum.

Derince bir nefes daha alıp, Hummer'ın koltuklarının deri kokusunu içime çektim. Kaç saattir yoldaydık bilmiyorum ama şu anda bir arabanın içinde olmak ve normal yolların ve insanların olduğu bir dünyada seyahat etmek bana artık huzur veriyordu. Sanırım Yeryüzünün değerini şimdi daha iyi anlamıştım.

Carter bir elini direksyondan çekip arabanın radyosunu çalıştırdı. Yayında country şarkılardan biri vardı ve hafif gitar sesi iyice uykumu getirmişti. Kendimi tutup esnememi bastırmaya çalıştım.

"Neden biraz uyumuyorsun, Αυτο μοu?...Londra Akit'ine gelince seni uyandırırım."

O kadar yorgundum ki Carter'ın sesi beynimde yankılanan bir uğultudan ibaretti.

"Uyumak istemiyorum."

"Yorgunluktan bayılacakmış gibi duruyorsun...Hem dün geceden beri doğru dürüst uyumadın."

İtiraz ettim. "Sende uyumadın."

Bir eli direksyonda kalırken diğeri kucağımda gelişi güzel duran elimi kavradı.

"Beni dert etme...Hadi uyu biraz."

Gerçekten yorgundum ama artık öyle bir noktadaydım ki uyumaktan bile çekinir olmuştum. Sanki yeraltındaki çirkin yaratıkların, uyumam için fırsat kolladıklarını ve gözlerimi kapatır kapatmaz üzerime atlayacakları hissine kapılıyordum. Kahretsin! Yoksa delirmeye falan mı başlamıştım? Hayır! Yeraltından çıkmıştık. Hepsi bitmişti, artık güvendeydim. Paronayakça davranmayı bir an önce kessem iyi olacaktı.

"Tamam, uyuyacağım."

Gülümsediğini, kapanmak üzere olan göz kapaklarımın ardından, yarım yamalak da olsa görebilmiştim.

"Beni yarım saat sonra uyandırman şartıyla...Anlaştık mı?"

Bana kısa bir bakış atıp tekrar yola döndü.

Gözlerim tam analamıyla kapanmadan önce duyduğum son şey sessiz bir mırıltıydı.

"Anlaştık..."

Gerisi koca bir boşluktan ibaret.

**************************************

Gözlerimi hızla açtığımda, düzensiz çıkan nefeslerimi kontrol etmek için kendimle boğuşuyordum. Üzerimdeki siyah tişört terden vücuduma yapışmıştı. Carter'ın elini öyle sıkı kavramıştım ki, parmak eklemlerim bembeyaz olmuştu.

Tanrılar aşkına! Sanırım gerçekten de delirmeye başlıyordum. Ben Avcıydım yahu. İblislerle, üç başlı köpeklerle ve daha bir sürü yaratıklarla karşılaşmış bir Avcı hemde. Küçük çocuklar gibi kabus görüp komaya girmek de neyin nesiydi?

Nefeslerimi düzene sokunca, sımsıkı yapıştığım Carter'ın elini de gevşettim. Carter'ın endişeli mavi gözleri bana döndüğünde ona sarılma isteğimi güçlükle bastırabilmiştim.

"Kabus muydu?"

Derin bir nefes daha aldım. "Kesinlikle en kötülerdendi."

Ona yaklaşma dürtüsü o kadar keskinkindi ki daha fazla engel olamdım ve usulca koltukta ondan tarafa kaydım. Başımı omzuna yaslarken, yine o aptal aşıklar gibi iç çekmiştim.

"Sence delirmeye mi başlıyorum?"

Güldü. "Deli falan değilsin... Sen tanıdığım en aklı başında kişisin."

Sözleri beni rahatlatıyordu. Usulca uzanıp onu yanağından öpüverdim.

"Teşekkür ederim..."

Tekrar kafamı çevirip camdan dışarıyı izlemeye koyuldum. Yolun çevresi, sık ve sarı otlaklardan oluşuyordu. Yanından geçtiğimiz bir tabeleya gözüm takıldığında yerimde doğruldum.
Londra 10 km

Hışımla Carter'a döndüm.

"Beni yarım saat sonra uyandıracağını söylemiştim!"

Gözünü yoldan hiç ayırmadan konuştu.

"Aslında uyandırmaya çalıştım ama o kadar derin uyuyordun ki, beni duymadım bile."

Aldığım nefesi burnumdan vererek kafamı geriye yasladım.

"Kaç saattir uyuyorum peki?"

"Yaklaşık üç buçuk saattir."

Aman ne güzel. Sözde yarım saat uyuyup kalkacaktım. Ama neredeyse yolculuğun yarısını uyuyarak geçirmiştim. Tekrar dışarıyı seyre dalmışken Carter sessizliği bozdu.

"Hadi bir oyun oynayalım."

Güldüm. "Oyun mu?...arabada mı?"

"Evet arabada..."

Ona 'ciddi misin?' bakışlarımdan atarken gülümsemesi iyice yüzüne yayıldı.

"Peki ne oynayacağız?"

"Küçükken annem ile seyahate çıktığımızda hep 'bir şey tuttum' oynardık."

İlgimi çekmişti. "Nasıl oynanıyor?"

"Önce bir kişi etrafında ki herhangi birşeyi aklından tutuyor ve onunla ilgili bir özellik söylüyor, diğeri de tuttuğu şeyi bulmaya çalışıyor."

"

Sırıttım. "Tamam önce sen tut..."

Carter etrafa bir göz gezdirdi ve bir süre sonra "Tuttum." diye bildirdi.

"Imm...tuttuğum şeyin rengi beyaz."

Gözlerimle önce arabanın içini sonra da dışarıyı tarayarak beyaz birşeyler aradım. Aynı şekilde bir kaç kez daha etrafa göz gezdirdim. Ama etrafta hiç beyaz birşeyler yoktu.

Derken birden dank etti. Tabii ya!

"Bulutlar!" diye haykırdım.

Carter kahkahalar atarken mavi gözlerini bana dikmişti. Saf ve parlak bir maviydi gözleri. Çok güzeldiler...

"Bildin Αυτο μοu...şimdi sıra sende."

Bir süre etrafa iyice göz gezdirdim. Ağaçlar? Hayır çok kolay olur. Otlar? Hayır o da kolay...Birden aklıma gelen şeyle sırıttım.

"Tuttum!...ve tuttuğum şeyin rengi, mavi."

Carter düşünceli bir şekilde etrafa bakarken kıkırdayıp duruyordum.

"Gök yüzü mü?"

Kahkahayı patlattım. "Hayır, ondan daha güzel."

Bir kaç tahminde daha bulundu ama hepsi de yanlıştı. En sonunda dayanamayıp pes etti.

"Tamam pes ediyorum... Ne tuttuğunu söyle bana."

Gülümsedim. "Gözlerin..."

Şaşırdı. Hatta apışıp kalmıştı. İçimden kıs kıs güldüm. Manzara o kadar komikti ki... Biraz toparlanınca kaşlarını çattı ama gülmemek için kendini zor tuttuğu seyiren dudaklarından belli oluyordu.

"Bu sayılmaz...Hile yaptın."

"Hayır yapmadım. Oyunun kurallarını anlatırken etraftaki herhangi birşeyi tutabileceğimi söylemiştin."

"Tamam haklısın... Kaybettim." Bir dakikalığına gözlerini yoldan ayırıp benimkilere kilitledi.

"Bir de kendine deli diyorsun..."

*************************

*************

Hava kararmaya başlamıştı ve nihayet şehir merkezine varmıştık. Şehir merkezi bir sürü ışıkla donatılmıştı. Öyle ki camdan dışarıyı izlerken havanın kararmaya başladığını bile unutuyordum. Birde o dönme dolap vardı tabii. O kadar güzeldi ki...Sanırım insanlar o şeye London Eye diyorlardı.

Şehir merkezinden yavaş yavaş çıkmaya başladığımız da ışıklar da git gide azalmaya başlamıştı.

Bir yarım saatin daha ardından hava tamamen kararmıştı ve Londra Akit'inin kız yurdunu artık görebiliyordum. Gelmiştik.

Araba ilerledikçe Akit'in sınırlarını oluşturan elektrikli telleri de net bir şekilde görebiliyorduk. Sonunda Akit'in ana sınır kapısına geldiğimizde Carter dev Hummer'ı durdurmak zorunda kaldı. Kapıda Glock marka tüfeklerle nöbet tutan iki melez muhafız arabanın yanına geldiler. Siyah saçlı olan, arabanın açık camından kafasını içeri soktu.

"Siz kimsiniz?"

Gerilmeye başladığımı hissediyordum. Acaba Marcus ve diğerleri, Londra'ya gelmeyi başaramamışlar mıydı? Ya onlara bir şey olduysa?

Hayır! Gelmiş olmalılar. Şu paranoyaklığı bir an önce kesmem lazımdı.

Carter bana cevap hakkı tanımadan muhafıza cevap verdi.

"Ben Carter Nicolo ve bu da Mia St. Delphi. Kuzey Carolina Akit'inden geliyoruz. Marcus geleceğimizi haber vermiş olmalıydı."

Nöbetçinin soyadını duyduğunda oluşan yüz ifadesi dikkatimden kaçmamıştı. Şaşkın bir halde bana bakarken, üzerinde kırmızı şeritler olan ceketini düzeltmeye uğraştı. Bana saygı duyuyordu. Gerginliğimin azaldığını hissettim.

"E..evet Dekan Marcus geleceğinizi haber vermişti ama yine de Akit belgenizi görmem gerek."

Carter iç çekerek arabanın ruhsat koyma gözünden bir belge çıkardı ve muhafıza verdi. Bu belge olmadan hiçbir araç ya da birey, bir Akit'e asla giremezdi. Eh, nede olsa iblisler ortalıkta serbestçe dolaşıyordu ve tedbiri elden bırakmamak lazımdı. Evet, iblisler dönüştükten sonra sivri dişlere, irissiz gözlere ve suratlarını kaplayan mor damarlara sahip oluyorlardı ama bu özellikler sadece iblise dönüşen bir safkanda meydana geliyordu. İblisin teki gelip bir safkanın eterini içiyor ve birazını da içtiği safkanla paylaşıyordu ve alın size sıfır kilometre iblis, hazır. Safkanlar kendi kanlarının tadına bakar bakmaz dönüşü veriyorlardı. Öte yandan biz melezler de durum farklıydı. Bizi dönüştürmesi için iblisin her saat başı eterimizi içmesi gerekiyordu. Eğer yapmazsa kanımız yeniden eter üretmeye başlıyordu ama tekrar eski halimize dönme gibi bir şansımız olmuyordu tabii. Çünkü melezlerin kanı, yarı insan kanından yarı eterden oluşuyordu. Eh, iblis kanımızı emdiğinde, doğal olarak eterle beraber normal kanı da emiyordu ve eter tekrar damarlarımızda çoğalmaya başlayınca ölüyorduk. Bu adeta kendi kanınızda boğulmak gibi birşeydi. İnsan kanı olmadan damarlarımızda dolaşan eter iç kanamaya sebep oluyordu... Gerçekten berbat birşey.

"Tamam girebilirsiniz."

Muhafızın sessizliği bozan düşüncelerimi de bölerken Akit'in titanyum kaplama sınır kapısının açıldığını fark ettim. Carter belgeyi muhafızdan alıp geri yerine koydu ve gaza bastı.

Her Akit'te olduğu gibi bu Akit'in girişinde de ard arda dizilmiş mermerden tanrı heykelleri vardı. Neden bilmem ama taştan tanrılar bile içime bir ürperti yayılmasına sebep oluyordu.

Ana kampüse geldiğimizde, kafeteryanın bahçesinde oturan öğrenciler dev Hummer'a ağızları açık bakıyorlardı.

Kampüsü geçiyorduk ki dışarıda bir kızla el ele yürüyen bir çocuğa gözüm takıldı. Sim siyah saçları kısacık kesilmişti ve bem beyaz soluk bir teni vardı. Çocuk yakışıklı olmasına yakışıklıydı ama bu bana fazla yapma ve sıradan geliyordu. Sanki suratı tanrılar tarafından özene bezene yaratılmıştı. Köşeli çenesi ve sert hatları fazlasıyla heykelimsiydi. Ürkütücü ve ölümcül bir güzelliği vardı.

Göz göze geldiğimiz de ürperdim. Bakışları buz kesmeme sebep olmuştu. Gözleri öyle bir siyahtı ki, göz bebeği olup olmadığını bile göremiyordum. Gözlerimi kaçırdım ama yüzümü buruşturmamı saklayamamıştım.

Carter'a döndüm ve gergin bedenimin gevşemesine izin verdim. Gözlerimi sert çenesinde, çıkık elmacık kemiklerinde, mavi gözlerinde dolaştırdım. Hiç bir erkeğin benim için ondan daha çekici olamayacağını biliyordum. O tekdi. Benim için dünyada tek.

Londra Akit'inin konsey binasının önüne geldiğimizde Carter arabayı durdurdu. Kapıyı açıp aşağı indiğimde ise Akit'in o güvenli sınırlarının içinde olduğum için yüzüme şapşal bir sırıtış yayılmıştı. Ama Konsey Binas'na çıkan iki yüz basamak merdiveni görünce o sırıtış ta kaybolup gitti.

Huysuz bir sesle homurdandım.

"Kahretsin! Burada da mı asanör yok?"

Carter kıkırdayıp elimi kavradı. "En azından..."

O daha bitiremeden araya girip sözünü kestim.

"Ve yine Pollyanna sevdiğim adamın bedenini ele geçiriyor..."

Tekrar kıkırdarken eğilip dudaklarını yanağıma bastırdı. "Ve bir kez daha sevdiğim kadına aşık oluyorum..."

Söylediği şeyle o kadar duygulandım ki neredeyse gözlerim doldu. Basamakların yarısında durdurup onu öptüm. Sıcacık dudakları benimkilerle buluştuğunda içime yayılan o sıcaklığı bir kez daha hissettim. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken ona ve kokusuna doğru adıma adım daha da çekildiğimi biliyordum. Belime dolanan kolları bir süre sonra gevşeyip beni bıraktığında ise itiraz dolu bir ses çıkarıp onu geri kendime çekmeye çalıştım.

Doğrudan gözlerime baktı.

"Seni Marcus ve diğerleriyle paylaşmayı hiç istemiyorum ama şu anda hepsi seni bekliyorlar, Αυτο μοu..."

Bunu biliyordum ama ona yakın olma dürtüsü o kadar kuvvetliydi ki, kendime söz geçirmekte zorlanıyordum.

"Haklısın..."

Bir eli hafifçe yanağımı okşarken tekrar eğilip tam burnumun üzerine küçücük bir öpücük bıraktı.

"Bunu telafi edeceğim...Marcus'u ikimiz için ortak bir oda ayarlaması konusunda ikna edebilirim sanırım."

Bu fikirle gülümsedim. Şu an onunla olmayı herşeyden çok istiyordum çünkü...

******************************

****************

Sonunda iki yüz basamağı tırmandığımızda her zaman ki gibi nefes nefese kalmıştım. Kapıdaki muhafızlara adımızı söyledik ve geçiş izni aldık. Mermer döşemeli koridoru döndüğümüzde ise aynı Marcus'un ki gibi bir ofise geldik. Carter titanyum kapıyı ittirmeden önce çaktırmadan derin bir nefes aldım. İçeri girdik.

Ofisin duvarları da aynı revir gibi sıkıcı ve sade bir beyazdı ancak tam çalışma masasının arkasına asılmış kocaman bir tablo, odanın sadeliğini bozuyordu.

Çalışma masasında Marcus'dan daha genç, orta yaşlı bir adam oturuyordu. Masanın önündeki koltukların birine Seth diğerine de Wren oturmuştu.

Ayakta volta atan Marcus'la göz göze geldik.

"Ulu tanrılar!"

Marcus hızla yanıma geldi ve kollarıyla beni sımsıkı sardı. Bende ona sarıldım tabii...

"Bende seni özledim ,Marcus..."

"Neredeyse bir hafta oldu... Lanet olası, bir hafta... Geri dönemeyeceğinizi düşündük."

Gülümsedim. "Ama döndük."

Marcus beni bırakınca Seth, oda da ileri geri yürüyüp duran Logan'la da sarıldık. Ama Logan yüzüme bile bakmıyordu. Benim için endişelendiğini biliyordum ama Carter ile ilişkimizi öğrendiğinden beri aramız bozuktu.

Wren yanıma geldiğinde sırıtmaktan kendimi alamıyordum. Onu o kadar özlemiştim ki...

Birden ileri atıldığım gibi kollarımı boynuna doladım.Wren'in ağlamamak için kendini zor tuttuğu kasılan

çenesinden anlaşılıyordu. Sarıldığımızda ise burnunu çektiğini duyar gibi oldum.

"Ben...seni çok merak ettim... Bir haftadır gelmeyince, Marcus sizin... yani ben... Lanet olsun!"

Resmen konuşmayacak hale gelmişti ve bu hali neredeyse beni de ağlatacaktı.

"Sakin ol, Wren... Beni de ağlatacaksın..."

Wren nihayet beni bırakıp nefes almama izin verdiğinde, Carter'la karşılıklı koltuklara oturduk. Londra Akit'inin dekanı olduğunu tahmin ettiğim adam kahverengi gözlerini bana dikti.

"Merhaba Mia..."

Tokalaşmak için uzattığı eli önce tereddüt etsemde sıktım.

"Ben Londra Akit'i Dekan'ı Dominic Warner."

Homurdandım. "Memnun oldum."

Adam resmi ve otoriter ses tonunu hiç bozmadan devam etti.

"Geldiğinizi haber alır almaz hepinize birer oda tahsis etmiştim, ancak Dekan Marcus, siz ve Bay Nicolo için tek bir oda tahsis etmemi istediler..."

Carter'la bakıştık. Sanırım Hades savaşın eşiğinde olduğumuzu söylediğinden beri hiç kimse 'safkanlar ve melezler arasında ilişki yasaktır' kuralını takmıyordu. Sırıtmamak için kendimi zor tutuyordum. Kıkırdamamı bastırmak için boğazımı temizler gibi yaptım ve konuştum.

"Evet...teşekkür ederiz."

Yanımda dikilen Marcus ciddişelerek lafa karıştı.

"Evet biliyorum, uzun yoldan geldiniz ve yorgunsunuz ancak bazı detayları hemen şimdi almamız lazım... Öncelikle, yeraltından çıkmanız neden bu kadar uzun sürdü? Ve toprak elementini alıp alamadığınızla başlayalım."

Carter benden önce davranıp sözümü kesti.

"Aslında biz yeraltında sadece iki gün durduk. Ancak yeraltında zaman farklı işlediği için, yeryüzüne geri çıktığımızda bir hafta geçmişti..Ve..."

Derken bu defa ben lafa girdim ve bombayı patlattım.

"Hades geleceğimizi biliyormuş."

Bum! Herkesin ağzı bir karış açık kalmıştı. İlk toparlanan Marcus oldu.

"Size engel olmadı mı?"

Neredeyse bir nefeste hepine herşeyi teker teker anlattım. Jesse Cast'in gücünü nasıl devraldığımı, Hades'in bizi nasıl geri postaladığını falan filan... Ama savaşı başlatanın Kronos olduğunu söylediğim de hepsi apışıp kalmiştı. Her detayı anlattım. Ordu kuramayı v Olimpos'a saldırmayı planladıklarını söyledim... Kronos'un uyanmasında bir melezin ya da safkan nın parmağı olduğundan bahsettim... Lafım bittiğinde ben soluk soluğa onlarsa ağzı açık kalmıştı. Odaya geldiğimizden beri tek kelime etmeyen Seth sonunda sessizliği bozdu.

"Peki, toprak elementini hiç denedin mi?"

"Hayır...aslında bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum."

Marcus bir elini omzuma koydu ve güven veren bakışlarla bana baktı.

"Sana öğretecek birini bulabiliriz."

Gözleri odayı taradı ve mavi gözleriyle beni izleyen Carter'da durdu.

"Senin için haftanın her günü, üç saat toprak elementinde ustalaşman için Carter ile antrenman programı çıkaracağım. Ve gününüzün geri kalanını da savunma, strateji ve saldırı gibi antrenmanlara ayıracaksınız. Bu kural hepimiz için geçerli. Her birimiz savaşa hazır hale gelmeliyiz ve eğer Kronos ile Ares bir ordu kuruyorsa bizim de bir orduya ihtiyacımız var demektir..."

Derken Dominic masasından kalkıp Marcus'un yanına geldi.

"Ben ve Akit'im sizin safınızda olduğumuzu bilmenizi isterim ancak Akit'imdeki öğrencilerin bunu kabul edip etmeyeceklerini sormamız gerekiyor... Sizin için en yakın tarihe bir konferans ayarlayacağım ve Avcılık eğitimi alan bütün öğrencilerin antrenman saatlerini çoğaltacağım."

Marcus ile tokalaştılar. Anlaştıklarını gösteren tebessümleri yüzlerine iyice yayılmıştı. İçimi saran yeni bir gerginlikle yüzümü buruşturdum. Biliyordum ki bu konferansta konuşacak kişi bendim. Aklıma gelen bir soruyu sormaktan kendimi alamadım.

"Peki su elementini kullanan melezi bulabildiniz mi?"

Hepsinin gözü bana döndü ve Marcus otoriter sesiyle konuştu.

" Bunu ve detayları yarın konuşuruz... Çok yorgunsundur....Wren lütfen Mia'yı odasına götürür musun?..."

Bu cevap karşısında sadece anlamamış bir şekilde gözlerimi kırpıştırmakla yetindim. Az önce resmen beni geçiştirmişti. Ama asıl sıkıntım bu da değildi. Carter'a baktım.

"Ama Carter..."

"Bay Nicolo'ya bir kaç sorum olacak. Lütfen odanıza gidin. Onu da bir süre sonra serbest bırakacağım."

Dominic lafımı kestiğinde öfkeyle ona bakmıştım. Uyuz herif! Benim arkamdan ne konuşacaklardı ki?

Wren koluma girince irkildim. Kapıdan çıkmadan önce Carter'la göz göze geldik. Onu burada bırakmak istemiyordum. Yüzümün adığını görmüş olacak ki bana rahatlatıcı gülümsemelerinden birini gönderdi.

"Birazdan gelirim, Αυτο μοu..."

Wren beni kapıdan çıkarana dek gözümü ondan ayırmamıştım.

******************************

****************

Wren beni çekiştirerek konsey binasından çıkarıp odama giden çakıl taşlı patikaya çıkarmıştı. Ona baktığımda kaçırdığı bakışlarından birşeyler gizlediği anlaşılıyordu. Etrafıma göz gezdirdim. Patikanın belirli aralıklarla ışıklar konmuştu ve çevrede bizden başkası da yoktu. Tekrar Wren'e döndüm.

"Çıkar ağzındaki baklayı Wren...Marcus, Carter'la ben olmadan ne konuşacak?... Sakın saf numarasına yatma, bildiğini biliyorum."

Gözlerini yine benimkilerden kaçırdı. Huysuzlanmaya başladığı büzüştürdüğü dudaklarından ve kasılan çenesinden anlaşılıyordu.

"Ben....ımm....bu konu hakkında konuşmamam tembihlendi... Marcus sana kendi anlatmak istiyormuş."

İç çektim. "Tamam. Öyle olsun..."

Bir süre ikimizden de ses çıkmadı. Ayağamla önümdeki çakıl taşlarını tekmeleye tekmeleye yürüyordum. Yurt binasına ayrılan yoldan dönüyordum ki,  Wren'in kolumu kavrayıp beni geri çekmesiyle şaşaladım.

"Hey, ne yapıyorsun sen?"

"Şşşt..."

Kafamı kldırdığımda  önümde beliren sarı, parlak ışıkla ağzım bir karış açık kaldı. Saf ışık giderek büyüdü ve bize doğru yaklaşmaya başladı. O kadar yoğun bir ışıktı ki...o kadar saf...

Gecenin tüm karanlığını tutuyordu neredeyse. Işık yavaş yavaş sönmeye başladığında apışıp kalmıştım. Işığın altından çıkan uzun boylu, güzel kadın bana doğru bir adım attı. Sarı dalagalı saçları beline kadar uzanıyor yüzünü bir hale gibi sarmalıyordu. Kadının yarı çıplak olduğunu fark ettiğimde birşeyler dank etti.

"Merhaba Mia St. Delphi... Ben Afrodit."

Wren alel acele selam vermek için eğildiğinde neredeyse yere yapışıyordu. Bende tanrıçanın gözlerine bakmamak için kendimle boğuşuyordum. Gözleri saf, irissiz bir boşluktan oluşuyordu ve çok ürkünçtü. Tanrıça elini Wren'e doğru kaldırdı ve berrak sesiyle konuştu.

"Lütfen, buna hiç gerek yok. Kardeşlerimin aksine ben resmiyetten nefret ederim."

Sessizlik kendini korudu. Ne diyeceğimden bile emin değildim. Dilim dolanmıştı resmen. Karşımda gerçek bir tanrıça duruyordu. Aşk tanrıçası şu an benimle konuşuyordu!

Havada ki oksijeni boğan gücü hissedebiliyordum. Elle tutulabilecek kadar somut bir güçtü bu...

Tanrıçanın ürkünç gözleri bir kez daha benimkilerle buluştu ve yine o berrak sesiyle konuştu.

"Buraya geliş sebebim seninle ilgili..."

Şok olmuştum. Bir kaç dakika ne yapacağımı bilemeden öylece baktım. Sonra kekeleyerek cevap verdim.

"Benimle mi?"

Gülümsedi. "Evet seninle... Bilmen gereken birşey var. Şu an söyleyeceklerim sana anlamsız gelebilir ancak zamanı gelince ne demek istediğimi anlayacaksın... Bilmen gereken şey: Aşk ve kader kavramlarını karıştırmaman gerektiği. Kader hepimizin içindedir. Önceden yazılmıştır. Ancak değiştirilemez değildir. Kaderini kararların belirler. Unutmaman gereken en önemli şey: Kaderden daha güçlü birşey varsa o da aşktır."

Daha bunun ne demek olduğunu sormama fırsat vermeden tanrıça puf! Ortadan kayboldu verdi.

Galiba Afrodit gerçekten de kafayı sıyırmış bir tanrıçaydı. Yoksa tam tersi ben mi kafayı sıyırıyordum?

Kafamda bir süre daha söylediklerini düşündüm.
Kaderden güçlü birşey varsa o da aşktır...

Ne demekti şimdi bu? Zahmet edip açıklasa bir yerine birşeyler olurdu sanki!

Mrb!bu bölümden de bu kadar. Lütfen oylayın. Ve tabii yorum yapmayi da... Hepinizi coooook seviyorum:))))

Continue Reading

You'll Also Like

107K 5K 13
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...
106K 6.9K 62
*Hikaye hakkında yorum yapmadan önce şunu bilmenizi isterim; hikaye tamamen bir kızın futbol sevgisi ile iç içedir. Fenerbahçe takımına olan hayaranl...
53.3K 3K 53
velhasıl kelam kuryelik zor iş.
465 59 5
Beauxbatons Sihir Akademisinden ailesine gönderdiği mektup baykuşun yolunu şaşırmasından ötürü aile ziyareti yüzünden Fransa'da olan Sirius Black'in...